12 Ekim, 2005

KÜBA

KÜBA I
GENEL BİLGİLER




Motorsiklet günlüğü filmini izledikten sonra yıllardır ertelediğimiz Güney Amerika seyahatini yapmanın vaktinin geldiğini düşündük.Bilet pahalı diye yıllardır uzun bir tatil olsun da iki üç ülke görelim diye bekliyorduk,ama bu gidişle hiç gidemeyecek gibiydik.Uygun bir tur yakalayınca Küba da G.Amerika sayılabilir dedik ,gittik.

















Yol: KLM + Martin Air ile gittik. İkisi de birbirinden kötüydü. Giderken 5 ,dönerken 9 saat Amsterdam’da bekledik.Net uçuş süresi 13-14 saati buldu.


Shiphol: Amsterdam’ın havaalanı. İçinde uyumak için şezlonglar, kumarhane, akvaryumlar ve
gerçek bir resim müzesi var.

Havana’da hava: İstanbul’a göre sıcak ama asla bir Bangkok değil. İzmir’de Haziran başı gibi.Yağmur sadece bir kez çiseledi.


Otel: Habana Libre Tryp. Eski Hilton'muş. 1958 de yani Batista kaçmadan bir yıl önce yapılmış. Ertesi yıl gerillalar Havana’ya girdiklerinde otele yerleşmişler. Lobinin duvarlarında lobide yerlerde yatan makineli tüfekli gerillaların , ve otelde kalan meşhurların fotoğrafları var.















Havana’da ilk izlenim: Yakında deniz var. Odamız 20. katta, manzara pek güzel. Eski yapıların arasında yüksek binalar dikkat çekiyor. Çantaları odaya attıktan sonra dolaşmaya çıktım.















Otelin karşı kaldırımında sıraya girmiş bekleşen insanlar gördüm, ben de sıraya girip bekledim. Çoğunluğu gençti ,bekledikleri yer de yuvarlak büyük bir kafeteryanın bahçesinin kapısıydı. Bir süre bekledikten sonra öğretmenleri gelip sıradaki 30 kadar kişiyi içeri aldı. Sırayı bozmadan girdik (ben de aralarına karıştım). Herkes masalara dağılınca ortada kaldım.















Garsona burada ne olduğunu sordum. Meğerse bu bir okul toplantısı değilmiş, daha sonraki günlerde sürekli göreceğimiz gibi o sıra meşhur dondurmacıya girme sırasıymış, öğretmen sandığım da bir nev'i garsonmuş. Pazar günü üç ayrı sıra gördüm herbiri en az elli metre uzunluğunda ve saatlerce bekliyorlardı.Tabi eğer konvertibl Peso ile yemek istersen sıra yoktu.

Para birimi : Küba’da iki para birimi var. Küba pesosu (cu) ve konvertibl peso (CUC) yani turist pesosu.Küba pesosu ile kayda değer pek birşey alınamıyor.cu geçen dükkanlarda kırık dökük birbiriyle alakasız,hatta kullanılmış mallar yanyana sergileniyor.














Eskiden USD de geçermiş ama kısa süre önce yasaklanmış. 1USD =0.90 CUC, 1 euro=1,25 CUC. Bankalar dışında para değiştirilebilen bir yer yok. Karaborsa olmamasına hala inanamıyorum.Çapraz kur sanırım Amerikan dolarını aşağılamak için Euro lehine, yani Euro bozdurmak daha karlı. 1 CUC = 25 cu. Her ikisi de alışverişte kullanılabilse de turistik mahallelerde ve restoranlarda fiyatlar CUC ile , yerel halkın takıldığı yerlerde ise cu ile. Örneğin bir fıçı bira mahalli barlarda 6 cu . 1 CUC verirsen sana 19 cu para üstü veriyorlar.














Mahalli barlar: Sokaklarda dolaşırken aniden köşebaşında önüne çıkıyor ,ya da bir apartmanın aralığından gelen müzik sesini ve girişteki fıçı bira resmini takip ederek bulabiliyorsun. Yüksek sesle salsa çalıyor,ama müzik sitemi berbat ,bazı yerlerde bahçıvan hoperlörü bile vardı. 350cc, mavi, plastik saplı bardakta sulu fıçı bira 6 cu(30 ykrş), 5 cc 3 yıllık Havana Club rom 5 cu , puro 1-3 cu/tane.












Puro: İlk günkü yarım günlük şehir turumuzda hemen farkettiğim ve döndükten sonra da farketmeye devam ettiğim şekilde herkes Küba deyince puro diyor.Grubumuzdaki bir doktor abi gezi boyunca aralıksız puro içti. Döndükten sonra da tanıyan, tanımayan ,sigara içen ,içmeyen herkes puro istedi.Resmi puro mağazalarında envai çeşit puro tanesi 3-4 CUC dan başlayarak astronomik fiyatlara kadar satılıyor.Bir de her köşebaşında puro satmak isteyen ve kulağına sigar diye fısıldayan adamların sattıkları purolar var.
(devamı geliyor)

KÜBA NOTLARI II





Rehber ve grup: Rehberimiz Birol Namık emekli bir çocuk doktoruymuş, Küba’ya sayısını bilmediği kadar geldiğini iddia etmekle birlikte ortama pek aşina değildi! İspanyolca bilmiyordu, Fransızca anlaşmaya çalışıyordu.İlk sabah yapılan yarım günlük bedava tur sırasında verdiği bilgilerin sallama olduğu da çok belli oluyordu. Örneğin Jose Marti’nin (19. yy.da yaşamış Kübalı şair ve halk kahramanı) Castro , Che ile birlikte üçlü arkadaş grubu olarak ihtilali yapıp Havana’ya girdiklerini anlattı. Ama grup arkadaşlarımız Birol ağabeyi çok ciddiye aldılar, sorular sordular ve onu daha da üfürmek zorunda bıraktılar, bir atlı heykelin önünden bu kim diye sorulunca konuşacak bir şey aklına gelmediğinden trışkadan şunu uydurdu:













İddiasına göre at üstündeki heykellerde atın iki ayağı havada ise o zat savaşta ölmüş, dört ayağı yere basıyorsa yatakta ölmüş. Biz de bunu epey geyiğini yaptık,üç ayak yerdeyse noolcak, ya kuyruk da yere değerse diye….Grubumuz toplam 11 kişiden oluşuyor.














Alanya’lı bir doktor çift, İstanbul’da bir bankanın şube müdürü ve kredi verdiği dört esnaf, ve Diyarbakır’lı iki erkek kardeş. Banka grubu içinde en ağırbaşlı takılan yine müdür oldu,yarım günlük turun tamamını ve kıymetli açıklamaları videoya çekti.Bu türk turistlerine çok parlak görünen bir fikir.

















Otobüsten sokakları çekerim, rehberin sesi de içinde olur,herkeslere gösteririm, tam bir belgesel olur diye,ama seyretmesi bir ızdırap olduğundan kendisinin bile bir daha izlediğini sanmam. Doktor çiftin erkek olanı Puro Necip abi ilk dakikadan son dakikaya kadar puro içti, etrafa neşe saçtı.Diyarbakır’lı kardeşler turistik bir kente Varadero’ya gittiler, onları pek göremedik. Keza esnaf ve müdürleri de her gün araba kiralayıp plaja gidip kıpkırmızı oldular.
Yarım günlük şehir turu: Sabah otelden aldılar,bir Kübalı rehber eşliğinde büyük bir meydana gittik,hürriyet meydanı gibi bir şeydi.Ortada bir Jose Marti anıtı, kenarda da üzerinde Che resmi bulunan çalışma bakanlığı binası.



























Bir devlet dairesinin dış cephesinin tamamını Che ‘nin kaplaması ilginçten öte bir şey benim için! Daha sonra grubun oy çokluğu ve ısrarıyla Türkiye konsolosluğuna gittik. Binasının güzel olduğundan ve bayrağımızın dalgalandığından emin olduktan sonra iç huzuruyla tura devam ettik, eski şehre gittik, Armas meydanında,
ara sokaklarda dolaştık, bir eczaneye soktular bizi,














Efendim VH25 mi ne bir hap varmış, 
buranın viagrasıymış, Castro onu içmeden uyumazmış, gençliğini buna borçluymuş vs vs., ben of pof derken baktım bizim mütevazi grup eczanede ilaç bırakmadı.
Armas Meydanı:Eski şehirde çok güzel küçük bir meydan. Çevresi çepeçevre eski kitapçılarla ve barlarla dolu. Sovyet döneminde basılmış çok güzel rus kitapları var, Lenin’i falan anlatan. Biz de Globetrotter guide aldık 8,95’e (CUC aynı zamanda USD da denebilir). Lonelyplanet sadece Havana’yı anlatıyordu ve 12,95 idi. Bizim aldığımızda da ne fiyat yazıyor ne ayrıntı var ama haritaları güzel. Zaten sadece harita almaya kalksak 3-4 CUC idi.
















Kitapçılarda çok yorulduk, meydanın girişindeki bara oturduk, birer bira içtik (Bucanera Fuerte-kuvvetli ,1CUC) Hemen her barda canlı müzik yapan gruplar var ve hepsi çok şahane müzik yapıyorlar. Uzun tahta bacaklı dansçılar geldi.Üflemelilerle epeyce gürültü edip,dans ettiler, çocukları eğlendirdiler. Buradan haftada iki gün toplanan açık turistik pazara gideceğiz.

















Açık Pazar Yeri: Eski şehirde kalenin önünde deniz kıyısında ufak bir pazar yeri.
Bolca tahta eşya ,oyuncak, deri çantalar, şile bezi gömlekler,ve müzik aletleri var. Fiyatlar makul.Neşe’ye çok güzel bir deri terlik ve çanta (ikisi 10 USD) aldık.Hediyelik magnetleri tanesi 0,5 CUC ya aldık, ama topraktan yapılmış. İzmir’de buzdolabından düştükçe kırıldı,tuz buz oldu! Müzik aletleri set halinde satılıyor. İki tane hindistancevizinden yapılma çıkıçıkı, bir tane etrafı boncuklu file kaplı çıkı çıkı, Küba müziğine karakteristik özelliğini kazandıran egzoz ucu gibi boru, ve tahtadan toktok hepsi 5 CUC. Biz epeyce çıkıçıkı aldık hediyelik tanesi 1 CUC dan. Çarşının hemen yanında da resim pazarı var.Yolun iki yanında yüzlerce yağlıboya tablo , başlarında da ressamları alıcı bekliyor.

















Popüler konular eski arabalar,eski sokaklar, La Bodeguita del Medio adlı Hemingway’in takıldığı barın bulunduğu sokak ve barın tabelası. Nü’ler günbatımları ve nonfigüratif çalışmalar da var. Tanesi ufaklarda 5 CUC dan başlayıp 150 CUC’a kadar gidiyor. Gruptakiler resme epeyce para harcamışlar.Biz de bir resim almaya karar verdik ,hem hatırası olur diye ,hem boş bir duvarımız olduğu için, hem de resimler gerçekten güzel olduğu için. İki tur attıktan sonra nonfigüratif bir resim almaya karar verdik.Can’ın resme bakarak hayal dünyasında gezeceğini düşünüyoruz. Yıllar boyu bakacağın resmi seçmek de çok zahmetli bir iş. En sonunda canlı sarı rengin hakim olduğu,iki müzisyeni gösteren kübik bir resimde anlaştık.Yanında ufak bir araba resmiyle beraber 30CUC’a aldık.

















Çok yorulduk, otele bisikletli taksiyle döndük. Otel rampa yukarı olduğundan bisikletçilerin çıkarken iflahı kesiliyor, ben utanıyorum ama onlar hallerinden memnun.Akşam yemeğinden sonra Compay Segundo’nun grubunun konserine gideceğiz National Hotel’de.

















Otelde yemekler: Oteli İspanyol bir turizm şirketi işletiyor (sadece işletme hakkını vermişler,otel tabii ki devletin). Sabah ve akşam açık büfe var. Sabahları genelde Baconlu omlet yedim.Geceleri ise bir köşede taze paella yapılıyor, bir köşede üç beş çeşit sulu yemek, soğuk mezeler, deniz ürünleri, ızgara balık ve et parçaları falan var.Genelde hepsi tatsız tuzsuz şeyler. Neşe yola çıktığımızdan beri gastroenterit olduğundan genelde peynirli makarna yiyor. Bense ilk günlerde her şeyden tatmakla birlikte son günlerde sulu yemeklere takıldım.

















İçki paralı ufak bira 2,75 CUC,70’lik ithal İspanyol şarapları 10CUC civarında.Beş yıldızlı otelde ithal şarap için çok ucuz bir fiyat olmasına karşın denk getirip içemedik. Ben çarşıdan tanesi 10 pesoya (cu yani 0,40 CUC)şişe bira alıp çantadan içtim. En büyük zevk de dondurma yemek. Algida tarzı açık dondurmalar var istediğin kadar doldurup yiyebiliyorsun. Bu kadar dondurmaya düşkün değildik ama otelden çıkar çıkmaz bir porsiyon dondurma için saatlerce bekleyen insanlarla karşılaştıkça bize de daha bir tatlı gelmeye başladı. Bir yandan da vicdan azabı çektik dışarıda millet açken karnını tıka basa dolduran zengin! turistler olarak.














Küba yemekleri:Kübalılar genelde aç geziyor denebilir.Ülkede ne doğru düzgün mal ne de bir mutfak kültürü var. Marketler boş, mahalle aralarında köşe başlarında kurulan ,herkesin bahçesinde yetiştirdiği öte beriyi sattığı ufak pazarlarda da sınırlı sayıda kalitesiz ,eskimiş sebze meyveler var.

















Sokaklarda satılan sadece sarı bir hamburger ekmeği içinde ince bir dilim salam ya da peynir,yanında eski Sovyet ülkelerinden bildiğim anında yapılan meyveli gazoz.
















İşportada uzun uzun külahların içinde yer fıstığı satıyorlar 10 cente, ama külahlar o kadar ince ve küçük ki içinden 20 fıstık ya çıkar ya çıkmaz. Bir keresinde bir köşede tanesi 20 cente güzel elma satıyorlardı, kapış kapış gitti. Sokak aralarında herkes kapısının önünde üç beş sandviç ya da çivit mavisi gibi korkunç renklerde boya ile yapılmış kremalı kekler falan satıyor.
















Pastacılıkta buradan daha başarısız bir yer görmedim!
Neyse yemekten sonra otelin lobisinde el ilanlarını gördüğüm konsere gitmeye kara verdik.
















National hotel: Bizim otelin hemen altında çok güzel bir bina,iki yanında kuleleri,ve şık bir bahçesi varHavana’nın bir numaralı oteli.Devrimden önce Havana Amerikalı zenginlerin kerhanesi ve kumarhanesi olarak kullanıldığı dönemde Frank Sinatra hep bu otelde kalırmış.Hatta 1946 yılında doğumgününü Rat Pack’le(Ocean’s Eleven filmindeki arkadaş grubu, Dean Martin ,Sammy Davis JR, vs) birlikte bu otelde kutlamış.Çok etkilendim.Otelin içi sarı ihtişamını yansıtırken bahçede tropik bitkilerin arasında bambu sandalyelerle kafeler ve konser alanı vardı.














Konser: Compay Seguendo öldükten sonra oğulları yeğenleri falan grubu devam ettirmişler. Klasik Küba müziği çalıyorlar ,Bueno Vista tarzı. Güzel bir gece oldu, insanlar kalkıp bol bol dansettiler, bizim Mexican’daki salsa gecelerine benziyordu ama kadınlar kesinlikle daha güzeldi! Dansedenlerden uzun boylu sakallı bir adam da Küba’nın en ünlü heykeltıraşıymış. Sunucu kadın üç dilde epeyce konuştu,herkese memleketini sordu ,bize sormadı,biz de bazı çiğ Avrupalı’lar gibi parmağımızı kaldırıp söylemedik, vakur davrandık. Ben kırk yılda bir olan bir konser sandım hemen atladım ama meğer her akşam varmış.Hatta bizim tavsiyemizle ertesi gece Necip abiler kadının konserine gittiler. Biletler de hep aynı fiyat,kişi başı 25CUC içkisiz ,yemeksiz.İçerde Neşe bir Mohito içti 3,5 CUC verdik.Yemeklisi de vardı, Açıkhava gazinosu gibi bir şeydi yani.
Plaj: Sabah kahvaltıdan sonra Lada bir taksiyle 15 km. Uzaktaki Santa Maria Del Mar adlı plaja gittik.10 CUC’a anlaştık taksici ile. Hava parçalı bulutlu ve rüzgarlıydı.Okyanus dalgalı ama çok güzel ve sıcaktı. Pazar olmasına karşın sezon dışı olduğundan plaj tenha sayılırdı. Paraşütle kayak yapanlar vardı.Sahildeki çardakaltında bir grup adam demleniyordu.














Birisi gitarla Oye como Va’yı çalıyordu.Biz de malt içeceği içtik,Türk malı beyaz nohut yedik,ben Nubar Terziyan’ın anılarını okudum.
















Kumsalda şöyle ipe dolanmış sönmüş mavi bir balon gördüm.Herhalde gece yapılan eğlencelerden kalmış dedim,ayağımın üstüyle şöyle bir vurdum,havalandırdım,ama o da ne , balondeğil bir nevi hava dolu denizanasıymış.Daha sonra denizde de gördüm,yüzeyde kalıp yüzüyor. Neyse ayağımın üstü kızardı ve bütün gün zonkladı.















Sahildeki palmiyelerin, hindistancevizlerinin altında fotoğraf çekildik. O sırada çöpçü bir abi geldi, ısrarla bizim fotoğrafımızı çekmek istedi, bana ağaca tırmanır pozu verdirtti, kendisinin fotoğrafını çekmek isteyince ise hemen parmağını uzatarak ‘’I want you’’ pozu verdi. Oradan ayrılıp arkadaki yola çıkıp biraz otostop yaptık ama kimse geçmedi.Sonra bir belediye otobüsü geldi,biz de bakalım nereye gidiyor diye atladık. Bilet iki sentmiş, yani 1 kuruş.Otobüs plajdan ayrıldı anayolu geçti karşı tarafta bahçelerin arasına girdi,epeyce gittikten sonra Baraka diye bir köyün içinden geçerken meydanda müzik ve kalabalığı görünce indik.
















Küçük bir köy meydanı,bir köşede kilise,bir köşede büfe-karavan,bir köşede müzik masası,hoparlörler,bangır bangır müzik çalıyor(salsa) ).

















Meydanı tek katlı eski köy evleri çevreliyor,bakkal var seyyar puro satanlar var,eski giysilerin toplandığı ve ayrıştırıldığı köy odası gibi bir yer var,bitr de ufak köy lokantası. Meydanda gençler kızlı erkekli toplanmışlar, dans ediyorlar. Sonra bir adam çıktı,elli yaşlarında,işçi kıyafetli,elinde bir kazma,kazmayla dansetmeye başladı.Kimse de gülmedi.
Meydanda bir bira içtikten ve köylülerle nafile iletişime girmeye çalıştıktan sonra(ingilizce bilen hiç kimse yoktu),otostopla yola devam ettik.

















Bir iki araba değiştirdikten sonra yol kıyısında yüksek duvarlarla çevrili bir alan ve önünde turist otobüsü gördük.Ben mezarlık olduğunu tahmin ettim ve bulunduğumuz arabadan indik.Gerçekten de Yahudi mezarlığı imiş. Etrafta hiç bina yoktu, Yahudi turistler de ziyaretlerini bitirmişler otobüslerine dönüyorlardı.Genelde Amerikalılardan (Miami’li)oluşan ve turistlerle biraz muhabbet ettik.Atalarını görmeye gelmişler.Bize ilginç bir mezar gösterdiler.Yahudilerden yapılan sabunlardan birini getirip mezarlığın bir köşesine gömmüşler ve üzerine kocaman bir mezar yapmışlar.Biz de mezarlığı şöyle bir turladık,ortadoğudan gelen Yahudilerin mezarlarına baktık,ve kafamızda bir ampul yandı. Neşe Amin Maaluf’un Yolların Başlangıcı adlı kitabını okuyordu,ve kitapta Maaluf yüzyılın başında Küba’ya göçen , zengin olan ve 1925’te bir trafik kazasında ölen amcasının izini sürüyordu.Belki roman kurmaca değildir ve biz de amcası Gabriel Maalufun mezarını bulabiliriz diye düşündük,ve dönüşte kitapta adı geçen(Maaluf da Küba’ya geliyor, hergün gezdiğimiz sokaklarda geziyor ,amcasının malikanesini arıyor,mezarını buluyor,vs) yerlerin izini sürmeye karar verdik.
Mezarlığın önünden tekrar otostop çekerek daha büyükçe bir köye geldik.Bu köyün meydanında güzel bir bar, ve yanında kahvehane var.
















Kahvede Kübalı erkekler aynen anadoludaki gibi taş oynuyorlar,oynadıkları ise aznif (bir çeşit domino).














Barın bahçesine oturduk, birer bira söyledik,mini etekli şiman garsondan yine ince külahta satılan yağda kavrulmuş domuz yağı istedik.Burada çok popüler bir bira eşlikçisi, ama söylemeye gerek yok biraz ağır.

















Köyün içinde biraz dolaştıktan ve ahaliyle mümkün mertebe muhabbet ettikten sonra, önümüzde duran ve geçen hatunlarla muhabbeti aksatmayan şöförün külüstürüyle dönmeye karar verdik.Al takke ver külah 1o CUC a geldiğimiz ve daha da uzaklaştığımız noktadan 4 CUC’a anlaştık.
















Anlaşınca şöför torpido gözünün altından 5litrelik bir bidon çıkardı ,arka koltuğun önündeki büyük bidondan içine benzin koydu,
















Sonra tekrar torpidonun altındaki çengelli yerine astı,içine de bir hortum salladı,böylece yolculuğumuz için gerekli benzini doldurmuş olduk,yola koyulduk.
















DEVAMI HAFTAYA YİNE BURADA : AMİN MAALUF'UN BÜYÜK AMCASININ MEZARI GERÇEKTEN HAVANA'DA MI?


KÜBA NOTLARI III














Bu yazı için tavsiye edilen müzik: http://media.putfile.com/cuban32
Gabriel M.Maluf: Sabahleyin önceden kararlaştırdığımız gibi Amin Maluf’un amcasının mezarını aramaya gittik.Colombus mezarlığına otelden yürüyerek bir saatte ulaştık.Bu mezarlık zaten turistik bir yer.
















Çok büyük,içinde kilisesi var,mezarların üzerlerinde muhteşem mermer heykeller var,bazıları devasa anıtlar. Girişte ki büroda bulduğumuz bir mezarlık turist rehberine derdimizi anlattık.Bize ölenin tam adını ve ölüm tarihini sordu.Neyse ki kitap yanımızdaydı ve gerekli bütün bilgiler vardı, 23 Eylül 1924 dedik.Bıyıklı bir hanım gitti, bir süre sonra elinde bir kağıtla geldi bizi mezarlığın sokaklarında biraz gezdirdikten sonra işte burası dedi.

















Gerçekten de aynı alanı paylaşan mezarlardan birinin merdiveninde açık bir şekilde Gabriel M.Maluf yazıyordu.Çok duygulandık, biz onu kurmaca bir roman kahramanı sanıyorduk. Başında biraz oturduk, başına gelenleri düşündük, memleketimizin yanı başından O’nu buraya,dünyanın öbür ucuna sürükleyen olayları.


















Sona mezarlığı gezdik,silahla vurularak ölen bir genç kızın cenazesi vardı,herkes çok ağladı, nadir bir şeymiş böyle genç yaşta vurularak ölmek Küba’da.Oradan önümüze gelen ilk otobüse atlayıp geçtiğimiz yolları haritadan takip edip şehir merkezine en yakın noktada indik. Herkes ayaktayken bir koltuk boştu.
















Ben de uyanık Türk olarak hemen atladım oraya oturdum ,ve neden kimsenin oturmadığını başıma güneş geçerek anladım. Otobüsün tepesi delikmiş ve güneş o koltuğa düşüyormuş.Merkezde Maluf’un konağını aradık ama biz de Amin Maluf gibi bulamadık.














Efrain: Otele döndüğümüzde epey yorulmuştuk, Neşe uyumak istedi,ben de gideyim barlara takılayım dedim.Otelden aşağı sallandım,ilk gördüğüm bara girdim.Akşamüstü iş çıkışı bar kalabalıktı.İki kişinin yanına sıkıştım bir masaya














Neşeli bir ortam vardı.Kızlar erkekler,travestiler! Masa arkadaşlarımla ispanyolca sözlüğün sayesinde sohbete başladık,birbirimize purolar, sigaralar,kızarmış domuz yağları ikram ettik.Masadakilerden biri olan Efrain’le içtikçe muhabbetimiz arttı. Mühendismiş,karısından boşanmış,kızı Amerika’ya göç etmiş.Bugün de doğumgünüymüş.Hemen ışıklı çakmağımı hediye ettim,şerefe kadeh kaldırdık.O da bana çakmağını hediye etti..

















Ayda 50 dolar kazanıyormuş,ama haliden memnun görünüyordu.Akşam yemeği saati gelince aklıma bir fikir geldi. Efrain’e Habana Libre oteline hiç girip girmediğini sordum. Girmemiş. Dedim gel sana bir yemek yedireyim. Olur mu falan derken otele vardık. Ben sırt çantamı ona verdim, güzel şekil yaptık, zaten funky bir giyim tarzı vardı biraderin,çok esmer de sayılmazdı. Hiç konuşmamasını tembihledim. Otele sorunsuz girdik,üst kata yemek salonuna çıktık. Normalde kapıdan girerken hostes kılıklı yaşlı kadınlar var,onlara oda numaranı yalapşap söyleyip geçiyorsun,öyle olacak zannettim.Kayıtsız bir tavırla içeri girdik,ben numarayı söyledim,kadın da ‘O içeri giremez’ dedi.Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım.Sormadı bile Kübalı mı kim vs. Niye giremez dedim,illa da sokmak istiyorsanız yemek bedeli 24 dolar ödersiniz dedi. Dedim biz iki kişiyiz,eşim hasta yemek yemeyecek, bu da benim can arkadaşım,onun yerine yiyecek.Kadın nuh dedi peygamber demedi.
















Tersyüz olduk çıktık, lobide oturduk, Neşe’yi çağırdım, Efrain’le tanıştılar,özür diledim ,parayı ödeyerek girmeyi teklif ettim ama ısrarla kabul etmedi.Çok utandım.Adreslerimizi değişerek kucaklaştık, ayrıldık.Efrain ingilizceyi hiç bilmemesine ve bilgisayarı olmamasına karşın yengesinin bankada çalışan bir arkadaşı aracılığı ile bana hala mektuplar yazıyor, yazışıyoruz.

Tango klubü:Eski havana’nın uzun caddelerinden Neptuno’da yürürken gelen müzik sesini takip ederek Tango klubünü bulduk.
















Bir binanın altında iki küçük salondan oluşuyor.Birinde dans dersleri verilirken,diğeri son derece mütevazi bir konser salonu haline getirilmiş. Sahibesiyle biraz sohbet ettik (Neşe’nin ders almaya niyeti vardı ama ben yanaşmadım tabi),akşama konser olduğunu öğrenince tekrar gelmek üzere ayrıldık.Akşamüstü konser salonu dolmuştu,izleyiciler arasında genelde yaşlılar olmakla birlikte gençler de vardı.Ama söyleyenlerin an genci 70 yaşındaydı herhalde.Tek gitarla çok duygulu şarkılar söylediler,arada da tango gösterileri yaptılar.Hepsini alkışladık!














Malecon Road:Otelin hemen altında Havana’nın meşhur Malecon caddesi var. Sahil boyunca İzmir’in kordonu gibi uzanıyor, Kordon’dan daha yüksekçe bir duvar denizi yoldan ayırıyor, ama okyanusun dalgalarına pek engel olamıyor. Malecon özellikle geceleri cıvıl cıvıl. Genç yaşlı Kübalılar duvarın üzerine oturup Havana club romu içiyorlar, gitar çalıp dansediyorlar. Geceleri genelde yemekten sonra biz de aralarına karıştık, içki ikram ettik, şarkılar dinledik.
















Bir abi de gitarı olmayan gruplara çalıp para topluyordu. Bize de çaldı para verdik, sonra ben gitarını aldım biraz tıngırdadım, o da 1 pesonun üzerine tebrik ederim yazıp bana verdi. 















Bir grup genç Kübalı İsveçli turist kızlarla gitarla aşık atışması yapıyorlardı. Her iki taraf da haliden çok memnundu. Bir kızlar ,bir oğlanlar söylüyordu.

















Kübalı gençlerden biri illa da çika(chica) ile fotoğrafımı çek diye yalvardı.Ben de sevgilisi sandım çektim ,meğerse hariçten sarılıyormuş, kız biraz bozuldu. Bir gece de ben tek başıma geç saatte daha önce gitmediğimiz bir yöne gittim. National otelin altında büyük bir kalabalık toplanmıştı.Tamamen gaylerden ve travestilerden oluşan grup aşırı neşeli ve öforikti, alenen öpüşüp yiyişiyorlardı. Hemen kaçtım oradan..














Revolution Müzesi: Şehrin merkezinde deniz kenarında 1920 de yapılan eski başkanlık sarayını devrimden sonra müze haline getirmişler. Müze Sümerbank gibiydi.





















Görevliler de Sümerbank memuru gibi oturuyorlardı. Herkesin (Che’nin de yaralandığında üzerinde bulunan) kanlı gömleği, beresi, yemek tasları sergileniyordu. Camekan içinde Castro’nun devrimi planladığı evin maketi vardı,tuvalet falan hepsini gördük.




















Bir köşede uzaya giden ilk Kübalı kozmonotun uzay giysisi vardı. Biraz kirlenmişti.















Bir oda yıllarca devrim konseyinin bakanlar kurulu olarak kullanılmış,şimdi boş duruyordu. Neşe Castro’nun sandalyesine oturdu,ben de birine oturdum.. Rahatsızdı, muşambalı minder çok şişkindi. Büyük bir salondan bağırış çağırış sesleri gelince kapıyı açtık girdik.














Balo salonunda avizeler, altın kaplama aynalar arasında amatör bir tiyatro grubu prova yapıyordu. Sanki emekliler grubu gibi bir şeydi, çünkü yönetmenleri dışında 50 yaşından genç kimse yoktu, çok heyecanlı çalışıyorlardı, bir emekli sürekli ibne taklidi yapıyordu ama pek beceremiyordu.



















Vinales ve Pinar del Rio: Otelden anlaştığımız günübirlik bir turla 40 CU ya (öğlen yemeği dahil) Vinales vadisine ve Pinar del Rio kentine gittik. Aslında otelden anlaşmadık son anda tur otobüsüne atladık. Tur İspanyolcaydı,ama rehber İdelso İngilizce biliyormuş, bize ayrı anlattı. İdelso’ya ‘bize bilet kesme yarı fiyata gidelim’ dedim, ‘olmaz anlaşılırsa işten atarlar beni’ dedi. Neşe Türkün adını kötüye çıkarıyorum diye bana kızdı, sanki iyiymiş gibi!





















Her Türk benim kadar namuslu olsa… Yolda bir tütün plantasyonunu ve tütünleri kurutulduğu damları gezdik. hamile palmiye denen ağaçtan gördük. Vadide büyük bir kayanın üzerine İki kardeş adlı çok büyük bir duvar resmi boyanmış.















Amipten başlayarak insanın evrimini anlatan bu resim köylüler tarafından yapılmış. Resmin alt köşesindeki kırmızı t-şörtlü benim.
















Kayanın altındaki düzlükte saman damlı turistik bir lokantada öğlen yemeğimizi yedik.















Yuka ve etten oluşan yemek boyunca Kübalı müzisyenler kolla çevrilerek çalışan ve eski bilgisayar kartları gibi delikli kartonlar kullanan tarihi bir laterna eşliğinde müzik yaptılar. Pinar del Rio ya varmamız o kadar uzun sürdü ki bir puro fabrikasını gezip hemen ger döndük. Puro fabrikasında genç kızlar tahta tezgahlarda puro sarıyorlardı (hayır dizlerinde değil).Sardıkları bölüm tahta bir çitle bizim tek sıra geçtiğimiz koridordan ayrılmıştı. Salonun başında güvenlik kaçak puro alışverişi olmasın diye bekliyordu.Buna rağmen kızlar pıssst puro alır mısın deyip zuladan puroları gösteriyorlardı.Ben de fantazi olsun diye biriyle anlaştım ama o sırada güvenlik fark etti, kız satmaktan vazgeçti.


















Başka bölümlerde yaprakları ayıranlar da büyük tütün yapraklarının ortasından çıkan damarlardan ördükleri bileklikleri yine aynı şekilde gizlice satmaya çalışıyorlardı.



















Fabrika Nazi çalışma kampına benziyordu ve bütün çalışanlar asık suratlı,mutsuz gözüküyorlardı. Eh ben de zaten canım çalışmak istemezken birileri beni çitin arkasından izlese kıllanırım. Fotoğraf çekmek yasaktı.















Resmi otostop: Varaderoya gitmek için tren garına gidip bilet sorduk ama saatler konusunda hiç birşey anlayamadık.Tren garında bir dilenci abi istediği para miktarını kartona yazmış,önüne koymuş, yatmış uyumuş.

















Garın önünde resmi görevlilerin yolu kesip giden arabaların camından konuştuklarını ,sonra da arkalarında otobüs bekliyor havasındaki gruptan çağırdıklarını arabalara bindirdiklerini gördük. Ellerindeki tahatalarda bekleyenlerin gidecekleri yerler yazılıydı. Şehir dışına arabasında boş yer olarak çıkmak yasakmış, yanına yolcu veriyorlardı.
Marketler:Marketler eski sovyetler birliğini anımsatıyor.Boş raflarda son derece kalitesiz ve birbiriyle alakasız üç beş parça mal!





























Sonuç:Biz Küba’yı çok sevdik.İnsanlarını sevdik.İnsanların bizim anladığımız anlamda hiçbir şeyleri yok,ama neşeleri,müzikleri,dansları var.


















Ülkede yiyecek yok, desteksiz kaldıkları 90-95 yılları arsında her Kübalı 2,5 le 9 arasında kilo kaybetmiş, evlerde eşya olarak sadece (gerçekten) sallanan sandalye ve müzik seti var,ama herkesin keyfi yerinde.




PEK YAKINDA BURADA: