28 Ocak, 2008

SURİYE (Kasım 2007)

SURİYE (Kasım 2007)
4 günde 3 şehir: Lazkiye, Şam, Halep



Bu yazı için müzik tavsiyem Irak'lı Kazım Seher'den Zidini.
10 yıllık bu güzel şarkının hala Türkçe versiyonunun çıkmamış olmasına inanamıyorum.



...

Memleketimizde izan boyutlarının dışında seyreden rakı fiyatları ve eldeki arak stoğunun tükenmesi sonucu kafamda bir Suriye gezisi planı oluştu.
Neşe izin alamayacağını söyleyince ben de daha önce hiç yurt dışına çıkmamış olan kardeşim Tayfun’a teklif götürdüm, memnuniyetle kabul etti.

 

Pasaportunu hazırladıktan sonra önceden kararlaştırılmış dersleri ve işleri olduğundan Ankara’ya vize almaya gidecek kurbanın ben olacağım anlaşıldı.
(Hiçbir şey için değil ama bir vize işlerinde bir de özellikle yurtdışı dönüşlerinde İstanbul'lularla gıpta ediyorum, biz havaalanında iç hatlar terminalinde sürünürken onlar duşlarını almış oluyorlar.)
Anadolu Ulaşımdan kredi kartı marifeti ile aldığım 25 liralık biletimle gece yarısı İzmir otobüs garajına gittim.



Epeydir otobüsle seyahat etmemişim, otobüs üreticileri yeni yeni fantastik modeller çıkarmışlar. Anadolu Ulaşım, adı üzerinde değişik bir firma, bizi sorunsuz Ankara’ya götürdü. Ankara’da firmalara ait şehir içi servisler kaldırılmış, belediye tek bir servis hattı işletiyormuş. Onu buldum bindim, Suriye konsolosluğunun bulunduğu Sedat Simavi Sokağa gideceğimi söyledim. Şöför beni Kızılay’da indirdi, Yıldız dolmuşuna binmemi söyledi. Sabah saat 8:30 da konsolosluğun kapısındaydım, benden başka kimse yoktu.Sonradan bir iki kişi geldi.



Görevli Türk hanım biraz geç geldi, formları aldım, ellerim soğuktan donarak doldurdum, döviz kabul etmediklerinden aşağıdaki İşbankası’na Türk lirası olarak harç yatırmaya gittim. Bankadakilerle harcı neden kendi verdikleri kredi kartı ile yatıramayacağım konusunda epey tartıştıktan sonra 20 şer euro olarak ödeyip dekontu konsolosluğa teslim ettim.
Pasaportları geri alacağım 14 e kadar çocukluğumun geçtiği, Aşağı Ayrancıya gittim, eski komşularımız Murat ve babası Güneri amca ile kahvaltı ettim. Dile kolay 30 yıldır görüşmemiştik…




Pasaportları sorunsuzca cebime yerleştirdikten sonra Kızılay’a indim, Has Turizm’den gece arabasına Antakya bileti aldım. Maşallah safi teknoloji olmuşlar 32 liradan bir kuruş inmediler her şey elektronik ortamdaymış. Lazım olur diye 1,5 liraya 24 vesikalık fotokopi çektirdim, daha fazla soğuğa tahammül edemeyip Neşe’nin teyzoğlu Mustafa’yı aradım.
İşten gelip bana kapıyı açtı, uyudum, akşama eşi Tuba’yla birlikte rakı ve Ali Nazik marifeti ile beni otobüse biner binmez uyuyacak kıvama getirdiler.



Sabah Antakya Garajında uyandım, Tayfun da yarım saat önce İzmir’den gelmiş beni bekliyormuş. Garajı çarşının ortasındaki şahane yerinden şehir dışına, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere taşımışlar. Servis de yokmuş, humusla kahvaltı hayallerine veda edip ilk otobüsle Suriye’ye geçmeye karar verdik. İlk otobüs 8 de, Halep 12 liraymış. Bizim niyetlendiğimiz Şam ise saat 11 de 15 lira. Uykulu uykulu beklemek çok zor geldiğinden Halep’e bir geçelim oradan bir daha otobüse bineriz dedik, 8 otobüsüne iki kişi 15’e bilet aldık. Garajda ayaklı döviz bürolarından 38,5 Suriye Lirasından 50 dolar bozdurdum. Sınırda uzun kamyon kuyruğu vardı.

 

Bizim tarafta su dökme 1 lira, karşıda 50 kuruştu.
Ben pahalı da olsa parayı ve suyu memleketimizde bıraktım.
Karşıdaki Bab el Hava duty freesi gümrük binalarından epey geride olduğundan damgaları bastırdıktan sonra otobüs şöförüne gidiyorum ha diye haber verdim, o beni otobüsün sahibi olduğunu söylediği baba parası yiyen birine gönderdi. Ona söyledim, “Beş dakikayı geçmesin vallahi bırakırım” dedi. "İyi aferin" dedim, koşa koşa bir Jim Beam kapıp geldim (13 USD), egzersiz oldu. Otobüse bindikten sonra yarım saat daha kapıda bekledik.




Halep’te bizi şehirlerarası otobüs terminalinin yakınında indirdiler. Bu sefer tersten bir tur yapalım dedim, Lazkiye'ye ilk otobüse bilet aldık, otobüse çantaları bırakıp birer felafel yedik, tüm garajlardaki gibi tatsızdı.

 

Yolluk tuzlu fıstık ve kola aldık. Otobüste en arkaya oturup biraz Jim Beam kola içmeye çalıştık ama çok koktu vaz geçtik.
Sabahtan beri seferi olduğumuzdan yol bitmek bilmedi. Saat 4 gibi Lazkiye’ye vardık, bir taksiye atlayıp merkeze gittik. Tayfun çantaların başında beklerken ben bir iki otel baktım. Otel Şeh Bahir’de karar kıldım.(Köşedeki bina bizim otel)

 

Otelci Marvan Türk olduğuma bir türlü inanmadı. 
Düzgün İngilizcesiyle otelinde çok Türk kaldığını ancak ilk defa İngilizce konuşan bir Türk gördüğünü söyleyince, ben de ilk defa böyle kusursuz İngilizce konuşan bir Suriyeli gördüğümü söyleyerek mukabele ettim. İngiliz bir hanımla evlenerek bir süre İngiltere’de kalmış. 400 dedi 350 ye anlaştık.


 

Otel dışardan(aslında içerden de)harap gözükmekle birlikte meydanın en mostralık köşesinde, balkonumuz da var. Çantaları atıp biraz balkondan meydanı izledikten sonra dışarı çıktık.

 

Sahile doğru yürüdük, hemen hiçbir şey değişmemiş, 'prix fixe' amcanın dükkanı yoktu. Sahilde müzenin karşısındaki dev ağaçlı parka girdik. Nargileci ve nargile içen sayısı artmış.


 

Biz de Jim Beam’le bir nargile içtik (75).

 

Bir köşede ufak çocukların dua okuma yarışması gibi bir şey yapılıyordu, kamerayla filme çekiyorlardı.




Hava kararınca oturacak restoran baktık. 
En son Neşe ile oturduğumuz sahildeki Spiro’dan çok memnun kalmıştık, oraya gittik. Geçen sefer yaz olduğundan bahçe keyfi başkaydı, ama içersi de fena sayılmaz, hava güzel, camlar aralıktı.



Fiyatları çok makuldü (mezeler 20,nargile 80, ufak arak 160) muhammara, tarator, mutabba(patlıcan-tahin-sarımsak), cacık, fettuş(kızarmış ekmekli,semizotlu nar ekşili bir salata), tebule (bir çeşit bol maydonozlu salata), çerez, börek söyledik. Güzelce yedik içtik, 688( 10 euro) hesap geldi.

 

Fiyatlara baktığımda fiyatların menüdekinden farklı olduğunu gördüm, garsonu çağırıp menüyle olan fiyat farkını sordum.
“Zam yaptık” dedi.
“Olur mu öle şey!” deyince patronu çağırdı, patron “Haklısınız, ne kadar isterseniz o kadar verin” dedi. Menüye göre vermemiz gereken 500 Suriye lirasını bırakıp çıktık. Yolda piyasa yapılan İtalian Corner’ın orada kalabalığı gören Tayfun’un isteğiyle gençlerin takıldığı Express kafe diye yeniş açılmış bir yere oturduk.

 

Gençler pizza patates yiyorlardı, iki küçük biraya 165 verdik.

 

İnternet kafeye girdik, işletmeci kadına ne zamandır Suriye’de internet olduğunu sordum, 2002’den beri varmış. Hafız Esad zamanında sadece yanında devlet görevlisi oturarak internete girilebildiğini biliyordum. Lüks ve gençlerle dolu bir kafeydi (yarım saat 20).

 

Odaya dönerken ben bakkaldan çikolata(5), Tayfun tatlıcıdan kuru baklava (50) aldı.
Rüyamda Norveç Türkiye’yi 3-1 yenmişti, Fatih Terim istifa ediyordu.
Sabah Marvan’a 50 Euro bozdurdum. 67 den bozdu, “Kuru bankaya sorun , farkı varsa veririm” dedi.
Dışarı çıktık, dükkanlar henüz açılmamıştı, 9 30 gibi açıldılar.

 

Sokak içinde dükkanı işleten bir Türkmen olan İbrahim’den sıcak sıcak nefis felafel yedik. İbrahim bizim hızlı hızlı felafel hazırlaması hakkındaki konuşmalarımızı epeyce dinledikten sonra bir felafel köftesi ikram ederek Türkçe bildiğini belli etti.

 

Allah’tan kötü bir şey söylememiştik.
Meydandaki islah edilmiş kahvelere oturup çay, nargile içtik, gelen geçeni seyrettik. Bu kahvede oturmanın tam zevkini almak için Suriye’deki hayata uyum sağlayıp yavaşlamak, hiçbir şey yapmadan oturmak gerekiyor.

 

Biz Türkiye’den yeni çıktığımızdan ve bir de öğleden sonra otobüse binmeyi planladığımızdan her zamanki tadı alamadım. Döviz bürosundan da bir 50 euro bozdurdum, kur 70,5 muş. Otele çantaları almaya gittiğimizde Marvan’ı sordum, ama eve gitmişti.Yerine bakan da hiç İngilizce bilmiyordu.


 

Çat pat Marvan’ı sorunca cep telefonundan aradı, kendimi tanıtıp kuru söyleyince telefonu arkadaşına vermemi söyledi. Arkadaşı telefonu kapattıktan sonra bana 175 Suriye Lirası verdi.
12 otobüsü ile Lazkiye’den Şam’a doğru arkamıza baka baka yola çıktık (2x175). Zamanımız çok kısıtlı (4 gün) olduğundan Tayfun üç şehri de görsün diye hızlı hareket ediyoruz.



Akşamüstü saat 4 gibi Şam’a vardık. Hemen bir taksiye atlayarak Cumhuriye Caddesine gittik, eskiden kaldığım Al Saada oteline baktık, oteli bakımdan geçirmişler fiyatı da 400 den 750 ye çıkarmışlar, resepsiyoncu da suratsız olunca komşu otel Al Rabie’ye gittik. Fiyat aynı olmakla beraber hiç olmazsa bunun bahçesi ortamı daha iyi. Odada biraz dinlenip çarşıya çıktık. Hamidiye çarşısını geçtik, arkasındaki kahvelere oturduk.

 

Geçen sefer dinlediğim hikaye anlatan emekli öğretmen yine aynı kürsüde kılıcını şaklatıyordu Tabi bu sefer içeri girip kazık yemedik, bahçeye oturduk. Bu kahve de iyice turistik olmuş, şef garson kendi cinsine hizmet etmeyi zul sayıyor.

 

İki saat beklediğimiz çayları getirirken yeni oturan genç kızlarla bir muhabbete girdi, 10 dakika konuştuktan sonra ne yapmakta olduğunu unutup çayları geri götürdü. Bir nargile, çay, geleni geçeni seyir faslı daha yaptıktan sonra yemek yemek için 1001 gece restoranı aramaya başladık.




Restoranı buldum ama adı değişmiş Bab Baher olmuş ve arak satmaktan vazgeçmiş, sadece pahalı şarap varmış (800/şişe). Arak içerek meze yiyebilecek bir yer arayarak daracık sokaklardan Hristiyan Mahallesi’ne kadar geldik.

 

Bir pizzacıda oturup bira içtik, (Amstel 65), hala meze satan bir restoran bulma umudumuz olduğundan karnımızı doyurmamak için pizza yemedik.



Hristiyan Mahallesi çok canlı idi, gençler şık kıyafetlerle, lüks kafelerde laptoplarıyla kablosuz internette geziyorlardı.
Biz de bir sokak mırracısından kahve içtik.
Arkadaş ne içtiyse kafası bir dünya idi, ayakta zor duruyordu, bir kahveyi iki saatte hazırlayamadı.



Son çare olarak bir müzik mağazasında girip orada takılan rakçı gençlere meze ve arak içebileceğimiz makul fiyatlı bir yer sorduk. En akıllı görünen birisi Steet Cafe diye bir yer var, tam istediğiniz yer, hem fiyatları da çok makuldür dedi ama tarif ettiği yer zaten geldiğimiz yönde olduğundan geri dönmedik, ertesi akşam aramak üzere kafamıza yazdık.



Daha önce oturup memnun kaldığım şehrin başka bir ucundaki restoranı aramaya giderken yorgunluktan ve açlıktan sinirlenip birbirimiz yemeye başlayınca İzmir’in Basmane’sine tekabül eden Marja Meydanında ikinci kattaki bir birahaneye girdik, kötü bir kebapla, iki bira içtik (300).



Moralimiz bozuk otele dönüp yattık. Otel eski bir konak olduğundan ve bizim odamız da son kalan boş oda ve esasen kontrplaktan yapılmış bir bölme olduğundan gece biraz üşüdük. Yandaki odada (aramızda sadece kontrplak bir duvar varken, sürekli gürültü eden bir sürü Koreli vardı. Kış günü bahçenin de pek tadı olmadığından oteli değiştirmeye karar verdik. Yine de bahçede birer kahve söyleyip kahvaltı öncesi biraz kitap okuduk.




Çocuklarıyla kahvaltı eden bir ailenin başına yine çocuklarıyla gezen bir başka aile dikildi. Bu tip hostellerde adet olduğu üzre ayaküstü, eller cepte, “sen oraya gittin mi, ya güzel mi, biz de buraya gittik, aman gitmeyin” muhabbeti yaptılar, ama o kadar uzun sürdü ki, ayaktaki ailenin kızı çok sıkılıdı.


 

Belki 20 dakika masanın başında dikildiler, diğerleri de oturun demedi, onların da çayları soğudu.
Hostelin hatıra defterine kaydımızı düştükten sonra dışarı çıktık.Tayfun yırtılan bel çantasını kapının hemen önündeki terzide diktirdi, terzi para almadı.



Lübnan’a sınırdan vize alınabilmeye başlandığını duyduğumuzdan günü birlik Beyrut yapsak nasıl olur diye soruşturduk. Piyango bileti satan kürt gençlerin bize Türkçe anlattıklarına göre adam başı dolmuş 400 Suriye lirasıymış, ayrıca kişi başı 950 de sınırda vermek gerekiyormuş. Çok pahalı geldi vazgeçtik.


 

Bir iki otel gezdikten sonra Marja’da adı sadece arap harfleri ile yazılı olan bir otelde karar kıldık. Üçüncü kattaki otelin altında ayaklı döviz bürosu gibi birileri var, sürekli kapının önünde mafyöz bir havayla dikiliyorlar.

 

Çantaları aldık geldik, lobide katlara bakan arkadaşın namazını bitirmesini bekledik. Kata çıkarken TV de uydu anten var mı? diye sordum. 
“We only have sex channels” dedi. 
Tayfunla birbirimize baktık.

 

Kaç numaraydı bizim oda dedim. “Fourteen, fourteen” diye kendi kendine bir iki defa tekrarladıktan sonra artık nasıl bir çağrışım yaptıysa “Tutti frutti, do you know tutti frutti?” dedi. Acaba namussuz otele mi düştük diye düşünürken baktık odadaki televizyonda sadece 6 arap kanalı varmış. 



Oda güneş görüyor, ana caddeye bakan bir balkonu var ve banyosu da içinde. Banyolu oda tutunca akşama eski şehirdeki hamama gitme fikrimizden vazgeçtik. Şehirde dolaşmaya başladık. Kahvaltıda karışık meyve suları ile peynirli tost yedik.



Sonra ben üstüne bakla bandırma yedim.

 

Haşlanmış baklayı baharatlı tuza batırıp kabuğunu çıkartıp çerez niyetine yiyor, üstüne de ekşili suyunu içiyorsun.



Daha önce hiç gitmediğim bir yöne gittik, daha önce hiç rastlamadığım Şam’ın bit pazarını bulduk. 
Şaşılacak derecede iyi giyimli kadınlar ikinci el giysi seçiyorlardı.

 

Tayfun’a “Hani ‘Bir şeyi de ilk defa benimle yaşamanı istiyorum’ diyen kızlar vardır ya, ben de burayı ilk defa seninle geziyorum” dedim, güldük.
Süper bir tatlıcı bulduk.


 

Bir tepsi sıcak künefe, yanında bir tepsi fıstıklı kaymak, satıcı ikisinden de hızlı hızlı birer parçayı tabağa atıyor, ayakta götürüyorsun (25 = 80 kuruş).
İzmir’e hediyelik kakuleli kahve aldık.

 

Kahveci her yerde kilosu 300 SP olan kahveyi 250 ye sattığı gibi yanında da bir sürü bardak hediye verdi. Kakule kahveden ayrı duruyor, istediğin oranda karıştırtıyorsun. Karıştırtmayan yok gibi, kesekağıdının içinde ince kürekler ile havalı havalı karıştırılıyor.



Halep’e yarın gece için tren bakmaya gittik. Gece 12 de tren varmış, sabah 5’te varıyormuş. Kuşetli vagona bilet aldık, bu sayede bir gecelik otel parasından kurtulmuş olduk.(2x315)
Hamidiye Çarşısını gündüz gözüyle tekrar gezdik.



Hamidiye’nin arkasındaki çarşıda kumlarla resim yapan hediyelikçi kadını izledik. 



Yine nargilecilere gittik ama bu sefer geçen seferki Al Nawfara’ya değil karşısındakine oturduk, dünkü garsonun erkeklere hizmet etmeyip kızlara sarkmasını, geleni geçeni seyrettik.

 
Suriye’de eşcinsellik patlamış, ya da manifest hale gelmiş. Eskiden bu kadar kırıtan, kaşlarını almış, makyajlı delikanlı yoktu.
Hamidiye'nin içinde de Çin malı çok fantastik kadın çamaşırları vardı. Bir tane kadın külodunun düğmesine basınca kuş ötüyordu.

 

Tayfun işlemeli bir duvar saati aldı. Satıcı amca Türk olduğumuzu öğrenince atalarının Mardin Midyat'lı Süryaniler olduğunu söyledi ve yavaş hareketlerle şeker ikram etti.



Akşamüstü CD cideki gençlerin tam istediğiniz yer diye tarif ettikleri Steet Cafe’yi aramak için tekrar Hristiyan mahallesine gittik. Pazar olduğundan dükkanlar genellikle kapalıydı. Bu pastaneci fotoğraf çektiğimi görünce böyle selam verdi.

 

Uçaktan yapılmış kafe hala yerindeydi.
Steet Kafe'yi epeyce sorduk, herkes biliyor ama tarifler değişik. Dinlenmek için bir internet kafeye girdik, Norveç’i 2-1 yenmişiz, Terim de elbette ki istifa etmemiş. Boşuna dememişler rüyaların tersi çıkar diye… Tayfun kız arkadaşına santimental mektup yazarken rahatsız etmeyeyim diye ben de kasada oturan zenci ile sohbet ettim. Sudanlıymış, 7 yıldır, Şam’daymış, bilgisayar proramcılığı okuyormuş. Ayda 120 dolar kazanıyormuş, yetmiyormuş ama “Profesörler 250 dolar kazanıyor burada” dedi. Suriyeli kızlarla ilişkisini sordum, hiç pas vermiyorlarmış.

Zenciler okulda bile ikinci sınıf insan sayılıyormuş. Hele bulunduğumuz Hristiyan Mahallesi İzmir’in Alsancak’ı gibi zenginlerin oturduğu bir bölgeymiş. Burada yaşayanlar kızlarının bir zenci ile görüşmesine asla izin vermezlermiş. Son tarifleri alıp bir yokuşun başında Steet Cafeyi bulduk, oğlanların tam size göre meze rakı ne isterseniz hem de makul fiyata demelerinin de gazıyla menüye bakmadan kendimizi bir masaya attık.

  

Çok havalı kıyafetli garson merhaba demeden menüyle birlikte getirdiği kocaman suyu çat diye açtı, bardaklara doldurdu. Menüye baktık yıkıldık; ne mezesi rakısı, basbayağı Nişantaşı kafesiymiş burası. Yiyecek olarak pizza hamburger, içki olarak da bardak şarap, Smirnof’un gazlı içecekleri falan var, fiyatlar da kol gibi. Çat diye açtığı su bile 80 SP imiş.

  

Su açıldığından kalkamadık da, mecburen bir pizza söyledik, suyla beraber yedik (320). Ortam zengin gençlerle doluydu, erkekler votkalı kokteyllerle, kızlar ise banana split, kola ile nargile içiyorlardı, tuvalet süperdi. Bize burayı meyhane diye tarif eden oğlanın kulaklarını epey çınlattık. Cafe’den kalkınca dolmuşla merkeze döndük, içki satan dükkanlardan bir meyhane sorduk. Nedwah diye bir restoran tarif ettiler ama aradık aradık bulamadık. Bir önceki gecenin de tecrübesiyle fazla arayıp canımızı sıkmadan Al rabie otelinin arkasında bir turist meydanı haline gelmiş ara sokağa gittik,

  

halk tipi bir yerde humus yedik, oradan yandaki kebapçıya geçir birer dürümü de gövdeye indirdikten sonra sokaktaki kahveye oturduk.

  

Ümmü Gülsüm’ün Enta Omri şarkısı eşiliğinde nargile içtik. (Ümmü Gülsüm’ün şarkısı dediysem her şarkı en az 45 dakika sürüyor).

  

Ben otele döndüm, Tayfun biraz tek başına gece gezmesi yaptı. Gece odada sivrisinek vardı.
Sabah benim yataktan kalkasım yoktu, kitap okudum. Tayfun gitti börek poğaça aldı, taze portakal suyu ile birlikte getirdi, ben de otelin mutfağındaki çaydanlıklarla çay kahve yaptım, balkonda kahvaltı ettik, güneşlendik.


 

Öğlene kadar TV’de arap klipleri izledik. 12 de odaya gelip, çıkacaksanız şimdi çıkmanız lazım dediler.



Çantaları topladık, resepsiyona bakan tutti fruttici çantaları akşama kadar orada bırakmamız için 50 SP istedi.Çok sinirlendim, yaptığın çok ayıp dedim. Parayı vermeden çantaları bıraktık, çıktık. Şam Palas’ın yanından merkeze yürüdük. Çarşı Pazar bir yere geldik.

 

Manavlarda Türkiye’de bulunmayan derecede tembel kadın işi pişirmeye hazır oyulmuş kabaklar, ayıklanmış baklalar, kıyılmış maydonozlar vardı.

 
Lokma, lahmacun yedik(5-10).

  

Elimize bir kutu içecek alarak yakındaki bir parka oturduk, kitap okuduk, etrafa baktık. Bir köşede oturan muhabbet erbabı insanlara benzeyen iki abi dikkatimi çekti, yanlarına gidip tanıştım, ve Şam’da iki gecedir bir meyhane bulmayı başaramadığımızı, son gecemiz için tavsiye edebilecekleri makul fiyatlı bir meyhane olup olmadığını sordum. Düşündüler, Muharip Gaziler Lokali’nin uygun olduğuna karar verdiler. Harita üzerinden tarif ettilerse de ben meyhane adresi aramaktan bıktığımdan yolunuz üzerinde ise bir zahmet gösteriverin dedim. “Tamam oturun, kalkınca gösterelim” dediler, sohbete koyulduk.

  

Ağabeyler Irak’lıymış, Irak işgal edildikten sonra bir takım husumetler sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlar, iki üç yıldır Suriye’delermiş. Suriye’de oturma izinleri varmış, ama çalışma izinleri yokmuş. Zaten çalışacak olsalarda refahlarını sürdürecek maaşlı iş yokmuş. Birisi Irak’ta iken ziraat mühendisiymiş, diğeri ihracat yapıyormuş.

  

Şimdi aileleri ile birlikte sığındıkları Şam’da bir apartman dairesinde günlerini çalışmadan, işsiz , kitap okuyarak, parkta oturarak geçiriyorlarmış. Geçimlerini eski birikimlerinden ve Irak’tan gelen tanıdıkların ülkeden çıkartabildiği paralardan sağlıyorlarmış.

 

Pek az ülke Irak pasaportunu tanıyor, ve hiçbir ülke sığınmacı olarak oturma izni vermiyormuş. Bu konuda canları çok sıkkın ve ümitsizlerdi, ama neşeli ve entelektüel insanlardı. Saddam idam edilince ne hissettiklerini sordum,”Ne hissedeceğiz, üzüldük. Devlet Başkanımızı öldürdüler” dedi, Ali Abi.
"Sizin şikayetiniz yok muydu Saddam’dan?" diye sordum.

 

Şaşırarak “Yoo, ne şikayetimiz olacak, günlük hayatımızda yaşayıp gidiyorduk. Saddam’ın eziyeti muhaliflerineydi” dedi.
O anda, artık yıllardır sezdirmeden nasıl bir Amerikan propagandasına maruz kalıyorsak bundan etkilenerek benim de bilinçaltımda Saddam’ı vahşi, kan içici bir diktatör olarak gördüğümü, aslında Saddam ile Hafız Esad arasında yönetimsel açıdan hiçbir fark olmadığı kafama dank etti. Irak eskiden, bize hissettirildiği gibi kaotik bir yer değilmiş.

 

Bombardımanlarla yıkılan, kaosa sürüklenen Bağdat eskiden, aynen şu anda asude parkında oturduğumuz Şam gibi sakin, kendi halinde, güzel bir kentmiş. Iraklılar da çaputlar içinde kılıksız teröristler değil gayet entelektüel senin benim gibi, iyi giyimli, eğitimli insanlarmış.

 

Bunları insan düşünerek de tahmin edebilir ama insana düşünmeyi unutturuyorlar. Günlük hay huy arasında haberlerde gördüğün iki görüntü ile kafanda 'orası bizim burası gibi bir yer değil' fikri istemsiz olarak oluşuyor.

 

Bağdatlı bu iki abi ile sohbetimizin kafamı açması bence bu geziden elde ettiğim en büyük kazanç oldu.
Ali Abi de bana eşinin doktor olduğunu, Türkiye’deki üniversitelerde çalışma imkanı bulup bulamayacağını sordu, “Olabilir yazışsın” dedim.
Beraber kalkıp parkın çıkışına gittik, dernek lokali tam tarif etikleri yerdeymiş ama dördüncü katta balkonları kapatılmış bir daire olduğundan ve dışarıda hiçbir işaret bulunmadığından ne kadar arasak da bulmamız çok zormuş.

 

Vedalaşıp ayrıldıktan sonra şehirde dolaşmaya devam ettik. Tayfun tam klasik, yurtdışına yeni çıkmış, bayrağını özlemiş türk merakı ile “Türkiye konsolosluğu nerede acaba?” derken konsolosluğun önünde olduğumuzu fark ettik. Tayfun konsolosluğun kapısındaki ilan panosundan İzmir’de yüksek lisans yaptığı okuluna kayıt tarihlerini yanlış bildiğini öğrendi.




Konsolosluğun önünde “Sayın konsolosum, bayrağımız bahçedeki ağaçlardan biraz gizlenme yapmış, direği yükseltsek” falan diye makara yaparken tam o sırada yanımızdan geçmekte olan bir konsolosluk görevlisi Türkçe’yi duyunca “A siz Türk müsünüz, nedir derdiniz?” dedi.

 

Bayraktan bahsetmedik tabi, “Gezmeye geldik, maşallah konsolosluğumuz da çok güzelmiş” dedik.
Yolda rastladığımız bir lokantaya girdik, humus söyledik. Garson kürttü ve Türkçe biliyordu. Bize muhabbetinden mi, yoksa normal uygulama mı bilmiyorum ama aşure gibi süslenmiş, süper bir humus tabağı getirdi.(80 SP, 2,5 dakika)

 

Eskiden çok oturduğum, Kürtlerin işlettiği ikici kattaki bir çay bahçesine oturduk, nargile içip okuduk.

 

Hava kararmaya başladı, otele gidip çantalarımızı aldık, taksiyle Muharip Gaziler Lokaline geldik. Şam’da meyhane bulamayanlar için adresi Zenubia Parkı ile Amroos caddesinin kesiştiği noktadaki köşe yuvarlak binanın 4. katı.




Sırtçantaları ile binaya girdik, asansör yokmuş. Merdivenlerden çıkarken ikinci katta bir mevlüte rastladık. Kapılar açık, koridorda sıralanan taziyeye gelmiş erkekler arasından çantalarımızı sıyırıp şaşkın bakışlar altında 4. kata vardık.
Kocaman bir salon, bir tane metresiyle gelmiş gibi duran bir abi dışında müşteri yok. 

 
Fiyatlar makul, mezeler 30, ufak rakı 160, nargile 80. Suriye de mezelr o kadar ucuz ve güzel ki seçmekle uğraşmaya hiç gerek yok, Avrupa Yakası’ndaki Şahika gibi menüyü getir demek pek zevkli oluyor.

  

Saat ilerledikçe bir iki masa daha geldi, canlı müzik de oluyormuş, ama o gece yokmuş. Garson bizim isteğimizle Feyruz koydu. Güzelce yedik içtik, hizmet de süperdi. 710 hesap geldi, kapıda mırra da ikram ettiler, biz de nargileye ateş taşıyan gence ekstra bahşiş verdik.
 

Merkezdeki tren garında tadilat olduğundan tren yoldaki ilk durak olan Kadam istasyonundan binmemiz gerekiyordu. Bütün taksiciler taksimetre açmayı reddederek 200 SP istedi, birine açtırmayı başardık 100 tuttu. Taksici yolda sigara içmeye kalkınca kendisine istasyona kadar sürecek şiddetli bir 4. Murat hikayesi anlattım (Türkçe), korktu içmekten vaz geçti.


 

İstasyonda yataklı vagonu sorduk, tam biz vagona doğru yürürken yataklının kondüktörü vagondan inip yanımdan geçti gitti. Trenin kalkmasına 15 dakika kala çantalarla geldiğimizi gördüğü halde vagonun kapısını kilitleyip de gittiğini fark edince, istasyonun öbür ucuna varmış olan kondüktöre alkolün verdiği öfori, ve taksideki başarımın etkisiyle Gar kumandanı edasıyla bir ağız laf ettim. Bütün istasyon sustu, Türkiye’de olsak ya da Türkçe bilseler bir araba dayak yemem gerekirken kondüktör geri dönüp kapıyı saygıyla açtı, bizi buyur etti.

Ben hala “Haaaaa” diye söylenirken kompartımanımızı bulduk, kondüktörle bir daha görüşmemek için yatakları açtırdık, pasaportlarımızı verdik, muzlu süt içip yattık.
Sabah uykumuzun en tatlı yerinde 5 gibi kapıyı çalıp uyandırdı, pasaportları geri verdi. 6 30 da Halep’e vardık. Biraz daha uyumak istediysek de kondüktörün ısrarıyla vagondan çıkarıldık.

 

 Halep Gar’ında biraz oyalandık, tuvalete girdik, ısınmaya çalıştık. Tayfun “acaba Türkiye’ye tren var mı?” dedi. Ben yok biliyordum ama varmış. Adana ve İstanbul’a bilet kesiyorlarmış, ama Adana’ya varması neredeyse bir gün sürüyormuş, fiyatlar da çok uçuktu (Adana 20 saat 1800/İstanbul 36 saat 3300 SP/bir kişi). Gardan direk Türkiye garajına gittik, çantalarımızı oradaki yazıhaneye bıraktıktan sonra , her yer kapalı olduğundan biz de sıcak bir köşe kapıp biraz klip ve sabah temizliği izledik. Uykumuz açılınca Medine’ye doğru yürüdük.

 

Hava yağmurluydu (Suriye’de bulunduğumuz süre içinde sadece son gün Halep’te yağmur yağdı).Yeni kızartılan felafellerden yedik, salep içtik.

 

Medine’de dükkanlar açılmadan karanlıkta dolaşırken aniden tuvalet ihtiyacı hissettim. Etrafta soracak doğru düzgün adam olmadığı gibi sorduklarımızın tarif ettiği tuvaletleri labirent gibi sokaklarda arayıp bulduğumuzda kapalı olduklarını gördük.

 

Çok çaresiz bir şekilde sakallı bir amcadan yardım istedim, beni bir hamama götürdü. Parka kaşkolla dışarıdaki buz gibi yağmurlu havadan, hamamın sıcaklığındaki tuvalete girmek zorunda kaldım, ama yine de güzeldi.



Dükkanlar yavaş yavaş açılırken biz de hediyelik bezlere bakmaya başladık. Pazarlık ederken yanımıza örtü dükkanı olan Ahmet yanaştı, nereli olduğumuzu, kabul edersek dükkanında bir sabah kavesi içmeye davet ettiğini, söyledi. Kendisi ilk anda hatırlamadı ama yaklaşık 10 yıl önce Ahmet aynı noktada Yakup’la bana aynı şekilde yaklaşmış, dükkanında kahve içerken bizi çok güldürmüştü. O zaman kahve içerken pat diye kendisinin eşcinsel olduğunu, istersek onun evinde kalabileceğimizi, üç kişilik geniş yatağı olduğunu, sarılıp uyuyabileceğimizi söylemiş ve neşeli, teklifsiz havası, edepsiz benzetmeleri ile bizi çok güldürmüştü.

  

Kafaladığı başka turistlerle havuzbaşlarında çekildiği fotoğrafları gösterdikten sonra bizi ikna edemeyeceğini anlayınca bana kartını vermiş ve ‘Yakup neyse de benim mutlaka Halep’e yalnız gelip kendisini bulmamı’ rica etmişti. Şimdi on yıl sonra hiçbir şey değişmemiş; tavlama taktikleri aynı, dükkanı hala bir metrekare, sohbeti hala çok neşeli.
  
“Saçların dökülmüş” deyince biraz üzüldü. Yine çok ısrar etti, en sonunda bu sefer beni yaşlı bulduğundan olsa gerek bu kez Tayfun’a kartını vererek ‘Ben neyse de O’nun mutlaka Halep’e yalnız gelip kendisini bulmasını’ rica etti. Hediyeliklerimizi paket ettirip kahveler için teşekkür ederek ayrıldık, garaja döndük.
Baron Otel’in arkasındaki tekel bayiinden rakılarımızı aldık. 



Antakya’ya otobüs 300Sp imiş ama öğleden sonraymış. Bir taksi iki müşteri bulmuş, dörde tamamlamak için ikimizi 10 liraya götüreceğini söyledi ise de gittim baktım, yol arkadaşlarımızın tipini beğenmedim. Sınır geçişini ve rakıları riske etmemek için başka bir araba ile pazarlık ettim. Antakya Garajına kadar 20 liraya anlaştık, abi hiç Türkçe bilmiyordu, isabet oldu, sağanak yağmur altında sınıra gidene kadar uyuduk. Kapıdan hemen önce son kalan bozuk paralarımla iki paket humus aldım (naylon torbada pastörize, 25/adet). 



Sınırda epey bekledik, yağmur altında Setur’un yeni açtığı havalanı tarzı Duty Free ve kafeterya kompleksini gezdim. Süper tesis yapmışlar ama bütün tuvaletler alaturkaydı. Gümrük muayenesi daha sertleşmiş, önümüzdeki arabadan bir çuval sarımsağı indirip kenara koydu gümrük memuru, kimse de itiraz etmiyor, kontrol mahali alıkoyulmuş eşya dolu. Biz sorunsuz geçtik, Türkiye'ye girince yağmur kesildi. 

 

Antakya’dan İzmir’e 3 otobüsüne yetiştik, sabah evimize vardık. Neşeme kavuştum.



Bütçe: 2 kişi 4 gün 150 euro