EŞEK ADASI'NDA BİR GECE(Çeşme, Haziran 2007)
Geçen ay, yıllar önce Fethiye’de otostop yaparken tanışıp (otostop yapan yine bendim) o zamandan beri ayrılmadığımız kardeşim Harun’la Çeşme’de bir haftasonu kaçamağı yaptık.
İş çıkışı, Cuma akşamüstü Çeşme’ye vardık, Harun’un ailesinin işlettiği Dalyan Plaza otele yerleştikten sonra otelin kaplıca havuzuna girdik. Sıcak su Sri Lanka’da zedelediğim boynuma çok iyi geldi. Etrafta kimse olmadığından rahat rahat yüzdük, fotoğraf makinasıyla oyunlar oynadık.
Akşamüstü Hasan’ın yerine yerleştik, ölçülü rakı içtik. Deniz mahsülleri yedik.
Toray’ın (Bu yaz Toray meşhur oldu: Geçenlerde Çeşme’ye gelen İstanbul’lu bir magazin figürünü çeken kameramanlara ‘Çekme kardeşim, istemiyo işte insanlar’ derken televizyonda izledim)
ızgara ahtapot ve kalamarı her zamanki gibi muhteşemdi. (120)
Sabah odanın manzarası asude idi. Kahvaltıdan sonra önce Alaçatı pazarına gidip yolluk nevale aldık.
Sardalyanın kilosu 10 liraydı. Altınyunus Marina’ya gidip eşyalarımızı Cha Cha’ya ( Harun’un teknesi) yükledik. Yaklaşık 45 dakikada karşıdaki Eşek adasına vardık.
Adada sadece eşekler yaşıyormuş, kıyıda hayvansever bir alman vakfının yaptırdığı güneş enerjisi ile kuyudan su çeken bir kule vardı.
Sakin sakin yüzüp gazete okurken Poseidon diye bir gezi teknesi koya geldi. Poseidonun gazabı neymiş gördük!
Sonuna kadar açılmış teypten yükselen göbek havası, darbuka sesleri, göbek atanlar koyun sakin havasını bir anda bozdu. Teknedekilerin bir kısmı karaya çıkıp eşekleri inceledi, bir kısmı göbek atmaya devam etti. Yer değiştiremeyecek kadar mayışmış olduğumuzdan çabuk gitmeleri için dua ettik.
1 saat kadar sonra tekne gitti, açıkta bir yerde durdu. Yanına Sahil Güvenlik zodyak’ı geldi. Biz içimizden hah işte şikayet ettiler böyle gürültü eziyeti olur mu diye düşünürken, sahil güvenlik Poseidonu bırakıp koydaki 5-6 teknenin arasından geçip en dipteki bizim yanımıza geldi. Harun üzerimize geldiklerini görünce “ Eyvah bunlar şimdi eksik bulmadan bırakmazlar” dedi. Zodyakta bir er, bir de astsubay vardı. Er bana bir halat uzattı, ben saf saf baktım. Harun alıp bağlıycaksın dedi, aldım bizim tekneye bağladım. Astsubay son derece suratsız bir tavırla teknenin evraklarını istedi, inceledi.
Yangın tüpünün doldurma sertifikası yok dedi. Can simidi, işaret fişeği sordu, Harun gösterdi, simidin bir tane daha olması lazım dedi, ve bunların teknenin bağlanmasını ve dava açılmasını gerektiren suçlar olduğunu söyledi, “Derhal limana dönüyorsunuz!” dedi.
Ben, assubayın tavrından şaşkın halde kendimi tanıttım, kırk yılda bir böyle bir haftasonu fırsatı yakaladığımızı, izin verirse geceyi bu koyda geçirip sabah limana dönmemizi rica ettim.
Hiç yüzü gülmeden "Peki ama yarın eksikleri tamamlayıp bana göstereceksiniz” dedi. Harun "Pazar günü tamamlamak zor olur, ertesi gün gösterelim" dedi, bırakıp gittiler.
Gidince, ben Türklerin neden denize bu kadar uzak baktığını daha iyi anladım. Sahil güvenlik komutanının tavrı, halimizden çalışan ve haftasonunu limanın karşısındaki sakin bir koyda geçirmek isteyen insanlar olduğumuz çok belli olduğu halde sanki terör şüphelisiymişiz gibiydi. Canımızı fazla sıkmadık, ama ben tekne sahibi olmanın derdinin tekneyi almakla bitmeyeceğini bir kere daha anladım.
Akşam olunca sofrayı kurduk, 10 liralık sosyete sardalyalarını yağsız tavada ızgara ve pilaki yaptık.
Bıraktığımız oltalara kocaman bir mıngri takıldı, çekerken oltayı kopardı kaçtı. Bu mıngri küresel ısınma ile birlikte
Ege sularında görülmeye başlanan baraküdaya benzer bir balık.
Balıkçılar oltaları kopardığından hiç hazzetmiyorlar
(Yakalanan mıngrilerin ağzında pek çok olta iğnesi oluyormuş) ve pek yemiyorlar ama eti lokum gibi ve yağlı çok güzel bir balık, ben pazarda gördüm mü kaçırmıyorum. Yine efendice içtik, sohbet ettik, mızıka çaldık, yattık.
Sabah 7 de uyandığımda deniz süt limandı.
Teknenin altında bir çupra sürüsü dolaşıyordu. Hemen oltaları hazırladım, bizzat görerek 6-7 tane kadar tuttum. Harun uyanınca biraz da O tuttu.
Öğlene doğru ahtapot avlamaya çalıştık, bir tane yakaladık, tekneye çekerken şemsiye gibi açıldı, kurtuldu. Ahtapot oltası sanayide yapılmış gibibir şey. Alüminyum plakalardan ve kocaman bir kancadan oluşuyor.
9 gibi bulunduğumuz koydan çıktık, deniz hala kıpırtısızdı. Kıyılarda biraz ahtapot avlamaya çalıştık , ama ahtapot avı için denizin biraz çırpıntılı olması, oltanın kayığın hareketleriyle dipte sallanıp hayvanın dikkatini çekmesi gerekiyormuş, hiçbir şey yakalayamadık. Karşıdaki Gerence’de yazlığı olan arkadaşımız Tolga telefon edip karagöz avında olduklarını söyleyince oraya gitmeye karar verdik. Sabah hemen limana dönmemizi söyleyen Sahil Güvenliğe tekrar yakalanma tedirginliği içinde körfezin karşı kıyısına geçtik. Tekne daha hızlı gitsin diye ben burunda oturdum, çok yandım.
Denizin ortasında cep telefonu marifetiyle buluştuk. Tolga ve bir arkadaşı bir kayıkta, babası diğer bir kayıkta karagöz tutmaya çalışıyorlardı, ama elleri boştu. Karagöz kayasına gidelim dediler. Anladığım kadarıyla bahsi geçen denizin dibinde 40 metre yüksekliğinde bir tepe. Derinliğinin de 30 metre civarında olması gerekiyor. Üç tekne, kıyıdaki top ağaçtan, elektrik direğinden, karşıdaki dağın çatalından kerteriz alarak mahut kayayı epeyce aradık. Tolga'ların teknesinde sonar olmadığından bizim sonarla dip derinliğini ölçüp derinlik azalmaya başlayınca heyecanlanıp sonra yine artınca hayal kırıklığına kapılarak
kayayı bulmaya çalıştık, ama nafile. Bizim sonar olmasa onlar dakikada bulacaklardı (!) ama gözümüz sonarda arayınca bir türlü bulamadık, belki de yoktu.
Hiç olta atmadan Gerence Kıyısı'na çıktık, Harun’un ortaokul arkadaşı Kazım’ların yazlığına yanaştık. Harun Kazım’la mazot almaya gitti, ben de Pazar gazeteleriyle tuvalet keyfi yaptım. Öğlen güneşi iyice yükseldiğinden daha fazla oyalanmadan marinaya döndük, tekneyi neta yaptık (temizledik). Eşyalarımızı arabaya taşıdık. Harun balıkları bana bıraktı, ben de Neşe iş seyahatinde olduğundan iki tanesini kendime ayırıp kalanını Pazartesi sabahı beraber çalıştığımız hemşireme hediye ettim.
Çok güzel, dinlendirici, değişik bir haftasonu oldu.
Bazen neden denizciliğe heves etmediğimi soranlar oluyor. Denizcilik apayrı bir dünya. Denizi sevmenin yanında aşina olmanın da büyük önemi var. Kanımca istisnalar dışında benim gibi Ankara’da büyümüş birisinin, ya da mesela Konya'lıların, Harun gibi çocukluğu Çeşme’de geçmiş biri kadar denize aşina olması olanaksız.
Sri Lanka’da atlattığım tehlike de bana denize her zaman temkinli yaklaşmam gerektiğini öğretti.
Geçen ay, yıllar önce Fethiye’de otostop yaparken tanışıp (otostop yapan yine bendim) o zamandan beri ayrılmadığımız kardeşim Harun’la Çeşme’de bir haftasonu kaçamağı yaptık.
İş çıkışı, Cuma akşamüstü Çeşme’ye vardık, Harun’un ailesinin işlettiği Dalyan Plaza otele yerleştikten sonra otelin kaplıca havuzuna girdik. Sıcak su Sri Lanka’da zedelediğim boynuma çok iyi geldi. Etrafta kimse olmadığından rahat rahat yüzdük, fotoğraf makinasıyla oyunlar oynadık.
Akşamüstü Hasan’ın yerine yerleştik, ölçülü rakı içtik. Deniz mahsülleri yedik.
Toray’ın (Bu yaz Toray meşhur oldu: Geçenlerde Çeşme’ye gelen İstanbul’lu bir magazin figürünü çeken kameramanlara ‘Çekme kardeşim, istemiyo işte insanlar’ derken televizyonda izledim)
ızgara ahtapot ve kalamarı her zamanki gibi muhteşemdi. (120)
Sabah odanın manzarası asude idi. Kahvaltıdan sonra önce Alaçatı pazarına gidip yolluk nevale aldık.
Sardalyanın kilosu 10 liraydı. Altınyunus Marina’ya gidip eşyalarımızı Cha Cha’ya ( Harun’un teknesi) yükledik. Yaklaşık 45 dakikada karşıdaki Eşek adasına vardık.
Adada sadece eşekler yaşıyormuş, kıyıda hayvansever bir alman vakfının yaptırdığı güneş enerjisi ile kuyudan su çeken bir kule vardı.
Sakin sakin yüzüp gazete okurken Poseidon diye bir gezi teknesi koya geldi. Poseidonun gazabı neymiş gördük!
Sonuna kadar açılmış teypten yükselen göbek havası, darbuka sesleri, göbek atanlar koyun sakin havasını bir anda bozdu. Teknedekilerin bir kısmı karaya çıkıp eşekleri inceledi, bir kısmı göbek atmaya devam etti. Yer değiştiremeyecek kadar mayışmış olduğumuzdan çabuk gitmeleri için dua ettik.
1 saat kadar sonra tekne gitti, açıkta bir yerde durdu. Yanına Sahil Güvenlik zodyak’ı geldi. Biz içimizden hah işte şikayet ettiler böyle gürültü eziyeti olur mu diye düşünürken, sahil güvenlik Poseidonu bırakıp koydaki 5-6 teknenin arasından geçip en dipteki bizim yanımıza geldi. Harun üzerimize geldiklerini görünce “ Eyvah bunlar şimdi eksik bulmadan bırakmazlar” dedi. Zodyakta bir er, bir de astsubay vardı. Er bana bir halat uzattı, ben saf saf baktım. Harun alıp bağlıycaksın dedi, aldım bizim tekneye bağladım. Astsubay son derece suratsız bir tavırla teknenin evraklarını istedi, inceledi.
Yangın tüpünün doldurma sertifikası yok dedi. Can simidi, işaret fişeği sordu, Harun gösterdi, simidin bir tane daha olması lazım dedi, ve bunların teknenin bağlanmasını ve dava açılmasını gerektiren suçlar olduğunu söyledi, “Derhal limana dönüyorsunuz!” dedi.
Ben, assubayın tavrından şaşkın halde kendimi tanıttım, kırk yılda bir böyle bir haftasonu fırsatı yakaladığımızı, izin verirse geceyi bu koyda geçirip sabah limana dönmemizi rica ettim.
Hiç yüzü gülmeden "Peki ama yarın eksikleri tamamlayıp bana göstereceksiniz” dedi. Harun "Pazar günü tamamlamak zor olur, ertesi gün gösterelim" dedi, bırakıp gittiler.
Gidince, ben Türklerin neden denize bu kadar uzak baktığını daha iyi anladım. Sahil güvenlik komutanının tavrı, halimizden çalışan ve haftasonunu limanın karşısındaki sakin bir koyda geçirmek isteyen insanlar olduğumuz çok belli olduğu halde sanki terör şüphelisiymişiz gibiydi. Canımızı fazla sıkmadık, ama ben tekne sahibi olmanın derdinin tekneyi almakla bitmeyeceğini bir kere daha anladım.
Akşam olunca sofrayı kurduk, 10 liralık sosyete sardalyalarını yağsız tavada ızgara ve pilaki yaptık.
Bıraktığımız oltalara kocaman bir mıngri takıldı, çekerken oltayı kopardı kaçtı. Bu mıngri küresel ısınma ile birlikte
Ege sularında görülmeye başlanan baraküdaya benzer bir balık.
Balıkçılar oltaları kopardığından hiç hazzetmiyorlar
(Yakalanan mıngrilerin ağzında pek çok olta iğnesi oluyormuş) ve pek yemiyorlar ama eti lokum gibi ve yağlı çok güzel bir balık, ben pazarda gördüm mü kaçırmıyorum. Yine efendice içtik, sohbet ettik, mızıka çaldık, yattık.
Sabah 7 de uyandığımda deniz süt limandı.
Teknenin altında bir çupra sürüsü dolaşıyordu. Hemen oltaları hazırladım, bizzat görerek 6-7 tane kadar tuttum. Harun uyanınca biraz da O tuttu.
Öğlene doğru ahtapot avlamaya çalıştık, bir tane yakaladık, tekneye çekerken şemsiye gibi açıldı, kurtuldu. Ahtapot oltası sanayide yapılmış gibibir şey. Alüminyum plakalardan ve kocaman bir kancadan oluşuyor.
9 gibi bulunduğumuz koydan çıktık, deniz hala kıpırtısızdı. Kıyılarda biraz ahtapot avlamaya çalıştık , ama ahtapot avı için denizin biraz çırpıntılı olması, oltanın kayığın hareketleriyle dipte sallanıp hayvanın dikkatini çekmesi gerekiyormuş, hiçbir şey yakalayamadık. Karşıdaki Gerence’de yazlığı olan arkadaşımız Tolga telefon edip karagöz avında olduklarını söyleyince oraya gitmeye karar verdik. Sabah hemen limana dönmemizi söyleyen Sahil Güvenliğe tekrar yakalanma tedirginliği içinde körfezin karşı kıyısına geçtik. Tekne daha hızlı gitsin diye ben burunda oturdum, çok yandım.
Denizin ortasında cep telefonu marifetiyle buluştuk. Tolga ve bir arkadaşı bir kayıkta, babası diğer bir kayıkta karagöz tutmaya çalışıyorlardı, ama elleri boştu. Karagöz kayasına gidelim dediler. Anladığım kadarıyla bahsi geçen denizin dibinde 40 metre yüksekliğinde bir tepe. Derinliğinin de 30 metre civarında olması gerekiyor. Üç tekne, kıyıdaki top ağaçtan, elektrik direğinden, karşıdaki dağın çatalından kerteriz alarak mahut kayayı epeyce aradık. Tolga'ların teknesinde sonar olmadığından bizim sonarla dip derinliğini ölçüp derinlik azalmaya başlayınca heyecanlanıp sonra yine artınca hayal kırıklığına kapılarak
kayayı bulmaya çalıştık, ama nafile. Bizim sonar olmasa onlar dakikada bulacaklardı (!) ama gözümüz sonarda arayınca bir türlü bulamadık, belki de yoktu.
Hiç olta atmadan Gerence Kıyısı'na çıktık, Harun’un ortaokul arkadaşı Kazım’ların yazlığına yanaştık. Harun Kazım’la mazot almaya gitti, ben de Pazar gazeteleriyle tuvalet keyfi yaptım. Öğlen güneşi iyice yükseldiğinden daha fazla oyalanmadan marinaya döndük, tekneyi neta yaptık (temizledik). Eşyalarımızı arabaya taşıdık. Harun balıkları bana bıraktı, ben de Neşe iş seyahatinde olduğundan iki tanesini kendime ayırıp kalanını Pazartesi sabahı beraber çalıştığımız hemşireme hediye ettim.
Çok güzel, dinlendirici, değişik bir haftasonu oldu.
Bazen neden denizciliğe heves etmediğimi soranlar oluyor. Denizcilik apayrı bir dünya. Denizi sevmenin yanında aşina olmanın da büyük önemi var. Kanımca istisnalar dışında benim gibi Ankara’da büyümüş birisinin, ya da mesela Konya'lıların, Harun gibi çocukluğu Çeşme’de geçmiş biri kadar denize aşina olması olanaksız.
Sri Lanka’da atlattığım tehlike de bana denize her zaman temkinli yaklaşmam gerektiğini öğretti.