Geçen ay, yıllar önce Fethiye’de otostop yaparken tanışıp (otostop yapan yine bendim) o zamandan beri ayrılmadığımız kardeşim Harun’la Çeşme’de bir haftasonu kaçamağı yaptık.
Akşamüstü Hasan’ın yerine yerleştik, ölçülü rakı içtik. Deniz mahsülleri yedik.
Sardalyanın kilosu 10 liraydı. Altınyunus Marina’ya gidip eşyalarımızı Cha Cha’ya ( Harun’un teknesi) yükledik. Yaklaşık 45 dakikada karşıdaki Eşek adasına vardık.
Adada sadece eşekler yaşıyormuş, kıyıda hayvansever bir alman vakfının yaptırdığı güneş enerjisi ile kuyudan su çeken bir kule vardı.
Sonuna kadar açılmış teypten yükselen göbek havası, darbuka sesleri, göbek atanlar koyun sakin havasını bir anda bozdu. Teknedekilerin bir kısmı karaya çıkıp eşekleri inceledi, bir kısmı göbek atmaya devam etti. Yer değiştiremeyecek kadar mayışmış olduğumuzdan çabuk gitmeleri için dua ettik.
Yangın tüpünün doldurma sertifikası yok dedi. Can simidi, işaret fişeği sordu, Harun gösterdi, simidin bir tane daha olması lazım dedi, ve bunların teknenin bağlanmasını ve dava açılmasını gerektiren suçlar olduğunu söyledi, “Derhal limana dönüyorsunuz!” dedi.
Ben, assubayın tavrından şaşkın halde kendimi tanıttım, kırk yılda bir böyle bir haftasonu fırsatı yakaladığımızı, izin verirse geceyi bu koyda geçirip sabah limana dönmemizi rica ettim.
Hiç yüzü gülmeden "Peki ama yarın eksikleri tamamlayıp bana göstereceksiniz” dedi. Harun "Pazar günü tamamlamak zor olur, ertesi gün gösterelim" dedi, bırakıp gittiler.
Gidince, ben Türklerin neden denize bu kadar uzak baktığını daha iyi anladım. Sahil güvenlik komutanının tavrı, halimizden çalışan ve haftasonunu limanın karşısındaki sakin bir koyda geçirmek isteyen insanlar olduğumuz çok belli olduğu halde sanki terör şüphelisiymişiz gibiydi. Canımızı fazla sıkmadık, ama ben tekne sahibi olmanın derdinin tekneyi almakla bitmeyeceğini bir kere daha anladım.
Akşam olunca sofrayı kurduk, 10 liralık sosyete sardalyalarını yağsız tavada ızgara ve pilaki yaptık.
Ege sularında görülmeye başlanan baraküdaya benzer bir balık.

(Yakalanan mıngrilerin ağzında pek çok olta iğnesi oluyormuş) ve pek yemiyorlar ama eti lokum gibi ve yağlı çok güzel bir balık, ben pazarda gördüm mü kaçırmıyorum. Yine efendice içtik, sohbet ettik, mızıka çaldık, yattık.
Teknenin altında bir çupra sürüsü dolaşıyordu. Hemen oltaları hazırladım, bizzat görerek 6-7 tane kadar tuttum. Harun uyanınca biraz da O tuttu.
9 gibi bulunduğumuz koydan çıktık, deniz hala kıpırtısızdı. Kıyılarda biraz ahtapot avlamaya çalıştık , ama ahtapot avı için denizin biraz çırpıntılı olması, oltanın kayığın hareketleriyle dipte sallanıp hayvanın dikkatini çekmesi gerekiyormuş, hiçbir şey yakalayamadık. Karşıdaki Gerence’de yazlığı olan arkadaşımız Tolga telefon edip karagöz avında olduklarını söyleyince oraya gitmeye karar verdik. Sabah hemen limana dönmemizi söyleyen Sahil Güvenliğe tekrar yakalanma tedirginliği içinde körfezin karşı kıyısına geçtik. Tekne daha hızlı gitsin diye ben burunda oturdum, çok yandım.
Hiç olta atmadan Gerence Kıyısı'na çıktık, Harun’un ortaokul arkadaşı Kazım’ların yazlığına yanaştık. Harun Kazım’la mazot almaya gitti, ben de Pazar gazeteleriyle tuvalet keyfi yaptım. Öğlen güneşi iyice yükseldiğinden daha fazla oyalanmadan marinaya döndük, tekneyi neta yaptık (temizledik). Eşyalarımızı arabaya taşıdık. Harun balıkları bana bıraktı, ben de Neşe iş seyahatinde olduğundan iki tanesini kendime ayırıp kalanını Pazartesi sabahı beraber çalıştığımız hemşireme hediye ettim.
Çok güzel, dinlendirici, değişik bir haftasonu oldu.
Bazen neden denizciliğe heves etmediğimi soranlar oluyor. Denizcilik apayrı bir dünya. Denizi sevmenin yanında aşina olmanın da büyük önemi var. Kanımca istisnalar dışında benim gibi Ankara’da büyümüş birisinin, ya da mesela Konya'lıların, Harun gibi çocukluğu Çeşme’de geçmiş biri kadar denize aşina olması olanaksız.