06 Aralık, 2008

KIPRIS (Lefkoşa,Girne, Karpaz, Gazimagosa ) Ekim2008







Memleketimizde izan boyutlarının dışında seyreden rakı fiyatları ve eldeki rakı stoğunun tükenmesi sonucu kafamda bir Kıbrıs gezisi planı oluştu.
Şaka şaka...
Yaz başında Neşe Pegasus Hava yollarının sitesinde gezerken Sonbahar için gidiş 9 dönüş 19 liralık Kıbrıs biletleri bulunca gidelim mi dedi, gidelim dedim ve biletleri aldık.


 


 İlk defa bu kadar uzun vadeli plan yaptığımızdan bir aksaklık yaşar mıyız diye korktuk ama korktuğumuz başımıza gelmedi, Ekim ayında bir haftasonu, nefis bir havada ilk defa gittiğimiz Kıbrıs’ta çok da güzel üç gün geçirdik. 



Yumurta kapıya gelince internette yaptığım aramalarda Kıbrıs’la ilgili hiç hoş şeyler okumadım, Anladığım kadarıyla kıbrıslılar türkleri sevmiyormuş, ada çok çorakmış, hiç plaj yokmuş, kıyılar hep kayalıkmış, büyük yeni rakı 11 liraymış onun dışında
sebze meyve herşey çok pahalıymış, trafik soldan akıyormuş, kıbrıslılar türkleri hiç sevmiyorlarmış, kıbrıslılar türkleri hiç sevmiyorlarmış.
Yeni açılan İzmir Dış Hatlar Terminalini ilk kez kullandık, pek şık olmuş, epeyce uçuş da vardı.




Kıbrıs’a giderken kimlik ya da pasaportla çıkış yapmak mümkün. Farkı var mı diye sordum polise,”Pasaportla çıkarsanız çıkış harcı yatırmanız lazım” dedi. Sadece uzun süre kalacakların pasaportla çıkması gerekiyormuş. Pasaportun arka sayfasına benzeyen yırtık bir fotokopiyi doldurup, damgalatıp çıktık.
Sevgili İşbankası da Milenyum Lounge'unu açmış, İstanbul’dakinden farklı olarak burası self servis, olanca yabanci içki, çerez, pasta vs ortada duruyor, dilediğin kadar yiyip içebiliyorsun. 

 

Üstelik İstanbul’da çekinle uçağa biniş arasında en fazla yarım saat geçirebilirken, burada havaalanı nispeten küçük olduğundan çekin de erken yapıldığından uçuşa 10 dk kalana kadar 1-1,5 saat yararlanmak mümkün.
1,5 saatlik uçuşla 22 30’da Ercan Havaalanına indik.
Daha önce mailleşerek rezervasyon yaptırdığımız Sun Rent a car servisinin elemanı havaalanındaki büroda bizi bekliyordu. Araba kiraları 60 lira/gün civarında. Biz üç gün için 2007 model Opel Corsaya 150 lira ödedik (Biraz daha ucuz Panda ve Getz’de vardı), ayrıca depoya 25 liralık da benzin koyup parasını alıyorlarmış. (Benzinin litresi 2 lira idi) 



Görevli sözleşmeyi doldururken sabit radarlara dikkat etmemizi sınırı aşanlara ciddi cezalar yazıldığını ve kutular geç açıldığı için bir daha Kıbrıs’a girerken tahsil edildiğini söyledi.
“Sabit radar olduğunu nasıl anlıycaz?” dedim
“Yol kenarında tabelalar oluyor, kaçla gidileceği yazıyor, emniyet kemerini de sakın unutmayın asla affetmezler” dedi.



Polisler hakkında 3 çoğul şahısla konuşunca nereli olduğunu sordum, Antakya’lıymış
Arabaya bindik, direksiyon sağda, vites ve trafik solda. Hindistan’da falan soldan trafikte motorsiklet kullanmıştım ama otomobili ilk kez deniyordum.


 

İnsana herşey ters geliyor, havaalanından çıkıp çift şeritli yolda soldan soldan yavaş yavaş gitmeye başladık. Niyetimiz Girne’ye gitmekti ama Tabelalarda Lefkoşa’dan başka bir yer yazmıyordu. Ben havaalanının Lefkoşa ile Girne arasında olduğunu sandığımdan ters yöne gidiyoruz dedim, gece karanlığında epeyce gittikten sonra bir benzin istasyonuna girip sorduk, Girne Lefkoşa’dan sonraymış, bir dağ yolu bir de çift şeritli yol varmış, havaalanına 44, Lefkoşaya 27 kilometreymiş. Ben sağdaki direksiyona hala alışamadığımdan, ve sevgili İşbankası’nın etkisi ile uykum da geldiğinden Lefkoşa’da kalalım dedim. Neşe bir seyahat acentasının sayfasında Lefkoşa’da iki eski ve lüks otel dışında kalacak yer olmadığını okuduğundan itiraz etti ama ben mutlaka başka otel ve pansiyonlar olacağını söyleyerek geceyarısı şehir merkezine girdim. 



Etraftaki tek tük kişiye sorarak bir iki pansiyon bulduk, ilki Altun Pansiyon 50 liraya çok vasat bir oda gösterdi, Saray otelinin karşısındaki sokakta sistemli Pansiyon eski bir binada, nispeten temiz televizyonlu odalar 60 liraymış.
Pazarlıkla 50 liraya yerleştik. Kayıt yapılırken “Ne demek sistemli Pansiyon?” dedim
“Aslında orada ‘otel sistemli pansiyon’ yazıyordu, belediye otel kelimesini sildirtince öyle oldu” dedi.
Sabah 9 da, gece arabayı önüne bıraktığımız kapalı ve bakımsız kepengin açılıp mobilya mağazası olduğunu gördük. Grand tuvalet tiril tiril giyinmiş 70 yaşlarındaki Kıbrıslı mağaza sahibi mobilya yükleyemediklerinden şikayet edince özür dileyip arabayı başka bir sokağa çektik, kent merkezinde yürüyerek bir tur attık.



 

Eski ve güzel binalarla değişik bir havası var. İnsanlar gayet yardımcıydı.
Kahvaltı için Neşe’ye söz verdiğim gibi Girne Limanına gitmek için Lefkoşa’dan çıkarken sağda barbarlık müzesi diye bir tabela gördüm. Neymiş diye sokağa girdik, tek katlı , bahçeli, evlerin sokağa taşan begonvillerin arasından geçip arabayı parkettik, girişin ücretsiz olduğu müzeyi ziyaret ettik.


 

Burası 1963 yılında kanlı noel katliamının yaşandığı, karısı ve üç çocuğu banyoda öldürülen askeri doktor Nihat İlhan’ın eviymiş. Evin arka tarafında katliamın yaşandığı banyo ve tuvalet olduğu gibi korunmuş,

 

duvarlarda o günlere ait gazete küpürleri, fotoğraflar, tanıkların anlatımları vs var. Soldaki son odayı görünce Can'ı uzak tuttuk, zira odanın duvarları rum çetecilerce katledilmiş türk köylülerinin ceset fotoğraflarıyla doluydu.
Moralimiz bozulmuş şekilde Lefkoşa'dan ayrılıp 27 kilometre sonra Girne'ye girdik ve buradaki Simit Dünyası'nda Kıbrıs’taki fiyatlar hakkında ilk dersimizi aldık. Allah için Girne limanının en mostralık köşelerinden birine yerleşmişler ama Türkiye’de 5-6 lira tutacak alışverişimiz 21 lira tuttu. Son derece kötü 1 liralık börekler 4 liraymış.

  

Kahvaltı için bir gazete almaya gazeteciye gittim. Hafta içi 35 kuruşa satılan Hürriyet 1 liraymış, o gazetelerin dergilerin üzerinde yazan KKTC’de 1 lira lafı gerçekmiş! Hürriyet’in 1 lira etmeyeceğin düşündüğümden tekrar Simit Dünyası’na dönüp tabloid Kıbrıs gazetesini okudum, iyi de etmişim.



Gazetedeki yazılar sanki Kıbrıs lehçesiyle yazılmış, devrik cümleler, garip bir cümle yapısı. Kıbrıs’ta pek olay da olmuyor olacak ki basit hafif yaralanmalı bir trafik kazasına tam sayfa ayırmışlar, çarpışan arabalar hangi göbeği dönüyorlarmış, nasıl çarpışmışlar, kazadan sonra nasıl konuşmalar geçmiş, hangi hastaneye gidip nasıl tedavi olmuşlar ayrıntılı bir şekilde anlatılmış.



Bir de bizim Türkiye’de başlığını bile okumadığımız Talat’ın ve rum liderlerin sade suya tirit demeçleri bol bol yer almış.
Kahvaltıdan sonra limanı kaleye dek şöyle bir turaladık, son derece sıcak, güzel, sessiz bir kent.


 

Ahali kordonda uzun kamışlarla balık tutuyor, tuttukları kara bir balık. Herkesin yanında kovada poşette bulamaç halinde ekmek, pilav, akşamdan kalan yemek ne varsa arada denize bir avuç fırlatıp balıkları yemliyorlar. 

 

Oltaya da ekmek takıyorlarmış.
Korsan gemisi gibi bir sürü tekne vardı, tur tekneleriydi herhalde. 



Henüz kalacak yer ayarlamadığımızdan fazla oyalanmadan bir otel bakalım dedik. Niyetimiz altımızda araba varken üç gün içinde adanın mümkün mertebe her köşesini gezmek.(nitekim 500 kilometre yaptık) 



Okuduklarımdan pek kimsenin gitmediği ve yazmadığı Karpaz yarımadası sanki bize daha uygun bir yer gibi geldi, Önce Girne’nin batısındaki Alsancak denen plajların ve ucuz otellerin yer aldığı bölgeye gidelim, orası hakkında bir fikir edindikten sonra Karpaz’a gidelim, beğenmezsek ya da kalacak yer bulamazsak yine döneriz dedik. 



Girne’den çıktıktan sonra iki şeritli sahil yolunda kalabalık trafik içinde 5-6 kilometre gittik. Sahilde sadece Yasmin Court gibi magazin programlarında İbrahim Tatlıses, Seda Sayan, Mali Erbil gibi meşhurların program yaptığını izlediğimiz otel, ve benzerlerini gördük.



Yolun sağında güzel bir plaj ve bina görünce sola çektim, bina barmış. Yola devam edip başka bir beach clubda çalışan bir çocukla konuştuk, “Sahilde 4 yıldızın altında otel bulamazsınız, hükumetin politikası böyle” dedi. Sahil de bir iki plaj dışında tatsız ve kirli gözüküyordu, geri dönmeye karar verdik , o sırada aklıma geldi “çıkartma plajı neresi? diye sordum, meğer demin bakıp beğendiğim yol üzerindeki anıtın hemen altına düşen nefis plajmış.




Dönüşte tekrar sola çektim, plajı uzun uzun seyrettim. Çıkartma ile ilgili kitaplarda sık sık anıldığı şekliyle, aynen çıkarmadan bir gün önceki gibi İngiliz turistler güneşlenip denize giriyorlardı.

 

Plaja arkamı dönünce sahili boydan boya kaplayan Beşparmak Dağları bütün ufku kapladı. Askerlerimizin o ufacık plajdan, karşı muhkim tepelerden açılan ateşe karşı nasıl çıkabildiklerine şaştım. 



Plajın hemen üzerinde yer alan Karaoğlanoğlu Şehitliği’ni gezdim.
Önce şehitliğin adı Ecevit’in lakabından geliyor sandım ama Albay İbrahim Karaoğlanoğlu savaşta şehit olan en yüksek rütbeli subayımızmış.
Mezar taşları rütbeye göre dizilmiş, en başta O’nunki var. 



Şehitlik fena değildi ama taşlarda sadece şehitlerin adları ve “Ölüm tarihi: 1974” yazması beni hayal kırıklığına uğrattı.
Şehitlikte de adanın her yerinde olduğu gibi Türk ve KKTC bayrakları yanyana dalgalanıyordu.


 
Kıbrıs insanda sürekli kafa karışıklığı yaratıyor, gelmeden önce buranın Türkiye’den farkının olmadığını düşünüyordum. Zaten bu nedenle ‘anakaradan farkı olmayan yere gitmek için niye o kadar masraf edelim’ diye düşünüp bunca yıldır gitmemiştim ( Aslında bir kez; 1992 yılında, otostopla Taşucu’ndan geçerken, feribota kaçak binmeye çalışırken yakalanmış, ancak duty freeden rakı almaya muvafak olmuştum)
Geldikten sonra pasaport kontrolleri, polislerin farklı üniformaları, 



trafiğin soldan akması, değişik kurallar, fiyatlar, aksanlar derken buranın basbayağı başka bir ülke olduğunu hissettim. Bu nedenle her KKTC bayrağının yanında bizim bayrağı da gördüğümde şaşırdım desem yeri var. (Ara sokaklardaki KKTC bayraklarını ilk anda hastane sanmam da cabası)
Girne’yi pas geçip sahili takip eden yoldan Karpaz Yarımadasına (Kıbrıs’ın sivri ucuna) doğru geçtik. Yol önce Kuzey’deki sahili takip etti, sonra Güney’e inip tekrar Kuzeye çıktı. Adanın daralan ucuna ilerledikçe Kuzey’den Güney’e geçmek iyice kolaylaştı, çevre iyice tenhalaştı. Yol yer yer inşaatlar dışında tek şeritli asfalt, tek tük araba geçiyor.
Tatlısu’da sahilde Belediye’nin işlettiği tesislerde durduk. Daha ilerde kalacak yer bulamazsak diye sahildeki bungalowları sorduk. En ucuz tip bungalowda oda kahvaltı hafta içi 80, haftasonu 90 liraymış. Denizin hemen üstünde yer alan restoran neredeyse doluydu. Bu kadar insanın ıssız yollardan geçerek buraya kadar 40 kilometre gelmelerine şaştım. Yemek fiyatlarını sordum, çupra 17, kupa(gopez)12 liraymış. 



Girne'de de farkettiğim gibi burada yiyecek fiyatları şapka uçuracak kadar pahalı, ancak tek sıcak olarak verilen fiyatlar genelde salata pomfrit, ve üç beş meze tabağını da içeren bir paketin fiyatı oluyor. Örneğin tavuk şiş 20 lira, ama yanında 5-6 çeşit zeytinyağlı meze bedava (Kıbrıslılar “beleş” diyor).
Yola devam ettik , sahilde otel sorduğumuz köylülerin tavsiye ettiği Yeni Erenköy’e geldik. Yol üzerinde tabelasını gördüğümüz ilk otele girdim. Begonvillerle bezenmiş girişten güzel bir bahçeye girdik. Çok kıt Türkçe bilen yaşlı otel sahibi gecelik oda kahvaltının 30 pound , ancak otelin dolu olduğunu söyledi.
Sahildeki diğer otelleri tavsiye etti.
Köy merkezini geçip 3-4 kilometre gittikten sonra Malibu Otel’e geldik. Lüks görünümlü lobiye girdim, seslendim seslendim, kimse çıkmadı. Sesleri takip edip merdivenlerden plajın üstündeki restorana indim, servis yapan garsona otele kimin baktığını sordum. “Ben bakıyorum” dedi.
Yarım pansiyon 140 liraymış, akşam yemeği alakartmış.



Garsona kanım kaynadı, bir de aklıma arkadaşım Çağlar’ın İzmir’de bilgisayar alırken fazla ince eleyip sık dokumamama bakıp “Abi zaten çok araştırma yapanın en sonunda kafası karışır, gider en kötü seçeneği tercih eder” demesi geldi, diğer tavsiye edilen otellere bakmadan kalmaya karar verdim. Odaya yerleşip sabahtan beri sabırsızlandığımız denize girmek için otelin plajına indik.

 

Plaj iri taneli kumlu, asude nefis bir yer. 5-6 yaşlı ingiliz şezlonglarda uyukluyor, 3-4’ü de restoranda bira şişelerini boşaltıyorlardı.

  

Etrafta başka kimse yoktu, zaten söylediklerine göre Karpaz’a yazın Kıbrıslı türkler, kışın ingilizlerden başka kimse gelmiyormuş. Yol boyunca pek çok yazlık site villa inşaatının reklam panolarında da 40-50 bin sterline satılık yazlıkların ilanları vardı. Zaten plajda uyuklayan ve restoranda bira içen ingilizler de otel müşterisi değil evlerinden günübirlik gelen kişilerdi, garsonla şakalaşmalarından sık sık geldikleri de belliydi.
Saat 4 olduğundan aceleyle denize koştuk. 



Ben bir saat kadar yüzdüm. Denizin rengi Türkiye kıyılarından değişik bir turkuaz tonuydu ve çok berraktı. 



10 metreden derin yerlerde dip gayet net seçilebiliyordu. Daha önce Çiftlik plajında görüp de tanıyamadığım tropik balıklardan bu kez çubuk gibi olanlarından gördüm.



Akşamüstü odanın plajın hemen üstündeki balkonunda güneşi batırıp restorana indik. 



Aynı zamanda hem resepsiyonst, hem şef, hem garson, hem de aşçı olan Hamit
"Ne pişireyim size?" diye sordu.
Ben şefin tavsiyesi palamut istedim, Neşe de gelmeden önce adını çok duyduğumuz şeftali kebabından istedi. Sofraya önce 8-10 meze geldi. Bir de rakı söyledik, elinde sadece Yeşil Efe varmış, mecburen onu içtik.


 

Hamit’in iddiasına göre direr bütün rakılar sahteymiş (Türkiye’dekinden farklıymış), ama bir bu Yeşil Efe Türkiye’dekiyle aynıymış. Aslında kendisi hiç içki kullanmazmış, ancak personel gecelerinde yılda bir kez viski içermiş.
Rakı meselesi müşterilerden duyduğu kadarıyla böyleymiş.



Mezeler güzeldi, palamut ızgaralar nefisti( palamutu bu sabah kilosu altı liradan almış, yerli palamutmuş ama boğaz palamutu gibi lezzetliydi, bazıları oldukça küçüktü) Kıbrıs’ta balık durumunu sordum. En çok kupa(gopez) varmış. Kefali kimse yemezmiş, barbun çok pahalıymış, zaten pek bulunmuyormuş. Kıbrısta olmayan balıklar, Lüfer falan, Girne’deki restoranlara İstanbul’dan uçakla günlük geliyormuş. Şeftali Kebabı periton zarına (gömlek) sarılı bildiğin köfteymiş, kızarınca dışındaki yağ turuncu renk aldığından bu ad veriliyormuş, o da lezzetliydi. 



Neşe Can’ı yatırmak için odaya çıkınca biz de Hamit’le epey sohbet ettik. Hafif bir Kıbrıs aksanı olmasına karşın Kıbrıslılar’dan üçüncü şahıs olarak söz edince nereli olduğunu sordum. “Karadenizliyim” dedi
Trabzon Araklı’danmış, ama esas ataları Erzincanlı’ymış. Fatih SultanMehmet Trabzon’u fethedince Erzincan’dan Trabzon’a göç etmişler. Babası 1975 te savaştan hemen sonra gönüllü göç edenlere katılarak adaya gelmiş, Hamit o sırada 5 yaşındaymış. Yolculuk hakkında sadece onları adaya getiren Yeşil Ada gemisinin lumbozlarına çarpan dalgaları hayal meyal hatırlıyormuş.

 

Yeşil Ada hala Magusa limanına bağlı faal bir gemiymiş. O zaman babasına rumların terk ettiği bir ev ve 40 dönüm arazi vermişler. Şimdi 6 kardeş o araziyi 7 şer dönüm olarak paylaşmışlar. Ayrıca 10 yıl kadar önce sahipsiz bir ev bulup gerekli şartlara sahipsen o evi almana olanak sağlayan yasaya dayanarak, köyün dışında bulduğu bir Rum evine talip olmuş ve devlet o evi küçük bir ücret karşılığında Hamit’e vermiş. 



Ayrıca evin etrafındaki sahipsiz araziyi de 10 yıllığına cüzi bir kira ile devletten kiralamış, biz süre sonra o arazi de kendisinin olacakmış.
Rumlar şimdi mahkeme açıp evleri geri istiyorlar, seninkini de isterlerse ne olacak?diye sordum




“Devlet bana sattı, ev benim, onlara tazminatı devlet ödeycek” dedi.
Uzun yıllar Girne’deki restoranlarda garsonluk yaptıktan sonra köyüne yakın olduğundan daha az para vermelerine karşın bu otelin teklifini kabul etmiş. Yazın 1400 lira şimdi sezon dışı diye 1200 lira alıyormuş, zaten Kıbrıs’ta asgari ücret de 1195 liraymış.



Girne’deyken evine iki haftada bir, iki gün gelebiliyormuş, şimdiyse 3 bin lirayaaldığı reno flaş ile her akşam köydeki evine gidip yatıyormuş. Hanımı da karadeniz kökenli KKTC vatandaşıymış, beş de kızı varmış.
“Adada hala rum var mı?” diye sordum
“Bizim köyde 70 hane var, ama Erenköy’de hiç yok; varmış da bu Erenköylüler biraz hırçın, savaştan sonra her akşam baskın baskın, en sonunda kaçırmışlar buradaki rumları. Bizim köy daha çok Türkiye’den gelenler, daha mülayim, hiç sorun yok aramızda gidip geliriz, sohbet ederiz, ama rumlar eskiden de hep böyleymiş , arkalarını kuvvetli hissederlerse gene huzursuzluk çıkarabilirler. Eskiler anlatıyor, dün beraber sohbet ettiği komşusu ertesi gün boğazını kesmeye kalkmış” dedi 



Rum tarafına hiç geçip geçmediğini sordum, geçemezmiş. Rum tarafına sadece savaştan önceki cumhuriyetin vatandaşları geçebiliyormuş. Sınırda eski kayıtlara bakıp ona göre geçiriyorlarmış. Peki adada doğan kızın , o da mı geçemiyor?” dedim
“O da geçemiyor, babası türk diye” dedi
Bu rumlardan alınan yerlere göç etmek sizin ailenin genlerinde var herhalde, şimdi Girit de bize geçse, adaya yerleşecek adam arasalar gider misin?” dedim
“Giderim tabi şahane ada, niye gitmeyeyim!”dedi.
Sabah yüzdükten sonra denize karşı güzel bir kahvaltı yaptık.

 

Hamit akşam meze olarak bolca verdiği, ve hepsini tükettiğimiz kekikli sarımsaklı Mardin zeytini gibi ufacık kırma zeytinlerden bir büyük tabak daha verdi, yine hepsini bitirdik. Niyetimiz bu son günümüzde hem Karpaz yarımadasını hem Gazi Magosa’yı dolaşmak olduğundan fazla oyalanmadan otelden çıktık. 



Ayrılırken çaışkanlığı samimiyeti ve dürüstlüğünden çok etkilendiğim Hamit’e hayatımda verdiğim tüm bahşişlerin toplamın kadar bir bahşiş vermek istedim, ama özellikle ona vermek istediğimden bahşiş kutusuna atmadım eline verdim. Kibarca teşekkür edip dürüstlüğünü yine gösterdi, parayı kutuya attı.
YeniErenköyü terk etikten sonra hemen çocukkken haberlerden adının Dik karpaz olduğunu sandığımız Dip karpaz köyüne vardık. 

 

Burası Ayvalık Cunda havasında ufarak bir köycük. Meydanında kocaman beyaz bir tapınak ve Aynı Cunda’daki kahveye benzeyen eski, tarihe tanıklık ettiği belli bir kahve var. 



Kıbrısta her yerde gördüğümüz gibi burada da insanlar gevşek gevşek oturup kahve içiyorlar, sohbet ediyorlar 



(Kıbrıs’ta kahve fiyatı da Türkiye’ye oranla ucuz. Çayın 1 liraya satıldığı yerlerde Türk kahvesi 1,5 lira) 



Meydandaki Kırboğa ucuzluk bakkaliyesinden biraz meyve ve su alıp yarımadanın sivri ucuna doğru devam ettik. . Karpaz yarımadası Kıbrıs’ın geri kalanı gibi çorak, arada tek tük zeytin ağaçlarının görüntüyü tekdüzelikten kurtardığı geniş bozkırlar içeriyor. Yolda bir tarlanın kıyısında eşekleriyle oynayan iki çocuk dışında kimseyi görmedik.



Yol Güney sahiline indikten sonra oteller başladı. Buradaki oteller daha ziyade bungalov şeklinde. Sahilde ilk gördüğümüze girip baktık, çorak bir deniz kıyısında denize bakan tarafı açık merdivenli ahşap kulübelerin geceliği 70 liraymış.

 

Yemekler de yanındaki restorandan yenecek ama fiyatlar uçuk. Izgaralar 20-25 lira. Yola biraz daha devam ettikten sonra adını çok duyduğumuz Altın Kumsal’a vardık. Gerçekten meşhur olduğu kadar varmış,neredeyse İztuzu kadar, belki daha büyük ve güzel bir plaj. Bu fotoğraf çok uzaktan çekildiğinden büyüklüğü pek anlaşılamıyor.




Sabah otelde epey yüzdüğümüzden plaja inmedik yukardaki bir kafeden seyrettik. 



Sonra da bir tabelayı takip ederek sahildeki Hasan’s Turtle beach kampına gittik. 



Kamp Tayland havasında kumsala sıfır bungalovlardan ve çadır yerlerinden oluşuyor. Gecelik bungalow ücreti oda kahvaltı 60 liraymış. Restorandaki fiyatlar yine dudak uçuklatacak kadar yüksekti, ama bunlara da ücretsiz mezeler dahilmiş. 



Kamp otobüsün geçtiği yoldan epey içerde, arabasız gelirsen sırt çantasıyla yürümek zor olacak gibi ama kamp sahibi Hasan’ın söylediğine göre haber verirsen benzin parasına Ercan havaalanında karşılayıp kampa kadar getiriyorlarmış (yanılmıyorsam benzin parası 120 lira tutuyormuş, sahiden de 2 saatlik yol) 



Sezon sonu diye kimse yoktu ama değişik güzel bir yerdi. Biz bungalovlardan denize en yakın ve diğerlerine en uzak birini bir dahaki gelişimiz için gözümüze kestirdik, gelmeden önce arayıp ayırtmak için numarasına baktık (9). (Hasan'ın telefonu:00 90 533 8641063)
Tekrar yola çıkıp Karpaz Yarımadasının en ucundaki Aposotolos Andreas manastırına doğru yola koyulduk. Yolda Tekos place diye daha düzgün, tuvaletli, banyolu falan bungalovları olan bir kamping daha vardı.



Bize odaları gezdiren işçi kadına nereli olduğunu sordum, Uşak’lıymış, bir yıldır burada çalışıyormuş, maaş fena değilmiş ama vatandaşlık olmayınca asgari ücret de olmuyormuş, çünkü yabancılar için daha fazla vergi ödeniyormuş.
Vatandaşlık da daha önce 5 yıl ikamette verilirken şimdi 10 yıla çıkmış, nereye gideceği de belli değilmiş. Buradaki bungalovlar 80 liraydı ama plajın kalitesi daha düşüktü.



Otelin kartını istedim kasadaki çocuk bir kağıda mailini yazdı verdi: duygusalcocuk@live.com
Git git en sonunda Dipkarpaz milli parkına geldik.



Burası eşekleri koruma alanıymış, meşhur eşekler serbestçe geziniyormuş. Parkın içinde yol genişçe bir alanda sonlanıyor, burada belediyenin işlettiği bir otel, manastır ve bir takım devlet daireleri var. 



Daha ilerde sadece yarımadanın en ucunda yer alan bir nöbet kulübesi varmış, oraya araba yolu da bozukmuş, gitmedik, meydana bakan otele girdik. Oteli bize gezdiren hamile hanım Bursa’dan buraya göçmüş gelmiş. Çok memnunmuş, sakinliği sevenler için ideal bir yermiş. 



Otel biraz eskiydi ama yemek yenen terasları fena değildi, iki kişi yarım pansiyon 120 liraymış. Önce manastırı çevreleyen tarihi binaları gezdik, burası hristiyanlar için hac yeri gibi bir şey olsa gerek, 



otobüslerle gelmiş pek çok Doğu Avrupa’lı Ortodoks başlarını örtüp kiliseyi ziyaret ediyor, mum dikip, ikonaları resimleri öpüyorlardı. 



Manastırın çevresindeki harap tek katlı binlar sanki daha önceden pansiyon olarak kullanılmak için yapılmıştı oda kapılarında numaralar vardı ama kapılar kilitliydi.



Yabancı bir vakıf binalardan birini restore etmiş ama orası da kilitliydi. 



Manstırın çıkışında turistik eşya Pazar yerinde Doğu illerimizden gelmiş gençler hediyelik Kıbrıs tepsilerinin yanı sıra oyuncak kalaşnikoflar satıyorlardı. Kiliseyi gezdikten sonra hızla geldiğimiz yollardan geri dönüp Magosa yoluna saptık.
Saat 3 gibi Magusa’ya vardık. Önce sora sora garson Hamit’in mutlaka görün dediği Maraş’a gittik. Hamit terkedilmiş mahallenin gezilebildiğini çok etkileyici olduğunu söylemişti.




O’na güvenerek yasak şehirn kapısındaki askeri kontrol noktasına gittim, Maraş’ı gezmek istiyoruz dedim. Kapıdaki barikatta bekleyen er :
“Askeri kimliğiniz var mı?” dedi
“Yok” dedim doğal olarak
“Askeri kimliğiniz yok, olsa da sakalınız uygun değil giremezsiniz” dedi
Biraz ısrar ettim, Burhan Altıntop misali ‘Bir bakıp çıksak hacı’ dedim, baktım olacak gibi birşey değil, arabayı parkedip etrafa göz attım.


 
Oradaki bir tabeladan anladığım kadarıyla içerde, hemen girişte bir orduevi varmış, sadece oraya kadar girilebiliyormuş, giren araçların orduevinden başka yerde durması falan zinhar yasakmış. Hamit bizi fena kandırdın dedim içimden. Döndük, Magosa kalesinin girişini bulup arabayı içeri parkettik, yürüyerek araç girmeyen eski şehre girdik. 



Çok değişik havası olan bir kentmiş Gazimağusa.



Çok düzenli temiz sokaklar turistik bir çarşı, avrupai bir meydana çıkan dar sokaklar, meydanda tarihi kalıntılar, kocaman bir kilise/camii, 



bir nev’i Ayasofya, ama şekilsiz Ayasofya. 



Görkemli barok binann simetrisini bozarak kulelerden birine minare dikmişler, kapıya da dandirikten bir tabela asmışlar, adı yazıyor: Lala Mustafa Paşa Camii’ymiş.
Neşe” Bir şu adamların iptidai şartlarda yaptığı binaya bak, bir de bizim yüzyıllar sonraki teknolojimizle kapıya reva gördüğümğüz tabelaya, herşeyi anlatıyor” dedi.



Caminin yanından yürüyüp daha önce adını duyduğumuz Bandabulya çarşısına girdik, eskiden hal gibi bir yermiş




kendine has bir havası varmış, şimdi restore etmişler, lüks hediyelikçiler, ortada kafe falan var, son derece karaktersiz bir yer olmuş, sanırım bu nedenle içerde tek kişi de yoktu, ama sokaklardaki kafeler doluydu. 



Magusa üniversitelerin bulunduğu kent olduğundan genç nüfus yoğun, şehir merkezi cıvıl cıvıldı. Biz daha Girne’ye dönüp otel bulacağımızdan üstelik yolları da bilmediğimizden karanlığa kalmamak için fazla oyalanmadan arabaya döndük. Kaleden nasıl çıkacağımızı sorduğumuz külüstür Broadway’li gençler bizi şehir çıkışına kadar götürdüler, Girne yoluna revan olduk.



Girne girişinde bir market gördük, biraz alışveriş (rakı viski) yaptık. Girne merkezine daracık tek şeritli bir yoldan giriliyor, epey bekledikten sonra bir ara sokağa parkedip otel bakmaya başladık.

 

Arka sokaklardaki oteller 50 liraydı ama içimize pek sinmedi. Yürü yürü arka sokaklardan birinde Atlantis oteli bulduk, diğerlerine göre daha iyiydi, üstelik biz arka sokaktan girdiğimizden farketmemişiz ama lebi derya, liman manzaralıymış. 



80 liraya anlaştık, komiyle beraber arabayı almaya gittik. Ankara Beypazar’lı komi de vatandaşlık alamadığından şikayetçiyid. Onun tarifiyle parkettiğim sokaktan çıktık , bir de baktım beni Girne’nin girişine çıkarmış. “Sen ne yaptın şimdi bir daha aynı trafikte bir saat bekleyeceğiz , başka yol yok mu?“dedim.
“Şöförlüğünüze güveniyorsanız bir yol var ama biraz dar herkes geçemiyor” dedi
Full güvenle: “Araba sığıyorsa geçerim” dedim.
Tarifine göre daracık ara sokaklardan başarıyla dolaştık, ben geçtiğimiz yerlerden bahsediyor sanıyordum.



Git git bir köşeye geldik, “İşte burası, geçebilecek misiniz?” dedi. Geçemesek ne olacak, o dar sokaklardan geri geri gitmek daha zor ama baktım baktım “Burdan araba geçmez!” dedim. Beypazarlı
“Geçiyorlar” dedi.
Tekrar ölçtüm biçtim, araba daha geniş geldi, bu sırada oradan geçen bir genç de “Geçer geçer, geçiyor dümdüz yürüyün” deyince aynaları kapatıp dar geçite girdim, mucizevi bir şekilde geçtik. Kapıyı açamadığımdan geçidin fotoğrafını çekemedim.

Otele yerleştikten sonra hemen, iki gün önce çok hoşumuza giden aşağıdaki limana indik, restoranlar oldukça doluydu. Genelde kişi başı set menüler vardı. Saat geç olduğundan ve yorulduğumuzdan, fazla dolaşmadan Sudan’lı sempatik garsonun tavırlarına tav olup 10-12 çeşit meze + ana sıcak, kişi başı 25 lira olan birine oturduk. Önce sahilde deniz kıyısındaki masalardaydık ama denizden gelen feci lağım kokusunu duyunca kara tarafına geçtik.




Bakkallarda büyük rakı 11 lira ama restoranlarda ufak rakı 25 liraya satılıyor. Bu oturduğumuz iyicene insafsızmış ufak rakıya 35 dedi, 30’da anlaştık. Restoranın sahipleri de yanımızdaki masada oturan bir karı kocaymış, ama nasıl meymenetsiz insanlardı. Aralarındaki konuşmalara ister istemez kulak misafiri olduk, sanki Jan Valjean’ın Cosette’i emanet ettiği hancı Thénardier çifti canlanmış karşımızdaydı. Adam ikide bir kalkıp yoldan geçen turistleri masaya oturtmaya çalışıyordu, beceremeyince gelip karısına, garsonlara, talihine her şeye kızıyordu.
Siparişlerimiz geldiğinden kalkamadık da keyfimizi kaçırmadan güzelce yedik içtik, yemekler fena değildi. (80) 



Can trafiğe kapalı limanda epeyce koştu oynadı.
Denizden gelen koku o kadar fenaydı ki ben bir daha Girne'ye gelmem dedim ama kalktıktan sonra diğer restoranların yanından yürürken dehşetle farkettik ki sadece bizim oturduğumuz restoranın altındaki kanal tıkandığından koku sınırlı bir alandaymış, belediyenin gelip arızayı düzeltmesini bekliyorlarmış. Biz ilk beğendiğimiz yere oturduğumuzdan bunu anlamamışız. Çağlar'ın çok araştıran yanılır teorisi burada çuvallamış.
Sabah Neşe ile sırayla çıkıp Girne’nin tenha sokaklarını dolaştık. Pazar sabahı ortalıkta sadece yaşlılar vardı, ben bir iki fotoğraf çektim. Tam güzel bir şapel fotoğrafı çekiyordum ki sigara içen bir arkadaş geldi kadraja girdi, bir de poz verdi. 




Açık bir marketten dayanamayıp 3şişe daha rakı aldım. Merketçi döviz kurundaki yükselişle bilikte duty free'deki rakıların daha pahalıya geldiğini söyledi, gerçekten de haklıymış. (Büyük yeni rakı 11,5 lira)
Otelde kahvaltıdan sonra 10:30 gibi öğlen saatindeki Lefkoşa Ercan’dan kalkacak uçağımızı yakalamak için yola koyulduk. 



Havaalanında kapıda bizi bekleyen bir adam arabayı teslim aldı sağına soluna baktı, iyi yolculuklar diledi. 



Uçak boştu, iki cam kenarını birden işgal ettik. 



Uçaktan Kıbrıs çok güzel görünüyordu, karpazın tamamını gördük, hatta ortada bir noktada hem Anadolu hem Kıbrıs aynı anda penceremizden görünüyordu ama kadraja girmiyordu.



İzmir dış hatlar terminalinin gümrük çıkışında daha önce hep duyup da hiç rastlamadığım bir uygulamayla karşılaştık: Bütün çantaları x-rayden geçiriyorlardı. Bizim bagajlar cephanelik gibiydi ama şişeler çantalara eşit dağıtıldığından çok dikkat çekmedi, nasıl olduysa sorunsuz havaalanından çıktık. 



Saat daha 13:30 olduğundan Pazar günü daha bitmedi diyerek önce semt pazarına sonra da anne babalarımızla Çiçekli köye pikniğe giderek haftasonu tatilimizi bitirdik. 




Biz Kıbrıs'ı çok beğendik, insanları cana yakın', doğası özellikle Karpaz Yarımadasında etkileyici idi. Kibrislilar turkleri sevmez dedirtecek hic bir olayla karsilasmadik,herkes cok kibar ve yardimciydi. Sanirim bu lafin asli kibrislilar hoyrat kaba bencilce davranan turkleri sevmiyorlar olabilir, ki biz de bu tip insanlari hangi milletten olularsa olsunlar sevmiyoruz.
Kibrista savaştan kaynaklanan bir bungunluk hissetmekle birlikte ilk fırsatta (rakılar bitince) tekrar gitmeyi planlıyoruz.

Bütçe : 3kişi uçak 480 ytl
Oto kiralama 150+ Benzin 70 lira(500 kilometre)
Herşey dahil toplam: 1000 lira
Okunan kitap: Barış için oradaydılar, Türk ve Amerikan gizli belgelerinde 20 Temmuz1974 ve sonrası/Yılmaz Polat
Müzik: Santana, Feyruz, Nina Simone