06 Kasım, 2011

GEMİ İLE YUNAN ADALARI TURU (Eylül 2011)






Geçen yaz bir yazlık ev aldık, bu yaz hemen tamamen yazlıkta, denizde geçti.


Ben yelken ve sörfle epey eğlendiysem de Neşe iş yapmaktan pek tatil yapamadı.



Okullar açılmadan bir hafta izin aldık, tatil planı olarak da yazlık dışında bir yere gitmeye karar verdik.



(Bana kalsa yine yazlığa yelken yapmaya giderdim de Neşe yüzünde çok ciddi bir ifadeyle rest çekti)



İznimizin başlamasına 1 gün kala hala belirgin bir planımız yoktu. Cumartesi sabahı kahvaltıdan sonra iç sesimizi -ve hava durumunu, dinleyerek Kuzey’e (Trakya’ya), ya da Güney’e (Kaş-Antalya taraflarına) arabayla yola çıkmayı düşünüyorduk. Bu arada ben de son dakika fırsatlarıyla Mavi Turlara falan bakıyordum. Şehir Fırsatı sitesinde %62 indirimli Ege Adaları Cruise turunu bulunca hemen arabanın bakım randevusunu iptal ettim.



Neredeyse yağ, yağ filtresi, polen filtresi değişimi parasına olan bu tura katılmaya karar verdik. Tura Turizm’in bürosundan Ahmet Bey bileti direk onlardan alabileceğimiz söyleyince iş çıkışı Alsancak’taki bürolarına gittik.
7 gece 8 günlük her şey dahil tur karşılığı 3 kişi 1800 lira ödedik. Turizmciden çok Psikiyatriste benzeyen Ahmet Babaeren “Gemide boş yer olursa sizi upgrade eder dış kabine alırız” dedi.




Bu yazıda önce, hep merak ettiğimiz gemi turuyla ilgili gördüklerimi anlatıp sonra da gittiğimiz yerlerden bahsetmek istiyorum.
.
Geminin adı Horizon, içi lüks bir otel havasında.



On yıl önce Neşe ile Cenova- Barselona feribotunda da buna benzer bir lüks görmüştük ama o sadece bir gece sürmüştü, güvertede seyahat ediyorduk ve her şey paralıydı. Bu sefer ise bir hafta boyunca hem yatakta yatacağız, hem de her şey bedava.



Bu benim hayatımdaki ilk ‘her şey dahil’ konaklamam.
(Bir haftada 3.5 kilo alınca, bu işten uzak durmakla ne kadar akılıca hareket ettiğimi anladım)
Restoranda neredeyse 24 saat yemek var. Sabah kahvaltılarında Can çok sevdiği şarküteri ürünlerinden 2. günde, ben de çok sevdiğim bacondan 3.günde soğuduk. Her gün öğlen ve akşam beş altı değişik çeşit sulu yemeğin yanı sıra pizza ve grill büfe nerdeyse bütün gün açık. Yemeklerde bir de Uzakdoğu köşesi var Çin pilavı falan oluyor, ben hiç denemedim. Talılar da çok başarılıydı, hele baklava çıktığı gün patlayacaktım.

Rehberler eşliğinde geminin resepsiyonuna kayıt yapılırken pasaportlar ve varsa ekstra bir kimlik teslim edilip, ATM kartı gibi manyetik bir kart veriliyor. Odaya girmek, gemiden çıkmak ve (eğer yaparsan) gemideki harcamalar bu kartla yapılıyor.



Karta zorunlu bahşiş için kişi başı en az 65 euro yüklemek şart. Daha önce duyduğum dilekçe verip bahşiş miktarını azaltmak bu gemide mümkün değilmiş. Ayrıca çalışanların güleryüzünü gördükten ve muhabbet sırasında gerçekten maaşlarının çoğunu bu paralardan aldıklarını öğrendikten sonra verdiğim paraya da acımadım. Gemi 1500 yolcuya 600 personelle hizmet sunuyor.



Yolcuların 200 kadarı Türk, kalanı İspanyol, az biraz da Portekizli ve Türk grubunun içine karışmış Rus var.



İzmir’in kontenjanı 60 kişi imiş ama bizimle birlikte sadece 17 kişi bindi. Ahmet Bey’in söylediğine göre bu turun gazete reklamları vizesiz diye yapıldığı halde Yunanistan yan çizip vize isteyince fiyat böyle düşmüş.
İç kabinlerle, dış kabinler arasında pencere ve bir de kanepe farkı var. Hacimleri hemen hemen aynı. Dış kabin farkı 3 kişi için 400 lira tutuyordu, bence odada hemen hemen hiç oturulmadığı için değmez. Öte yandan bizim başımıza geldiği gibi bedava upgrade olursa yattığın yerden gidiyor muyuz, limana mı yanaştık görmek de güzel bir şey.



Zira gemi epey süratli olmasına rağmen gittiği o kadar belli olmuyor ki arada ufak bir yalpa olunca gemide olduğunu unutup deprem oluyor sanıyorsun.




Olayın farkında olmadığımızdan gemiye kalkmak üzereyken binmeyi planlamıştık ama evde stres olunca atladık limana gittik, çok da iyi yapmışız. Park halindeki geminin arka güvertesinde, daha önce hiç görmediğimiz bir açıdan Kordon’u seyrederek hamburger, patates kızartması bira ile yiyip içme işine daldık.
Güzelyalı’nın önünden geçerken Annem telefon edip bizim gemiyi gördüğünü, köprünün üzerinden elindeki kırmızı mendili salladığını söyledi.

“Ha, O mendilli sen misin!” dedim, çok sevindi.
Aslında köprünün ayakları bile pek seçilmiyordu.
Körfezin dışına çıkıncaya kadar manzarayı seyrettik.



Limanların hiçbirinde, geminin dümen suyunda İzmir’deki kadar martı görmedim.



(İstanbul’daki martıların da hakkını vermek lazım. Karada nerdeyse kostaklanarak yürüyüp insanlara, kedilere posta koyuyorlar. Karikatürlerde bu kadar yer bulmakları boşuna değil, kraaa!)
Foça’yı geçince havuza girdik.



Klorlu deniz suyu dolu küçük bir havuz, gözleri çok yakıyor. Pek giren olmadığından yüzmek mümkün, suyu serin. İki tane de sıcak sulu, bol İspanyollu açık hava jakuzisi var.



Özellikle hava karardıktan sonra bu jakuzilere girmesi pek zevkli oluyor. Odalarda havuz için ekstra havlular var, hiç havlu taşımaya gerek yok.



Her odada kasa ve TV mevcut. BBC, ve TRT Türk dışında pek anlaşılabilen bir şey yok. Tuvaletler uçaklardaki gibi vakumlu, taharet musluğu yok, tuvalet kağıdı kalitesiz, yanında pişik kremi taşımak faydalı olur. (Şahsen ben eve dönünce en çok taharet musluğuna ve kaliteli içme suyuna kavuştuğuma sevindim)
İzmir’de gemiye su taşıyan yolcuları görünce:
“Tamam” dedim, “bu fiyata hiç her şey bedava olur mu, su bile paralı işte”.
Yanımdaki rehber geminin erzakıyla beraber suyunu da Atina’dan yüklendiğini, mürettebat ve bazı yolcuların içme suyunu beğenmedikleri için Türkiye’den aldıklarını söyledi.



Gerçekten de Yunan şişe suyu, üzerinde kaynak suyu yazmasına rağmen bizim musluk suyu tadında.
Havuz başında iki bar var. İkisinde de barmenler nefes almadan kokteyl karıştırıyorlar.



İçkilerin çoğu no name ama cachasa olsun rom olsun kokteyllerde gayet güzel gidiyor. Bizim favorimiz her içtiğimizde bizi Bahia’ya götüren Caipirinha oldu.



Ayrıca Mohito, Tekila Sunrise gibi tropik kokteylleri de havuz başında epey tükettik.



Personel güleryüzlü. Kurallar var ama askeri bir disiplinle uygulanmıyor. Üstteki iki açık güvertede herkese yetecek ve alkol duvarını aşınca sızacak kadar bol bol ve rahat şezlong mevcut.

Bir gün havuz barında çalışan Trijid diye Hintli bir barmenle muhabbet ettik. Çocuğun adını aklımda tutmak için frijid Brigitte Bardot’yu aklıma getirdim. Rengine bakıp da Keralalı mısın deyince çok hayret etti.



Gerçektende de oralıymış. Hiç houseboat turu yapmamış, ama bu sene memlekete gittiğinde yapmak istiyormuş
“Pahalı ama yap, güzel oluyor” dedim.
Ayda 1500-2000 euro kazanıyormuş ama bizim vapur Pullmantur'un en küçük ve boş gemisi olduğundan kazancı azalmış. Karayiplerde 6000 kişilik ve full dolu gemileri varmış. 3 ay çalışıp 1-2 ay ücretsiz izin kullanıyorlarmış. Kışları Karayipler’de yazları Akdeniz’deymiş.



İlk başta hiç İspanyolca bilmediği için komi yapmışlar ama birkaç ayda İspanyol kız arkadaşların yardımı ile lisanı sökünce bara geçmiş. (Dil dile değmeden dil öğrenilmez diye bir benzetme Hintce'de de varmış)
Personel en alttaki 3 güvertede yaşıyormuş. Yolcuların bulunduğu mekanlardan yararlanmaları yasakmış ama kendilerine ait spor salonları varmış. Gemi İzmir’de çok kısa kaldığından boş saatlerini denk getirip karaya çıkma fırsatı bulamamış.
1.gün:İzmir-İstanbul
Sabah erkenden kalkıp en üst güvertede, bacanın hemen altındaki ufak spor salonunda, gün boyunca iç huzuru ile tıkınabilmemizi sağlayacak olan sporumuzu yaptık.



Can da çok hevesli olmasına karşın salondaki spor hocası 16 yaşından küçüklerin salonu kullanmasının yasak olduğunu söylediğinden bizi izlemekle yetindi. 1500 kişilik gemide 4 koşu bandı var ama ben tümünün dolu olduğunu hiç görmedim. 5-6 çeşit de kas geliştirme aleti vardı. Aletler havalı görünüyorlardı ama benim İzmir’de parkta çalıştığım aletlerden pek farklı değillerdi.
İstanbul’a gemi ile girişin pek güzel olduğunu çok okumuştum ama hiç kısmet olmamıştı.



(İzmir İstanbul arasında çalışan feribotun sefer günleri Türkiye’deki diğer her şey gibi İstanbullulara göre ayarlandığından çalışan biri olarak Pazar öğleden sonra İzmir’den binip İstanbul’a gitmek mümkün değil)
Gerçekten de İstanbul’un siluetini izleyerek boğazdan Haliç’e girmek etkileyiciymiş.
Silueti bozan binaları bizim gözümüz bile fark etti ama ruhsat verenlerin dalgınlığına gelmiş demek ki…
Gemi saat 9 gibi Sarayburnu’nu döndü, Karaköy Salıpazarı rıhtımına yanaştı.



Neşe bugün Salı, pazar vardır diye heyecanlandı ama sadece bu iskelenin adıymış. Acele etmeden arka güvertede Galata Köprüsü manzaralı kahvaltımızı ettikten sonra İstanbul’a çıktık.



Yürüyerek Galata Köprüsünü geçtik, Eminönü, Mısır çarşısını gezip Kapalı Çarşı’ya girdik. Sokaklarda kaybolup ıvır zıvırı inceledikten sonra Beyazıt kapısından çıktık.



Beyazıt Meydanı 20 yıl önce öğrenciliğimde Polonya Pazarı’ndan kamp malzemesi vs almak için sık sık geldiğim bir yerdi, çok severdim.
Çınaraltı Çaybahçesi muşambayla kapalı bir Belediye kafeteryası olmuş.



Arkasındaki inşaatın paravanlarıyla iyice daralan meydanın eski güzel, ferahfeza halini gözümde canlandırmakta zorlandım.
Sahaflardan geçip Kubbealtı Kitabevinin önündeki asude bahçeye gittik. Daha önceki gelişlerimde bu kitabevinden aldığım ilginç kitapları yoldan birkaç metre içerde olmasına karşın eski İstanbul’dan kalan kurtarılmış bir bölgeye benzeyen bu sessiz gölgelik bahçede okur, ruhumu dinlendirirdim.



Bu sefer her zaman kapalı olan Yahya Kemal Müzesinin kapısında toplaşıp sigara içerek muhabbet eden işçilerin gürültüsü yüzünden pek zevk alamadık. Tramvay yolundan yürüyerek Ayasofya’ya geldik. Giriş için turistler ayrı, Türkler ayrı kuyruktaydı. Giriş 10, Müze Kart 20 liraymış. Önce Müze Kart alma sırasına girdik, sonra Neşe’nin yanına kimliğini almadığını fark edince kös kös sıradan çıktık. Çocuklara bedavaymış. Biz zaten daha önce 2-3 kez gezdiğimizden Can görsün diye giriyorduk.


Ben “Can koşup gezip gelsin” dedim ama Neşe kabul etmedi. Yerebatan Sarnıcı’nda da şansımızı denedik. Giriş makulmüş(5lira) ama kapıdaki kuyruğu görünce Can’a kültürel etkinlik için yeterince çabaladığımızı düşünüp Gülhane Parkına girdik. Can Ninesinden hep dinlediği şiirdeki Ceviz ağacını arayarak , bize oturacak gölgelik bank kapmaya çalışarak, yol boyunca dizili aslanların hepsinin tek tek tepesine çıkarak bence müzelerden çok daha iyi vakit geçirdi.



Çocuk olmak ne kadar güzel bir şey! Can’ı izledikçe kendi çocukluğumu anımsayarak mutlu oluyorum. Şimdi bana, hepsi birbirine benzeyen aslan heykellerinin üzerine tek tek çıkmak çok anlamsız gelse de eskiden ben de bitmez bir enerji ve merakla böyle davranıyordum(kimbilir belki de doğrusu öylesiydi)
Parkın alt kapısından çıkınca Halicin karşı kıyısında gemimizi, aynı anda rıhtıma sıralanmış dört yolcu gemisinin en büyüğü olarak görünce haklı bir gurura kapılarak hemen fotoğrafını çektik. Gemiyi görünce aklımıza açık büfe gelip karnımız acıktığından hemen taksiye atlayarak rıhtımın kapısına gittik. Taksi 6.5 lira tuttu. İstanbul’da taksi İzmir’e göre yarı yarıya ucuz sanırım. Hiç binmiyorum ama zaten İzmir’de taksi 5 liradan mı ne açılıyor. İstanbul’dan gelip de, İzmir ne kadarcık şehirki diye düşünüp havaalanından taksiye binenler 70-80 lirayı bayılınca hemen Kentkart alıyorlar.
Geminin girişine kadar kimse kart, pasaport falan sormuyor. Dışarıdan birisi gemiye giremez ama rıhtımdaki Duty Free’ye girebilir. Gemiye girerken karttaki barkod okutuluyor ve kayıt yapılırken çekilen fotoğrafın görevlinin ekranında görünüyor, yani başkasının kartıyla gemiye girmek de mümkün değil.
Yemeğimizi yiyip odada biraz dinlendikten sonra kültürel etkinlikler için bilenmiş olarak bir kez daha karaya çıktık. Bu sefer şansımızı geçen sefer yine bilet kuyruğu engeline takılarak giremediğimiz Dolmabahçe Sarayı’nda deneyelim dedik. Saat 15 30 olmasına ve bilet satışı 16 da bitecek olmasına karşın yine yerli yabancı karşık 50 metre kuyruk vardı.



Neşe sıraya girdi, ben sıranın önündeki nadir Türklerden birine yanaşıp bize bilet alıp alamayacağını sordum. Arkadaşına danıştı. O da “Aman alıver turistler ne anlayacak” dedi. Az sonra 25 lira karşılığı Harem biletleri elimizdeydi. Meğer Saray elini kolunu sallayarak gezilemiyormuş. Yarım saatte bir yaptığı işten bezmiş bir memur rehberin peşine takılarak topluca gezilmesi lazımmış. İçerde kalabalığın bir noktada toplanmasına elverecek genişlikte pek az yer olduğundan genelde rehberin anlattıkları duyulmuyor. Saray etkileyiciydi. Atatürk’ün vefat ettiği odada ben bile duygulandım ama bir kadının azarlamasıyla kendime geldim. Kapıdan girerken fotoğraf çekmenin (nedense) yasak olduğunu ilan etmişler, ben de buna uyup makinemi çantamdan hiç çıkartmadım ama özellikle Türkler yasağı hiç iplemeyip fotoğraf çekme işini abarttıklarından sivil polis olduğunu söyleyen bir kadın bağırarak bütün grubu epeyce azarladı, bir daha fotoğraf çeken olursa dışarı attıracağını söyledi.





Atatürk sarayın küçük bir köşesini kullanmış. Ben olsam belki hiç kullanmazdım zira bir ev için fazla büyük, tavanları çok yüksek, insanın düşüncelerini yoğunlaştırması zor olur gibi geliyor ama yine de devrine göre düşünmek lazım. Biz 3 metrelik tavanlara alışmışız bir kere…
Saray gezisi sonrasında bakımlı bahçede biraz oyalandık.

Çıkışta taksiyle Nişantaşı’na Amerikan Hastanesine, kardeşim Gökhan’ı ziyarete gittik. Gökhan tüm itirazlarımıza rağmen bizi ailecek ultrasona yatırdı, çekuptan geçirdi. Bizim tatil az daha sağlık turizmi oluyordu. Hepimizin sağlıklı olduğu anlaşılınca beraberce Nevizade’ye geçip epeydir görmediğim Selma ile buluştuk.


Rakı sohbet derken vapur saati geldi, vedalaşıp ayrıldık.



İstiklal caddesinden Tünele doğru yürürken kapı gibi bir adam adımı söyleyerek yolumuzu kesti. Bir de baktık Löplöpçü Semih ve eşi Özenç.



Ayaküstü biraz laflayarak İstanbul’da 3 saatin içine 3 gezgin bloggerla görüşmüş olduk. Can’a göstermek için Tünel’le inelim dedik. Vagonlarını değiştirmişler metro tipi plastik yapmışlar.



Eski hali ne kadar güzeldi. Hattı yenilediklerini biliyordum ama tarihi arabayı neden değiştirmişler anlayamadım. Eski araba olsa kişi başı verdiğimiz
(hem de yokuş aşağı) 3'er lira içime oturmazdı. Karaköy’den rıhtıma yürürken Neşe vapuru kaçıracağız diye çok stres yaptı, biz de Can’la daha da yavaş yürüyerek onu kızdırdık.
Gemide bu kez lüks restoranda yedik. Garsonumuz Köstenceli Marian, Türkçe biliyor. Güleryüzlü, hep “Nasılsın abi” diyor, anlaşılmayan yemek tariflerini Türkçe anlatıyor.Geceleri takım elbiseli, gündüzleri Hawai gömlekli çalışıyor.



Yemekler yukardaki güvertede açık büfedekilerle aynı ama burada tabağın içinde dekore edilmiş olarak geliyor.



Ortalıkta bolca şık giyimli garson var, menü verip adisyon açıyor, siparişleri alıyorlar. Yemek takımları, bardaklar hep kaliteli. Aynı lüks restoranda yiyormuşsun gibi oluyor ama sonunda hesap gelmiyor, kalkıp gidiyorsun.



Bana kalsa yukarda açık güvertede açık büfede yerdim ama Neşe genelde akşam yemeklerini burada yemek istedi, ben de hevesini alsın, karaya çıkınca lüks restoran istemesin diye sesimi çıkarmadım. Gerçi benim bir teorime göre dışarda yenen bir yemek nominal değerinden ne kadar pahalıysa kadınlara, ne kadar ucuzsa erkeklere o denli lezzetli geliyor. Tabi hesap ödemeyince Neşe de iki üç gün sonra sıkıldı yukarda yemeye başladık.
Her akşam yemekten sonra tiyatro salonunda bir gösteri oluyor. Bardan içkini alıp gidiyorsun. Bayağı da özenilmiş gösteriler var.



Özellikle sabun köpüğü şovunu çok beğendik. O zamandan beri Can her elini yıkamaya gittiğinde dakikalarca balon yapmaya çalışıyor ve kollarını eskisinden çok daha fazla ıslatıyor.



Gemide bu eğlence işlerinin müdürü Marta Rossi diye bir kadın. Eğlenceleri düzenlediği gibi her türlü anons vs yi de o yapıyor, kendini pek beğenmiş bir havası var, biz hazzetmedik.



Bizden sonraki hafta aynı promosyondan yararlanıp gemiye binen annem nasıl olduysa bu Marta Rossi ile çok arkadaş olmuş.



O kadar ki kadın ayrılırken ben ilk defa bir Türk yolcuyla böyle kaynaştım diyerek mail adreslerini vermiş feysbuka ekleyin demiş, bir de üstüne ağlamış. Annem:
"Kadın o kadar ağlayınca ben de üzülmüş gibi yaptım artık" dedi



(Annem bu yazıyı okuduktan sonra telefon açıp,
"Şimdi internette çeviri de var. Marta bu yazıyı okur ayıp olur. Annem de çok üzülmüş diye değiştiriver istersen" dedi.
Annemle başbaşa gittiğimiz Phuket seyahatimiz yazmayı bitirebilirsem yakında burada)
Akşamları kumarhane de epey hareketli. Bizim Türkleri biraz seyrettim: Black Jack de euroları beşer beşer yatırıyorlardı.



İlk gün bitmeden Ahmet Beyin söylediği gibi odamızı değiştirdiler, upgrade olduk, dışarıya bakan bir odaya geçtik. Dolunay odanın içine doğdu yakamozlarla beraber.



2.Gün: Denizde seyir
Sabah sporunu yaparken şezlongları açan gemicileri görünce koşu bantlarının önündeki pencereden denizi seyretmeyi engelleyen şezlongları kaldırmalarını rica ettim.



Onların kırık olduğunu ve orada depolandığını kendilerinin emir verilmeden kaldıramayacaklarını söylediler. Bundan sonraki her gün gerek resepsiyona, gerek rehberlere bu konuyu söyledim. Herkes tamam ilgileneceğiz demesine karşın herhalde şezlongların torpili vardı ki yerlerinden bir santim oynamadılar.




Kahvaltıdan sonra bütün gün havuz başında kitap okuyarak geçti. Öğleye doğru Çanakkale Boğazı’na geldik. Yabancılar Boğaz sırtlarındaki 'Dur yolcu' yazısıyla pek ilgilenmediler.




Boğazdan geçerken İstanbul’a doğru tırmanan değişik bir yelkenli dikkatimi çekti.



Eve döndükten sonra çektiğim fotoğrafı büyüterek adını okuyup internette araştırınca hem İzmir’li, hem de benim de mezun olduğum BAL’dan mezun Beysun Gökçin’in kendi dizayn ettiği yelkenli Ayvansaray kayığı ile İzmir’den döndüğünü anladım.
Tam Boğaz’dayken Türk turist grubunun toplantısı oldu. Ben boğaz seyrini bırakmak istemediğimden Neşe’yi gönderdim, sonra sonuna yetiştim. Ekstra turları falan anlatılar, Can yeleği nasıl takılır gösterdiler.
Öğlen yemeğinde Ege mutfağı büfesi var dediler. Yaprak sarma, Greek Salat, Taze Fasulye falan vardı.
Öğleden sonra havuz başına kocaman bir buz kalıbı getirdiler. Uzakdoğulu bir şef , yapılan anonsa göre elindeki atalarından kalmış aletlerle buzdan at heykeli yaptı.



Denizin üzerinde giden kocaman bir gemide, havuz başında, elinde içkinle canlı latin müziği çalan bir orkestrayı dinlemek gerçekten değişik bir deneyimmiş.



Gece restoranda magnifik büfe var mutlaka görmelisiniz dediler.



Gece 12 ye kadar uykuya direnip gidip baktık. Bir sürü yiyeceği süsleyip masalara dizmişler.



Önce turistler sırayla masaların önünden geçerek fotoğraf çekiyor, yarım saat sonra da yiyeceklere dalıyorlarmış.
Denizdeki gün sıkıcı geçer sanıyordum ama havuz başı kitap kokteyl atraksiyon derken en zevkli günlerden biri oldu.



3.Gün: Santorini
Sabah 7 de uyandığımda lumbozdan bir ada görünce hemen yukarı güverteye fırladım. Güneş Santorini’nin üzerinden doğmak üzereydi, gemi açıkta alarga demirliydi. Yanımızda başka kocaman gemiler de vardı. Sporumuzu yapıp kahvaltı ettikten sonra kıyıya servis yapan beleş Yunan tekne dolmuşlarına binip iskeleye çıktık.
Santorini, ortası çökmüş bir ada. Ortası çökünce kenarları hilal şeklinde denizden dimdik, adeta kakaolu pastadan dilim kesilmiş gibi kalmış.



Bu dimdik yarın tepesinde de yerleşim yeri var. 300 metre yüksekliğindeki köye çıkabilmek için üç alternatif var.
1. Teleferik (tek yön 4 euro)
2.Katır (tek yön 5 euro)
3.Yürümek (tek yön 45 dakika)
Rehberler dün yaptıkları toplantıda nedense yürümeyi ve katırı son derece kötülediler. Yürümek imkansızmış, yollar hayvan bokundan kayganmış, katırlar çarpabilirmiş, 20 yıl önce bir Fransız katır çarpması sonucu ölmüş vs vs. Katıra binmek de çok zahmetliymiş, katıra binenlerin apışaraları öylesine yara oluyormuş ki tatilin kalanını havuz başında yüzüstü yatarak geçiriyorlarmış vs vs.
Biz verilen bilgiler ışığında elbette ki yürüyerek çıkmaya karar verdik.



Yola çıkmak için katır istasyonunun içinden geçerken Can çok heyecanlanınca hadi binelim madem dedim. Katırcılar Can’a ayrı ücret alıp illa da benim kucağıma bindirmeye çalışınca itiraz ettim. Epeyce ağız dalaşından sonra 3 ayrı katır vermeye razı oldular.



Katırın üzerine biner binmez katır yürümeye, çıkıdı çıkıdı tırmanmaya başlıyor.
Neşe bu işe çok şaştı,
"Neden böyle biner binmez tırmanıyorlar, hem de ne kadar yorucu" deyip durdu.
"Biz de öyle çalışmıyor muyuz, bu da katırların işi, arpa aslanın ağzında" dedim.
Yol alçak basamaklar şeklinde taştan yapılmış, ilk başta dar gözükse de daha sonra genişliyor ve yürümeye de gayet müsait. Katır yoruldukça dinlenerek döne döne10 dakikada tepeye çıktı. En sonda kalmasına karşın bu iş Can’ın çok hoşuna gitti, son ana kadar 'finiş çizgisini' dörtnala geçeceğini iddia ediyordu. Ayrıca iddiasına göre, hep kontrol etmiş; diğer katırların aksine kendi katırı hiç kaka yapmamış.

Tepedeki köy hep posterlerde görünen kiliselerin olduğu, dimdik yarın ucuna yerleşmiş bir yer.



Evler üst üste kot farkıyla sıralanmış ve hepsine çok özenilmiş. Kıyıya paralel 500-600 metre uzunluğunda, manzaralı, restoranlı iki üç yürüme sokağı var. Daha arkası normal bir ada köyü, otobüs durağı marketler vs.




Özellikle manzaralı ön bölümde sokaklar, evler gerçekten etkileyici. Restoranlar ucuz değil ama manzaraya göre çok fahiş de sayılmaz.



Burada bir saat kadar vakit geçirdikten sonra köyün arkasına geçtik. Otobüs durağının dibindeki turizm enformasyon bürosundan harita aldık. Ayrıca okuyacak bir şey de isteyince kadın Santorini hakkında kocaman bir rehber kitap verdi. Bu köyde yapacak şey bitince hilalin ucundaki Oi adlı köye gitmeye karar verdik. 10 km mesafedeki bu köye belediye otobüsü de çalışıyormuş ama biz gemideki lüksün üzerimize yüklediği yükten biraz sıyrılabilmek için otostopu tercih ettik.



Köyün biraz dışına yürüyüp, Can’ın da gayretleriyle İsrail’li bir çiftin jipine otostop yaptık.



Onlar da nereye gideceklerini bilmiyorlarmış, yolu biliyor musunuz dediler. Ben “Tabii” dedim, yolu tarif ettim. (Adada o tarafa giden bir tane yol var,
karşıda köy görünüp duruyor zaten )


Oi Köy merkezinde vedalaşıp indik.



Burası 1950’lerdeki depremde yıkıldıktan sonra uzun süre hayalet köy olarak kalmış.



Sonra turizm başlayınca evleri yeniden yapmışlar, öbür taraftan daha da tiki, daha süslü, daha güzel bir köy olmuş.



Sokaklara eski zamanlardaki gibi mermer döşemişler.



Gemilere uzak kaldığından öbür köydekine göre biraz daha az turist var. Yardan aşağı doğru denize paralel inen dar patikalar merdiven ve kemerlerle birbirine birleşiyor.



Gerçekten tam fotoğraf çekmelik bir yer. Köyün içinde arka taraftaki sokaklara bile özenmişler.



Bir uyuz köpeğin yüzlerce fotoğrafını çeken fotoğraf kulüpleri buraya gezi düzenleseler bir hafta aralıksız fotoğraf çeker, makinelerini eskitirler.



Yukarıda ince ince işlenmiş, küçücük, çiçekli, süslü avlular; aşağıda, çok aşağıda Ege’nin mavi, masmavi suları!
(Şiir gibi yazabiliyormuşum ben de)

Evlerin arasında bir sürü butik otel de mevcut.



Koreli bir çift takım elbiseleri, gelinliği buraya kadar taşımış fotoğraf çekiliyorlardı.



Biz de bol bol fotoğraf çektikten sonra dönüş için otostop yapmaya başladık. Yoldan pek araba geçmediğinden köyün çıkışındaki bakkalın önünde yarım saat bekledik.




Neşe karşımızdaki ağaçların fıstık ağacı olduğunu fark edince öğlen yemeğimizde bol bol taze Antep fıstığı yedik, süperdi.



Bindiğimiz jipin şöförü havaalanından arkadaşını almaya giden Kolombiyalı bir tekstilciymiş. Kız arkadaşıyla birlikte bir haftadır Oi köyünde kalıyorlarmış.
“Kaça kalıyorsunuz ayıptır sorması?” dedim
Oda kahvaltı gecelik 450 euro imiş!
Burada dışarıdan gördüğüm kadarıyla otellerle ilgili biraz bilgi vereyim:
Köyün genel havasındaki özen, temizlik yaratıcılık otellerde zirveye ulaşmış. Her köşesi ayrıntılı düşünülmüş çok zevkli yerler yapmışlar.



Otellerin hiçbirinden denize ulaşım yok, yani denize girmek mümkün değil. Alan çok kısıtlı olduğundan 5-6 metrekarelik ufak havuzlu, 10-15 metrekarelik süslü avlulu oteller.

“Bari yarım pansiyon olsaymış bu paraya” dedim
“Bizim otel yine mütevazı, havaalanından karşılayacağım arkadaşımın ayırttığı odanın geceliği 800 euro” dedi




“Bu kadar paraya dünyanın heryerine gidebilirsiniz. Neden bu köyde bir hafta kalmayı tercih ettiniz?” diye, gerçekten merak ederek sordum.




Ortamın havasını, huzurunu, güneşin denizin üzerinde batarkenki manzarasını çok seviyorlarmış.
Merkezde şöyle bir tur attık. Yukardan körfezin manzarasına gerçekten doyulmuyor. Adaya bizden başka 4 gemi daha aynı anda yanaştı.



İstanbul’da rıhtımdaki gemiler arasında en büyüğü olan gemimiz buradaki son model, tüm odaları balkonlu Amerikan gemileri arasında köhne bir kayık gibi kaldı.(1990 yapımıymış bizimki)



Teleferikte aşağıya iniş için 50 metre turist kuyruğu vardı. Biz iskeleye tabi ki yürüyerek indik. İniş 15 dakika sürdü, hiçbir zorluğu yoktu.



Hatta bastonlu yaşlılar bile yürüyerek iniyorlardı, bizim rehberler neden böyle abarttılar anlamadım.
Tur satmaya falan da çalışmıyorlardı. Anladığım kadarıyla ekstra turları gemi düzenliyor, eğer Türk yolcu katılırsa Türk rehberlerden biri de tura eşlik ediyor. Turlar son derece anlamsız. Örneğin Santorini turuna katılanlar sabah 7 de kalkıp karaya çıkmak zorundalar.



5 dakika geç kalırsan verdiğin parayı da yakacaklarını kırk defa söylediler. Kısa tur sadece Oi köyüne gidip gelmeyi içeriyordu ve teleferik parası hariç 39 euro idi, uzun turda kimbilir hangi saçma ve ücra yere gidip gelme karşılığı 59 euro ödeniyordu.
Gemilere transferin yapıldığı iskelede gemilerin adları yazılı standlar açılmış, diğer büyük lüks gemilerin elemanları çeşitli içecekler meyveler ikam ediyorlardı. Bizimki de sağolsun soğuk su ikram ediyordu, çok makbule geçti.
Gemiye çıkınca Can İstanbul’dan binen Türk çocuklarla kurdukları arkadaş grubuna katıldı. Üçü 9, biri 12 yaşındaki gençlerden oluşan bu gruba Türk direnişçiler demek sanırım yanlış olmaz.



Zira gemideki bariz İspanyol çocuk hakimiyetine karşı bu birkaç Türk genci, İspanyol çocukların başına bela kesildiler. Her gördükleri yerde birbirlerine diş bileyip, güzel İspanyol kızlarıyla mümkün olan en yakın temasa geçtiler. (Beğendikleri kızları odalarına kadar takip edip oda numaralarını öğrenince misyon tamamlanmış oluyor) Başlarındaki 12 yaşında olan “Abi” kızlar konusunda çok deneyimli olduğundan kadın konusundaki ilk derslerini de aldılar.
Can: “Baba Abi, ‘Bakın şimdi kızlar beş dakika içinde yine geçecekler’ diyor, vallahi geçiyorlar” diye hayret ediyordu. İspanyollarla uğraşmadıkları barış dönemlerinde de diskonun kapısındaki rampa bir bölgedeki halının üzerinde araba yarışı yaparak bir haftayı geçirdiler.

Yarın Atina’ya varacağımızdan gemideki İspanyolların son gecesi, yarın yeni grup binecek.
Program onlara göre ayarlandığından tiyatro salonunda revü tarzında bir varyete şov vardı.



Dansçılar, şarkıcılar, palyaçolar ve sabun köpüğü yapan adam hepsi çıktı numaralarını gösterdi, en sonunda da hepbir ağızdan (muhtemelen yine bekleriz vs gibi sözleri olan) ‘ We are the world’ havasında İspanyolca bir şarkı söylediler.



Dağıldık.
4. Gün Atina
Sabah uyandığımızda Pire limanındaydık. Kahvaltıyı sıkıca edip, yanımıza açık büfeden meyve, kruvasan, sandviç ve şişe suyu aldık. ( Bardan açılmamış büyük şişe suyu alınabildiğini yeni öğrendiğimden bugüne kadar karaya çıkarken elimdeki şişeleri dolduruyordum) Gemiden inince pasaport polisinden harita istedim, çekmecesinden çıkartıp verdi. Limandan çıkınca Pire limanının hiç bilmediğimiz bir bölgesinde olduğumuzu farkettik. 10 yıl önce buradan Sakız feribotuna binmiştik ama anladığım kadarıyla Pire’de bir sürü liman varmış.
Gemimizi, buradan erzakla birlikte mazotunu da aldı ( Yakıtı Türkiye’den alacak değil ya)





Pek otostopluk bir ortam olmadığından otobüs durağına gittik, 49 numaranın merkeze gittiğini daha önce rehberler söylemişti. Bileti de büfeden aldık. Bir bilet 1.40 euro imiş, bana çok pahalı geldi. Can’a almadığım gibi giderken yakalanırsam “ Aaa, biz bilet aldık ama basılacağını bilmiyorduk.” demeyi planlayarak biletleri dönüşe sakladım.
Giderken de dönerken de kontrol olmadı. Yunanlılar da pek bilet basmıyorlardı. Gevşeklikleri tembellikleri vurdumduymazlıklarıyla yarattıkları kriz Dünya ekonomisini sallıyor ama ben şahsen Yunanistan’da krizin etkisini hiç görmedim.



Grev, direniş dışında tüketimde bir azalma, insanlarda bir stres, tasarruf falan yok. Her zamanki gibi gündüz paso 3 euroluk kahve, 5 euroluk sigara içmeye, akşamüstü de uzoya berdevam. Rehberlerin söylediğine göre iki güne bir taksici grevi oluyormuş, hatta yolda son durumu alarak daha gemideyken “Bugün Atina’da taksici grevi yokmuş” diye anons ettiler de içimiz rahatladı.
49 numaralı otobüs bizi Omonia Medanı’na kadar getirdi. Daha önce burada epey kaldığımdan çevreyi iyi tanıyordum. 20 yıl önce kaldığım Athens House hostelin sokağını 10 yıl önceki gelişimde bulamamıştım. Yine aradım, yine bulamadım.
Meydandan aşağıya doğru yürüyerek balık haline indik. Balık fiyatları hemen hemen Türkiye ile aynıydı (yani feci pahalıydı) .



Et fiyatları ise çok daha ucuzdu.



10 yıl önce Neşe ile balık halinin içinde bir esnaf lokantasına oturmuş karidesli ıspanak gibi tencere yemekleri yemiş, maşrapayla şarap içmiştik, güzeldi. Bu sefer de aynı lokantayı aradık, bulduk. Lokanta değişmemiş ama Drahmiden Euro’ya geçince bir tabak sebze yemeği 8-9 euro olmuş.



Pahalılık ve Yunanlıların bu pahalılıktan hiç etkilenmemesi akıl alır gibi değil. Sık sık acaba bu baktığımız turistik fiyatlar da Yunanlılar farklı fiyatlardan mı sofra donatıyor diye düşünüyorum.
Euro’ya geçmekle ilgili en büyük sorun birimin 1 euro olması. Türkiye’de birim nasıl lira ise burada da euro(ve2.5 kat pahalı) Cent kullanmıyorlar. 50 cente sadece ufak su (50 kuruş muadili) ve ufak kandil simidi var.



Bir büfenin yanındaki ne alırsan 1 eurocuda deri bel çantaları görüce iki tane aldık. Kalitesi iyi ama rengi krem diye ucuz herhalde. Belimdeki çantayı 4 yıl önce Sri Lanka’ya giderken Dubai’nin eski çarşısından 10 dolara almıştım, artık iyice parçalandı.
Saat başında parlementonun önündeki nöbet değişimini izledik.



Bu muhafız birliğinde askerlik yapmak istemezdim. Hem etek giy, hem abuk subuk yürü, hem de 72 milletin turisti seni seyretsin, filme kaydetsin.




Can da baktı baktı “Bunlar nöbet değiştirene kadar hırsızlar bütün sarayı soyarlar” dedi.
Lonely Planet’taki ücretsiz müzeler listesinden seçtiğim Savaş Müzesine yürüdük. Yolda bizim İzmir Fuarı benzeri güzel bir park görünce girdik, soluklandık, su içtik,



tuvalete girdik, büyük ağaçların üzerinde fotoğraf çekildik, havuzdaki balıkları seyrettik.



National parkmış adı, bayağı büyük, pek çok kapısı olan bir parktı. Saat 14 30 gibi Savaş Müzesine geldik. Bir de ne görelim hergün saat 14’te kapanıyormuş. Pes vallahi!
Can dışardaki silahlarla uçaklarla biraz oynadı.



Müze zengin bir semtte olduğundan güzel apartmanların arasından geçerek merkeze döndük. Yollardaki lüks kafeler lebaleb doluydu. (Muhtemelen saat 14 te paydos eden müze memurları da iş çıkışı buraya takılıyorlardır)



Eski Türk mahallesi olan Plaka’yı dolaştık. Bu sırada ben fotoğraf makinesinin tarihinin doğru olup olmadığını anlamak için Neşe’ye “Bugün 16 Eylül mü?” diye sordum
O da sevinerek “Evet” dedi. Benden başka yorum gelmeyince tekrarladı:
“Evet bugün 16 Eylül”
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü:
Neşe’nin doğumgününü yine unutmuştum!




Hemen sırtındaki çantamızı aldım ve doğumgünü şerefine bugün artık hiç taşımayacağını, ayrıca hazır turistik ıvır zıvır satan bu bölgedeyken kendisine bir hediye seçmesini söyledim.



Sevgili karım doğum gününü unuttuğum için hiç kızmadı, bir şey almak istemediğini, bir yemek yesek yeteceğini söyledi. Plaka’da sokağın ortasına masa atmış restoranlardan birine oturduk. Neşe’nin Yunanistan’daki favorileri patlıcan-kabak kızartma, cacık, greek salat, kalamar ve bir Mini uzo söyledik, güzelce yiyip içtik.



Birbirimizin sevdiğimiz sevmediğimiz yönlerini konuştuk.
Can benim fazla titiz olmamamı seviyormuş.
Akropole yine gitmedik ama merkezdeki tarihi kalıntıların önünde fotoğraf çekildik.



Yürüyerek Omonia’ya dönerken kaldırımın üzerinde üzerinde illüzyon aletleri bulunan sahipsiz bir tabla gördük. Elinde kadeh tutan kesik bir kolu Can’a göstermek için elime almamla birlikte ince plastiken yapılmış, içinde renkli sıvı bulunan kadeh yere düşüp paramparça oldu. Hemen pasajın içindeki dükkandan genç irisi bir oğlan gelip
‘Naaptın abi sen , en kıymetli parçayı kırdın’ havasında olaya girdi



“Eh kusura bakma veririz parasını” dedim
“10 euro” dedi
Belli ki turistlere atılmış bir oltaya takılmıştık ama yapacak bir şey yoktu. Kimbilir hergün kaç turist aynı, iğreti koyulmuş, 50 kuruşluk Çin malı bardağı düşürüp kırıyor .
Gerçekten çok pis bir pozisyon: Adamın malını izinsiz eline alıp kırmışsın, üstelik de yabancı memlekettesin, söyleyecek fazla bir şey yok,




“Hadi canım 10 euro olur mu, al sana 5 euro vereyim” dedim
Oğlan tecrübeli; Nuh dedi, peygamber demedi.
Uzonun etkisi, yorgunluk, akşamın olması gibi etkilerle
“Olum plastik len bu, plastik” dedim, lütfen 5 euroyu kabul etti.
Can’a da, “Bak 5 euro karşılığında bir şey öğrendik, benim gibi olur olmaz her gördüğün şeyi ellemiyceksin” dedim




Omonia meydanına tekrar döndüğümüzde daha önce bahsettiğim Athens House Hosteli bulmaya ahdettim. Neşe ile Can’ı otobüs durağına oturtup çevredeki sokaklarda bir tur daha attım, yine bulamadım. Bu arada burası sahiden o kadar fena bir yer olmuş ki beni tek başıma gören bazı ev hanımı kılıklı, Balkan göçmeni teyzeler gelip uygunsuz tekliflerde bulundular.
Oteli onlara da sordum, gidip köşede bekleyen Arnavut kılıklı pezevenklerine danıştılar.



Deri ceketli, kendine güvenli genç irisi beni bir sokağa gönderdi, orda da yoktu. Tam umudumu kaybetmiştim ki aniden beynimde Aristotales 14 diye bir ışık yandı, adresi hatırladım. Hemen sokağı sordum meydanın biraz ilerisindeymiş, binayı görünce tanıdım.
Numarası 14 değil 4 müş.
Heyecanla içeri girdim, aynı eski açık asansör, 5. kattaki otel lobisi. Resepsiyondaki kıza Vasiliu’yu sordum. Şimdiki sahiplerinin oteli 3-4 yıl önce aldıklarını söyledi. Kimbilir otel o zamandan beri kaç sahip değiştirdi, ama lobideki mobilyalar aynıydı.



Geceliği 20 euro imiş. Odaları gezmek için izin istedim, şöyle bir tur atıp heyecanla kaldığımız çatıya çıktım, kapı kilitliydi. Gençliğimin kokusunu hissetmiş olarak burnumun direği sızlar vaziyette Neşeleri bıraktığım otobüs durağına döndüm.
Bazen şöyle oluyor: Bir koku, bir görüntü, bir müzik aniden beni gençliğime götürüyor. Mesele o zaman olanları hatırlamak değil; gençlikteki kendine güveni, hayata bakışı, kendimi ne kadar güçlü ve kaygısız hissettiğimi anımsamak, hatta bir an için bile olsa yeniden öyle hissedebilmek.
(Bu otelle ilgili yazıyı burada okuyabilirsiniz)
Belediye otobüsü ile dönerken karşımda oturan orta yaşlı kadın nereli olduğumuzu sordu.
Türk deyince şaşırdı.
“Hiç Türkiye’ye gittiniz mi?” diye sordum
“Yok, gitmedim, gitmem de. 400 yıl bu dile kolay” dedi



Bunca yıldır Yunanistan’a gelip gidiyorum ilk defa bir Yunanlıdan böyle düşmanca, geçmişe saplanmış bir tavır gördüm.
Akşam yemeğine indiğimizde restoranda yetkili görünen bir görevliye eşimin doğumgünü için sürpriz bişey ayarlayıp ayarlayamayacağını sordum.
“Tabi”, dedi. Oturduğumuz masayı tarif ettim, bir saatte anlaştık
Anlaştığımız saatte takım elbiseli Morley ve restorandan topladığı aşçı, garson, komi şef kim varsa hep beraber canı gönülden happy birthday diye şarkı söyleyerek mumları yanan bir pasta ile geldiler.



Neşe çok şaşırdı, sevindi, duygulandı, ben de eşekliğimi biraz telafi etmiş oldum. Gece Atina’dan yeni binen İspanyollar için geminin tanıtımını da içeren bir kabare gösterisini izleyip erkenden yattık.
5.Gün Mykonos
Sabah uyanıp camdan baktığımda yine bir limanda demirli olduğumuzu gördüm: Mykonos’a gelmiştik. Akşamdan adanın haritasını almayı unuttuğumdan hemen 5. kattaki Tura Turizm masasına gittim, aldım. (Rehberler gün içinde belirlenmiş 2-3 saat burada bulunuyor ve varılan liman hakkında bilgi ve fotokopi haritalar veriyorlar. ) Rehber Hanım’ın söylediğine göre adanın merkezi yürüyerek 1.5 km mesafedeymiş ama yol yürümek için çok darmış, tehlikeliymiş, iki otobüs yanyana gelince yayalara yer kalmıyormuş vs. Bu nedenle gemiden köy merkezine sürekli çalışacak servis otobüsüne kişi başı 8’er euro verip bilet alsak iyi olurmuş.
Kahvaltımızı edip, günlük nevalemizi çantamıza stokladıktan sonra kıyıya çıkınca köy merkezinin 1-1,5 km ilerde görünüp durduğunu gördük.



Hava çok rüzgarlı, asfalt yol gayet tenhaydı. Geze geze yürümeye, bu arada yanımızdan geçen arabalara da otostop yapmaya başladık.



Yarı yola varmadan bir Yunanlı aldı, merkeze bıraktı.
Mykonos merkezi gerçekten şipşirin bir Yunan köyü atmosferinde. Sahilde ufacık, şık bir şapel.



Önünde üçer beşer bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri,



tuttukları trakonyaları satarken sanki turistik bir mizansenin parçalarını oluşturan köylüler,



daracık, beyaza boyanmış, tertemiz sokaklar, mavi panjurlu, korkuluklu taş evler.
Burası Bodrum misali gece yaşayan bir yer olduğundan sabahın köründe ortalıkta sadece gemilerden inmiş turistler ve yaşlı köylüler vardı.
Biz de arka sokaklara daldık. Dar sokaklarda kaybolduk.



Bol bol havalı fotoğraflar çektik.



Köyün okuluna bile şekil yapmışlar.



Elimizdeki haritalara bakarak LP den okuduğum bedava müzeleri aradık. Köyün labirent gibi arka sokaklarında harita marifetiyle yol bulmanın imkansız olduğunu anlayınca köylülere sora sora sahildeki bir balıkçının evinden restore edilmiş Folk Art müzesini bulduk.



Kapıdaki tabelaya göre sadece akşamüstü (bizim gemi ayrıldıktan sonra) 3 saat açık kalıyormuş.
Neşe çok sıkışmıştı, etrafta hiç tuvalet de görünmüyordu. Hem gezeriz hem de varsa tuvaletinden faydalanırız diye diğer bir giriş serbest müze olan Lena’nın evini aramaya başladık. Haritaya göre evin nerde olduğunu biliyoruz ama bizim nerde olduğumuzu bilemiyoruz, zira daracık sokakların hiçbirinde sokak adı yazmıyor. Neyse sora sora bulduk ama orası da akşamüzeri 2 saat açıkmış. Bari tuvaleti kullanmak için izin isteyelim diye kapıyı çaldım. Yaşlı bir hanım açtı, müzeyi gezmek istediğimizi söyledim. Bizi şöyle bir süzdükten sonra içeri aldı. Burası yaşlı bir hanımın eviymiş, öldükten sonra da müze olması için içindeki eşyalarla birlikte bağışlanmış. Yüzyıl öncesine ait bir orta sınıf eviymiş. Evin içini gezmek hoştu, gezdiren kadın da Lena’nın bakıcısıymış, o ölünce evin bakıcısı olmuş. Evin arka bahçesi de çok hoş ve bakımlıydı.



Bu Yunanlılar çiçek bahçe bakımını çok iyi beceriyorlar.



Geçen yaz Sakız’da çiçeklerine hayran olup birer dal koparttığımız sardunya ve sakızlar daha koparırken tahmin ettiğim gibi bizim balkondaki saksılarda önce tutup yaprak verdi, sonra artık biz neyi eksik yapıyorsak yine perişan oldu. Hala yaşıyorlar ama ona yaşamak denirse…

Lena’nın evinin arka bahçesi hemen yanındaki Ege Denizcilik (Nautical) müzesinin arka bahçesiyle de bitişlik olduğundan müzenin arka bahçesindeki toplar vs yanında kocaman deniz fenerini de bedava görmüş olduk. Evin her tarafını gezip de çalışır bir tuvalet göremediğimizden sormadan çıktık.



Yandaki müzeye gidip kapıdaki adama buralarda tuvalet olup olmadığını sordum, Biraz düşünüp müzedeki kendi tuvaletinin anahtarını verdi de Neşe kurtuldu.
Meşhur değirmenlerin yanına çıkıp da birkaç fotoğraf çekip değirmenlerin altındaki metruk binalarda Can ile ben de kurtulduktan sonra merkezden ayrılıp plajlara gitmeye karar verdik.



Merkeze en yakın plaj yürüyerek 3 km mesafede ama pek matah bir yer değilmiş. Biz de köyün arkasına çıkıp Güneydeki plajlara doğru otostop çekmeye başladık. Eski, lüks bir Mercedes durdu (Tanju’nun uğruna mapuslara düştüğünden)
Sahibi Arnavut bir inşaat ustasıymış, burada mevsimlik inşaatlarda çalışıyormuş. Plaja gittiğimizi söyleyince “Hangisine gitmek istersiniz?” dedi
Ben de hep adını duyduğum çılgın partileriyle en meşhur olan Paradise’a gidelim dedim.



Abi Türk olduğumuzu öğrenince çok sevindi, bizi plaja kadar indirdi. (10 km)
Plaj ufacık bir koyda yan yana üç beach bardan oluşuyor ama elbette atraksiyonlar akşamüstü başladığından ortalıkta sadece yaşlı Almanlar ve koyun ucundaki kayalıklarda güneşlenip yüzen Yunan gençler vardı.



Koyun Doğu ucu mayolu, Batı ucu mayosuz güneşlenenlerce sahiplenilmiş. Biz mayolu köşeye geçip biraz yüzdük, güneşlendik. Deniz temiz, soğuktu. Denizin içinde kıyıya yakın ve paralel tektonik büyük bir kaya var.



Etrafta hiç ağaç bitki yok. Bu kadar çorak bir adanın, çorak ve vasat plajını dünyaca meşhur yapabilen Yunanlıları tebrik etmek lazım. Kulüplerin tuvaletleri ücretsiz.
Sıkılınca başka plaja gidelim dedik. Yürüye yürüye tepeye tırmandık.



Sakız’da olduğu gibi burada da plajlara ana yoldan 1-2 kilometrelik rampalarla inilip çıkılıyor. İşlek bir yol olsa gerek ki yoldaki kayalar grafiti ile doluydu. Tepeye varınca plaja doğru giden bir çifte otostop yaptık,



Aşağıdaki plaja kadar indirdiler bizi. Bu sefer geldiğimiz plajın adı Paraga Beach: Paradise’tan çok daha güzel ve kalabalıktı. Paradise’ın aksine buradaki işletmeler daha restoran-taverna havasında.
Plajla aralarındaki Ilgın ağaçları ortama güzel bir hava katıyorlar.



Denizin ortasındaki kayalık da yüzüp dinlenmek için güzel bir nokta. Bu plajda da çıplaklık çok yaygın. Özellikle gay çiftler epey komik görüntüler oluşturuyorlar.



Can ile denizin ortasındaki kayaya yüzüp tırmandık. Ege Denizindeki bu ufacık adadaki ufacık kayanın üzerinde, ısıtan ama yakmayan Eylül güneşinin altında güneşlenirken, yarından sonra İzmir’de okula başlayacak olmasının ne kadar uzak göründüğünü konuştuk.
Bu plajda da bir saat kadar geçirdikten sonra yine yürüyerek ana yola tırmandık. Tepeye tırmanırken aslındsa Paradise ile Paraga plajları arasında kıyıdan kestirme bir patika olduğunu fark ettik, ama gemide her sabah spor yapmamıza karşın açık havada ve Mykonos’un vahşi çorak doğasında yürümek iyi geldi. Tepede biraz bekledikten sonra yine Yunanlı bir çift bizi aldı ve yollarının üstünde olan yeni limana, geminin girişine kadar bıraktılar.



Bindiğimiz arabalar genelde tatil yapan Yunanlılara aitti. Bu çift de tatil için Atina’dan gelmiş.
“Kriz sizi hiç vurmamış gibi” dedim
“Olur mu çok vurdu” dedi kadın
Adanın arka tarafındaki köylerde bir apartta kalıyorlarmış, fiyatı da çok ucuz, haftalık 400 euroymuş!
Yorgun argın ve güneşten yanmış vaziyette gemiye dönmek çok iyi geldi. Artık gemiyi iyice evimiz belledik, her köşesine iyice alıştık. Hemen hafif bir şeyler yiyip havuz başına geçtik.



Kokteyl kokteyl üstüne, Tekila sunrise, Caipirinha altına Latin dansı yapanları izledik. Akşamüstü ben şezlongda sızmışken tüm yolcuların tatbikat için odalarına dönüp can yeleklerini giymeleri ve ikinci anonsta kabinlerin kapısında belirtilen toplanma yerlerine gitmeleri söylendi.
Geminin esas yolcusunu oluşturan İspanyollar Atina’dan bindiğinden Atina’dan ayrılınca genel bir tatbikat yapılıyormuş. Herkes Can yeleğini giymiş bir şekilde toplanma istasyonlarında toplandı.



Görevliler de kat sahanlıklarında yolculara yol gösterdi, bayağı sıkı tutulan bir tatbikatı.



Havuz başında uyumama izin vermeyecekleri için odaya gittim ama Neşe’nin bütün ısrarlarına karşın can yeleği giyip toplanma yerimiz olan kütüphaneye gitmeyi reddettim. Can’ı yanına katıp gönderdim ama biraz sonra geri geldiler.
Toplanma istasyonumuz olan kütüphanenin kapısında yoklama varmış.



Ben de mecburen uyandım, söylene söylene can yeleğimi giydim.

Can bu tatbikat işini çok sevdi , Can yeleğini giydikten sonra sağını solunu kurcalayıp düdüğünü öttürürken lambayı gösterip bu nasıl yanıyor dedi. “Suya değince otomatik yanıyor” dememle birlikte musluğa tutup yaktı!



Yeleğini değiştirdik, kütüphaneye indik, ben bir köşede kafamı canyeleğine koyup uyumaya devam ettim. Yarım saat kadar sonra tatbikatın bittiği anons edildi, odalarımıza döndük.
Işığı yanan can yeleğini söylesem mi diye düşündüm. Şimdi deli para isterler diye vazgeçtim. Zaten gemi de hiç batabilir gibi durmuyordu.

Akşam yemeğini lüks restoranda yedik. Yemekte sonra herkes ilgi alanlarına göre dağıldı. Can 8. kat sahanlığındaki eğimli halıda oyuncak araba yarışına, Neşe pilates dersine gitti. (1500 kişilik gemide derse giden sadece Neşe olmuş) Ben kafeteryada oturdum, bol bol kafe konyak içerek kitap okudum. Kafenin piyanisti Ferdinand Abi çok ilginç bir tip: Babama benziyor ve solo piyanoda Another brick in the wall gibi ortamla ilgisiz ve olmayacak şeyler çalıyor.



Bir başka gece de sırf Steve Winwood, Supertramp çaldı. Piyanosunun üstünde CD’lerini de satıyor. Kesin alanlar olmuştur zira bu turistler önlerine ne koysan alıyorlar. Bir köşede geminin tişörtleri satılıyor, 20-25 euroya kapış kapış aldılar. Gece yarısı atraksiyonu olarak bu gece tropik büfe vardı.



Açık güvertede uzun bir masaya tropik meyveleri pastaları falan dizmişler, millet yine önce uzun uzun fotoğraflarını çekti, sonra dalıp yediler. Ben de bir parça pasta yedim, beğenmedim. Zaten naturasında benim gibi obur ve açgözlü olan değerli dostum Yakup’un dediği gibi bu her şey dahil sisteminde sürekli abur cubur yemekten, yediğin hiçbir şeyden tat alamaz hale geliyorsun. Şahsen ben: efendi gibi üç öğün tabldot çıkarsalar ve içkileri de makul fiyattan satsalar, gastronomik açıdan daha keyifli bir seyahat yapmış olurdum.
6. Gün Rodos
Sabah uyandığımda kabinin penceresinden halatımızı Rodos limanına götüren motoru gördüm.



Can geç yattığından uyandırmak zor oldu.



Gezmeye doyduğumuzdan olsa gerek yavaş yavaş kalktık, sporumuzu yaptık, havuzda yüzdük. Rahvan kahvaltımızı ettikten sonra Rodos’a çıkmaya hazırdık. Gemi eski şehrin surlarının hemen önüne yanaştığından 5 dakikalık bir yürüyüşle surların içine girdik.



Günlerden Pazar olduğu için çarşıdaki dükkanların yarıdan fazlası kapalıydı ama ben açık olanların çokluğuna hayret ettim. Yunanistan’da, Pazar günü, bu kadar açık dükan; gerçekten hayretlere şayan bir durum. Herhelde krizle ilgili. Satıcıların yüzünden düşen de bin parçaydı zaten. Çarşı ve adanın genel havası daha önce buraya birkaç kez gelmiş olan Neşe’nin söylediği gibi Marmaris’i çok andırıyor.



Şöyle bir tur attık, Yahudi katliamı için yapılmış bir anıtı ve yanındaki papağanları inceledik.



Gemiden verilen fotokopi haritadan bir şey anlaşılmadığından ve bedava harita alınabilecek açık bir yer de gözükmediğinden kaybola sora kale surlarını bulduk.



Tarihi duvarlar arasında bilinçsiz bilinçsiz gezdikten sonra meşhur şövalyeler sokağını bulduk.



Burası duvarlardaki açıklayıcı bilgiler ve eski zamanlara ait fotoğraflar eşliğinde gezince etkileyici bir yermiş.



Eski şehri bitirince yüzmeye karar verdik. Neşe limanın Kuzeyinde bir plaj olduğunu söyledi. Gerçekten de limanın girişini oluşturan köşeyi geçince geniş halk plajını gördük. Bu arada limanın girişi dediğim yer Neşe’nin söylediğine göre meşhur, dünyanın yedi harikasından biri olan Zeus heykelinin durduğu yermiş.



Bu rivayete dayalı harikaya ben eskiden beri şüpheyle yaklaşmıştım. Şimdi durduğu yerin kıyıya yakınlığını görünce daha da şüphelendim. Gemilerin bacakarasından geçmesine izin verecek büyüklükte bir heykelin yıkılmış olsa suyun dibinde parçalarının bulunması gerektiğini Neşe’ye söyledim.
Plaj vasat ve kalabalıktı ama suyun içinde inşa edilmiş olan bir atlama kulesi Can’la çok hoşumuza gitti.



Hemen oraya yüzdük, defalarca çeşitli katlardan atladık.



En üst kattan taklalar burgularla atlayan sporcu çocukları izledik.




Aslında pek basit bir şey ama neden bizim plajlara da yapılmıyor bilmem.
Gemiye dönerken Neşe daha önce müdavimi olduğu bir büfeden dürüm döner (Gyros) aldı(2,60.



Gemideki yemekler dururken ben elbette almadım.
Geminin ilan edilen demir alma saati 16 idi ama saat geldiğinde Can’ın arkadaşlarından biri ve ailesi taksiyle limana yetişip güverteden kendilerini izleyen herkesin alkış ve ıslıkları arasında gemiye depar atıp yetiştiler.
Rodos’u pek gördük diyemeyeceğim ama aynı Marmaris gibi pek ilgimi çekmedi.



Limandan çıkınca açık denizde onlarca yelkenliyle karşılaştık.



Büyük teknelerin yanı sıra optimist grupları denizin üzerinde kelebekler gibi uçuşuyorlardı.



Yelkene olan hasretimi bol bol fotoğraf çekerek gidermeye çalıştım.


Son gecemizde (İspanyolların ikinci gecesinde) kaptanın gala yemeği vardı. Bu yemek öncesinde tiyatro salonunda kaptan ve mürettebatla tanışma ve fotoğraf çektirme merasimi tertiplendi. Bütün yolcular düğüne gider gibi kadınlar en şık tuvaletlerini mücevherlerini donanmış, erkekler beyaz smokin giymiş olarak tiyatro salonunun kapısında sıra oldular.



Ben kaptanın fotoğrafını resepsiyonda gördüğümden (Benim yaşlarda, sırıtık, dombili bir adam) kendisiyle tanışmak konusunda en ufak bir heves taşımıyordum.
“Çok istiyorsa kendisi gelsin tanışsın” diyerek kafede oturup gelen geçeni Fashion Tv misali izleyerek kafe konyağımızı yudumladık. Aslında görünüm favori kanallarımdan biri olan Düğün Tv ye daha çok benziyordu. Yolcular yaşlı olduğundan tuvaletler aynı tipti de türban varyasyonları eksikti.
Gece yatmadan çantalarımızı söylendiği şekilde kapının önüne koridora çıkardık.
7. Gün: İzmir
Sabah 7’de uyandığımızda İzmir Limanında demirliydik.



Hızlı bir kahvaltıdan sonra hemen resepsiyonda rehberimiz Seçkin’i bulup bizi bir an önce gemiden indirmesini, saat 8’de oğlanın okula bizim de işe yetişmemiz gerektiğini söyledim. Pasaportlarımız çoktan polise gitmiş, çantalarımız da yoldaymış. Resepsiyondan onay aldıktan sonra hemen dışarı çıktık. Polise gidip pasaportlarımızı aldık. Çantalarımız da yük arabalarıyla gümrükçülerin xray bandına geliyordu. Onları da gümrük kontrolünü beklemeden alıp yürüyerek İzmir’e çıktık. Herhalde gümrük memurları henüz mesaiye başlamadığından kimse bir şey sormadı. Xrayden geçsek muhtemelen çantamızdaki uzolardan bir kısmını bırakmak zorunda kalacaktık zira son anda öğrendiğime göre kişi başı ancak bir litre içkiye izin veriliyor, ayrıca 7 yaşı dolalı beri Can’a konut fonu ödememize rağmen 18 yaşını geçmediğinden ona (velisine) hak tanınmıyormuş.




Gemiyle seyahati biz oldukça sevdik. (Can ile Neşe çok sevdi, ben alternatif teklifim kabul edilip Gökova Orman kampında çadır kursaydık daha mesut olabilirdim.) Özellikle Mykonos ve Santorini gibi gezilip görülmesi gerçekten şart olan turistik ve pahalı adaları konaklama ve yemek masrafına girmeden yeteri kadar (tabi evli ve yaşlılar için yeteri kadar. Yoksa Mykonos’un esas olayı başlamadan gemi adadan ayrılıyor) gezebilmek bence bu seyahatin en avantajlı yanıydı.



Çantayı toplamadan aynı odayla şehir değiştirme işi de çanta toplama sorumlumuz olan Neşe’ye büyüleyici geldi. Bizim seyahatlerde sık sık yer değiştirdiğimizden çanta toplayıp açmaktan illalah dedi. Bu yaz yazlıkta geçirdiğimiz 9 gün son on yılda aynı yerde kalarak yaptığımız en uzun tatil oldu. Bugüne kadar evimiz dışında aynı yerde en fazla 4 gün kalmıştık. Gemideki kabinde kaldığımız 7 günü hangi kategoriye koymalı bilmiyorum.


Bütçe:
2 tam 1 çocuk; 7 gece 8 gün her şey dahil gemi bileti: 1800 TL
3 kişi gemi bahşişi :195 euro
Harcama: 50 euro
Toplam 2400 lira (Kişi başı 800 lira)

Kitap: Kayıp cennet Smyrna 1922 Hoşgörü kentinin yıkılışı Giles Milton