17 Mart, 2009

BREZİLYA III (Aralık 2008)








Çıkan bölümün özeti: Brezilya'daki ilk ev sahibimiz Andrea'nın evinde üç gece kaldıktan sonra ikinci ev sahibimiz Lucia bizi Andrea'nın evinden almıştı



Lucia arabaya biner binmez meme kanseri olduğunu ve tedavisinin yeni bittiğini söyledi. Couchsurfing'le de hastalığa yakalandıktan sonra tanışmış. Hep Couchsurfing ile konaklayarak gezen, gezi anılarını da Guardian gazetesine yazan İngiliz bir kız ilk misafiri olmuş. O sırada kemoterapinin en ağır devresindeymiş, sürekli kusuyormuş, ama kızı konuk etmek istemiş, moraline olumlu etkisi olmuş.
Kız bu deneyimini de yazmış.



Klinik psikolog olarak yoksullara bakan bir hastanede ve part time olarak zenginlere bakan özel bir klinikte çalışıyormuş. Birlikte deniz kıyısındaki Pituba semtindeki evlerine gittik. Evde eşi George vardı. George da üniversitede Maden Mühendisliğinde Profesör ve Bahia Komünist Partisinin başkanıymış. İkisi de çok cana yakın, bizimle aynı yaşlarda, aynı meşrepten insanlardı. Lucia iyi derecede Almanca ve İngilizce konuşmasına karşın, George Rusça ve çok az İngilizce biliyordu. Üniveristeyi Rusya’da okumuş.
Başbaşa epeyce sohbet etsek de sıkışınca Lucia tercümanlık yaptı.

Bu, duvardaki evlilik resimlerinde 8 yıl önceki halleri


Can’la yaşıt oğulları Theo tatil okulundaymış.
Evde birer kahve içtikten sonra arabaya binip şehir dışındaki tatil okuluna gittik.
Yolda anlattıklarına göre okulu işleten Amerikalı bir kadınmış, okul çok güzelmiş.
Gerçekten şehir dışında büyükçe bir bahçenin içindeki okul, girişindeki pet şişelerden yapılmış taktan başlayarak farklı olduğunu gösteriyordu.



İçinde çocukları çıldırtacak pek çok oyun ve oyuncak bulunan tek katlı, yerleri şaplı beton basit bir binanın yanı sıra bahçede tırmanılacak platformlu kocaman bir ağaç, tebeşirle yazmak için boyalı duvar, ufak bir hayvanat bahçesi de vardı.



Okulu işleten Susan, 1967’de evlenerek Brezilya’ya yerleşmiş, 60 yaşlarında, Tuğba Özay’ın yaşlılığını andıran, biraz kırık gibi görünen upuzun bir kadın.
Memleketinde pedagoji tahsil etmiş, 15 yıl önce de bu okulu açmış. Amerika’da çocuğun becerilerini oyunla geliştirecek bu tip kurumlar her kasabada varmış. Brezilya'lılara biraz yukardan bakan bir havası vardı.
"Aileler çocuklarıyla oynamıyorlar, burada beraber oynamalarını istiyoruz ama bırakıp gidiyorlar" diyordu.
Gittiğimizde çocuklar renkli hamurdan şekilli kurabiyeler pişirmekle meşguldüler, pişenlerden bize de ikram ettiler.



Can kesilmiş kamyon lastiğinden hulahupla çekilen kocaman sabun köpüğüne bayıldı. Özellikle sabun köpüğünde beni bile heyecanlandıran varyasyonlar vardı.



Haftalık, onbeş günlük programlar olduğu gibi günlük olarak da katılmak mümkünmüş, günlük ücret 10 dolarmış.
Theo ile Can tanıştılar, çocukların evrensel dilinde hemen anlaştılar.



Biraz daha oynayıp okuldan çıktık, eve geldik.
Hizmetçi kız tavuk, patates, makarna pişirmişti, birlikte yedik.
Lucia'larda Andrea'ların aksine yemek pişiyor ama sofra kuralım, oturalım yiyelim yok. Acıkan ya mutfakta, ya tabağı eline alıp salonda karnını doyuruyor.



George da, Andrea gibi neden Brezilya’yı tercih ettiğimizi sordu, ona da müziklerine hayran olduğumu, uzun süredir Caetano Veloso, Tom Zé dinlediğimi söyleyince bu müzisyenleri ta Türkiye’den bilmem ve beğenmeme çok şaşırdı.



Zira ikisi de Bahia’lı olmasına karşın Salvador'lu işporta CD satıcıları Tom Zé’yi hiç duymamışlardı, korsan MP3’lerini bulmam mümkün olmadı . George ise Tom Zé ile ahbapmış! Caetano ile de tanışıyormuş. “Occasionally they share a beer” (arada takılırlar) dedi, Lucia. George gitti, içerden açılmamış, gıcır gıcır bir Caetano CD’si getirdi, hediye etti.
Biz de bizi davet eden maillerini Brezilya’da alıp, hazırlıksız geldiğimizden yanımzdaki kahvaltılık zeytin peynirleri hediye ettik.
Zeytinler yine hemen kayboldu. Caetano CD'si ile biraz dansettikten sonra herkes öğlen uykusuna yattı. Kalkınca diğerlerini uyandırmadan hemen evin yüz metre altındaki plaja indik.



Bütün plajlar aynı, hiç uzaklara gitmeye gerek yok.
Aynı barakalar, aynı hafif içki ve yemekleri satıyor, deniz (okyanus) üç aşağı, beş yukarı aynı.
Merdivenden plaja inince şezlogcular ve barakacılar 'buyrun, buyrun' diye atlıyor.
Biz de kalender yaşlı bir Brezilyalı’nın işlettiği barakayı seçtik, caipirinhaları söyledik (2x4 real).



Can da kendine bebida (gazoz) söyledi (1 real; 1 euro = 2.80 real).
Kendine güveni gelsin diye biz hiç karışmıyoruz, o gidip Türkçe “Amcacım bebida verir misin” diyor, kutuları gösteriyorlar, rengini beğendiğini seçiyor.



Seinfeld’in dediği gibi: ‘Büyükler için bütün bonibonların tadı aynıdır ama çocuklar sarı ile kahverenginin çok farklı olduğunu bilirler!’
Hava kararana kadar aynı minvalde caipirinhaları götürerek yüzdük, güneşlendik, kitap okuduk. Önümüzdeki masada gençler öpüşme işini abarttılar.



Yaşlı amca müesseseden papalina benzeri kızarmış balık getirdi.
Hemen her yemeğin yanında olduğu gibi balığın yanında da tapioca dedikleri tatsız, kokusuz galeta ununa, irmiğe benzer bir şey vardı. Bu sanırım yuka veya kasava denen patatese bezer köklerin kurutulup öğütülmesiyle elde ediliyor ve ekmek niyetine her yemeğin yanına ekleniyor.



Denizde iyice acıkmış olan Can’dan kurtarabildiğimiz balıkları tapiokaya banıp yedik, eve döndük.
Duş aldıktan sonra hep beraber sahildeki parkta yapılacak gösterilere gitmek için evden çıktık. Deniz kıyısında genişçe bir konser alanı ve etrafında panayır tarzı kurulmuş standlarda hediyelik yiyecek içecekler satılıyor.



Oraya varınca Lucia'larla evde buluşmak üzere ayrılıp, biraz alışveriş yaptık. Büyük ahşap meyve çanakları hoşumuza gitti (20-30 real) ama taşımaya üşendik.
Suriye’den aldığım sandaletlerim deniz suyunda epey perişan olduğundan ben de bir tokyo terlik (başka türlüsü satılmadığından Neşe’nin hayret dolu bakışlarına aldırmadan parmakarası İpanema) aldım .



Brezilya'da milli kıyafet sayıdığından garip gelmedi de Türkiye'de yine ölsem giymem!
(zaten Sumatra'da çalındı)
Davul sesleri duyulunca konser alanına gittik.
Önce animist kostümlerle bir takım folklör oyunları oynadılar.



Sona yerliler şortlarının üzerlerine giydikleri tüylü kostümlerle bir kızılderili dansı yaptılar.



Seyircileri de çağırdılar, biz de halkaya katıldık, kızılderili halayı çektik.



Dönüşte evde pek yemek olmadığından yiyip de dönelim dedik ama hiç tanımadığımız bir çevrede olduğumuzdan bir tek Habib’s adlı Lübnan fastfoodu satan bir restoran zincirini bulabildik.



Noel şapkası takmış garson çocuklardan hiç birisi tek kelime İngilizce bilmediğinden resimlere bakarak felafel, kibbeh(içli köfte), fındık lahmacun gibi set menülerden söyledik, birer bira içtik, (30 real) bütün fast foodlar gibi tatsız ve pahalıydı.
Eve dönüp Lucia'larla, ertesi sabah (Pazar sabahı) 90 kilometre mesafedeki Praia do Forte adlı tatil kasabasına gitmek için plan yaptık. George klasik aile babası olarak:
"Sabah 7 de çıkalım, serinlikte gidelim" dedi, 8 de uyandı.
Gece hizmetçinin bizim için düzenlediği odada yattık.
Sivrisinek ve sıcak yüzünden pek iyi uyuyamadım.



Sabah mango ile kahvaltı edip saat 9 gibi yola çıktık.
Önce şehir dışındaki evlerine uğradık. Burası şehrin varoşlarında, yüksek duvarlar ve güvenlik ile korunan çok lüks bir site. Evimiz dedikleri de, bir dönümden fazla alanda kendilerine ait yüzme havuzu, voleybol sahası, kocaman kakao vs meyve ağaçları içeren bir büyük, bir de küçük misafir evinden oluşan bir yermiş.



Aslında burada oturuyorlarmış ama Lucia’nın hastalığı çıkınca tedavisini daha rahat sürdürebilmek için doktor olan abisinin evinin karşısında yer alan, şimdiki apartmana taşınmışlar.
Apartmanlarının bulunduğu Pituba da Bostanlı muadili (plajı saymazsak sahil düzenlemesi de benziyor) oldukça lüks bir semt.
“Ne kadar bu evin değeri?” diye sordum bahçeden topladığımız mango ve kakaoları yerken.



400 bin euroya almışlar, şimdi kiraya veriyorlarmış.
100 den fazla konut içeren sitede geçenlerde Brezilya milli takım oyuncularından bir grup gelip ev kiralamış, çok şamata yapmışlar.
Evlerinin karşısında yol üstünde yer alan Bompreço (iyi fiyat) market zincirinden birer Algida (buradaki adı Kibon, kıta değiştirince herşeyin adı değişiyor) aldık.



Mesela burada Opel’in adı Chevrolet!
Bu araba da Chevrolet Vectra



Marlboro'lar da Kuzey Amerika'daki gibi beyaz uçlu.
Eski bir şakaya göre bu farklılığın sebebi Rolling Stones'un gitaristi Keith Richards'ın kafası güzelken hangi kıtada olduğunu anlaması içinmiş.



Saat 12 gibi Praia do Forte’ye vardık.



Burası Lucia’ların çok sevdiği sık sık geldikleri bir yermiş.



Brezilya standartlarının üzerinde, temiz, turistik bir yer olmasının yanı sıra Tamar denen, bizdeki Caretta’ların benzerlerini korumak için kurulmuş bir organizasyonun merkezi de burada.



Türkiye’deki 'yumurtaların üstüne yatma, gece plajda ışık yakma' kampanyalarının aynısını burada yürütüyorlar. Ayrıca müze gibi bir yer düzenlenmiş, havuzlarda çeşit çeşit kaplumbağalar, köpek balıkları vs sergileniyor.



Nasıl çevreci bir organizasyonsa sergilenen kaplumbağaların nasıl yakaladıklarının fotoğraflarını da koymuşlar, kocaman kanca tosbağanın ağzından girmiş, gözünden çıkmış vs. Hoş kocaman hayvanların küvet kadar havuzlarda dönüp durması da ayrı gaddarlık ya...



Tabi bu havuzların olduğu bölgeye giriş biletli.
Kişi başı 10 real, çocuklar bedavaymış.
Lucia ile George daha önce çok girdiklerinden daha girmeyip dışardaki kafede bira içerken biz içeriyi gezdik.



Can kaplumbağalardan çok köpek balıklarına heyecanlandı.



Çıkışta biz de George’ların yanına çöktük. Tamar’ın kafesinde Bahia’ya özgü ufak, balıklı, peynirli içli köfteler yiyip bira içerek sohbet ettik, kafenin yanından denize girdik.



Pazar günü olduğundan gariban Brezilya'lılar da bizim haftasonu pikniği misali cümbür cemaat sahili doldurmuş, plastik masalarda bira içiyor yemek yiyorlardı.



Kafeden kalktıktan sonra kasabanın ana caddesinde yürüdük, bir restorana oturduk.
Onlar moqueca denen, buraya özgü, hindistancevizi sütlü, karidesli yemeği söylediler.
Bu yemek yanında pilav, tapioca, ve topik gibi bir sosla, büyük toprak bir çanak içinde fokurdayarak geliyor.



Karides dışında yengeçten tavuğa her türlü varyasyonu da mevcut.
İki kişilik böyle bir yemeğin fiyatı turistik bölgelerde 30 ile 50 real arasında değişiyor.
Biz de sarımsaklı, soğanlı güzel bir ızgara et söyledik, altında yanan mumlarla fondü gibi bir demir tavada geldi, lezzetliydi.



Toplam 140 real (50 euro) hesap geldi. Daha önceki kafeyi onlar ödediğinden bu sefer hesabın 100 realini ben verdim.
Pazartesi günü için Salvador'dan çıkmayı planlıyorduk ama nereye gideceğimize bir türlü karar verememiştik.
Bu turistik ama sakin kasabayı sevdiğimizden yarın önce buraya gelip bir gece kalmaya karar verdik.



Geldiğimizde çantayla kalacak yer aramak zor olur diye biraz pansiyon baktım.
Yaşlı bir Alman çiftin işlettiği Montrö Pansiyonu beğendim, gecelik oda fiyatı 80 realmiş. Lucia'lar burada yaygın olan bisikletli fayton gibi araçla döndüler biz yürüdük, otoparkta buluştuk.



Bugünden sonra kalan 5 günümüz var.
Lucia’ların evinde maillerimi kontrol ederken Couchsurfing’den bir davet daha aldım. (Lucia'nın davetini de Salvador'da, Andrea'nın bilgisayarında almıştım)
Bir aile daha bizi Porto de Barra plajındaki evlerine davet ediyordu. Artık biraz da kendi başımıza otel tatili yapmak, Brezilya taşrasını da görmek istediğimizden teşekkür edip reddettim.



Salvador'dan 200 kilometre kadar Kuzey’de Aracaju diye bir kent olduğunu, burda Kerala’daki gibi nehirde tekne turları yapıldığını okumuştum. Oraya gitmeyi, giderken de yol sahili takip ettiğinden yoldaki plajlardan beğendiklerimizde kalmayı planlamıştık, ama Brezilya'da otobüs fiyatları çok pahalıymış. ( Aracaju’ya bir kişi 65 real)
Hem inip binmek daha da pahalı olacağından, hem de otobüsün bıraktığı yerden plajlara ulaşmak için 3 ile 10 kilometre arasında yürümek gerektiğinden bundan vazgeçtik.




Lucia’ya araba kiralama fiyatlarını sordum, ucuzmuş, araba kiralamaya karar verdik.
Eve dönünce yol yorgunluğuyla erkenden yattık ama dışardan güzel bir müzik sesi geliyordu. Çok merak ettim, dayanamayıp kalktım, üzerime fotğraf makinesi, cüzdan gibi çalınabilecek bir şey almadan tek başıma dışarı çıktım. Sesleri takip ederek ıssız sokaklardan sahildeki konser alanına geldim. Lokal bir Reggae grubu konser veriyormuş. Ses düzeni sağlamdı, grup da bayağı iyi çalıyordu ama izleyici sayısı nedense 20-30 kişi ya var, ya yoktu.
Aslında reggae Brezilya’da çok seviliyor ve dinleniyor, adeta kendi halk müzikleri gibi popüler.



CD satanlarda rasta saçlı, çakma Jamaikalı havasında pek çok yerel reggae grubunun albümünü gördüm.
Bu grup İngilizce cover yapıyordu, ama oldukça iyiydiler. Cebimdeki bozuk paralarla bir bardak konyak(2.5 real) aldım, saat 10 da konser bitene kadar sallanarak dinledim, sonra eve döndüm.
Sabah uyandığımızda evde kimse yoktu. Kahve yaptık( burada kahveyi herkes akvaryum süzgeci gibi bez bir süzgeçin içine koyup, sıcak suyun içinde 2-3 dk bekleterek yapıyor. Biz süzgeçi bulamadığımızdan Türk kahvesi şeklinde yaptık)
İçerken önce hizmetçi kız, sonra George ve Lucia sahildeki sabah yürüyüşlerinden geldiler.



İnternetten Salvador’daki araba kiralama şirketlerini buldum, elbette hiç biri İngilizce bilmediğinden Lucia bizim adımıza telefonda konuştu, pazarlık etti.
En iyi fiyatı veren JBrasil şirketiyle klimalı, 2007 model Palio için günlük 75 realden 4 günlük anlaştık. Arabayı saat 11 de eve getireceklerini söylediler. 2 saate yakın vaktimiz olduğundan oralarda bozduramayız diye para bozdurmak için İguatemi adlı büyük alışveriş merkezine gittik. 2,25 ten 400 dolar daha bozdurdum.
Şimdiye kadar Brezilya'da geçirdiğimiz 5 günde 200 dolar harcadık.
11’de evdeydik ama arabayı getirecek olan kız ancak 12 de geldi.



Bir takım formlar doldurdu, parayı nakit vermemize karşın kredi kartı numaramızı da aldı, arabayı teslim etti.
Kışlık kıyafetlerle hediyeler gibi lüzumsuz ağırlıkları bir çantaya doldurup evde bıraktık, Lucia’larla 4 gün sonra görüşmek üzere vedalaşıp yola çıktık.
Önce alkol aldık.
Yani arabaya aldık.
Burada arabalar hem alkol hem benzinle çalışıyor, buna da flex deniyor ve arabanın üzerindeki bir etiketle gösteriliyor.



Benzinin litresi 1, alkolünki 0,65 euro. Genelde yarı yarıya karıştırarak kullanıyorlar. Biz çoğunlukla alkol kullandık. Alkol benzinden daha ucuz olamakla birlikte bir litre benzinle gittiğin yol bir litre alkolle gidilmiyor. Brezilya'da şeker kamışı bol olduğundan bundan üretilen alkol yakıt olarak kullanılınca para ülkede kalıyor.
Benzincide sattıkları alkolü merak edip baktım, renksiz ve
ispirto kokuyor.




Sahil yolundan Kuzey’e doğru giderken dün uğradığımız Bompreço markete bir daha girdik, Cachasa (Kaşasa, Brezilya’ya özgü şeker kamışından yapılan bir rom, caipirinha denen limonlu kokteyl de bununla yapılıyor), limon, biraz bisküvi, içecek falan aldık.
Raflarda Şölen marka bisküviler vardı, üzerlerinde de Türkçe yazıyordu.
Su Brezilya'da diğer mallara göre çok pahalı: 1,5 litre su 1.80 , 1 litre rom 2,20 real.
Neşe en ucuz mavi şişeli sudan üç litre aldı, meğer sodaymış.
İki litresini içtik, sonuncuyu "Eeeh" deyip attık.



Şansımıza bizim yola çıktığımız gün Şavez, Mavez bütün Latin Amerika liderleri Salvador'da toplanıyorlarmış. Uluslararası havaalanı yolumuzun üstünde olduğundan yolun kapatılabileceğini söylediler. Elimizde sadece turizm bürosundan aldığımız Salvador civarındaki plajları gösteren karikatürize edilmiş bir harita ve George'un verdiği Portekizce Bahia rehberi var. Kitabın dilinden anlamadığımız için resimlere bakarak plajların önünden geçen tali yoldan, resmini beğendiğimiz plajlara girip çıkarak Kuzey’e doğru devam etik. Yollarda kontrol noktaları oluşturulmuşsa da kimse bizi durdurmadı.



Önce Salvadorda tanıştığımız Türk'lerin tavsiye ettiği Stella Mares’e girdik, fena değildi. Burada güzel bir çadır kampı vardı.
Gölge yapan ağaçların çam değil palmiye olması dışında bizim kamplardan farkı yoktu.



Bir sonraki Jaua plajında mercan resifleri doğal bir dalgakıran oluşturmuş, kıyıya sert dalgaların gelmesini önlüyordu ama plajda erkek kalabalığı fazlaydı ve epey sarhoştular. Caetano CD’sini evde bıraktığımız çantada unuttuğumuzdan bu köyün meydanındaki çerçiden korsan bir CD alayım dedim. Adamdaki işe yarar tek albüm Best of Bob Marley’di, mecburen onu aldım (3 r)
Brezilya köylülerinin kıyafetleri bizim köylülere hiç benzemiyor, kadınlar bikini üstüyle mini etek giyiyorlar (belki de tek kıyafetleri)
Bu kızın fotoğrafını çok yoksul bir köyün içinden geçerken çektik, evlerinde su olmadığından derede bulaşık yıkıyordu.





İtaparica güzel sakin bir plajdı ama sadece lüks oteller vardı.
Akşamüzeri Praia do Forte’ye vardık. Dünden kalmayı planladığımız Montrö Pansiyona gittik, güzel odaları kalmamış, pansiyoncu kadın da çok bağırarak konuşuyordu, eşyaları indirmişken vaz geçtik.
Araya araya Algas Marinhas diye bir pousada (pansiyon) bulduk.



Sahibi Ejivaldo yaşlı ve tatlı bir adam, hem de İngilizce biliyor!



Oda da güzeldi, iki günlüğüne oda kahvaltı 150 reale anlaştık.
Otel deniz kıyısında sayılır, plaja 50 metre mesafede.



İçecekleri odadaki buzdolabına bırakıp doğru sahile çıktık.
Epeyce yüzüp dalgalarla oynadık, su sıcacıktı.
Odada Ejivaldo’nun verdiği limon sıkacağı ve buzlarla caipirinha hazırlayıp balkonda hamak keyfi yaptık.



Akşam yemeği için mütevazi bir restoranda karidesli ve sebzeli moqueca yedik, biralarla birlikte 41 real hesap geldi.



Sabah kalkar kalkmaz 20 dakika yüzüp geldim.
Kahvaltıyı otelin arka bahçesinde yaptık; süt, kahve, meyve suyu, papaya, kavun, peynir jambon, kek vardı. Radyoda Carlos Jobim çalıyordu, çok güzel bir kahvaltı oldu.
Ejivaldo dün 73 yaşına girdiğini söyledi, kalemimi hediye ettim sevindi.



Kızı 10 yaşında karısı da 42 yaşındaymış .
Kadın pek suratsız, domuz gibi, Ejivaldo’ya da kötü davranıyor.



Kahvaltıdan sonra gelgitle kayaların arasında oluşan havuzcuklara gittik. Bu Praia do Forte’nin turizm broşürlerinde kaplumbağalarla birlikte vurgulanan bir özelliği.



Şnorlkelle dalıp mercan kayalıklarındaki renkli balıkları izledik, özellikle Can bu işe bayıldı.



Denizin suyu durgun yerlerde zaman zaman insanı yakacak kadar sıcak olabiliyor.
Praia do Forte aslında ufak bir köy.



Deniz kıyısındaki ufak meydanında eski hoş bir kilise,
halk tipi kafeler, ve denizden çıkanlar için duş var.



Yalnız duşun elektrikli motoru meydanın öbür ucunda olduğundan ilk başta açmayı başaramadık, başkası duş yaparken araya kaynadık.



Öğlen yemeğini yine çarşıda çeşitli sosis ızgaraları ve bira ile geçiştirdik.
Yanımızdaki masada şişman ailesiyle oturan Kayahan kılıklı bir abi ya zevkine, ya da sosisine güzel gitar çalıp şarkı söylüyordu, bizden birşey istemedi.





Öğleden sonra biraz odada dinlenip tekrar yüzmeye gittik. Benim biraz midem bulanıyordu. Denizin tadını en çok Can çıkardı.



Bir de kuma gömdük, çok hoşuna gitti.



Can'ın Türkiye'de kış iken burada yaz olmasına şaşıracağını düşünüyorduk, ama olağan karşıladı. Ben tabi öğreten adam olarak yine de mevsimlerin oluşumunu ayrıntılı olarak anlattım.



Kendimi sık sık Kaan Ertem'in bu karakteri gibi konuşurken yakalıyorum, ama yapacak bir şey yok, çocuğa hayatı öğretmek lazım.
İnşallah Can da içinden o karakterin oğlu gibi konuşmuyordur .



Akşam hamak keyfinden sonra bu sefer lüks bir restorana oturduk.



Ben midem bulandığından meyve suyu içmekle yetindim, Neşe balık yedi, Can biftek filaminyon (toplam 78 real). Balık pek lezzetli değildi, herhalde dondurulmuştu.

(fotoğraf Can'ın makinesinden)


Üstelik bir porsiyon ısmarladığımız halde iki porsiyon getirmişler. Allahtan yiyecek halim yoktu da birini geri gönderdik.
Gece rüyamda Abdullah Gül ile canciğer arkadaşmışız.



Sabah yine kahvaltıdan önce biraz yüzüp geldim. Bugünkü kahvaltıda kek yerine kızarmış muz vardı.
Saat 10 gibi Praia Do Forte’den çıktık, Kuzey’e doğru yola devam ettik.
Elimizdeki harita Bahia eyaletinin sınırına kadar olan yolu ve plajları karikatürize edilmiş şekilde gösteriyor.



Yolumuzun üstünde Massarandupio diye çıplak güneşlenenlerin karikatürleri çizilmiş bir Praia de Naturismo olduğunu görünce her Türk evladının yapacağı gibi yolunun bozuk olmasına aldırmadan tabelayı görünce saptım.



Toprak yoldan 15 kilometre kadar gittikten sonra yolun bittiği yerde arabayı park edip, yürüyüp karşıki tepeyi aşınca gerçekten göz alabildiğine uzanan, kocaman, ıpıssız bir plaja indik. Çıplaklar plajına yakışacak bir lokasyon seçmişler ama ortalıkta hiç kimse olmayınca çıplak da yoktu.



Taa uzaklardan iki atlı geliyordu, yanımıza gelince ellerindeki sopaların ne olduğunu sordum. GSM şebekesinin kapsama alanını kontrol ediyorlarmış.




Kıyıdaki tek çardakta oturup batata frita (pomfrit) söyledik, yanımızdaki sabah buzdolabından çıktığı için hala soğuk olan tropik meyve suyu ile götürdük.



Mayolu olarak biraz dalgalarla oynaştıktan sonra arabaya dönüp tekrar yola çıktık.
Bir dahaki hedefimiz beyaz kumsallarıyla meşhur bir yarımada olan Mangue Seco.



Praia do Forte’den yola çıktığımızda benzinimiz bitmek üzereydi, nasıl olsa buluruz diye üzerinde durmadım, ama 30 km gitmemize karşın hiç benzinliğe rastlamadık. Meğer Praia do
Forte’ye kadar olan yol Salvador’a yakın olduğundan ve sık kullanıldığından benzinci bolmuş, ben de nasıl olsa sık sık benzinci var diye 20 litre 20 litre alıyordum.
Brezilya'da belki de ükenin büyüklüğünden, yollar pek tenha.



Palmiye ormanlarının arasında uzayıp giden yoldan 5 dakikada bir araba geçiyor.
Tabela, işaret hemen hemen yok gibi. Ufak tabelalarda 117, 120 gibi üçer beşer artan bir rakam var ama ne olduğunu ancak Salvador’a dönerken anlayabildim: Salvadordan ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyormuş. Ebette bizim konumumuzda son derece geresiz bir bilgi. Bunun yerine önümüzde hangi şehir var, kaç km kaldı gibi bir şey yazsalar çok daha makbule geçerdi.
Neşe'yle neşeyle çıktığımız yolda yakıt lambasının yanmasıyla gerginliğimiz artmaya başladı, radyoyu kapattım.



Yakıt lambası yanık vaziyette 50 kilometre gittikten sonra artık tepelerden inerken kontağı kapatıp el freni ile inmeye başladım. Bir yandan da yanımızdaki bir litre cachasayı depoya koysam işe yarayıp yaramayacğını düşünüyordum. Rom 45 derece, nereden baksan yarı yarıya su içeriyor, bir de motoru bozarsak halimiz iyice harap olacaktı.
Sonradan George'a sordum, çalışabilirdi dedi.
İki üç evlik bir mezradan geçerken Neşe ağlamaklı “Nasıl olsa yolda kalacağız, bari burada duralım da sen benzin aramaya git, ıssız yerde beklemeyelim” dedi



Arabayı parkedip evlerin kapısını çaldım, işaret diliyle benzinci sordum. İşaret diliyle 6 kilometre ilerde olduğunu söylediler. Yine kontağı kapata kapata 6 kilometre daha gittikten sonra sağda benzinliği görünce bayram ettik. Daha önce Ilgaz dağının tepesinde benzer bir gerilimi yaşamıştım, ama gurbette, hele hiç de tekin olmayan bir yerde stres katlanıyor!



Benzincide 50 reallik alkol aldıktan sonra pompacı çocuğa Mangue Seco’yu sorduk, "18 kilometre ilerden sağa girceksiniz" dedi (işaret diliyle). Elimizdeki haritanın sınırlarının dışına çıktığımızdan ve yolda hiç tabela olmadığından tarif üzerine seyahat etmeye başladık.



Benzincinin söylediğine göre gidip 8 km ilerde okunur okunmaz, elle yazılmış tabeladan içeri girdik, 12 km daha gittikten sonra hiç de turistik sayılamayacak, balçık gibi denizin kıyısında bir köye geldik ve yol bitti.
Issız plajda geleceğin Ronaldinho'ları top koşturuyorlardı.



Brezilya'da da çocuklar aynı Türkiye'deki gibi sürekli futbol topu peşindeler.



Uyuklayan köylülerle iletişim kurmaya çalıştık, köyün en entellektüelini uyandırıp getirdiler.
Adam "İspanyolca biliyor musunuz?” dedi
Ben "İngilizce biliyor musunuz?” dedim
Adam "Fransızca?” dedi
Ben “Almanca?” diye sordum



Sonuçta ikimizin de multilingual olduğu ancak çakışan ortak bir dilimiz olmadığını anlayınca bu kez Fransızca katkılı işaret diliyle bize Mangue Seco’nun hemen karşıda 500 metre ilerde görünen beyaz kumlu yer olduğunu, oraya ancak kayıkla geçebileceğimizi, arabayı köylerinde bırakmamız gerektiğini söyledi.



Kayıkla geçiş de 40 realmiş. “Daha neler, yol yok mu oraya” diye işaret ettim
Geldiğimiz 12 km. yi geri gidip Salvador'a doğru geri giderek oraya giden yola girebileceimizi ama yolun kötü olduğunu işaret etti
'Kötü olsun, nasıl olsa araba kiralık' diye düşünerek geri döndük, kavşağa çıktık, Salvador'a doğru gitmeye başladık. 10 kilometre gidip hala benzinciye gelmeyince ben kıllanmaya başladım. Yolda da Aracaju’daki eviniz 15 km yazan (yani tahminen öyle yazan) bir otel tabelası görünce Neşe’ye “Biz kavşaktan yanlış yöne dönmüşüz bak Aracaju’ya 15 kilometre var yazıyor, oraya gidelim bari” dedim. Biraz daha gittikten sonra karşıdan gelen bir traktör görünce arabadan inip kollarımı açarak durdurdum. Çamurlukta oturup sigara içen kaygısız adama traktörün gürültüsü arasında “Aracaju bu tarafta mı?” diye işaret ettim, başını olumlu anlamda salladı.
"Kaç kilometre?" diye sordum (bunu biliyorum, ‘quanto kilometer?’)
"25" dedi
Adama pek güvenmediğimden kulağındaki gürültü kulaklığını çıkarmaya zahmet etmeyen gençten, meraksız şöföre kulaklığını çıkarmasını işaret ederek aynı soruları sordum, o da
“Evet Aracaju gittiğiniz tarafta, evet 25 kilometre” dedi.



Yapacak fazla birşey olmadığından yola devam ettik, bir süre gittikten sonra “Aracaju’daki eviniz 15 km” tabelasını tekrar görünce meali doğru olsa bile 15 km'nin otelin Aracaju’ya mesafesi olduğunu anladık. 25 kilometre dedikleri yerden 40 km daha gittikten sona akşamüstü saat 4 gibi büyük bir şehre geldik.
Yol kenarındaki bir benzinciye girdik, “Burası Aracaju mu?” dedik
Hayır burası Estancia’ymış, Aracaju daha 75 kilometre ilerdeymiş!
Yıkıldık. Sabahtan beri aç duruyorduk, benzincinin restoranının önündeki mangalda pişen et parçalarından gözüme kestirdiklerimi işaret etim, bir de litrelik kola açtırdık, biraz aklımız başımıza geldi.



İki saat sonra hava kararacağından ve yarından sonra da dönüşe geçeceğimizden yol yakınken geri dönmenin daha hayırlı olacağına karar verdik, bir U dönüşü ile tekrar Salvador yönüne döndük.
30 kilometre gittik, geçtiğimiz yerler hiç tanıdık değil, bir bizon çiftliği vardı onu görmedik falan derken yol kıyısında hindistan cevizi satan bir adama sordum.



Bu sefer de Estancia girişindeki hiç tabela içermeyen kavşağı atladığımızdan Salvador’a giden, demin geldiğimiz sahil yolu yerine içerden giden devlet yoluna girmişiz.
Bir U dönüşü daha; olay artık sinirlenme sınırını aştığından, 'belki de bizi böyle sarhoş gibi davranmaya iten arabanın alkolle çalışması ya da Bob Marley' dedik , Buffalo Soldier şarkısını sonuna kadar kökleyip üçümüz birlikte bağırara bağıra eşlik ederek Estancia’ya döndük,





kaçırdığımız kavşaktan girdik, 30 kilometre sonra sabahtan beri aradığımız Mangue Seco’ya giden yolu bulduk.
Sabah görmememiz normalmiş çünkü daracık bir toprak yol ve elle yazılmış ufak tabela sadece Salvador yönüne giderken görünüyormuş.
Bir kaç kilometre önce kontrol noktasındaki polise yolu tekrar sorduğumuzda arabaya bakıp "Bu arabayla oraya gidemezsiniz” dediğinden inat etmedik, Mangue Seco’yu bundan sonraki hayatımızda ‘ulaşılamayan yer’ anlamında kullanmaya karar vererek Salvador yönüne devam ettik. Hava iyice kararmaya yüz tuttuğundan önümüzdeki ilk köy olan Costa Azul yoluna girdik. 12 kilometrelik tozlu yoldan sonra deniz kıyısındaki 30-40 hanelik köye vardığımızda hava kararmıştı. Alah’tan köyün tek oteli açıkmış.



Açık koridora açılan pencerelerinde cam yerine ahşap kepenk olan, karyolası betonerme oteli yaşlı bir çift işletiyormuş, ve yes-no kadar İngilizceleri yokmuş.



60 istediler, üç aşağı beş yukarı kahvaltı dahil 45 reale anlaştık.
Çantaları odaya bıraktıktan sonra sahildeki köyün tek restoranına gittik, bizden başka müşteri yoktu.



Patates kızartması ve bira ile akşam yemeğini halletik.
Can restoranı işleten kadının kızı ile hemen arkadaş oldu.



Kız da pek arkadaş canlısıymış, Can’a sarılıp sarılıp öptükçe Neşe’ni suratı asıldı.
“Hayırdır karıcım?” dedim
Sinirle “Şu kıza bak, oğlumun içine düşecek nerdeyse” dedi



“Pes” dedim, “senin kayınvalideliğinden korkulur!”



Issız köy sokaklarından el feneri ile geçip odaya geldik, Neşe yattı, biz Can'la sıcaktan uyuyamadık, koridorda sohbet ettik.
Can'dan keni çocuğunu bu yaşlarda yurtdışına götüreceği konusunda söz aldım. Belki böyle bir aile geleneği oluşur.



Sabah panjurların arasından sızan ışıkla uyandım.



Sahile gittim, deniz çok dalgalıydı, yüzmeden geri döndüm.
Köyün üç beş genci dışında sahilde kimse yoktu.



Balıktan dönen köylüler teknelerini (Bunlara tekne denebilir mi bilemiyorum: İki kalasın birbirine bağlanmasıyla yapılmış bir sal, üstünde uzun bir dala bağlı yırtık pırtık yelken, bir de oturmak için çakılmış bir tahta parçası! Benim ayağımı sokmaya çekindiğim sert dalgalı okyanusa bununla açılıp, balık tutup, bir de geri dönmeleri inanılmaz) kıyıya çekiyorlardı.



Otele vardığımda yaşlı kadının kahvaltı sofrasını hazıradığını görünce sevindim, zira akşam ben kahvaltı dahil anlamıştım ama onların ne anladığından emin değildim.



Kadının adı Delilah kocasının adı Muassilmiş, İtalyan kökenliymişler, çocukları da Suudi Arabistanda çalışıyormuş. Taze meyve suyu, kahve, süt, peynir, jambon ve bir kavanoz bisküvitle kahvaltı ettikten sonra Salvador’a doğru yola çıktık.



'Tekrar Praia do Forte de mi kalsak, orası iyiydi' diye düşünürken daha önce atladığımız İmbassai adlı köye girdik. Hem toprak sokaklarıyla falan bayağı bir köy, hem de turistik aktivite, restoran, hediyelikçi falan var, çok hoşumuza gitti.



Köyün içinden bir dere geçiyor, derenin ucu 500 metre ilerde denize kavuşuyor ve aynı İztuzu plajındaki gibi iki yanında da yüzülebilen ince uzun bir yarımada oluşturuyor.
Köyün merkezinde havuzlu güzel bir otel bulduk, sahibi havuz başındaki lüks odaya 70 real dedi, ekstra yatak için de para istemedi, anlaştık yerleştik, kendimizi havuza attık.



Can biraz da kazanacağı hakların gazıyla ilk defa burada simitsiz yüzmeyi başardı.
Kısa kenar bir , uzun kenar 2 hak derken bir anda 15 hak biriktirdi.



Öğleden sonra yürüyerek İztuzu muadili plaja gittik. Köyden plaja 1 real karşılığı turistik sallarla da gitmek mümkün.



Tatlı suya bakan sakin tarafta 7-8 baraka masaları şezlongları suyun içine atmışlar, deniz tarafında hava sert olduğundan herkes bu tarafta bira içiyor, tıkınıyor.



Biz de İngilizce konuşan garsonu olan birine oturuk, bira ve kızarmış papalina söyledik.



Garson Çagu çok efendi bir çocuktu, bas çalıyormuş, yazları burada çalışıp ayda 400 real kazanıyormuş. Maaş yokmuş da bütün restoranlarda hesaba düzenli olarak eklenen %10 garsoniyeleri alıyorlarmış.



Kışın özellikle Temmuz Ağustos aylarında her yer kapalıymış, çünkü çok feci fırtına oluyormuş.
Sığ, tatlı suda Can yine oynayacak zenci bir kız buldu, yüzme denemeleri yaptı.



Biz de kıyıda ayaklar suyun içinde biraları devirdik.
NovoSchin’in siyah birasını ilk kez burada gördüm, küçük bir kutu söyledim.



Çagu "Pek ağız tadınıza uymaz efendim” diye uyardıysa da ısrarla istedim. Pek tatlıymış, beğenmedim, bıraktım. Efendi garson Çagu yine de "Beğenmediyseniz ödemek zorunda değilsiniz” dedi
Pljda bizden başka yabancı yoktu. Suda sohbet ettiğimiz yan masadaki komşular Rio de Jenerio’dan arabayla gelmişler, yol 18 saat sürüyormuş, Sao Paolo’da mola verip gece yatmışlar.



Oysa ki haritada ikisinin arası İzmir-Balıkesir kadar görünüyor. Biz de bu görünüme aldanıp ilk biletleri aldığımızda 'herhalde otobüsle 2-3 saatlik mesafe, Rio'ya da gidelim' diye düşünmüş ancak biraz okuyup da otobüsle 24 saat sürdüğünü ve otobüs biletlerinin bir servete mal olduğunu öğrenince vaz geçmiştik.
İç hat uçuşları saat olarak makul olmakla beraber onlar da çok pahalıydı (kişi başı 300 dolar gibi fiyatlar vardı).



Brezilya’ya gelirken nereyi görmek istiyorsan oraya gitmek lazımmış, iç hatlarda aktarma yaparım düşüncesi yanlışmış; en azından biz öyle ucuz bir bilet bulamadık.
Herkes Rio’nun da çok güzel olduğunu, ama Salvador’a göre daha büyük ve tehlikeli olduğunu söyledi. Aradaki Sao Paolo ise pek güzel bir şehir değilmiş. (En önemli özelliği 29 Mart’tan sonra THY nin direk uçtuğu destinasyonların arasına katılması.)



Ben biraz da yarımadanın öbür yanına geçtim, (ölçüleri İztuzu’ndan bile küçük).
Hava bu tarafta rüzgarlı olduğundan denizde dalgalarla oynayan bir çift dışında pek kimse yoktu.



Tekrar geri döndüm, masaları dolaşan bir ressamı izledim.
Kendine çok güvenli bir havası vardı ama çizdikleri ilkokul öğrencisinden halliceydi.



Eğer bu çizdiği resimler karşılığında; miktarı önemli değil, para alabiliyorsa büyük başarı.
Güneş batana dek suya ve biraya doyduk, restoranlarda kalan son müşterilerle birlikte biz de kalktık, son tekneye atladık.



Tekneleri Venedik'teki gondollar gibi sırıkla ittirerek sürüyorlar.
Tekne arkadaşlarımız Türk olduğumuzu öğrenince hemen Fenerbahçeee, Alex de Souza, dediler (erkekler).



Roberto Carlos neyse de, ben Alex’i bilmelerine şaştım.
Brezilya gibi her ülkede topçusu olan bir memlekette sanki hiç tanınmayan biriymiş gibi geliyordu bizim Cuma (saçları uzatıca Cuma’ya benziyor)



Hava kararmaya başladığından gündüz gözüyle köyün meydanına çıkıp restoran aramaya başladık.



Imbassai’yi çok beğendik, kırmızı toprak yolları, tek katlı binalarıyla sanki Hindistan ya da Afrika’da bir köyü andırıyor.
Köy möy diyorum ama çok prensipliler: Restoranların, bahçelerin kapısını bir değnekle kapatmışlar, 18 de açacaklarmış, girelim yemek çıkana kadar bir şey içelim yokmuş.



Güzel bir lokal restoranda karar kıldık, odaya dönüp duş aldıktan sonra saati doldurduk. Yemek olarak hem tadı güzel olduğundan, hem de pek başka birşey olmadığından elbette ki yine moqueca söyledik, bu sefer ahtapotlu (polvo).
Yemek 36, batata frita 8, bira, meye suları, hindistancevizli dondurma derken 56 real (20 euro) hesap ödedik.



Köyün dükkanlarını biraz dolaştık. Bakkalda, köyde yapılmış, boş şişelere doldurulmuş çeşitli meyve likörleri vardı. Etiket de standart basılmış, hangi meyvenin yanına çentik koyulmuşsa onun likörü. Ben bir şişe Mangaba likörü aldım, (1 euro), votkalı meyve suyu gibi bir şeymiş, hemen içtim bitti.



Odada otelciden buz alıp caipirinha hazırlayıp hamak keyfi yaparak geceyi sonlandırdık.



Sabah yine havuz ve kahvaltıdan sonra arabayı 12 de teslim edeceğimiz için 10’da yola çıktık. Yoldaki kilometre tabelaları bu kez Salvador’a kaç kilometre kaldığını gösterdiğinden işe yaradı, ama gösterdiği rakam şehrin dış sınırına olan mesafeymiş.
Ben hesabımı tabelalara göre yaptığımdan şehir girişinde 5 reallik daha alkol almak zorunda kaldım.
Salvador’a girişte sahil yolunun başını kaçırdığımızdan otobana girmek zorunda kaldık. Hiç bilmediğimiz bir şehirde 120 ile giden arabaların ve sağımızdan solumuzdan vızır vızır geçen motosikletlerin arasında çıkacağımız yolu bulmak için epey panik yaşadık, çünkü otobandan çıkışlar bizdeki gibi sadece sağdan değil her iki taraftandı.
Yolun ortasından giderken, tabelaları okumaya çalışıp, motosikletlere çarpmadan sağa ya da sola yanaşmaya çalışmak sırtımdan soğuk terler akıttı.
En sonunda elimizdeki haritadan tanıdık bir çıkış bulup sağ salim evi bulduk, arabayı evin altına parkettik.



Evde sadece hizmetçi kız vardı, hiç İngilizce bilmediğinden Lucia’ların nerede olduğunu öğrenemedik. Yemek yedik, internete girdik.
Kardeşimin yazdığına göre Skyturk ’teki bir programda Sandaletliseyahat’i tanıtmışlar, internet sitesine baktım bişey göremedim.
Arabayı almaya gelecek elemanı bekledik. Yine geç , saat 2 de geldi.
Arabayı teslim edince omuzlarımdan bir yük kalktı.



Hemen dışarı çıktık, şehir merkezinde içinde şişman heykeller bulunan yapay bir göl varmış, Neşe görmeye heves ediyordu, otobüsle oraya gittik. Hiç bir numara yokmuş, sağından solundan trafik akan yapay bir göl.
Yüzmeye doyamadığımızdan plaja gidelim dedik, artık otobüs beklemeyip taksiye bindik.



Taksi şöförü üniversite öğrencisine benzeyen pek temiz bir çocuktu, ön koltukta da kalın bir roman vardı. Adını sordum, orjinali Book Thief’miş, sonradan internetten öğrendiğime göre Nazi döneminde geçen bir best sellermış.



Şöföre daha önce gittiğimiz Barra plajına ancak bu kez fenerin sağ tarafına Porto de Barra’ya (Couchsurfing aracılığıyla bizi davet eden, ancak refüze ettiğimiz üçüncü evin bulunduğu plaja) gitmek istediğimizi söyledik.



Ben de şehir içindeki bu plajlar neden bu kadar tenha diye düşünüyordum: Meğer bütün millet buradaymış!



Biz de hemen sahile indik, buradaki şezlongcular da diğer boş plajlara göre daha cabbar, arkadaki şezlonglar ucuz, öndekiler daha pahalıymış.



Sıkı pazarlıkla 4 real'e en önden şezlong ve şemsiye kiraladıktan sonra caipirinha'ları ısmarladık, etrafı seyre daldık.



Plajdaki kalabalığın çoğunluğunu gençler oluşturuyor.



Belli ki grupları da var, ayaküstü flörtler, akşam planları yapıldığı hemen anlaşılıyor.
Kız erkek herkes futbol oynuyor, ayrıca tahta raketle oynanan tenis gibi şey de Brezilya'da çok popüler.



Bu gece son gecemiz olduğundan neredeyse hava kararana kadar plajda kaldık. Güneşi yine ilk günkü gibi Barra Fenerinde batırdıktan sonra eve döndük.
George ve Lucia'yı grand tuvalet giyinmiş bulduk, resmi bir davete gidiyorlarmış.



Evde yemek yedikten sonra Can'ı hizmetçi kız, ağzı var dili yok Olivia'ya emanet edip yakındaki bir süpermarkete gittik.



Kendimizce Brezilya'dan götürülmesi gerekenleri toparladık . Elbette bol bol rom, (Romu 33o mllik teneke kutulara koymuşlar, çok pratik!) Caipirinha yapmak için iki kilo limon, füme etler, sosisler, hediyelik kahve, parmak arası terlik vs., 126 real tuttu, kredi kartı ile ödedim.



Eve dönüşte Can uyumuş.
Olivia'ya teşekkür ettik, bir de 5 euro verdik, sevindi.
Sabah erkenden kalktım, Neşe'nin tüm itirazlarına karşın (mayoları kaldırdım, havlular kurumaz, vs.) sahile gidip son bir kez okyanusa daldım.



Sabah saat 7 de bir seyyar kahveci, nefis bir reggae çalarak sessiz sokaktan geçiyordu.
Burada her köşede bizim ayakkabı boyası kutuları gibi suntadan çakılmış, ince uzun , tekerlekli kahveci arabaları var. İçinde termoslarla kahvenin yanı sıra mutlaka bir müzikçalar ve önüne yerleştirilmiş kocaman hoperlör mevcut.
Paso müzik yayını yapıyorlar



Kahveciyi durdurup çalan müziği sordum.
Benimle hiç ilgilenmedi, 'Kahve almıycaksan beni meşgul etme' havasında otobüs durağına doğru yoluna devam etti.
Evde yine ayaküstü kahvaltı ettik. Uçağımız akşamüstü olduğundan evden çıkmadan belki karşılaşamayız diye George ve Lucia ile vedalaştık, videolarını çektim.
George Portekizce konuştu. Lucia'nın söylediğine göre "Bu couchsurfing çok ilginç bir şey, belki de dünya barışı bu yolla gelecek" minvalinde kendine yakışır tarzda, politik bir konuşma yapmış.
Lucia ile sanki birbirimizi yıllardır tanıyor gibi olduğumuz konusunda hemfikir olduk.
Benim bu konudaki korteks teorime göre birbirine benzeyen insanlar dünya üzerinde sanki beynin korteksi(zarı) gibi bir katman oluşturuyor ve aynı sinir hücrelerinin ta uzaktaki bir hücreye akson atması gibi birbirleriyle bağlantı kuruyorlar, bir ağ oluşuyor.
Bu yüzden birbirinden çok uzak yerlerde yaşayan arkadaşlarımız bizden bağımsız olarak birbirlerini tanıyor ve iyi anlaşıyorlar.



Otobüsle son kez hediyelik vs almak için Pelorinho'ya gittik.
Realimiz bittiğinden 20 euro daha bozdurdum. Mercado Modelo'yu ve önündeki açık hava pazarını bu sefer daha detaylı gezdik, ıvır zıvır aldık.



Benim İzmir'de Yeni Karamürsel'in önünde işportadan 5 liraya aldığım Brezilya formalarının aynısı 30 liraya satılıyordu. Öğlen yemeğini yine güzel bir halk tipi lokantada yedik.



Ufak meydana atılmış masalarda ben peixa (peyşa=balık) mouqeca (8), Neşe Beef Milanese (6.5) yedi. Yanında getirdikleri garnitür, salata, pilav vs ile sofra doldu, toplam 19,5 real hesap geldi.



Saat 2 de eve döndük, Lucia bizi havaalanına götürmek için dönmüş.
Havaalanı uzak ve çantalar ağır olduğundan bu çok makbule geçti.
Gelirken de havaaalanında Andrea karşılayıp şehre getirmişti. Couchsurfing harika bir şey!



Havaalanında gümrükten ve bagaj kontrolünden geçmek için 1 saatten fazla bekledik.



Uçakta Can rahat yatsın diye ben arkalarda bir koltuğa geçtim.
Yanındaki boş koltuğa oturduğum Thomas önce bozuldu, sonra yol boyu güzel sohbet etik.



Almanya'da tanıştığı Brezilya'lı kız arkadaşını ziyaret için gelmiş, dönüyormuş.
Condor'un servisi yine iyiydi. Uyku ilacımı Thomas'la paylaşmama rağmen, deliksiz uyudum.



Hatta Frankfurt'ta da uyumaya devam ettik, Can çantalara göz kulak oldu.
Frankfurt Havaalanında 5 saat beklememiz gerekiyordu.




Uykumuz açılınca vakit geçsin diye dışarı Almanya'ya çıktık, havaalanının karşısındaki Mc Donalds'ta kahve içtik.



Çok soğuktu, hemen geri içeri girdik.



Dönüş uçağımız Sunexpress'de vakitlice kalktı, sorunsuzca İzmir'imize döndük.




Trenden atılan taşın hemen düşmeyip bir süre treni takip etmesi gibi, ben de döndükten sonra üstüste yedi gece daha rüyalarımda gitmeye devam ettim.



İlk gece Süpermen gibi havadan Brezilya sahillerini seyrettim, plajların üzerinden kilometrelerce uçtum.
İkinci gece İzmir'in yüzyılın başındaki halindeydim, Pasaport'ta arnavut kaldırımlarında dolaştım.
Üçüncü gece Las Vegas'ta kumarhaneler turu yaptım.
Dördüncü gece Eski Doğu Almanya'daydım.
Beşinci gece yine Salvador'a döndüm, Lucia'larla bir gün daha geçirdim.
Altıncı gece en heyecanlısıydı; Irak'ta bir Amerikan üssünde Irak adına casusluk yapıyor, üsten çaldığım parçaları birleştirerek Irak için uçak yapmaya çalışıyordum.
Son olarak yedinci gece paraşütle atladığım Amazon Ormanları'nın ortasında Mimar Sinan'ın yaptığı bir kemeri seyrediyordum.
Yattığın yerden bilet almadan gezmesi çok zevkliydi ama ne yazık ki sekizinci gece durdum.
...


Biz Brezilya'yı çok sevdik, yine bilet bulsak, yine gideriz.
Bu Kıbrıs'ı saymazsak Can'la çıktığımız ilk yurtdışı gezisi olduğundan başta biraz tedirginlik yaşadık ama Can ilk günkü uyarımdan sonra şartlara iyi uyum sağladı, bize en ufak bir sorun yaşatmadı.
Bu seyahatin en büyük kazancı da bu oldu.

Uçak (3x 780) 2300 €
Harcama 650 $
10 gün toplam masraf 2850 €

Kitap: Murat Belge, Başka Kentler Başka Denizler II
Müzik: Caetano Veloso, Elis Regina, Bob Marley, Ümmü Gülsüm


Brezilya'dan tarantula transferi:İzmir'e döndükten iki gün sonra Neşe beni yatak odasına çağırdı. Yatak odasının banyosunda avuç içi kadar kıllı bir örümcek vardı.


Önce öldüreyim demiş, sonra korkup bana seslenmiş.
Daha önce hiç görmediğim bir tür olduğundan fotografını çekip zarar vermeden bir kavanoza aldım, ve internetten bulduğum araknoloji ile adreslere durumu anlatan birer mail attım. Geceyarısından sonra attığım maile hemen yanıt veren Araknoloji Derneği Başkanı, genç ve heyecanlı biyolog, Kadir Boğaç Kunt oldu. Sabah ilk iş İzmir'deki bir doktora öğrencisini gönderip işyerimden hayvanı aldıracağını söylüyordu. Örneği sabah işyerime götürdüm. Muayeneye gelen çocuklar çok ilgilendiler. Gerçekten de saat 9 da bir genç gelip kavanozu aldı.
Ertesi gün bir iki devlet üniversitesinden daha örneği kendilerine kargo ile yollamamı isteyen yanıtlar geldi.


Kadir Boğaç Kunt'tun örneği inceledikten sonra bana yazdığı maili de ilginç bulduğumdan buraya alıyorum:


Merhaba Bora Bey,

Oncelikle ilgi ve paylasiminiz icin cok tesekkur ederim. Ornek dun sabah sularinda elime gecti. Ne yazik ki yari olu vaziyette. Yasatabilmek icin elimden gelen tum cabayi sarfediyorum. Cok usumus ve trake sisteminde mantar enfeksiyonu gelismis.

Tahmininiz dogru cikti. Yerli tarantula turlerimizden degil. Turkiye'de dagilim gosteren Chaetopelma olivaceum ve Chaetopelma concolor adli iki tarantula turumuz var. Bir ucuncusunun varligindan supheleniyoruz. Belki odur diye heyecanladim ama olmadi.

Sizden aldigimiz ornegi ben teshis etmeye calisacagim. Lakin sayet basaramazsam (teshis icin ornegin ergin erkek ya da disi olmasi gerekiyor ve kuvvetle muhtemel ornek subadult, bu da teshisin beni asmasina sebebiyet verecek) tarantulalar uzerinde uzman Ingiliz bir meslektasima (Dr. Richard Gallon) gondermeyi dusunuyorum.

Tur tayininden sonra izniniz olursa vakayi case report olarak Acta Parasitologica Turcica'da yayinlamak istiyorum. Elbette sizin de isminizle birlikte. Lakin bunun icin biraz daha ayrintiya ihtiyacim var. Bazi sorularima yanit verebilmeniz mumkun mu acaba?

1. Hangi tarihler arasinda Brezilya'daydiniz?
2. Hangi sehir? Otel adi? Odaniz kacinci kattaydi? Otel ve cevresinin bir fotografi mevcut mu elinizde acaba?
3. Hangi hava yollari ile seyahat ettiniz? Seyahat esnasinda yaniniza aldiginiz bir el cantasi mevcut muydu?
4. Tarantulayi seyahatten dondukten ne kadar zaman sonra evinizin neresinde tespit ettiniz? Tepkiniz ne oldu?

Bu sorular ilk etapta aklima gelenler.

Bora bey sayet yayinlamayin ya da yonelttiginiz sorular benim mahremimdir, afise olmak istemiyorum derseniz (-ki bu dogal hakkinizdir) bunu anlayisla karsilar ve saygi duyarim. Bu durumda sizden sadece tarantula ornegini Araknoloji Derneginin muzesine kaydetmek ve icabi durumunda teshis ettirmeye yurt disina yollamak icin izin isterim efendim.

Cevabinizi sabirsizlikla bekledigimi ifade eder, saygilar sunar, kolayliklar dilerim