04 Şubat, 2006

TRENLE DİYARBAKIR

POSTA TRENİ İLE DİYARBAKIR>URFA>MARDİN>ANTEP (OCAK,2004)










 

(Bu yazının son düzeltmelerini yaparken Bingöl'e iki aylığına geçici görevle gönderildiğim haberi geldi)

Bir süredir İzmir-Diyarbakır posta treni ile bir yolculuk yapmak istiyordum. Karşıyaka istasyondaki çay bahçesinde otururken öğle saatlerinde önümüzden geçen trene bakıp bakıp dalardım. Bir punduna getirince yapmaya karar verdim. Bileti almaya giderken tren saatine denk getirip önce Basmane istasyonundan her gün saat 12 de kalkan treni uğurladım.
Çok kalabalık ise gitmeyecektim, daha önce bir kez Eskişehir’den tuvalet kapısının önüne mat sererek geldiğimden kötü anılarım vardı. Tren çok kalabalık değildi, bileti aldım.(18 milyon lira) Ertesi gün tren kalkmadan önce votka aramakla oyalandığımdan cam kenarını kapamadım (yerler tabii ki numarasız).

Trende genellikle garibanlar var, ortam Mavi tren gibi mesafeli değil, kompartımanca sohbet ediliyor, yemekler ikram ediliyor, beraber yeniyor.


İzmir’den Diyarbakır’a giden sanırım yok. Herkes 100-200 km için biniyor. Benim Diyarbakır’a gittiğimi öğrenenler iyi cesaret, bitmez bu yol diye şaşkınlıklarını belirtiyorlar. Mütevazi kompartıman ahalisinde sanki adi suçluların arasında müebbet mahkumu gibi saygı görüyorum.


(Yol 48 saat sürüyor. Posta treni hiyerarşide yük trenlerinden bir üstte, karşıdan hangi tren gelirse gelsin biz bekliyoruz, dağ başlarında ,bazen saatlerce…

Katar genelde yük vagonlarından oluşuyor, sadece üç yolcu arabası var, yiyecek satılmıyor.) Kula’da cam kenarındaki memur inince cam kenarın kaptım,bir daha da bırakmadım.Bir süre sonra kendimi talk şovcu gibi hissetmeye başladım. Sanki kompartıman benim stüdyom, yol boyu istasyonlardan binenler hikayelerini anlatıp iniyorlar.


Orhan Pamuk’un İstanbul kitabını 7 Ocak günü okudum bitirdim. İlk gece saat 10 gibi Afyon’a vardık. Benim gazozlu votka (bir tren klasiği) suyunu çektiğinden gazozu beraber götürdüğümüz kompartıman komşum Osman Aga ile inip içki almaya gittik. Tekel bayii de epey uzak, şehir merkezindeymiş. Gidiş dönüş yarım saati geçti.


Vişne suyu ,votka, kırmızı Tuborg, çerez aldık. Osman Aga karısının dırdırından kaçmış. İki defa evlenmiş ama ‘randıman alamamış’. Karların buzların arasından donup geldik, sıcak kompartımanda kafa çekmeyi hayal ederken kötü sürprizle karşılaştık.


Bizim kompartımana Adana’ya giden Tarikat Cemil binmiş, herkes kaçmış, her yer dolmuş.
Cemil’in tipi de bizi kondüktöre ispiyonlamaya, hatta ispiyonlamadan kendi işini kendi görmeye müsait olduğundan mecburen votkaları hızlıca ayakta tuvaletin önündeki sahanlıkta, düşmemeye ve donmamaya çalışarak gövdeye indirdik.


Osman Aga Konya’da inip evine gidince (ayaklarım geri geri gidiyor diyordu giderken) Cemil’le baş başa kaldık.
‘Ne güzel boş kompartıman bulduk’ diye içeri dalanlar ya hemen ,ya da Cemil onlarla konuşmaya başlayınca ufaktan sıvıştıklarından, benim de cam kenarını bırakmaya hiç niyetim olmadığından Adana’ya kadar boş kompartımanda yata yata baş başa gittik.


Askerliğe topçu eri olarak başlamış, daha sonra bundaki cevheri anlayınca gizli servise almışlar. Şimdi il il dolaşıp tespih satıyormuş. Ailesinin yanına Adana’ya dönüyormuş. Elinde bir lise defteri, ne yazıyorsa şifreli bir şeyler yazıp duruyor, ben de kendiminkine, karşılıklı yazışıp duruyoruz. Torosları aşarken 37 tane mi ne tünel varmış (yazdıklarımı bulamadığımdan ayrıntıları fazla hatırlayamıyorum) , bütün itirazlarıma karşın hepsini tek tek yüksek sesle saydı. İzmir'den hareket ettikten tam 24 saat sonra Çiftehan'a vardık.


Kaplıcaya gitmek isteyenler için çok pratik bir yol ,ama biraz uzun sürüyor. Adana’da Cemil indi , Maraş’a Elazığ’a gidenler bindi, kompartımanımız yine doldu. Mehmet Emin ve Ahmet Seyit amcalar yeni konuklarım.

Karı muhabbeti yaptık. A.Seyit amca (gözlüklü) karısının sesini duyunca dizleri titriyormuş, M.Emin amca ise yeni karı almaya niyetliydi, saçına boya sürtcekmiş. Yan kompartımanda ki komşular saz çalıp bozlak söylediler.(Şu sazıma bir düzen ver)


Narlı istasyonunda epeyce bekledik, lokomotifi söküp götürdüler. Bir süre sonra getirip öbür tarafa başka bir lokomotif bağlandı, geldiğimiz yönde doğru devam ettik. İstasyonun büfesinden yumurtalı sandviç aldım, çay içtim. Büfede herşey porsiyonluk paketlenmiş,hızlı satış sistemi var.


Maraş otu bulunur yazıyordu, neymiş diye merak ettim, dişetiyle dudak arasına konan bir bitkisel tozmuş, ama şu anda bulunmuyormuş. Mehmet Emin amca da bir somun ekmek aldı, salçalı zeytin, peynirle kahvaltı ettik, çok lezzetliydi.


Diyarbakır’a doğru tren iyice boşaldı, kahvaltının üzerine yattık uyuduk. Sabah rüyamda askeri bölgeye işerken yakalanmıştım. Nöbetçi tüfeğiyle demirler vurup beni uzaklaştırmaya çalışıyordu. En sonunda uyandım, baktım kondüktör cama vuruyor, Diyarbakır’a varmışız, tren boşalmış, bir ben kalmışım. Hemen tuvalete gittim. Trenden inerken üzüldüm, çok alışmıştım, kendimi aylardır o kadar hazırlamışım ki iki gün daha giderdim, doyamadım. Zaten erken vardık,yol yaklaşık 44 saat sürdü. Diyarbakır karlıydı.


Uyku sersemi şehre doğru yürümeye başladım. Bir devlet dairesinin kapısından geçerken nizamiyedeki bekçi ‘Şşt, gel gel’ dedi. Gittim, 'Gel çay iç' dedi. Olur dedim, sobanın başına kuruldum abiyle çay içip muhabbet ettik. Kalacak yerim yoksa evlerinde kalabileceğimi söyledi,adresini verdi.
Çocuklarından bahsettik, arkadaşı geldi elinde radyosuyla, beraber fotoğraflarını çektim, ‘Şöyle polis telsizi gibi tut radyoyu da havalı olsun dedim’, öyle tuttu. Gitmek istediğim yerin adı Balıkçılarbaşı’ymış.( Daha önce kaldığım otel ve yediğim paça çorbası oradaydı), dolmuşu tarif ettiler. Önce bir paça içtim. Çorbacı fazla paça yemenin insanı naapacağına güzel bir örnek teşkil ediyordu.

Paçayı evde yapmak isteyenler için tarifi şöyle: Bir kelle, beş altı koyun bacağı ya da iki dana bacağı düdüklüye konuyor,üzerine bir tas nohut atılıp bayılana kadar haşlanıyor. Tabağa ekmek doğranıp üzerine koyulup afiyetle içiliyor. Üzerine sarımsaklı yoğurt da bırakmak mümkün. Oradan Van Palas’a geçtim.
Daha önce 300 bin liraya kalmıştım, 4 milyon olmuş, ama otelde bir değişiklik yok. Hala harika salaş ve güzel, avlunun üzerindeki mavi muşamba da duruyor, avluya hoş bir ışık yayılıyor.


Sabah otelin sahibi yoktu, temizlik yapan ve Türkçe bilmeyen teyzeyle anlaşamadık, sahibinin gelmesini bekledim.


Sahip beni hatırlamadı. Neşe’nin kuzeni Rıza’yı aradım, akşamüstü buluştuk,beni Tıbbi İlaç Temsilcileri Lokaline götürdü.


Gayet lüks bir restorandı, Rıza’nın arkadaşlarıyla kafa çektik. Karşımdaki Nuri Abi Diyarbakır'ın önde gelenlerindenmiş. 12 Eylül döneminde epey eziyet görmüş.

Aziz Nesin Diyarbakır'a geldiğinde yaşananları yaşayanların ağzından dinlemek isteyince bir otelde buluşmuşlar. Nuri Abi fazla ayrıntıya girmeden çektiklerinin bir kısmını anlatmış, Aziz Nesin 'Bu kürtlerin de ne hayal gücü var'demiş, inanmamış ,kalkmış gitmiş. Gülerek anlatıyorlardı.


Ertesi sabah da cartlak kebabı yedirdi Rıza kahvaltıda (ince şişlere takılmış ciğer çöp şiş). Diyarbakır'da biraz dolaşıp Mardin’e geçtim.

Hava çok bozuk, yollar karlı. Mardin de keyifsizdi, soğuktan tat alamadım.

Şöyle bir turladım, biraz ev fotoğrafı çektim. Hasta olacağımı hissettim.


Midyat otobüsüne binip geceyi geçirmek için Midyat’a gittim. İndiğimde farkettim, otobüsün yan tarafı buz tutmuştu.



Estel'de (merkezde) Yuvam Otele girdim, yaşlı bir amca vardı.Otel kaloriferliymiş ama benden başka müşteri olmadığından yanmayacakmış. Yanındaki

otele çıktım, lobide iki kişi camın önünde ellerini ayaklarını elektrikli radyatörün peteklerinin arasına sokmuşlar etrafı seyrediyorlar. Oda 5 milyonmuş, kalorifer yokmuş ama elektrikli battaniye varmış. Aklıma yattı, çantayı bıraktım,battaniyeyi açtım,yatak ısınana kadar sıcak bir yere gideyim dedim, internet kafeye gittim.
Orası da buz gibiymiş. Biraz Midyat hakkında okudum. Midyat’lı bir veterinerin hazırladığı siteyi inceledim. Otele döndüm, baktım yatak hala buz ! Elektrikli cezveyi takınca durum anlaşıldı,voltaj o kadar düşük ki elektrikli battaniyenin kendini ısıtması bile imkansız. Tekrar çıktım, bakmadığım son otele gittim. Bunu internette okumuştum, iyi bir otelmiş, yıldızlı falan. İçersi sıcacıktı.25 milyonmuş.
‘Bak’ dedim resepsiyoncu çocuğa ‘ben öbür otele de para verdim, ama üşüyorum, 15 yaparsan paramı yakıp geleceğim’.
’Tamam’ dedi. Gittim durumu anlattım, ellerini radyatörün arasından çıkarıp paramı geri verdiler . Üç kutu bira aldım tek Tekel bayiinden, pideciye de paket lahmacun yaptırdım, sıcak duş hayaliyle otele yerleştim.


Odada televizyon da var ama heyhat! Borular donmuş, su yok. Semra’nımın yarışmasını izleyerek bir bira içtim , kesildim, uyudum. Sabah eski Midyat’a gittim, telkarici Andreas’la tanıştık. Eski terör günlerini anlattı, bombaların patladığı yerleri gösterdi.

‘Büyük şehirlere göçmeyi düşünmüyor musun’ diye sordum.
‘Ben burada yaşamak istiyorum, ama huzur içinde’ dedi. Hiç kız arkadaşı olmamış,
'Burada olmaz öyle şey’ dedi, ‘herkes birbirini tanır’ Bol bol spor yapıyorlarmış.Bana çay ısmarladı, telkari yapmayı öğretti,. Kolaymış. Pek efendi bir çocuktu. O kadar ilgiye karşılık ben de bir çift telkari küpe satın aldım. Oradan çıktım meşhur Devlet Konukevine gittim.


Yolda bana rehberlik eden çocuklar buranın neden meşhur olduğunu anlattı. Sibel Can ile bir başka türkücü burada dizi çekmişler.


Konak çok güzel. sade döşenmişti. Odaların kapısında kuş yuvası gibi bir şeyler vardı, nedir diye sordum, şarap deposuymuş,yukardan koyuluyormuş,alttan tıpayı çekince akıyormuş.


Odaların geceliği 50 milyonmuş, ama kalan yoktu. Etrafta benden başka turist de yoktu.
Konağın kahvecisi ve bekçisi Zeki abi ile sohbet ettik. ‘Isınma nasıl oluyor?’ dedim, etrafta ısıtıcı göremediğimden. Restorasyon sırasında yerden ısıtma döşenmiş ,hayret ettim. Çevre ilçelerden gelmiş bir grup fotoğraflarını çekmemi istedi, makinaları yokmuş.
Bastırıp gönderirsin dediler. Yapamam dedim ama ısrarlar karşısında çektim. Oradan yakınlardaki bir kiliseye götürdü beni çocuklar. Görevli rahip hıristiyan çocuklara ders veriyormuş, O’ndan izin alarak içeri girdim oturdum. Avrupa kiliselerindeki şatafatın yanında çok mütevazi bir yerdi.
Bezlere boyanmış renkli tasvirler ortamı aydınlatıyordu. Benim ardımdan fotoğraflarını zorla çektiren grup da geldi ve benim aldığım izinden faydalanarak içeri girdiler. İçerde gürültü edip,sigara içip, sağı solu elleyince kiliseye saygılı olmaları konusunda rahip tarafından sertçe uyarıldılar.


Rahip beni toplantı salonuna da götürdü. Orası da çok mütevaziydi, duvar dibinde çepeçevre dizilmiş ahşap oturaklar, duvarda çerçevelenmiş İsa tasvirleri.

Rahip (sobanın arkasındaki) biraz kızgın ve kırgın görünüyordu, sebebini sordum, saygı görmediklerini düşünüyormuş (içerde gürültü edenleri örnek verdi).
Hava buz gibi yerler karlıydı,iyiden iyiye üşümeye başladım,dolmuşla merkeze döndüm,oradan da otobüse atlayıp Urfa’ya geçtim. Urfa’da otele yerleştikten sonra sınıf arkadaşım Sezgin’i aradım. Sezgin ısrarla otelde kalmama izin vermeyeceğini söyleyince üstüm başım çok pis olmasına karşın evlerine gittik.

Sezgin İzmir’den geldiğimi ve kebap yemek istediğimi ısrarla belirtmeme karşın akşam yemeği için çiftlik çuprası aldı. Urfa’da çupra da yemiş olduk! Ertesi sabah Atatürk barajına gittik, Sezgin’in üniversitedeki forsuyla önce baraj alanına girdik. İkiz bekçilerle çay içtik, sonra da santralin içine girdik.


Kocaman türbinler, ve pek çok düğme vardı. Sekiz türbinin sadece bir tanesi çalışıyordu. Koca baraj, ve santral üç beş çalışan dışında ıssızdı.


Neden diğerlerinin çalışmadığını sordum. İHTİYAÇ YOKMUŞ ! Haftasonları bazen onu da kapatıyorlarmış, Keban yetiyormuş. Pes dedim yani, bütün komşularımızdan fahiş fiyatlarla elektrik-doğalgaz alırken , nükleer santral kurmamız şart derken durum tam bir ‘Su akar Türk bakar’ durumuymuş. Döndükten sonra o günlerde enerji konularını yazan Meral Tamer’e bir mail attım barajlarımızı çalıştırmadığımız konusunda, ‘Biliyorum’ diye yanıt yazdı, ama bir şey çıkmadı. Barajdan dönüşte Üniversite’nin baraj gölü kıyısındaki tesislerinde dinlendik. Sezgin yazın hafta sonlarını rüzgar sörfü yaparak geçiriyormuş.


Tesislerin Bodrum veya Çeşmedeki benzerlerinden eksiği yoktu. Atatürk Barajının yarattığı değişimden çok etkilendim. İkinci akşam benim zorumla kebap yedikten sonra son gün Urfa’yı dolaştım. Turizme açılması havasını değiştirmiş (bence olumsuz yönde ),Balıklı göl’ün çevresini düzenlemişler, sağ tarafa yukarıya kocaman beş yıldızlı bir otel yapmışlar. Oteli gezdim, balıklara yem attım, Gümrük Han’ı gezdim. Mırramı 
içtim. Tirit yedim.


(Kuru ve didiklenmiş bir et kuru ekmeklerin üzerine konup,zerdeçallı et suyu ile ıslatılıyor,sarımsaklı yoğurt bırakma opsiyonu yine mevcut) Mağaranın üzerindeki eski mahalleye çıktım.
Su şebekesinin dağıtımında bir usulsüzlük var gibi geldi bana.Öğleden sonra Urfa'dan ayrılıp fıstıklı katmer yemek üzere Gaziantep'e geçtim. Şehir merkezinde bir odaya yerleştim, dışarı çıktım. Hava soğuk, dolaşılacak ortam yok,bir birahaneye oturdum.


Asma katta içerken müzisyenler geldi.

Garsona sordum, bedava bira karşılığı çalıyorlarmış, biraz bahşiş de verdik tabi.


Gece sokak kebapçısından karnımı doyurup üstüne baklavayı da götürdüm, yattım. Ertesi sabah Japon pazarının girişindeki katmerci amcaya gittim. En son 5 yıl önce yemiştim katmerini,hala tadı damağımda.
Amca 80 yaşına gelmiş ama hala yerinde çalışmaya devam. Katmerin lezzetinin sırrı da içindeki bol kaymak-fıstık ve cızır cızır tereyağında pişmesi.
Çarşıyı şöyle bir dolaştıktan sonra garaja gittim. Otobüsün kalkmasını beklerken asker uğurlayanlar geldi.

İzmir'dekinden epey farklıydı,kadınlar dans ettiler.


Onları izledim, vakit çabucak geçti. Otobüse bindim, İzmir'e döndüm.