28 Mayıs, 2006

FAS


(Rabat,Fez,Marakeş,Essaouira,Kazablanka)
Mart 2006




Bingöl'deki görevimin ortasında iki haftalık bir izin kullandım. İlk haftasını İzmir'de geçirir, ikinci hafta da uzun süredir gitmeyi planladığımız Kuzey Afrika'ya gideriz diye düşündüm. Ben Mısır'ı daha önce gördüğümden , Libya'ya gitmek de akıllıca görünmediğinden Tunus, Cezayir, Fas'a bilet aramaya başladık. Aslında Trek turizm'den Ebru, sağolsun bizim için aradı. Kazablanka'ya ucuz bilet bulunca Mart ortasında gitmek üzere biletlerimizi aldık, ama yanlış hesap yapmışız. Bir haftada ne oğluma , ne evime , ne İzmir'ime doyabildim. Biletler iade edilemediğinden arkamıza baka baka doğru dürüst hazırlık yapmadan yola çıktık.















İstanbul'dan çıkarken İşbankası'nın dış hatlardaki Maximum kart salonunu ilk kez kulllandık, hayran kaldık. Yerli yabancı tüm içkiler, sıcak soğuk açık büfe, internet ,gazeteler... 






Giriş için iki kuruş çektiler karttan ,başka da bir ücreti yokmuş. Servis kaliteli ve güleryüzlü. Tam keyfimiz yerine geliyordu ki bizim uçak için anons yaptılar arkamıza bakarak çıktık.

Royal Air Maroc ile uçuş İstanbul’dan 5 saat 10 dakika sürdü .Uçakta çoğunluğu türbanlı bir Jolly Tur grubu da var. Yemekler güzeldi, ama şarap ikramı konusunda sorun çıkarttılar. İki taneden fazla vermiyorlarmış. Bir de hostes bana şarap bitti deyip çay getirince epey tepem attı. Şikayet etmekle tehdit edince şarapla birlikte business classtan tütsülenmiş badem bile getirdiler. Saat 18 de Muhammed IV havaalanına indik. 

Havaalanının altındaki tren istasyonunu bulduk. Görevliler Fransızca dışında bir dil konuşmuyor, hatta Fas’ta Fransızca dışında bir dil tanınmıyor. Fransa’da en azından ikinci dil olarak gönülsüz de olsa İngilizce Almanca konuşuyorlar, ama burada zaten ikinci dil Fransızca; halimiz harap! Boş istasyonda bizimle bekleyen Kanadalı Michael ve eşi Coleen biraz Fransızca biliyorlarmış, bize yardım ettiler.

Gişeden tren tarifesi aldık. Suratsız memur 'Arkadaşlarınız aldı ya' dedi. 'Biz başkayız' dedim, iyi ki almışız daha sonra çok işe yaradı, Fas'ta tren ulaşımı rahat, ucuz ve dakik. Trenle Kazablanka 33 dirhem/ yarım saat, Rabat 55 dh/ 1,5 saatmiş.(10 dirhem= 1 euro=1,5 YTL ) Kanadalılar direk Rabat’a gidiyorlardı ,arkadaşları öyle tavsiye etmişler, ‘Kazablanka'dan daha güzel’ demişler. Biz de Kazablanka’yı nasıl olsa dönüşte göreceğiz diye Onlarla Rabat’a gitmeye karar verdik. Aynı uçakla gelmişiz, üç yıldır Azerbaycan’da İngilizce öğretmenliği yapıyorlarmış. Michael daha önce Tayvan'da öğretmenlik yaparken tanışıp evlenmişler.
Yabancıların, petrol şirketlerinin çalışanlarının çocuklarına ders veriyorlarmış, bildikleri Türkçe kelimeler Azebaycan lehçesiyle olduğundan ağızlarında komik duruyordu.

Bizim Fas hakkında ne fikrimiz ne rehberimiz olmadığını görünce acıdılar, LP(Lonely Planet gezi rehberi) fotokopilerini verdiler yol boyu okuduk. Tren boştu. Rabat’ta onlar merkezden bir istasyon önce inip önceden ayırttıkları otele gittiler.


Biz de son durakta inip merkeze doğru yürümeye başladık. Genç bir Arap hiç İngilizce bilmemesine rağmen bize yardımcı oldu, önce Splendid Oteline götürdü. Güzel butik gibi eski bir oteldi, adı da Büyükada’daki oteli çağrıştırdı, ama 167 dh idi. Sadece uyuyup çıkacağımız için fazla geldi. Medine'nin içinde Şam’dan sonra ikinci bir Al Saada oteli bulduk, mütevazi bir otel, ortadaki avlunun etrafında odalar, 80 dh. anlaştık.



















Çantaları bırakıp saat 22 de çarşıya çıktık. Kemeraltı'nın gecesi gibi ,seyyar yiyecek satanlar meydanda toplanmıştı. Video çekmek istedim bağırıp kızdılar. Fas’ta kimse görüntüsünün alınmasını istemiyor. Arka planda gözükenler bile saklanıyorlar, yüzlerini kapatıyorlar. Ben de artık sormadan kimsenin resmini çekmedim, ama yurda dönünce çok rahatladım, her fotoğraf çekimi ayrı bir stres yaratıyordu. Bir kahveye oturup nane çayı ile sıcak süt içtik. İkisi 11 dh tuttu. Meşhur nane çayı (Fas viskisi de deniyormuş) bir demet taze nanenin bardağa veya döküm ufak demliklere koyulup üzerine sıcak su koyulmasıyla yapılıyor. Şekerini de kısmadan bolca koyuyorlar. Esas tadı yaratan da naneden ziyade şeker bence. Normalde ancak şerbet yaparken o kadar şeker koyulur. Kesme şekerlerinin boyutları kibrit kutusu kadar!
Gece yorgunlukla 22 30 da uyuduk. Sabah 7 de şehri dolaşmaya çıktık.
Otelin girişindeki koridorda kocaman bir Elvis resmine ilk başta anlam veremedim.Gün ilerleyince anlaşıldı ki altına seyyar kotçu tezgah açıyormuş. Tatil günü Jolly tur rehberinin iddia ettiği gibi Cuma değil Pazarmış. Sadece Medine'nin içindeki dükkanlar saat 9 da açılacakmış. Bu Medine her şehirde kiremit rengi duvarlarla çevrili, büyük kapılardan girilen kale içi gibi bir şey.












İçi İzmir’in Kemeraltı gibi. Dükkanlar açılmadığından yürüye yürüye sokaklarda kurulmaya başlanan bitpazarını bulduk .
Türkiye'dekinden farksızdı. Zaten bütün dünyada bit pazarları hep birbirine benziyor ve bizim ayaklarımız otomatik olarak oraya gidiyor. Derme çatma kulübelerde lokantalar da yemeklerini pişiriyorlardı.
















Yemekler kömür közünde pişiyor ve tüm Fas’taki lokantalarda aynı yemekler var: 1.Kurufasülye (etsiz, safranlı) , 2.İşkembe (çok yağlı) , 3.Yeşil mercimek (etsiz, az sulu), 4.Fava çorbası (favayı ısıt, iyice sulandır,üzerine zeytinyağ, kimyon ekle, limon sıkma).














Bir de Tajin denilen kiremitte haşlama sebzeli et, kuskus falan var ama onlar ayrı bir klasman, bu saydıklarım her şehirde standart halk lokantası yemekleri.














Biz bir fava çorbası içtik (5), yanında da aynı şekerli nane çayını istemeden getirdiler. Biraz daha bit pazarını gezdik. Türkiye’den hiç bir farkı yoktu. Zaten genelde Fas’ın ve Fas’lıların Türkiye’den bir farklarını göremedik. Dönüşte pazarlar açılmıştı. Sokaklarda bol yeşillik , sebze meyve, balık vardı.














Balıklar ucuzdu. Çipuranın kilosu 20dh (3,2 ytl) idi. Sebze meyveler, otlar aynıydı , ebegümeci bile vardı.
























Bizden farklı bir tek az çiçekli papatya ve iri kedi tırnağı gibi bir kaktüsün dallarını gördüm, ne yapıyorlar bilmiyorum, belki suyunu çıkarıyorlardır; Fransızcadan başka yabancı dil bilen olmadığından öğrenemedik.Canlı tavuk satan pek çok dükkan vardı. Tavuğu hemen arkadaki tezgahta boğazlayıp, tüylerini yoluyorlar.













İki tane topuğunda Marakeş yazan terlik aldık yollarda giymek için(60+40dh) . Dönüşte aynı lokantada az kuru ve az işkembe yedik (20) .



























Pazar günü bankalar kapalı olduğu için bir otelde para bozdurduk. Sonradan öğrendiğime göre kur, banka, otel , havaalanı her yerde aynı ve haftalık olarak ilan ediliyor.



























1 dolar ilk beş gün 8,9 dirhem idi, sonraki hafta 8,8 dh oldu. Oteldeki resepsiyonist kadın parayı bozarken sanki fazla para veriyormuş gibi geldi, sesimi çıkarmadım. Dışarı çıkınca saydım, tekrar hesapladım, 50 dh fazla vermiş. Naapsak diye düşündük, yazı tura attık, iade edelim geldi, ikimiz de derin bir nefes aldık. Otele döndük, kadın da hatasını fark etmiş, çok teşekkür etti, duygulandı. Biraz şişindim, bekledim sorsun diye , baktım sessizlik uzuyor, 'Biz Türküz' dedim, çıktım.













Tipimize bakan nedense paso Alman diyor , krediyi de Almanlara yazmasınlar diye. Kuzeye gidelim dedik, saat 13 teki Fez treni uygun geldi, yetişmek üzere 12 de otelden ayrıldık. Rabat caddeleri geniş, başkente yaraşır tarzda bakımlı, ağaçlar, çimenler, havuzlar, fıskiyeler.














Biraz Ankara’yı andırıyordu. Tren garında alafranga tuvaleti görünce heyecanladım, eski bir dostumu görmüş gibi sevindim. Tren saatine kadar tuvaletten çıkamadım.














Trende Neşe kitap okudu , ben de ayakta tuvaletin önünde Meknes’i seyrettim.
İşin ilginç yanı İstanbul'dan aldığımız ve bitiremediğimiz Vatan gazetesinde Tuğçe Baran'ın da Fas'ta olduğunu ve tarifine göre şu anda Meknes'te olduğunu Meknes'ten geçerken trende okudum.

Bakındım göremedim.















İlk istasyon Kazablanka olduğundan Rabat’ta cam kenarları hep kapılmıştı. Sürekli tıkınan ve sudoku çözen bir Fransız çiftle konuşmadan epey seyahat ettik. İnmeye yakın Fez hakkında biraz bilgi almak için ben konuşmaya başladım. Bize otel tarif ettiler, inince beraber taksi tutalım dediler, ama indiğimiz yerde istasyonun önündeki taksiler 4 kişi almaya yanaşmadılar.














(Gar yeni şehirde; eski şehir 5 km kadar mesafede) Büyük taksiye bineceksiniz dediler. Fas’ta iki türlü taksi var, biri Pöti (petit) denen, şehrine göre mavi ya da kırmızı olan ,ufak Uno ya da Pejo 106 lar normal taksimetre ile çalışıyorlar















Bir de Grande denen Mercedesler var. '80-85 model manda kasa hepsi beyaz taksiler. 
Adı taksi ama aslında dolmuş, 5-6 kişi alıyorlar, kabaca bir tarifeleri varmış ama biz anlayamadık.. 














Ufak taksiler garın kapısında eski şehre gitmek için 20 dh. istediler. Yolun karşısına geçip biraz yürüyünce taksimetre açacak bir taksi bulduk. Eski kente kadar 8 dh tuttu. İndiğimiz yerde trendeki Fransızlar bizi bekliyordu, bir iki otel tarif ettiler, onların son günleri olduğundan lüks takılacaklarmış.
Söyledikleri yerleri gönüllü mihmandarımız Muhammed ile dolaştık, hepsi doluydu, zaten burada fiyatlar uçmuş, pek az sayıda otel var ve 350 den aşağı banyolu oda yok. En sonunda Medine'nin içine girdik. Sırtımızda çantalar daracık sokaklardan geçtik. Geriye çıkış yolunu asla bulamayacağımız yerde Muhammed bizi bir ara sokakta kahverengi bir kapının önüne getirdi. Kapıyı çaldık, açtılar. İçersi muhteşem bir eski konakmış. Üç kat tırmandık, iki tane çocuk değişik fiyatlarda çeşitli odalar gösterdiler ,en güzeli zemindekiydi. 300 müş ama ben anlamamazlıktan geldim,’Aaa 250ye dediniz ya’ dedim, ‘İyi öyle olsun’ dediler. Dar Bouanania oteline yerleştik. Otelin avlusu ayrı muhteşem, odanın içi ayrı. Oda çok geniş,tavanlara kadar işlemeli ,duvarlarda resimler, ufak biblolar... TV de vardı. Neşe 'nin durduğu yer odamızın kapısı!
















Çantaları odaya attık, hava kararmadan çarşıya çıktık, kapıda bizi bekleyen Muhammed eşliğinde. Fez çok acayip bir kentmiş.
Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi aşağı inen daracık bir ana cadde. İki yanında elişi yapan dükkanlar, kasaplar, envai esnaf… Gerçekten bir ortaçağ havası var.
İndikçe kendimi sanki dünyanın merkezine iniyormuş gibi hissettim. Şimdi bitecek yokuş dedikçe inmeye devam etti. Bunun çıkışı da var diye bir yerde pes ettim 
Muhammed hayret etti çarşının daha çok azını gezdik diye.




















Ayrılırken bizden para istemedi,ben 10 dh bahşiş verdim. Dün az para harcadığımızdan kendimize şöyle güzel bir rakı sofrası kuralım dedik. İçkili restoran sorduk bilemedi. Mozaik satan bir dükkanda İngilizce bilen, bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki Fas’lıdan biri olan kolu kırık Abdül ile tanıştık.














Bize mozaiklerini gösterdi önce , ama 30 kiloluk taşı taşımamızın imkansız olduğunu anlatınca ısrar etmedi. Televizyonda Türkiye’yi görmüş , çok beğenmiş. Çok yardımcı oldu, bizi içkili restorana götürdü. Götürdüğü yer 300- 500 yıllık eski büyük bir konak. Bunlara Riad deniyor burada,bizim kaldığımız tipteki otellere de öyle deniyor galiba. Ortadaki avlu halılarla kaplı, alçak geniş masalar yerleştirilmiş, içersi serin , sessiz, kimsecikler yok. Restorandan ziyade bir müze havası var.
















Fiyatlar da fiks menü kişi başı 200-300 dh (30-45ytl) sadece yemek, içki olarak şarap bir o kadar daha para , ufak kutu bira 30-50 (4,5-7,5ytl). Rakı yokmuş, pastis (Fransızların rakı taklidi) vardı ama fiyatını sormadım artık... Böyle bir yerde yemek yiyemeyeceğimizi söyledik. Başka bir yere götürdü aynı şekilde. Anlaşıldı ki bunlar turist gruplarına yönelik restoran-müzeler. ‘Şöyle normal , halkın gittiği içkili lokanta yok mu?’ dedim, yokmuş! İçki satan dükkan? Yeni şehirdeymiş. Pes ettik , çarşıdaki et sucuk pişiren kasaplardan sucuklu yumurtalı sandviç aldık (8),


























Biraz açlığımızı bastırdıktan sonra ana kapının altındaki meydana masa atmış olan restoranlara oturalım dedik. Restoranların garsonları bizi kapmak için nerdeyse kavga edeceklerdi. Etli tajin söyledik, ama kömür ateşinde pişirmediler klasik sivri tepeli güvecin içine ortaya bir parça et, üzerine de tencerede safranla haşlanmış sebzelerden koydular . Sadece tajin 25 dh di, tajinli menü alırsak 50 dh di. Biz de iki gündür para harcayamamanın verdiği rahatsızlıkla menü istedik. Normal tajine ek olarak bir domates ve bir soğandan oluşan salatayla, dilimlenip üzerine tarçın ekilmiş bir portakal geldi.
Tajin lezzetli ve hafifti, ama eti kötüydü. Saat 9 da odaya dönüp yorgunluktan sızdık. Sabah 6 da kalktık , 7 de kapıdan çıkar çıkmaz yağmur yağmaya başladı, dinecek gibi de değildi.
Marakeş için 9 trenine binmeye karar verdik. Ben Tanca'yı, Cebelitarık'ı merak ediyordum ama 7 günde her yeri görmek imkansız, mesafeler fazla. Medine'nin ana kapısından dışarı çıktık baktık. Pazar kuruluyordu. Gerçekten özellikle Fez’de bir ortaçağ havası var. Faslıların geleneksel kukuletalı üstlükleri de bu havaya katkıda bulunuyor.
















Eşeklerle pazara mal getiren adamlar sanki 500 yıl öncesinden geliyor gibilerdi.












Fırından, (fırın sözün gelişi, ekmek satan yerden, çünkü bütün ekmekler tavada pişmiş.
Sokaklarda en sık satılan gıda bizim sandviç tezgahları gibi ocaklarda pişirilen yağlı katmer, bir de bu adamın yaptığı güllaç gibi ekmek)
ekmek çeşitleri (5) ,peynir niyetine satılan süzme yoğurt gibi bir şey, alıp kapıyı gören bir çardakaltı kahvesinde naneli çayla (8) kahvaltı ettik.
Artan ekmekleri paket yapıp, taksiyle tren istasyonuna yetiştik. Taksimetre (analog) 10 dh yazdı. Tren bileti Fez-Marakeş arası 2x 171 dh miş. 'Hani 90 dı' dedim, o başka trenmiş.Tam trene bindik, pek paramız olmadığını fark ettim. Trenin kalkmasına 15 dk vardı. Koşarak banka aradım ama bulamadım. Sadece marketten kola ve dünkü Fransız kadının yiyip durduğu ve canımızı çektirdiği ufak çokoprens gibi bisküviden aldım (22) ve sucuk gibi ıslandım. Kompartımana döndüğümde terden ve yağmurdan sırılsıklam tişörtümü çıkardım , soğumayı bekledim.












Bu arada elbette ki hiç kimse bizim kompartımana girmedi , cam kenarında baş başa yola başladık.
Yolda tren gittikçe kalabalıklaştı, bizim kompartıman da doldu.
Bir ara bir osuruk kokusu oldu. Ben yanımızda oturanlardan geldiğini düşünerek camı açtım. 

















Yanımda oturan adam ise İngilizce olarak kokunun dışardan geldiğini, Güney Afrika’dan trenlerle gelen bir çeşit ağacın burada fırınlanarak gemilerle ihraç edildiğini, kokunun fırınlardan geldiğini söyledi, ağaçları da yol kıyısında yığılı olarak gösterdi.














Bunun üzerine Neşe benim insanlara hep güvensiz yaklaştığım, suçu başkasına attığım bak işte kokunun dışardan geldiği konularında uzun bir söylev verdi. Bitirince ben de adamın osurduğunu saklamak için uydurduğu onca lafa inanmasına hayret ettiğimi belirttim. Tekila içtik, tereyağlı yağlı ekmek yedik.
( tavada pişmiş yağlı katmerin içine tereyağ sürdürmüştük, ekmeğin içine ya da üzerine sürülebilecek opsiyonlar heryerde sadece tereyağ, bal ve karper peyniri.Fas'ta üçgen peynir ve yoğurt gibi peynir dışında peynir görmedik ) Marakeş’e yaklaştıkça tren tenhalaştı. Kompartımanda sadece yaşlı bir teyze ile mor kazaklı bir kız kaldı.














Sonra morlu kız da koridorda sigara içerken gönlünü başka bir tiryakiye kaptırdı ve yolculuğun kalanını tuvaletin önünde beraber geçirdiler. Teyze ise ayaklarını uzatmasına rağmen hiç uyumadı. Neşe abdesti bozulur diye uyumadığını iddia etti. Akşamüstü 5 gibi Marakeş’e varmamız gerekirken trenin bozulması sonucu 1,5 saat bir çayırın ortasında bekledik, araziye yayıldık.














Bu kız da annesinin terlikleriyle trene bakıyor!















Manzara yol boyu yemyeşil çayırlardı. Kuzey Afrika'ya bahar bizden önce gelmiş.













Bir de köylerde bahçeleri hayvanlara karşı korumak için çevresine çit olarak hep büyük yassı kaktüslerden dikmişler .
















Saat 18:30 gibi Fas’ı kuzeyden güneye doğru katetmiş olarak Marakeş’e girdik. Trenden inişte Belçika'lı bir çifte adını bilemediğimiz o meydana (Cemal F’na) nasıl gideceğimizi sorduk, otobüsle gidilebiliyormuş, 10 ve 11 numara gidiyormuş. Biraz bekledik, durak çok kalabalıktı ,herkes Mercedes taksilere el edip binmeye çalışıyordu,otobüsler de seyrekti. Yürüyelim dedik, sabahtan beri oturuyoruz bari bacaklarımız açılsın diye. Tam duraktan uzaklaştık, 10 numara otobüs geldi. Şöför insaflıymış, kırmızı ışıkta rica edince bizi de aldı. Meydanın karşısında indik.(2x3) Para bozdurduk, meydana doğru yürümeye başladık.













Güneş batıyordu, meydan uzaktan cıvıl cıvıl görünüyordu,heyecanlandık. Meydana varmadan yol üzerinde Marouk otele yerleştik ,banyosuz 100 dh, meydana giden yola bakan balkonu var. Çantaları atıp çıktık,meydana girdik. Tam vaktinde gelmişiz meğer,bütün gün boş olan meydan akşam saatlerinde elle çekilen seyyar tezgahlarla doluyor. Güzel yemek ortamı var. Araplar olmasa turistik atraksiyon diyeceğim ama daha çok yerli var.
Bu da kırbayla su satan sucu. Kıyafetleri tüm ülkede aynı,bizim şerbetçiler gibi. Arkadan çekilmesinin nedeni önünden çekince para istemesi.Yemek çeşitleri sınırlı,girişte salyangoz haşlama çorbacısı (bir fransızın ikramıyla ben de salyangoz haşlamasını tattım, kokoreç haşlamasına benziyordu) , kelleci (söğüş), mercimek çorbacı, et-balık vs ızgaracı, haşlanmış yumurtacı, başka da bir şey yok. Bir de taze portakal suyu sıkanlar var, onlar gündüz de araba şeklindeki tezgahlarıyla meydanda kalıyorlar. Portakal 3, greyfurt 7dh. Sipariş verince hemen beraber fotoğraf çektirmek için yanına almaya çalışıyorlar, bir turist te bundan etkilenmiş, çekildikleri fotoğrafını yollamış, onlar da arabaya asmışlar.
Biz ızgaracıya oturduk balık(bir dilim vatoz, 20) ,kalamar(25),pomfrit(5), salata(5), zeytin(5) yedik. Hesabı abarttılar kuver vs. diye 80 dh istediler, 60 verdim.
Aslında bu satıcılar sahiden de turistik. Meydanı çevreleyen restoranlar daha ucuz ,daha rahat ve daha leziz, ama olay burada diye millet ana baba günü. Meydanın köşesinden çarşıya girip bira aramaya başladık.


















Her sorduğumuz bir yere gönderdi,kapalıçarşı gibi sokaklarda epey dolaştıktan sonra bir iki kelime İngilizce bilen birisi halimize acıdı,eski şehirde içki satılmaz,yeni şehre gitmeniz lazım dedi.Yine vazgeçtik,her akşam rutin bir saat bira arayıp sonunda vazgeçiyoruz. Adsız alkolikleri buraya göndermeli. Odaya gidip biraz dinlendik,sonra tekrar çıktık,ben internet kafede fotoğrafları boşalttım (10dh/saat), Neşe de çarşıya girdi.
Tayfun’la konuştum, Can iyiymiş, gazetelere baktım,Genelkurmay yargılamaya izin vermemiş. 22 de dayanamadık yattık. Sabah 9da kalktık,yorulmuşuz .Meydan bomboştu, geceki kalabalık ortadan kaybolmuştu. Kutubiye camii’nin yanından sora sora Tuzizm informasyona gittik. Bina inşaat halindeydi. Ortaya sadece fas’la ilgili genel bir Fransızca broşür bırakmışlar, başka da bir şey yok. Fransızca bilenin Fas’ta bir zoru yok ki zaten.
Israrlarımıza karşın inşaat işçileri başka bir şey yok dediler. Bir boşluk anında içeri girip kapısı açık dolaplara baktım, bir sürü İngilizce broşür buldum, iyi oldu. Neşe Marakeş’le ilgili 80 dh lik resimli bir kitap almak istiyordu, ondan kurtulduk . Elimizdeki haritadan takip ederek Medine'nin dışına çıktık. Kapının çıkışında işçi pazarı vardı. İşçiler bisiklet motorlarına avadanlıkları yüklemiş olarak inşaat işi bekliyorlardı. Duvarın dibinde sıralanmış eski kitap pazarında rehber kitap baktık. Eski kitapçı barakalarını dolaşırken aramızda konuştuğumuzu duyan bir kitapçı ‘Bu hangi dil?’ dedi. ‘Türkçe’ dedik Pek sevindi, Hollanda’da işçi olarak çalışırken çok Türk arkadaşı varmış Muhammed abinin, pide ve dönere hastaymış.












Bir tezgahta LP rehberine 50 dh istedi, ben 20 verdim vermedi 30 istedi , biraz dolaştık, daha iyisini bulamayınca geri döndüm 30u uzattım şimdi 75 oldu dedi. Fesuphanallah dedim, başka bir tezgahtan 40’a Fodor’s aldık. Bunun handikapı da zengin Amerikalılar için yazılmış bir rehber olması.
Yağlı katmer ful çorbası naneli çayla kahvaltı ettik,12 tuttu. Çarşıda dolaştık,torbada fermente çilekli süt(süperdi 2dh),acıbadem kurabiyesi(aynı Türkiye’deki gibi,1dh),palmiye yaprağına bağlı ortası delik lokma(1 dh) yedik,












Ayak tornasında süs yapımını izledik, süsü de almak zorunda kaldık (2 dh) .
Bir kafeye oturup set menü aldık.
Fas’ta kafeler popüler, biraz Fransız kafelerini andırıyor, genelde kruvasan veya omlet ,portakal suyu ve sıcak içecekten oluşan menüler var. Biz kruvasanlıyı aldık(12dh). Etrafta hep orta yaşlı turist var,(eskiden olsa yaşlı derdim ama insan yaşlandıkça laflarını daha dikkatli seçiyor) Medine dışında bir yere gidip geliyorlar. Birisini durdurup önce bira alabileceğimiz bir market sorduk, bilmiyormuş. İnsanların nereye gelip gittiklerini sorduk,ve Jardin Majorel’i bulduk. Eski bir ressam olan Majorel burayı 80 yıl kadar önce bahçe haline getirmiş ortadaki evi de stüdyo olarak kullanmış, sonra 1962 de ölünce Yves Saint Laurent almış ,botanik bahçesi yapmışlar, evi de islami sanat müzesi yapmışlar. Adam başı 30 dh verip girsdik. Güzel bir bahçe çivit mavisi hakim, kaktüsler etkileyici idi.














Evin içini gezmek için ayrıca bilet almak gerekiyordu,biz dışında bir saat gezdik, yattık dinlendik, tuvaletleri temiz, güzel ve ücretsizdi. Bu yaşlı amca da çalışanlardan birisiydi. İyice dinlendik, hatta ben biraz uyudum.
Çıkınca taksiyle meydanın oraya gittik. 




















Meydanın adını güzel telaffuz edemediğimden karşısındaki Kutubiye Camii’nin adını verdim şöföre.
Cami özellikle minaresi gerçekten büyük, tepesinde de alemin orda en küçüğü basket topundan büyük üç altın top var.
Yaptıran sultan üç gün oruç kaçırmış da onun içinmiş (rehberin faydası). Ben caminin içini gezmek istedim, girişten itiraz etmeye başladılar, Neşe tedirgin oldu girmedi, ben her ‘Mösyö no, no!’diyene Müslüman olduğumu belirtip içeriyi gezdim. Beş kişi uyardı çıkmam için, Müslüman olmanın işe yaradığı yerler de var! Cami klasik arap camii şeklinde tek büyük mekan, ilginç olan caminin içinden geçilen camlı kapılarla içeriye ışık da sağlayan ortasındaki havuzda abdest alınan mandalin ağaçları ile dolu bir iç bahçesinin olmasıydı. Kapılar açıldıkça mandalin çiçeklerinin kokusu camiyi dolduruyordu. Camiden sonra tekrar CemalFna meydanına döndük.
Meydanın girişinde faytoncular turist bekliyordu. Meydandan girilen çarşılara daldık,hediyelik deri terlikleri (40-100dh) , ve Neşe’nin ısrarla istediği naneli çay demliğini (60) aldık.
Terlikçi de orman cücesi gibi giyinmiş yaşlı bir amcaydı.
Meydanda akşam harketliliği başlamışken etraftaki teraslar ghün batımını izlemek isteyen turistlerle doluyor. Biz de üç otel-restoranın terasına çıktık,çeşitli açılardan gün batımını izledik, Marakeş'in zaten kiremit rengi olan duvarları daha da kızardı, kalabalığın gürültüsü ,çalan davullar, tüten dumanlar , ızgara kokuları derken güneşi batırdık, indik terastan.











Kimse ne içersiniz demedi, biz de sormadık. Meydanın çevresindeki kafelerden birinin üst katına çıktık,camın ardından meydanı izleyerek yiyelim dedik. Köfteli tajin söyledik, güveçte kıymalı yumurta geldi.(25 dh) ,patates kızartması,zeytin burada default gibi.

Özellikle limon turşusu, biber salçası, kekik vs baharatlarla yapılmış kırma zeytin çok lezzetli ve iyi bir salata fikri (5dh).Üzerine naneli çay içtik. Çok yakındaki bir camiden bir ezan okundu. Ne makam, ne ton, müezzin kulaklara zarardı, kaçtık. 







Neşe meydanda dayanamadı bir daha kebap yedi.
















Meydanı bu kez dinlenik olarak turladık, gürültülü,her köşeden bir davul çalıyor. Keman bonjo da var ama çok kötü amfilere bağlanmış, hiç sesleri duyulmuyor,ya da cazırtı duyuluyor sadece.













Arada yılan oynatanların zurnaları, hikaye anlatanların , komedyenlerin bağırtıları da karışınca insanı yoruyor.
Bence falcılar ve hikaye anlatanlar en ilginçleriydi. Bu adam şifacı; kavanozdaki bitkileri kökleri satıyor.






















Hikayeciler ellerinde anlattıkları hikayeyi canlandıran renkli tablolar,kartlarla ,ağızlarından tükürükler saçarak büyük bir şevkle olayı canlandırmanın çabası içindelerdi.
Falcılar da bir tabureye oturmuş gelene geçene İzmir kordondaki gibi laf atıyorlardı.
























Kombine şovlar da vardı, Gnau çalan ve aynı zamanda komik taklitler yapan öyküler anlatan yaşlı bir adam, korkunç hikayeler anlatıp, arada gözlerine kasap bıçaklarını dayayıp bastıran ,sonra da elini ortada piknik tüpünün üzerinde kaynayan çaydanlığın buharına tutup güç gösterisi yapan adam gibi…
Bu sonuncusu hali tavrı uzun saçları vs ile gerçekten ortaçağdan kalmış gibiydi.
Marakeş’te de Fez’deki gibi insan bu ortaçağ hikayesine ikna oluyor, gerçekten öyle bir hava var.
Bütün bu şovlar turistlere yönelik değil yerli halk için yapılıyor,zaten konuşmalar hep Arapça. Bir turist de kazara köşeden bakarsa, hele eskaza yanılıp da fotoğraf çekerse mutlaka para isteniyor.

































Ben bıçakçının transa geçme dansını yaparken fotoğrafını çektim memnuniyetle parayı da verdim. Bir de süpermarket gezip otele gittik, balkondan geleni geçeni seyredip tekila içtik.














Balkonumuz meydana çok yakın.
























Meydana giden yola bakıyor, pek şenlikli...














Markette bütün camlar Paşabahçe idi,hatta bir de İzmir bardağı vardı.













Sabah kahvaltıyı dünkü yemek yediğimiz N'zaha restoranda ettik.




Peynirsizlikleri feci, peynirli gözleme istedik, bu geldi: Canımız Marakeş'ten ayrılmak istemedi,biraz daha dolaşalım dedik. Palas Royal’e giderken yolda aynı uçakla geldiğimiz Michael ve Coleen’i gördük. Koca ülkede tekrar karşılaşmak ilginç bir şey. Yol üzerinde ok işaretlerini takip ederek Sidi bilmemne müzesine kadar gittik. 













Müzenin girişinde içerde ne olduğu hakkında Fransızca dışında hiç bir şey yazmıyordu. Kapıdaki adam da başka bir dil bilmiyordu. Sinirlendim attım tuttum, anlamadı tabi, bilet almanız lazım dedi, biz de girmedik. Saraya giderken yolda birisi Neşe’nin kolundan tutup bir şey satmaya çalıştı, ona da epey takaza ettim, sen benim karıma nasıl dokunursun diye . Sarayda Kral sahiden oturuyormuş, bizi içeri sokmadılar, fotoğraf bile çektirmediler, bu fotoğrafları polisler görmeden çektim.













Biz de taksiyle otele döndük, çantayı alıp Kutubiye’nin önünden tekrar pöti taksiye bindik, ‘Gar dö büs’ dedik. Taksici yolda radyonun sesini açıyormuş gibi yapıp taksimetreyi geceye çevirince sinirlendim. Filmlerdeki psikopatlar gibi Neşe’ye dönüp yavaştan başlayarak gittikçe sesimi yükseltip ‘Bak şunun yaptığına, tek ayak üzerinde bizi kazıklayacak, gece tarifesi açtı, ben seni şimdi polise şikayet etmez miyim, sen ne ahlaksız bir adamsın,  vs’ minvalinde bağırmaya başladım. Adam da iyice sindi, hemen taksimetreyi kapatıp yolun yarısını geçmişken tekrar gündüz açtı,  defalarca özür diledi, sakin olmamı rica etti. Adam sinince ben de gara kadar susmadım. İnince adam 5 dh istedi, vermeyecektim, ama Neşe çok bağırdın zaten, acısı çıkar başka yerden dedi, verdim. Supratours denen lüks otobüslü şirketle gitmek istiyorduk, ama o tren garından kalkıyormuş . 













Normal külüstürlere Esaaouira’ya bilet aldık gişeden 50dh. 5 dk sonra kalkıyor dediler,35 dk bekledik. Kapıdan binenlerden muavin 40 dh alıyordu, ama bagaj için de ayrı para kesiliyormuş. Sonuçta iki kişi 100 dh normal fiyatmış. Yol boyunca Marakeş’ten çıkana kadar dikkatimi çeken şey, şehre bilinçli olarak bir renk seçildiği ve herşeyin aynı renk olduğuydu.
Öyle ki dış mahallelerdeki evler hatta inşaatların paravanları bile aynı kiremit rengine boyanmıştı. Yarı yolda Sidi Muhtar diye bir kasabada ilan edilmeyen bir mola verdik.
Herkes inince ben de indim. Çilekli fermente süt, yarımekmek şiş kebap aldım (10) çok lezzetliydi, koştum bir daha aldım.
Tamamen toz içinde arabaları (onlar da 30 yıllık Pejolar) saymazsan ortaçağı yaşayan bir kasabaydı. İnsanların kıyafetleri, bakışları korkunçtu.
Bacaklarından çekerek koyun taşıyanlar, çölün ortasında sıralanmış iki sıra yıkıldı yıkılacak binaların önünde yere çömelip çay içenler… 3,5 saatte Esaouira’ya vardık. Yolda yukardan gördük sahilde sevimli ufak bir kasaba. Otobüs garından yaşlı bir adamla genç Raşit bizi aldı Medine'nin içindeki otellerine götürdü.









































Yüksek duvarlı medinenin içi Sığacık kaleiçini andırıyor.











































Otel Medine'nin içinde daracık sokaklardan birinde kapısında hiçbir işaret olmayan üç katlı bir ev. Evin atmosferine , işlemelere, terasına hayran kaldık.














Geceliği 150’den anlaştık. Bizi getirenler odaya yerleştikten sonra komisyon istediler, ‘Baştan böyle bir şey söylemediniz ki ,bu otel sizin değil mi?’ dedim.Değilmiş,’O zaman ev sahibesinden istemeniz gerekir’ dedim, güldüm geçtim. Evin terasına çıktık,etrafı seyrettik,avluda oturduk keyif yaptık.













Sadece bize ait bir mutfak ,ocak buzdolabı var. Bankonun üzerinde vazoya çiçek gibi yerleştirilmiş bir demet nane de duruyordu, ev sahibesinden şeker isteyip hemen bir nane çayı yaptık . Kesme şekerler kibrit kutusundan büyük! 













Çıktık, turizm informasyonu bulduk, harita istedik,paralıymış, ama Medineyi gösteren bir broşür verdi,zaten dışarıda ilginç bir şey olmadığından yeterli gördük aldık. Essaouira’nın rengi de mavi beyaz. Her yer aynı renk, duvarlar, kapılar, taksiler,kayıklar… Yunan adası gibi bir Akdeniz kasabası (her ne kadar okyanusa baksa da) Deniz kıyısında bira da satan bir kafe gördük ilk kez (ufak bira 30dh).














Limana gittik,çok hareketliydi:
Mavi kayıklar,balık satan balıkçılar, eski kale. Kalenin önünde seyyar balıkçı tezgahlarında balık fiyatlarını sordum pişmiş olarak Çupra-Barbun 120 dh /kg, Kalamar100 dh/kg.
















Neşe kalamar yemek istedi, sadece ızgara yaptıklarından ve kalamar da İzmir’de eşek kalamarı denen kalitesiz cinsten olduğundan bir şeye benzemeyeceğini düşündüm ama sesimi çıkarmadım. Bira sorduk,yok dediler,alsam gelsem burada içebilir miyim dedim, tabi dediler,karşıda market olduğunu söylediler. Medine'nin ana giriş kapısından gösterdikleri yere gittim,market falan yoktu, köşedeki kartpostal satan çocuklara sordum,adının İbrahim olduğunu öğrendiğim hiç güven telkin etmeyen biri ‘Aa tabi ben göstereyim’ deyip beni alıp Medine'nin sokaklarında hızlı hızlı yürütmeye başladı.














Daracık sokaklardan geniş caddelerden evlerin altından ,içlerinden geçtik, bu arada bana birayı marketten almanın ne kadar akıllıca olduğunu, restoranlarda çok pahalı olduğunu anlatıyordu. Ben karımı restoranda bıraktığımı eğer uzaksa gitmek istemediğimi söyledim, ‘Hemen şurası ‘diyerek yürümeye devam etti.


















10 dakika daha yürüyünce ben artık istemiyorum, dönmek istiyorum dedim ama geriye çıkış yolunu kendi başıma bulmam imkansızdı, çok dolaşmıştık. Oradan taksiye bineriz çabuk dönersin deyince çaresiz kabul ettim. Bir kapıdan medinenin dışına çıktık,gerçekten de alkollü içki satan bir mağazaya geldik.














Ben dört kutu yerel Special marka bira aldım (4x 8,5dh ).’Ben de alabilir miyim?’ dedi,ne diyeyim al dedim. Kalite bir şarap sardırdı, ‘O olmaz dedim,istiyorsan bira alabilirsin’, iki tane büyük alkollü Heineken istedi bu sefer, ‘Yok dedim benimkinden alacaksan al’, almadı, çıktık. Taksiye bindik, medinenin duvarının çevresinden dolaşıp çabucak limana geldik.

Taksiciye 6 verdim, İbrahim de benim biralardan istedi,öyle anlamış,vermeyince para istedi,sussun bu kabus ta son bulsun diye 10 dh verdim, gitti. 34+6+10=50 dh’e 4 ufak bira almış oldum.Koşarak Neşeyi bıraktığım yere gittim, lastik gibi pişmiş ve buz gibi olmuş kalamarın başında ağlamak üzere buldum.
Başıma gelenleri anlattım, tadımız kaçtı. Biraların birini açtım sinirle, sakallı tezgahın sahibi koşarak geldi, burada içemezsin diye beni azarladı, ben de açtım ağzımı yumdum gözümü, Neşe beni çekerek götürdü. Anlaşılan İngilizceyi anlamadan anlamış gibi yapmanın bir örneğini daha yaşamıştık. Daha sonra şehri öğrenince anladım ki İbrahim aslında ana caddeden dümdüz gitsek 5-6 dakika sürecek bir mesafeyi beni onu bırakıp dönmeyeyim diye dolaştıra dolaştıra 20 dakikada götürmüş. İlk başlarda geçtiğimiz yerleri aklımda tutmaya çalışmıştım, ama o kadar döndürdü ki sonunda bıraktım. Eh alacağı olsun , ben de burada onun ipliğini pazara çıkardım işte. Medine’yi dolaşmaya başladık.














Çok etkilendik, çamurdan yapılmış gibi oyuncak çevre duvarlarının içinde mavi beyaz bazen de kirli sarı evler,dükkanlar,hareketli bir pazar yeri, kafeler…













Yer yer Bodrum çarşısının aynısıydı, hatta aynı Bodrumdaki gibi eski bir dükkanda elde sandalet yapan yaşlı bir amca da vardı.
Ana cadde olan İstiklal caddesinde bize tarif ettikleri balık pazarını aradık, bulamadık,içerdeymiş. En sonunda koklayarak bulduk. Çok çeşitli balıklar Türkiye ‘ye göre çok ucuz fiyatlarla satılıyordu.


















Okyanusa ait hiç görmediğim balıklar olduğu gibi,bizim yemediğimiz müren ve köpekbalıkları da bolca vardı.













Biz 1,5 kglık bir lagos aldık,manavdan da biraz patates soğan,balık pazarının arkasındaki pazara bitişik balık pişiricisine yerleştik. Fırında bir tepsi kiralıyorsun, içine ne koyarsan koy 6 dh. Kızartma yaptırmak istersen o da kilodan bağımsız olarak aynı fiyat. Bira içmeye de karışmıyorlarmış. Patlayıncaya kadar yedik; balık, zeytin, salata, patates , kola her şey bize 80 dirheme mal oldu (12 ytl)

















Börekçi gibi bir pastillacı bulduk, kilosu 100 dh miş. Pastilla, ufak parçalara ayrılmış tavuk (bazen de güvercin) ile tarçın, safran ve ot karışımının, poğaça şeklindeki bir hamurun içine koyulmasıyla yapılan bir tatlı.Daha önce pahalı olduğundan belki beğenmeyiz diye yememiştik. Porsiyonu 25 ti. Burada ‘Az birşey ver abi’ dedik, gerçekten çok şahane bir şeymiş .













Ağırdı, ama ilk defa Fas’ta gerçekten güzel bahsetmeye değer, sofistike bir şey yedim. Dışı çıtır yufka gibi içi tıkız dolu sıkı tatlı-tuzlu bir şey.Çarşıdan biraz daha terlik aldık. Satıcı çocuk bir yandan da MSN de türbanlı bir kızla görüntülü sohbet yapıyordu.
İbrahim’le Medineden çıktığımız kapıyı kerteriz alıp içki satan dükkanı tekrar buldum. 




















Şaraplardan aldık,(30-40 civarında kaliteli şarap fiyatları), pazardan nane(1), kaya şeker (6/kg) aldık.

Odaya dönüp yattık.

Sabah kulağımda Comfortably numb şarkısıyla saat 6 da uyandım,etraf karanlıktı, nane çayı içtim,çarşıya gidip taze ekmek aldım ,içine bal terayağ sürdürdüm, yumurta aldım haşladım, onları da içine koyup naneli çayla güzel bir kahvaltı yaptık. 

















Gerçi balın kekikli lezzeti dışında Fas’a özgü bir şey yoktu ama ortam çok güzeldi. Tepesi açık avlu,kuş sesleri,bizim radyonun çektiği tek kanalda sürekli konuşma, arada müzik(yazdığım mektupları teker teker atacakmış çaldı Arapça). Hiç evi bırakasım yok Neşe dolaşmaya çıktı,ben kitap okudum,turistlerin bıraktığı matbuatı inceledim.
Birisi Harrison’s bırakmış,nasıl bir ortamda geldiyse… Öğleden sonra sahile gittik,okyanusa elimizi soktuk. Hava yüzmek için soğuk mayolar çantadan çıkmadan geri gidecek.

















Garaja yürüdük,otobüs saatlerini öğrendik.Supratours Marakeş üzerinden trene aktarma yaparak 125 dirheme 6 saatte gidiyormuş. Gördüğümüz bir rota olduğu için istemedik. CTM (yine iyi otobüsleri olan, Varan gibi bir firma)110 dirheme sahilden 7 de ve 11 de gidiyormuş. 11deki otobüse baktık güzeldi. Ayrıca araba kiralasak diye sorduk, Avis 206 yı 850 dh/güne kiralıyormuş,yanındaki başka ufak bir şirket de VW Gol’ü(Neşe f’si düşmüş zannetti, ama bu sadece burada olan Polo gibi bir model)500’e kiralıyormuş.














Kazablankada havaalanında bırakırsak 600 de ekstrası varmış.250 de benzin tutsa yaklaşık 150 euroya geliyor ki hayli tuzlu ,hemen vazgeçtik. Dönüşte yine Medine dışında yürüyen bir turist çift gördük. Acaba nereye gidiyorlar biz de gidelim diye sorduk, meğer yolu kaybetmişler, gösterdik. Çilek(10/kg), dondurma(1,5) aldık ,dışardan yürüyüp alkol kapısından girdik. Fast foodçuda kebap yedik dürüm(2x12),yanında marketten ayran diye aldığımız sütü içtik. Kaleye çıktık.













Oldukça iyi korunmuş bir kale, toplar atış yapacakmış gibi duruyor. Tekerlekli sandalyeyle gezen yaşlı(bu sefer sahiden yaşlı) turistlere hayret ettik.
Romatoid artritli elleri ojeli yüzü ifadesiz ama bolca kremli kaskatı bir kadını tekerlekli sandalyeyle gezdiriyorlardı. Türkiye’de olsa huzurevi almaz!
Eski toplar kale burçlarında etkileyici idi. Medine'nin içinde buranın da bit pazarını bulduk, gezdik.



Şarap içme niyetiyle odaya geldik, ikimizin de başağrısı tuttu,vazgeçtik.Ben Anatomist’e başladım, Neşe de beni bitirdiğim Peruk takan kadınlar’a. Atlas Jet’in Jetlife’ını da en sonunda bitirip buraya bıraktık. Midemiz kötü üşüyoruz, sanki hasta olacak gibiyiz. Bir türlü acıkamadık ,oysa ki akşama friteur yeme niyetimiz var. Akşamüstü yine balık pazarına yollandık.














Sabahtan bir öbek Barbun peylemiştik (40/kg)satılmış, biraz biraz Çimçim(60/kg), Küçük sübye(25/kg), Kalamar (40/kg) ve 200 gram da yılan balığı (50/ kg)aldık, kızarttırdık. Tezgahlarda mercan vardı .Burada ne deniyor acaba diye adını sorayım dedim rezil oldum.















Balığı işaret ederek önce ‘Kelör etil’ dedim, sonra bu değildi diye düşünüp ‘Komensava’ dedim, o da olmadı ‘Komepel’ dedim. Adam hiçbirini anlamadı. Tüm aldıklarımıza 48 verdik, pişirme + salataya da 10 aldılar 58 dirhem(9ytl) tuttu. En güzeli kabuğuyla kızarmış Çimçim karidesti.













Çıkışta İstiklal’de biraz dolaştık,son gece hüznü bastırdı, biz Fas’ta en çok burayı sevdik.

Ev kiralayıp uzun süre yaşamayı ,hergün balık halinden balık alıp pişirmeyi hayal ettik.

Ana caddede kafası basketbol topu kadar olmuş 7-8 yaşında hidrosefalili bir çocuk gördük. Annesi tekerlekli sandalyeyle çıkarmış, ama sadece hava aldırma amaçlı.
Sabah 6 da uyandık, 7 deki otobüse yetiştik.
Güneşin doğuşu medinenin surlarını daha da pembe yapıyordu.















CTM otobüsü güzel (2x110+5de bagaj).
Önümüzde üç süslü Arap kadın, aralarında Fransızca konuşuyorlar, ardımızda iki Hollandalı, en önde iki İngiliz kız, ve arkalarında iki Fransız. Araplar binmiyor bu otobüslere herhalde. Kitap bisküvi manzara derken öğleden sonra 1 de Kazablanka’ya vardık.
Bu otobüsler de Türkiye’deki muadilleri gibi, genel garaja değil,kendilerine ait garaja giriyorlar. Terminalleri de pek havalı,bagajı otobüsten vermiyorlar,bir arabaya koyup,içerde bankodan fiş karşılığı dağıtıyorlar. Terminal Sheraton’un hemen arkasında, çıkınca önce ben çantaların başında bekledim, Neşe otele gidip Kazablanka haritası aldı. Yarın uçağımız sabahın köründe olduğundan istasyona yakın bir otelde kalalım dedik. Taksiyle tren garına gittik. Garın çevresinde sadece iki tane otel varmış. Hotel Terminus (150 banyosuz) ve Isis (dampingli fiyatı dışarıda kocaman 440 yazıyordu ama vergilerle 548 dh miş.) Neşe duşlu iyi otel istiyordu ama Terminus’a razı oldu,canım karım benim.














Otel çok eski eşyalar, odanın içindeki lavabo hep antika, balkondan Gar görünüyor.
Otele çantaları atıp şehir merkezine gitmek üzere istasyonun önünden yoldan geçen taksiye atladık. Durakta bekleyen taksiler kızdılar şöföre, belki o da panikten dönmesi gereken göbekten dönmedi (haritadan takip ediyorduk) ,yolu iyice uzattı, uyarınca da dönülmez yerden dönmeye katlı, polis gördü, sağa çektirdi, bağırdı çağırdı,ruhsatı arabanın üzerine fırlattı. Hiç böyle trafik polisi görmemiştim, çok ayıpladık. Adamcağız da bir şey söyleyemedi, ruhsatı polise bıraktı bizi götürdü. Çok üzüldü ,biz de mahçup oldu diye fazladan bahşiş verdik. Bizi Medine’nin kapısında bıraktı.
Aynı kırmızı duvarlar burada da varmış. İçeri girdik ,her yer kapalı, Cuma öğleden sonra. Namazdan sonra ailecek kuskus yenirmiş,adetmiş. Neşe Hasan II Camiine gidelim diye tutturdu. Medinenin içinde kaybolduk,çıkış için hiçbir işaret de yok, labirent gibi kapalı dükkanlar. İspanyolca okuyan Kemal bizi dışarı çıkardı, yolu tarif etti. Yürü yürü kaybolduk, gecekondu mahallesinin içine girdik, bize Harleme düşmüş beyaz gibi baktılar,neyse sora sora Camii bulduk ne işe yarayacaksa, aç aç karşıdan baktık, bahçesine bile girmedik. 













Evet büyükmüş, evet sahiden denizin üzerine yapılmış ama açtık. Kuskus bulma ümidi ile tekrar Medine’ye doğru yürüdük. Ara sokaklarda kelleci gördük, ekmek arası kelle yedik,ama iyice haşlanmış sıcak kellenin kemiklerini ayıklayıp ¼ ünü yarım ekmeğin arasına koydu,suyu jelatini falan ekmeği ıslattı,süper lezzetliydi. Kuskus yiycez diye karnımızı doyurmamaya çalışıyoruz. Bir haftadır hiç canımız çekmedi, ama dönünce herkes yediniz mi diye soracağından vazife olarak yemek zorunda hissediyoruz kendimizi.Bir mahalle arasında aniden zil sesleri gelmeye başladı, sesi takip edince seyyar çalgıcılara dansçılara rastladık. Ben önce sünnet düğünü falan zannettim,ama görünüşe göre sebepsiz neşe yaratıyorlardı. Kafalarındaki fesi sallayarak döndürüp komiklik yapıyorlar,sonra fesi ters çevirip para istiyorlardı, pek sevimlilerdi.












Biz de bahşiş verdik, Neşe de çevirmeyi denedi, pek beceremedi. Ömer bizi portakal suyu içerken yakaladı. Hat sanatçısıymış (tabelacı) bekarmış, ama kuskus yemiş. Kızkardeşi pişirip getirmiş. 43 yaşındaymış ,iki sene (‘75-‘77) Londra’da bir Türkten hat dersleri almış. Türklere sevgisi büyükmüş, gerçekten de tavrı dostçaydı, bizi esnaf lokantalarına götürdü, kuskus sorduk, hepsinde birmiş, en sonunda birinde bulduk ,yedik. İnce bulgurdan da ince kaba irmik gibi yağsız tuzsuz bir şey üzerine de haşlanmış bir tavuk budu biraz sebze koymuşlar (30 dh), bir şeye benzemiyordu, yememekte haklıymışız.













Ömer Medine içinde gezerken bütün yaptığı tabelaları gösterdi, bu kufi bu Arabi diye. Bir de kendini değerlendirmesi zayıftı:Ağzında tek dişi kalmış ,bana ben senden genç gösteriyorum dedi .
‘Peeh ‘dedim güldüm. Medine’den çıkınca şehir içi ulaşımın sağlandığı Port tren garına indik. Garın içinde biraz oturduk ,dinlendik. Yanımda oturan Abdüllatif abi’yle sohbet ettik. Maaşları sordum,19,5 yıl çalışmış,işçi olarak 4000 dirhem (400 euro) alıyormuş, doktorlar 8-10 000 dh alıyormuş.
Bir yıl daha çalışırsa emekli olabilecekmiş ama şu anda işsizmiş. Emekli olunca 2000 alacakmış. Karşımızdaki duvarda duran resmi her yerde görüyordum, bana kralları anlattı.

















Resimdeki ahalinin üzerinde uçan halıda namaz kılan Muhammed V Fransa’ya karşı özgürlük mücadelesi verenmiş, O ölünce yerine geçen oğlu Hasan II pek sevilmiyormuş, çünkü diktatör tabiatta imiş, resmi heykeli falan pek yokmuş. O ölünce yerine geçen şimdiki kral Muhammed VI ise halk tarafından çok seviliyor, pop star gibi algılanıyormuş.
Bana kalırsa son kralda Kapalıçarşı'da hanutçu tipi var ,ama gerçekten de her yerde son kralın ‘Nerden kral oldum,dükkanı da dağıttık ’ ifadesiyle bakan resmini görmek mümkün. Gardan yukarı Medine duvarının dışından Armes bulvarından çıktık, şehir merkezine geldik. Kazablanka İzmir veya İstanbul’u andırıyor. Neşe de Mersin’e benzetti. Diğer şehirlerden çok farklı,geleneksel kıyafetler tek tük görülse de genelde heryerde batılı tarzda giyinmiş insanlar ,iş yerleri, kafeler göze çarpıyor . Kadınlar askılı, mini etekli, file çoraplı, erkekler takım elbiseli. Dün Essaouira’da bir elektronik dükkanına takım elbiseli bir adam girince çok şaşırdık,hiç görmemişiz. Kukuletalılar da tek tük var. Sevinç Pastanesinin önü gibi bir yürüyüş yolunun başında saksılarda otururken JollyTur’un rehberi abiyle karşılaştık. 














Onların da turu bitmiş aynı uçakla dönecekmişiz. (Onlar uçakla Marakeş, Fez, Kazablanka yaptılar 800 euro civarındaydı galiba). Bize hemen çok dikkat etmemizi ortamın çok tehlikeli olduğunu , daha az evvel Ankaralı bir iş adamının cep telefonunu motorlu kapkaççıların kapıp kaçtıklarını söyledi. Bana kalırsa tamamen kurmaca bir hikayeydi. Ortada hiç öyle kapkaç olacak bir ortam yoktu; ayrıca olsa bile bunun Ankara’lı işadamının başına gelmesi, gelse bile abinin buna tanık olması, kurbanın Ankara’lı olduğunu anlaması akla yakın gelmedi. Hem Marakeş’te yüzlerce bisikletin okulun karşısında kilitsiz durduğunu gözlerimle gördüm, polis çok sert.













Havaalanındayken de benzer tehlikelere dikkat çekiyordu, bence doğal bir refleks olarak turunu çevresinden fazla uzaklaştırmamak için sürekli kimi görse böyle korkutucu hikayeler anlatıyordu. ‘Ha tabi, sağol abi‘ dedik. Sabah kaldıkları Ferah Otele gelirsek havaalanına onların servisi ile gidebileceğimizi söyledi, teşekkür ettik.
Harcayacağımız 150 dh kaldı cebimizde. Archers kafeye oturduk, cafe au lait, cafe noir, mint tea içtik(26),tektekçilerden Neşe’ye bir tane sigara aldık (2).













Kafenin garsonu para üstünü getirdiğinde yarım dirhemleri bir diye yutturmaya çalıştı. Kafeden sonra büyük parka gittik.













Günbatımında palmiye ,havuz fotoğrafları çektik. 













Hava kararınca tekrar Medine’ye girdik. Öğle rehaveti bitmiş, çarşi canlanmıştı. Seyyar satıcılar, dükkanlar çok kalabalıktı ama ahaliyi pek beğenmedik. Pazardan İzmir’e götürmek üzere taze nane ve kişniş aldık.













Otele yürüyerek dönelim dedik ama olacak iş değilmiş. 1 saat yürüyüp yarı yola gelemeyince taksiye bindik. Saat 20:30 olmasına karşın gece tarifesi açtı. Dedim ‘Niye gece açıyorsun’, ‘E gece oldu’ dedi.














‘Seni şikayet etcem’ dedim, O da ‘Etmezsen namertsin’ dedi (yani anlaştığımız ortak bir dil yoktu ama ne dediğimiz anlaşılıyordu). Garın önüne gelince 10 yazdı 7 verdim, adam küplere bindi, paraları kabul etmedi beraber gar polisine gittik, Polis gece tarifesinin (akşamüstü tarifesi demek lazım) saat sekizde başladığını teyit etti. Şöförden özür diledim, parasını verdim, dostça ayrıldık. Tartıştığımız meblağ da 50 kuruş! Bizim otelin altı şenlikli bir bar ,bir köşesinde ızgara da yapıyorlar. Neşenin girebileceği bir ortam yoktu , dışarıya masa attırdık . Sucuk (14), patates(7) yedik,5 bira içtik (Stork marka yerel şişe 11 dh) parayı bitiremedik.
Şaraplar da 55-65 dh.di. Barmenden izin alıp yukardaki asma kattan barın fotoğrafını çektim. Sarhoşun birisi fark etti, ‘Vay sen niye bizim fotoğrafımızı çektin ,Avrupa’da kaidedir barda fotoğraf çekilmez ,senin orada olduğunu bilmeyen birisi görebilir’ diye iki saat lafa tuttu. Barmenden izin aldığımı, zaten Türkiye’de onu tanıyan çıkmayacağını, ortamın da loş olduğundan fotoğrafta tanınmayacağını anlattım. İyice sarhoş olduk, yattık. Resepsiyona not bırakmamıza karşın sabaha kadar Neşe beş defa ışığı yakıp saate baktı. En sonunda =5:20 de kalktık,6 daki havaalanı trenine bindik, hostes ve pilotlarla havaalanına gittik.Yolda güneş doğdu.













Tüm polisler çalışıyordu, işlemler çabucak bitti(turdan önce girdik), 30’ rötarla kalktık, sorunsuz geldik.













Son olarak İzmir'e akşama kadar hiçbir uçakta yer yokken, bize son anda bilet bulan ve oğlumuza neredeyse 12 saat önce kavuşmamızı sağlayan Onur Air yer görevlisi , efendi insan Serhat Danış’a teşekkür ederiz!

Fas Türkiye’den iklim, sosyal yapı,yeme içme açılarından pek farkı olmayan bir ülke, bizim de gönülsüz gidişimiz zor beğenmemize neden olmuş olabilir. Güneydeki Batı Sahra’yı, çölü görmeye vakit kalmadı, belki bir gün orayı da güneyden gelip görürüz. Esaouira dışında Fas’tan pek hoşlanmadık.


































Uçak bileti:2x250 euro
Herşey dahil iki kişi toplam harcama: 800 euro