18 Kasım, 2012

SURİYE - ARWAD ADASI (Ekim 2010)




 Ben Suriye’ye çok üzülüyorum. 
Dünya’da her köşede kargaşa, kavga, katliam var ama burası benim çok iyi bildiğim tanıdığım bir yer.

 

 










Son 15 yılda defalarca gidip geldim, arkadaşlıklar kurdum, her köşesinde anılarım var.


 

 Haberlerde birbirini boğazlayan Suriyelileri gördükçe çok fena oluyorum.

 

Ben bu insanları tanıdım, çok efendi insanlardı.




Modern dünyaya ait hırsları özentileri yok denecek kadar azdı. 
Ellerindekiyle yetinir ve mutlulardı.

 

Adeta yetmişli yıllarda; bir masumiyet çağında takılmış gibilerdi. 
Zaman şehirlerde bile yavaş geçerdi.

 

 Lazkiye’de meydandaki kahvelerde oturup nargile içer, (sabahları hep Feyruz çalardı) saatlerce geleni geçeni seyrederdim.

 

 Dekolte kıyafetli, alımlı bir kadınla genç bir erkek karşılıklı birbirinin yanından geçince erkek dönüp kadına bir de arkadan bakacak mı diye merakla takip ederdim.

 

 10 erkekten en fazla biri dönüp bakardı. 
(Türkiye’de bu oran tam tersi olabilir)
















Şimdi bu efendi, sakin, ağırbaşlı insanlar birbirini çatılardan atıyor, canlı canlı boğazlıyor.
Çöl rengi taşlarla örülmüş güzelim şehirleri kendi ordusu, uçakları bombalıyor, taş üzerinde taş bırakmıyor.

 

 Ben bu şehirlerde yaşadım.
Çok sakin, asude yemyeşil parkları olan, baharda kaldırımlarındaki iğde ağaçları açınca yürümesi bambaşka zevkli bir şehirdi Şam.



Alsancak gecelerini aratmayan, gençlerin dondurma yiyerek piyasa yaptığı, kafelerde takıldığı aynı İzmir gibi bir şehirdi Lazkiye.



 Bir daha bu şehirleri hiç göremeyeceğim. 
Belki kısmet olur, yine giderim ama korkarım artık ne o caddeler parklar, ne de o masum insanlardan eser kaldı.

 

 En son Halep’in yüzlerce yıllık tarihi kapalı çarşısının  da bombalanıp yanıp yıkıldığını öğrendim.


( Halep kapalı çarşısının neşeli eşcinsel eşarpçısı Ahmet ne oldu ki acaba?)

Bu seyahatimizi olayların başlamasından altı ay önce Ekim 2010’da yaptık. 
Dönüşte, ilk defa keşfettiğimiz Suriye’nin tek adası olan Arwad'ı tanıtmak için  yazmaya başlamıştım, olaylar çıkınca öyle kaldı.



Şimdi eski güzel Suriye’yi anımsamak ve anmak için bu yazıyı yayınlamaya karar verdim.

 

29 Ekim tatili için Neşe ucuz İzmir –Antakya uçuşu bulunca oraya kadar gitmişken Suriye’ye de geçelim bakalım, sahiden vizeyi kaldırmışlar mı dedik.

 

 İzair-Pegasus ortak uçuşuyla Antakya'ya direk uçtuk

 

 Biraz Pegasusun gölgesinde kalsa da İzmir'e ait bir havayolu bulunması ne hoş.

 

 Antakya havaalanı ufacık.
Bizden sonra bu havaalanını bir su bastı, 6 ay çalışmadı.

 

 Uçağımız Antakya’ya akşamüstü indiğinden Suriye’ye geçebilmek için ya Antakya’da yatıp sabahına taksi dolmuşlara binmek, ya da özel taksiyle Suriye’ye geçmek zorundaydık. Taksiler havaalanı şehir arası 40 lira yazdığından İzmir’deyken internetten bulduğum bir taksi şirketiyle havaalanından Lazkiye’ye 100 liraya anlaştık. (Havaalanı taksileri bu yola en az 100 dolar istiyorlar)

 Antakya’ya inince bana verilen cep telefonundan şöför Yusuf’u aradım.
Havaalanı taksicilerinin göremeyeceği bir köşede buluştuk.
Arabası sıfır Toyota Verso, borca girip daha yenicek almış 50 bin liraya. Şimdi 100 liraya yolcu taşıyor. Bu kara taşımacılığının matematiğini ben anlayamıyorum.

 

 Suriye ile Türkiye arasında taksicilik yapabilmek için uluslararası bir taksi durağına bağlı olmak ve belgelerinin Şam makamlarınca onaylanması gerekiyormuş. İki ülke arasında çalışan 50 kadar taksinin 30’dan fazlası Suriye arabalarıymış
 “Suriyelilerin arabaları hep külüstür, Çin malı. Sen neden bu kadar para yatırdın?” diye sordum
 “Bizim müşteri, hele Halep yolcusu çok araba seçiyor” dedi
Elbette 120 km lik yolu bu fiyata götürmeleri ek gelirler sayesinde oluyormuş. Suriye’de benzinin litresi 2 lira, depoyu doldurup Antakya’da 2.lira 30 kuruşa satıyormuş   (Verso alması boşuna değil, hem 60 litrelik deposu var, hem de Japon, depodaki benzini boşaltmak için bir vana yapmış.)

 

 Aslında tam dolu depo ile dönmek de yasakmış, Suriyeliler kontrol ettiklerinde ceza yazmaya kalkıp binbir yalvarma ve rüşvetle bırakıyorlarmış. Arabanın parasından başka durağa ve bu belgelere de bir sürü para ödemiş. Adamcağız anlattıkça içimiz parçalandı. O ise gayet neşeli yolda mola verdiğimiz Yayladağ’dan bize içecek su, antepfıstıklı meşhur Yayladağ lokumu aldı geldi.

 

 Suriye’ye girince de börek ısmarlamak istedi de o kadarına izin vermedik. Sınırda yarım saat kadar Yusuf‘un işlerini bitirmesini bekledik. Bu arada ben, Lazkiye’ye mesai saati dışında varacağımızı hesap ederek kapıdaki banka bürosundan (Bir köşesinde yatak, TV, çay ocağı bulunan döküntü bir kulübe) 50 dolar bozdurdum. (1 USD 46 SP) Daha sonra gördüm ki gayet namuslu bir fiyatmış
Can ilk kez kara sınır kapısından çıktığı için çok heyecanlandı.

 

 Çocuk bakışıyla ülkeleri sınırları gözünün önüne getirmek kolay değil. Burada Suriye’ye defalarca girip çıkarak (sürgülü kapının iki yanına geçerek) oyun oynadık.
Hesapta sanitizasyon için ilaçlı su bulunan çukuru çok ilginç buldu

.

 Yolda aç değiliz dememize karşın Yusuf "Bunlar çok güzel yaparlar" diye bir köyün içinde durdu, tandırda pişen lahmacunlardan yedik.

 

O kadar da çok sayıda söyledi ki akşam yemeği için korumaya çalıştığımız iştahımızı kaçırdı.
(6 tane 2 USD)



 Akşamüstü hava karardığı saatlerde Lazkiye’ye ulaştık.
Bizim evlilik yıldönümü de bu seyahate geldiğinden Neşe bari bu sefer düzgün bir otelde kalmamızı rica etmişti. Önce internetten gördüğüm Safwan Otele gittik.
Bu otelin sahibi Muhammed Couchsurfing'de bir profil açmış, sözümona CS'den gelenlere indirim yapıyormuş. Kendisi Tenten hastası olduğundan Tenten'le ilgili sorduğu bir soruya doğru yanıt verenleri de bedava konaklatacakmış.

 

 Ben CS'ten geliyorum deyince 1000 SP olan oda ücretini 800e (18 USD) indirdi.
Daha önceki kaldıklarıma göre iyiydi ama sonuçta salaş bir hosteldi.
Odanın eşim için kirli olduğunu söyleyince hiç alınmadı, yine de çekmecesinden çıkarttığı bir Lazkiye haritasını (Daha doğrusu kenarlarına pek çok not yazılmış, Tenten figürleriyle süslenmiş Lonely Planet haritasının fotokopisini verdi).

 

 Sahilde daha önce beğendiğim Ambassador  Oteli aradık bulmadık.
Yıllar önce bu otelin katibi Antep kökenli Zekeriya Amca ile birbirimizi pek sevmiştik.

.

 Sahilde bir aşağı bir yukarı giderek iyi bir otel bulmaya çalıştık. Lazkiye için iyi kabul edilen otellerin 3 yataklı oda fiyatları 67-72 dolar arasında sabitlenmiş. Oteller pek ahım şahım olmadığı gibi odalar da en sevmediğim şekilde ağır döşenmiş, işli koltuklar, vinleks kabatmalı yatak başları falan…
Lazkiye’ye gireli bir saat olduğu halde hala otel bulamadığımızdan Yusuf da haklı olarak sabırsızlanmaya başladı, zira daha Türkiye’ye geri dönecekti.
En sonunda bizi şehir meydanında indirmesini söyledim.

 

 Rehber kitaba göre oraya yakın bir otele yerleşmeye karar verdik. Çantaları sırtlanıp otelin adresine gittik ama otel yoktu. Esnafa sorduk, kapanmış. (İnternetten eski tarihli Lonely Planet indirmenin sonucu)
 Biz de yokuş aşağı sahile indik. Sağa mı sola mı derken bir de baktık ilk geldiğimiz Safwan otelin önündeyiz, Neşecim "Kalalım bari" dedi, girip yerleştik.



Çantaları odaya attıktan sonra sahile yürüyüşe çıktık.
Eskiden beri severek oturduğumuz Spiro Restorana gittik.

 

 Yusuf’un ısmarlamaları yüzünden henüz acıkmamış olmamıza rağmen birkaç meze ile Arak Rayan (rayan=altın) söyledik

.

 Eskiden en kaliteli olan bu markanın tadı bu sefer acı geldi.



 Suriye’de demokrasinin artması ile kadınlar daha rahatça kapanırken rakılar bozulmuş.



Hafız Esat zamanında hoş görülmeyen İslamcılık oğlu Beşar zamanında giderek artıyor.

 

 Suriye’ye her gidişimde kapalı ya da çarşaflı kadın sayısını artmış buluyorum.
14 yıl önceki ilk ziyaretimde neredeyse hiç çarşaflı yoktu.

.

Son gidişlerimde ise sokaklardaki tesettürlü sayısı açıkları geçmişti.

 

Sabah erkenden kalkıp şehirde tek başıma bir tur attım.

 

Sonra dönüp Neşe ile Can'ı aldım, kahvaltı için merkeze yürüdük.

 

 Çarşıda hareket vardı .

 

 Yeni sezonun zeytinleri piyasaya çıkmıştı.



 Balıkçılar tuttukları taze balıkları satıyorlardı.

 

Bir köşede tebule salatasında kullanılmak üzere lavaşlar, Neşe'nin bir gıda mühendisi olarak asla kabul edemeyeceği şartlarda kurutuluyordu

 

 Lazkiye meydanındaki lahmacun fırınından muhtelif çeşitlerden bir paket yaptırdık.
(Benim favorim acı pul biber ve peynirli)

 

Meydandaki kahvelere oturup kakuleli çay söyledik.

 

 Daha önce kardeşim Tayfun ile kaldığımız meydana bakan köşedeki otel daha da eskimiş olarak faaliyetini sürdürmekteydi.

 

 Kahvaltının üstüne bir de nargile patlattık.

 

 Taze meyve suları içtik

 

 Bu meyve suyu işi İzmir'de de yaygınlaştı ama içmesi yurt dışındaki gibi tatlı olmuyor

 

Muhtemelen kur farkından kaynaklanıyordur

 

 Sahte kokular aldık.



Suriye'ye ilk gidişimde bu sahte kokuları görünce bu işte büyük para olabilir diye düşünmüştüm. Zira o sırada açık parfüm işi Türkiye'de henüz icat edilmemişti. Seyahat etmenin böyle ticari faydaları da olabiliyor; tabii meraklısına.
Benzer bir fikrimi de bu yazıyı okuyanlarla paylaşayım, paraya ihtiyacı olan kullansın: Tütün düşmanlığının antitezini yarattığı ABD 'de Ortadoğulu nüfusun yoğun olduğu Brooklyn'e kaliteli bir nargile kahvesi açmanın iyi bir ticari fikir olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde çok popüler olan kokulu nargile işi de 97 yılında Türkiye'de hiç yoktu ama burda vardı

 

 Kahvaltıdan sonra yürüyerek sahildeki büyük parka indik.

 

 Bu parkın havasını hep çok seviyor(d)um

 

 Can'a haşlanmış darı ve bakla aldık.

 

 Darı burda tanelenip baharatlanıp tabağa konarak yeniyor.

 

 Parkın yanındaki lüks otelin oda fiyatlarını sorduk, 120 dolarmış.

 

 O gün bizim evlilik yıldönümümüz olduğundan akşam yemeği için İtalian Corner denen bölgeye gittik.

 

 Burada Neşe'nin daha önce gidenlerden methini duyduğu Last Station adlı restoranda yer ayırttık.

 

 Burası genelde gençlerin takıldığı bir bölge, Alsancak'a benziyor.



 Lüks mağazalar var, modayı da yakından takip ediyorlar.

 

 Sokaktaki gençlerin bizim gençlerden tip olarak da davranış olarak da pek farkı yok.

 

 Ortalık çok hareketli, sokaktan lüks arabalar geçiyor.

 

 Askerlik şubesini andıran köşeler de yok değil elbette.
Sonuçta burası da Ortadoğu...

 

 Kızlar da kız kıza nargile içiyorlar.

 

 Hatta bir aile pusetteki bebeklerine oyuncak nargile almış.

 

Saat 7 gibi restorana gittik. Yer ayırtmasak olacakmış, bizden başka müşteri yoktu.
Sonradan doldu



 Mezeler güzeldi, özellikle etli humusu beğendik.

 

Şarabımızı Bekaa vadisindendi ve pek güzeldi
(Ben şaraptan anlamam)

 

 Can'a annesine nasıl evlenme teklif ettiğimi anlattım.

 

 Yemeğin üstüne tatlı için wafflecıya girdik.



 Can waffla bayıldı

 


Sabah kahvaltısında sokak arasında ufak bir humusçu dükkanına girdik.




Usta önümüzdeki Osmanlı hanımefendisine hazırladığı kahvaltılık humus tepsisini bitirdikten sonra sıra bize geldi.

 

 İki porsiyon istedik.
Nohutla lavaşı doldurdu,

 

 üzerine nohut suyu,



 tahin, zeytinyağ vs döktü.

 

 Asla bitiremeyeceğimiz iki porsiyonu getirdi önümüze koydu.
Biz de bitiremedik.



 Bu ağır kahvaltıdan sonra daha önce hiç gitmediğim Tartus şehrine gitmek üzere garajdan otobüse bindik.

 

Biletin ne kadar olduğunu tam hatırlayamıyorum ama artık pek de bir önemi yok.
Yol deniz kıyısından güneye doğru dümdüz iniyordu.

 

Tartus şehir merkezi ortaçağdan kalmış havasında bir yer.



 Şehir meydanına geçitlerden giriliyor.

 

Mardin gibi tüneller...

 

 daracık sokaklar...

 

 merdivenlerle çok etkileyici bir havası var.

 

Meydandaki kahvenin önünde meyan şerbetiyle sabah kahvaltısındaki humusu bastırmaya çalıştık.



Adaya gitmek üzere deniz kıyısına indiğimizde rüzgarın epeyce sert olduğu anlaşıldı.

 

 Neşe denizdeki dalgaların büyüklüğünü görünce 
"Hayatta binmem ben o tekneye" dedi 
(Ama yapılan açık oylamada bire karşı birbuçuk oyla kaybetti ve binmek zorunda kaldı.)

 

 Tekne yükünü tutunca kalktı.

 

 Ortada dolmuş misali ayakta dikilenler yalpalarda tavana tutunarak düşmemeye çalışıyorlardı.



Ben de açıldıktan sonra acaba hata mı ettik diye düşünmedim değil ama bizden başka herkes çok rahattı, Neşe'ye belli etmedim.



Yolda başlayan yağmur adaya varınca hızını arttırdı, kıyıdaki restoran kafeye kendimizi ancak attık.

 

 Yağmur hızlanınca  üzerimizdeki tente de yetmez oldu, damlatmaya başladı.



Restoranın kapalı ikinci katına çıktık.

 

Henüz acıkmamamıza rağmen oturduk diye balık ve biraz meze söyledik.
 Mercan gibi kiloluk bir balığı soslayıp haşlayarak mundar ettiler.

 

Üstüne bir de nargile içince hava duruldu.

 

 Yağmur dinip güneş açınca gökkuşağı belirdi

 

Adayı dolaşmak üzere çarşıya girdik

 

Suriye standartlarında oldukça  turistik olan çarşı Bodrum sokaklarını; daha doğrusu Fas'ın kıyı kenti Essaouria'yı andırıyor

 

Arka sokaklar feci bakımsız.

 

 Eskimiş de olsa mavi beyaz badanalar bu köye başka bir hava veriyor.





Ara sokaklardsa rastladığımız bu çocuk molotof kokteyli mi hazırlıyor?

 

 Hayır su birikintisinde oynuyor

 

 Yürü yürü labirent gibi sokaklardan birinin sonunda denizi bulduk



Sahilde çocuklar oynuyorlardı.
Bu adada çocuk olmak isterdim
Bugünlerde değil
(Haiku oldu)



Hem sahilde hem denizin içinde antik kalıntılar, harabeler, harabe şeklinde duruyordu.

 

 Neşe de ben de aynı şeyi düşündük:
Bu ada Yunanlıların elinde olsa turizmi öttürürlerdi!

 

Deniz kıyısında ben Neşe ile Can'ın fotoğrafını uzaktan çekerken Suriyeli gençler daha riskli bir yerde aynı işi yapıyorlardı.

 

Sonuç ıslak pantolonlar, (wet pants)

 

 Sahilde geniş ıssız bir yol var



Kordon olabilecek bir yol ama ne bir kafe ne bir insan var

 

 Yazlık bir iki ev de kapalı

 

 Kıyı kıyı yürüyünce yine merkeze geldik. Balıkçı kahvesini bulduk.



Kahvede ağ onaran balıkçılar vardı.
Dünyada denize kıyısı olan her köyde bir balıkçı kahvesi ve içinde de ağ onaran balıkçılar var!

 

Zaten köyün denizle içli dışlı olduğu her köşeden belli oluyor

 

 Kışlamak için karaya alınmış teknelerin arasında da çocuklar oynuyor

 

Daha Tartus'tan Lazkiye'ye döneceğimiz için adada daha fazla oyalanmadan dönüş teknesine bindik.



 Rüzgar sakinlemişti, anakaraya ulaşmamız bu sefer kolay oldu.

 


Tam iskeleye yanaştık bardaktan boşanırcasına bir yağmur indirdi.

 

Yollar su içinde kaldı, garaja yürüyemedik, tam o sırada önümüzden geçen bir Lazkiye otobüsüne ıslak sıçanlar gibi kapağı attık.



Otele döndüğümüzde motosikletle Suriye-Ürdün turu yapan arkadaşım Levent'in gelip bizim oteli bulduğunu ama bizi bulamadığını gösteren bir notla karşılaştık.



 Akşam yemeğini otelin yanındaki kafede yedik.

 

 Sabah Muhammedin telefonundan Yusuf'u arayıp öğlen saatinde bizi otelden almasını söyledik.
Muhammed ile vedalaşırken biraz sohbet ettik. Aile oteli olduğundan binada istediği tadilatları yapamıyormuş. İlk başta pek sevmemiştim ama sonradan kanım kaynadı, dürüst ve iyi niyetli bir çocuk, bugüne kadar bağlantımızı kaybetmedik. Geçenlerde Lübnan'da ve sağ olduğunu yazdı.

 

Yusuf konuştuğumuz saatte parlak takım elbisesi ve pozitif mooduyla bizi otelden aldı.
Meşhur deposunu doldurduk .

 

 Yayladağ sınır kapısına doğru giderken eski gözağrım Kassab'ı gördüm.

 

Santimental hatıralarn etkisiyle, biraz tereddütten sonra "Girebilir miyiz?" diye sordum, ama sapağı epey geçmiştik, "Geç kalırız" dedi Yusuf.

 

 Kapıdan sorunsuz geçip hızla Antakya'ya vardık.

 

 Yusuf'tan bizi Antakya'nın mesire yeri olan Harbiye'de indirmesini rica ettim.

 

 Suriye ile vizelerin karşılıklı kalkması Antakya'da turizmi patlatmış.
 Harbiye Suriyelilerle doluydu.

 

 Hediyelikçiler Beşar Esad posterleri satıyorlardı.
 (Aslında ben Antakya'da Esad posteri satılmasının sebebini kavrayamadım. Herhalde Suriyeliler memleketten çıkıp da etrafta hiç Esad görmeyince kafaları karışıp boşluğa düşüyor, posteri alıp otel odasına asınca rahatlıyorlar)

 

 Harbiyenin yolları nasıl olduysa hala toprak kalmış.
(Bir gün gelecek refah seviyemiz yeterince artınca bütün Türkiye parke taşla kaplanacak, toprak hiç görünmeyecek)

 

 Dolmuşla merkeze gidip öğlen yemeğimizi pidecide yedik.

 

 Kapalı çarşıyı gezdik.

 

Pişmiş yoğurt, salça aldık.
Antakyalılar sağlam yiyor.

 

Şehir merkezinde boru değiştirirken tarihi kemer bulmuşlar, inşaat öyle kalmış, trafik berbat!

 

 Antakya'da bir ilki yaşadık. Kalmak için Couchsurfingden tanıştığımız Serpil'i seçtik.

 

Daha önce yurt içinde bu sistemi hiç kullanmamıştık.
 Serpil de henüz kimseyi ağırlamamış.
Bizi şehrin büyük parkının kapısından aldı. Bu sayede bu parkı da görmüş olduk. Daha önce Antakya'ya belki 15-20defa geldim ama bu parktan haberim yoktu. Ulu ağaçları ile nefis bir yermiş.

 

 Birlikte Harbiye taraflarında çok büyük bir restorana gittik, sohbet ettik.

 

 Yemeğin sonunda meyve diye taş gibi Trabzon hurmalarını getirince ben "Bunlar yenmez ki" dedim. Antakya'dakiler yeniyormuş. Hem çok tatlı, hem insanın ağzını burmuyor.



 Serpil genç bir öğretmen, sağolsun bizi çok güzel ağırladı.

 

 Kahvaltıdan sonra uçak saatine kadar bizi Antakya çevresindeki dağlara gezmeye götürdü.

 

Burda tarihi bir çınar varmış, otobüs otobüs İzmirli turist önünde fotoğraf çektiriyordu.

 

 Ağacın kocaman kovuğunun içinde eskiden bakkal dükkanı varmış.

 

Serpil bizi havaaalanına bıraktı, evimize döndük.

   

Bütçe: 300 USD
Kitap: İki darbe arasında / İskender Pala
Müzik. Feyruz