12 Mart, 2014

ARNAVUTLUK ( Mart 2014)

Tiran-Durres



 THY yaptı yine yapacağını. Ukrayna ve Balkanlar’a 99 euro fiyat koyunca Tıp Fakültesinden arkadaşım Yakup ile nereye gitsek diye bakınmaya başladık. İkimizin de ilk tercihi Kırım’ı çok merak ettiğimiz için Simferopol'dü. Uçuş saatleri uygun olmadığından ne yazık ki gidemedik. (Ya da ne mutlu ki, zira Tiran’da olduğumuz haftasonu Ruslar havaalanını kapattığından Simferopol’e giden Türk uçağı inemeden geri döndü. ) 
 Arnavutları İzmir'den tanıyorum; nevi şahsına münhasır insanlar.   

 

Tiran’ı da yıllardır merak ediyordum.
90’larda gitmeye çalıştım, vize alamadım.
O yıllarda Cumhuriyet’in Pazar günleri dünyadan yazan yazarlarından biri Tiran’da Pazar gününü şöyle tarif etmişti:
 “Kentin merkezindeki İskender Bey Meydanında gençler toplanmış eğleniyorlar. Meydanda hiç araç yok. Uzaktan bir motor sesi duyuluyor. İkinci Dünya Savaşından kalmış gibi görünen bir otobüs meydana giriyor, yolcusunu indirip yoluna gidince meydan yine eski sessizliğine kavuşuyor.”

 

 Bu fantastik ülkeyi o haliyle göremedim ama yine de geç kalmış sayılmam. 



  Tiran uçuşu sabah 7'de olduğundan Istanbul’a akşamdan gitmeye karar verdik. Mesai çıkışı Yakup’la havaalanında buluştuk.
İzmir Havaalanında bizi büyük bir sürpriz bekliyordu.



Sağolsun kimseyi kırmadı, herkesle fotoğraf çekildi Bülent Hanım.
25 yıl önce  Fuar'da böbreğinden yaralandığında bizim hastanede yatmıştı, ben öğrenciydim.
O zaman benden çok uzundu.
Geçen süre içinde ya o kısalmış, ya ben uzamışım.



İstanbul'a Pegasus ile uçtuk. 
Nedense uçaktaki bütün kabin memurları erkekti. Erkek kabin görevlileri genelde kibar, narin yapılı oluyorlar ama bu uçaktaki görevli arkadaşımız Ziya ile Mustafa Balbay’ın kırması gibiydi.
Pegasus yolcuları kadın hostes için de ekstra ücret ödemeye zorlamak istiyor herhalde.

  

Ege Tıp'tan sınıf arkadaşımız olan Sezgin’de kalacağız ama onun işi de uzayacak gibiymiş.
Bize Ataköy Marina’da Papalina diye bir restoran tarif etti.
Taksiyle gidip yerleştik (20 tl).

 

 Bir saat sonra Sezgin  trafiğe takılmadığı için çok mutlu bir şekilde masamızdaydı. Bize  trafiğe takılmamak için yaptığı numaraları tatlı tatlı anlattı zavallı İstanbullu kardeşimiz.

 

 Ardından da İstanbul’daki kardeşim Gökhan da motoruna atlayıp çıkageldi.

 

 Dört doktor bir araya gelince makara-kukara, pek tadına doyulmaz bir muhabbet oldu.

 

 Geceyarısı ancak kalkabildik. 
Sezginlere vardığımızda bir de ne görelim: Sezgin’in eşi Serpil tencere tencere yemek yapmış, bizi bekliyormuş. 
Çok mahçup olduk, suçu hemen Sezgin’e attık.

 

 Evdeki muhabbet de 2 ye kadar sürünce sabah 5 30 da kalkacak biz Tiran yolcularına ancak 3,5 saatlik uyku kaldı. Gün ışımadan sersem sepelek evden çıkıp havaalanına gitmek için taksiye bindik. 
(Sezgin o saatte kalkıp bizi sitenin dışına kadar uğurladı) 
Radyodan Kuran dinleyen taksici de muhabbetçi çıkmasın mı. Allahtan ön koltuğa Yakup oturmuştu, zira benim konuşacak halim yoktu. Dış hatlarda kahve içip ayılmak için kapıda buluşmak üzere hesabımız bulunan banka salonlarına dağıldık. Uçağın kalkacağı kapıya geldiğimde kapanmasına 15 dk vardı. Yakup yoktu. 



Görevliye sordum uçağa geçmemiş. Tuvalete gittim, geldim, yok. 5 dakika kalınca görevli kızın telefonunu rica edip aradım; 
“Kapı kapanıyor, koş” dedim 
“Geliyorum, yoldayım” dedi.
 1 dakika kalınca tekrar aradım, yine 
“Yoldayım” dedi
Görevli çocuk "Kapıyı kapatıyorum, uçağa binecek misiniz?" dedi.
Tek başıma gitsem mi, gitmesem mi diye düşünürken Yakup’un biniş kartını masada gördüm. Meğer ben tuvaletteyken geçmiş ve 2 metre ötemdeki otobüste oturuyor, beni de uçaktan arıyorum zannediyormuş . 
 Tiran uçuşu 1 saat 45 dakika sürüyor. Uçakta sadece kahvaltı verdiler. Rezervasyon yaparken laf olsun diye Hint yemeği istediğimden bizim kahvaltıya reçel yerine körili ıspanak koymuşlar.

 

Tiran’a bir saatlik fark nedeniyle sabah 8 de indik. 
Havaalanı yeni, temiz, küçük, tenha.



 Pek iniş kalkış da yok. 
Banka büfesinden 20 euro bozdurdum. (Euro 135, USD 100 Lek) 
 Biri geldi Türkçe “Taksi ister misiniz?” dedi, 
 “Sağol” dedim, ısrar etmeden gitti.

 

Bir başkası "Para bozayım" dedi, 
"Bozdurduk" dedim. O da kibarca peki dedi gitti. 
 Şehre giden servis saat başlarında kalkıyormuş. 45 dakika servisi bekledik. Dışarı çıktık, içeri girdik, dükkanlara baktık. (Havaalanı girişinde kontrol yok)

 

Servis geldi bizim köy dolmuşları ayarında eski bir İsuzu. İnsan gözden ırak olunca unutuyor; bizim oralarda hiç kalmamış bunlardan.

 

 Yarım saatlik yolculuktan sonra en nihayet 25 yıldır merak ettiğim meydanın köşesinde indik. Evet, araba sayısı çoğalmış!

 

 Daha sonra sordum, gerçekten o dönemde bütün ülkede sadece 5 bin civarında otomobil varmış ve hepsi de resmi araç olarak kullanılıyormuş. Müzenin merdivenlerinde oturarak bir süre meydanı seyrettik, müzenin tuvaletini ziyaret ettik.

 

 Müzenin yanındaki kitapçıdan Yakup’un koleksiyonu için Arnavutça Küçük Prens aldık .(10 lira, Arnavutluk’ta kitaplar eski bir sosyalist ülke için çok çok pahalı) 
 Meydan’ın öbür ucundaki tarihi küçük camiye girdik. 
İmamın adı İslam’mış. Yabancı dil bilmiyordu ama Türk olduğumuzu öğrenince pek memnun oldu.

 

“Caminin küçük olduğuna bakmayın, Cuma’da buralar caddeye kadar dolar” dedi işaret diliyle.
Camide her yerde olduğu gibi genelde yaşlılar vardı, ama ilginç bir olaya şahit oldum:

 

Modern giyimli bir genç kız yoldan geçerken hızla caminin önündeki bağış kutusuna yönelip para attı. Camiye dönüp selam verip gitti. Adeta Ortodoksların şipşak mum yakıp ikonayı öpmeleri gibi bir şeydi, anlam veremedim. Halkın yüzde 80’i Müslüman ama başörtüsü takan yok denecek kadar az. İki gün boyunca belki 3-5 kişi görmüşüzdür. Burada da İzmir İslamı havası var.

 

 Elimizdeki haritaya ve yolda okuduğum LP rehberine göre şehrin ortasından geçen nehre doğru yürümeye başladık. 
Tiran güzel bir şehir , bana Sofya'yı anımsattı.



Nehrin kıyısındaki geniş bir bölge başta Enver Hoca olmak üzere idarecilerin konutlarına ayrılmış ve tek parti döneminde halkın buraya girmesi yasakmış.

 

 1991 yılında devrim olunca halk akın akın gelip buradaki evlere bakmış. Şu anda da şehrin eğlence merkezi burası ve bar-kafelerle dolu.

 

 Ben de Enver Hoca’nın evini merak ettiğimden önce Blloku denen bu bölgeye gittik . Evi kolayca bulduk, son derece mütevazi, bahçe içinde bir dubleks.

 

Bahçesindeki bir de içler acısı süs havuzu varmış.

 

 Yolda piramit şeklinde fantastik bir binanın önünden geçtik. bunun da sosyalist dönemden kaldığı hem fütüristik mimarisinden hem de yıkılmaya başlamasından anlaşılıyordu.

 

 Nedir diye sorduk, herkes gülerek diktatörün piramiti falan dedi. Eskiden sergi salonu gibi bir şeymiş anlaşılan.

 

 20 gün önce Bali’den satın alarak içmeye başladığım tütün bitmek üzere olduğundan işportacılardaki tütünlerin fiyatını sordum. Orda dikilen kasketli bir adam tütünün zararlarını anlatmaya başladı. Kendisi de eskiden içiyormuş, 4 sene önce kalp ameliyatı olunca bırakmış, şimdi çok iyiymiş. 
Epeyce muhabbet ettik.

 

 Fiti adlı konuşkan abi 74 yaşındaymış. Amerika’da yaşıyor, yılda bir memleketine dönüyormuş. 
Couchsurfing’den bizi davet eden ev sahibimiz Edi’ye telefon etmek için bir yol aradığımızı söyleyince kendi telefonunun da burada çekmediğini söyledi. Konuşmaya kulak misafiri olan ama pek anlamayan diğer Arnavutlara konuyu açınca birisi hemen kendi cep telefonundan numarayı aradı. Uzun uzun çaldırdı ama açan olmadı.

 

 Teşekkür ettik, hepsiyle öpüşüp ayrıldık.
 Börekçiler buranın simitçileri gibi.
Her köşede ufak dükkanlarda börek çeşitleri var.

 

  Fiyatı 30-40 lek (1 lira). Birine girip bir peynirli aldık.

 

 Beyaz peynirle yapılmıştı, sıcak, bol yağlı olması ve güleryüzlü kadınlar tarafından satılması dışında pek bir özelliği yoktu.

 

 Nehir kıyısında dolaşırken bisiklet kiralama standını görünce bu iş İzmir’de de yeni başladığından buradaki sistem nasılmış tetkik edeyim diye seyirttim.

 

 Kimlik bırakılarak dakikayla kiralanıyormuş, saati 2 lira civarındaymış. Burada çalışan kız da pek güleryüzlü olunca telefon konusunda şansımı bir daha deneyeyim dedim. Normalde bize gelen yabancı misafirlere “Herhangi bir Türkün telefonunu rica edin, kullandırtırlar” diyorum, ama bu rahatlığım Türklerin misafirperverliğinden çok Türkiye’deki tarifelerin ucuz ve toptan olmasına dayanıyor. Yoksa cep telefonunun ateş pahası olduğu dönemlerde olsa kimse kimseye telefonunu kullandırtmazdı. Ben hemen hiç cep telefonu kullanmadım ama fiyatlardan haberdardım. 
1996’da Kadın Doğumda asistanken ordaki asistan arkadaşların hepsi birer cep telefonu edinmişlerdi.

 

Asistan odasında sürekli saniyesi kaç paraya geliyor, en ucuza nasıl konuşulabilir, bunlar tartışılıyordu. Hatta Müslüm Gürses’e benzeyen bir arkadaş Amerika’daki akrabasının numarasını çaldırıp çaldırıp kapatmaktan büyük bir heyecan duyuyordu. 
(Hem Amerika’da bir telefonu oturduğu yerden çaldırabilmesinden, hem de karşı taraf açarsa kendisine girecek paranın yarattığı adrenalinden. ) 
Neyse hem Arnavuluk’ta telefon tarifesi pahalı olabileceğinden, hem de kimseden bir şey istemeye yüzüm tutmadığından bu güleryüzlü genç kıza da “Buradaki arkadaşımızı aramak için nerden bir ankesörlü telefon ve kart bulabileceğimizi” sordum. O da hemen cep telefonunu uzatıp arayabileceğimi söyledi.

 

 Edi bu sefer açtı, saat 14 30 da merkezdeki Ethem Bey caminin önünde buluşmak üzere sözleştik. 
 Hem kız bize çok yardımcı olduğundan hem de bisiklet iyi fikir gibi gözüktüğünden pasaportumuzu verip iki bisiklet kiraladık.

 

 Dere boyu gitmeye başladık. Geniş bulvarların yanında bisiklet yolları işaretlenmiş ama İzmir’deki gibi pek takan yok.


 

Altımızda bisikletler olup da çanta taşımaktan da kurtulunca ara sokaklara tekerleğimizin götürdüğü yere gitmeye başladık. Kısa sürede güzel bir mahallenin içine daldık.

 

Sokakların üstü kablo doluydu.
Sorduk internet ve telefonmuş.

 

 Ara sokaklarda çorap ve dizlik satan bir amca gördüm. 
Pek yoksul görünmesine rağmen ben alışkanlıkla biraz pazarlık edeyim dedim; 6 lira dediği çoraba 5 lira teklif ettim. 
Nuh dedi, peygamber demedi, 6 lirasını verdik.

 

Neşe aldığım çorabı görünce
 “Bırrr, bu insanın ayağını dalar “ dedi.
 “Yok canım” deyip, denedim; başka bir çorabın üstüne giyince hiç dalamıyor.
Arka mahallelerde dolaşmaya devam ettik. Pazar yerlerini gezdik, fiyatlar Türkiye’ye yakın.

 

Balıkçılarda da ha keza aynı... Balık fiyatları Filipinler gibi ücra yerler dışında dünyanın her yerinde standart ve çok pahalı denilebilir. Acaba 50 yıl önce de böyle miydi, merak ediyorum. 

 

 Günlerden Cuma olduğundan okullar açıktı. Lisenin teneffüs saatine denk geldik. Okullarda kıyafet serbest, öğrenciler bizimkilere benziyor.

 

 Zaten Arnavutların fizyonomisi Türklerle aynı. Sokaktan geçenlere, otobüs durağında bekleyenlere baksan sanki İzmir’deyim dersin.

 

 Hava iyice kapanıp yağmur çiselemeye başlayınca bisikletleri geri götürüp pasaportumuzu aldık. Gelmeden hava durumuna baktığımda Tiran’da geçireceğimiz iki gün de sağanak yağışlı görünüyordu. Ben de buna karşılık önlem olarak şemsiye taşımaktan başka güneş gözlüğümü evde bıraktım. (Ne zaman güneş gözlüğüm yanımda olmasa güneş açar. Hoş açmazsa da boşu boşuna taşımamış oluyorum; win-win) 
 Nitekim sabahtan itibaren hava o kadar güneşliydi ki Yakup’un siperlikli şapkasını ödünç almak zorunda kaldım. 
(Kendisi bilinçsiz bir şekilde hem siperlikli şapka, hem güneş gözlüğü getirmiş)

 

Fotoğrafta duvarda  Arnavutların kendi ülkelerine verdiği ad olan SHQIPERIA yazıyor.  
Kartallar Ülkesi anlamına geliyormuş.







Sigara sarayım dedim, pakedi bulamadım. Bisiklet binerken düşürmüşüm. Bunu ilahi bir işaret sayıp 20 günlük tiryakiliğimi (enayiliğimi) bıraktım. Yakup benim batıl inançlara çok düşkün olduğumu söyledi. Ben de cevaben, sürekli işaret verildiğinden uyanık olmakta fayda olduğunu söyledim. 
 Yürüyerek gezmeye devam ettik. Tuvalet için büyük bir kafeyi kullanırken Türkçe konuşan adamlar gördüm.yanlarına yanaşıp Tiran’da gezilecek eski çarşı pazar gibi bir yer sordum.

 

 Burada öyle eski çarşı yokmuş. Başka bir şehirde varmış, bana orayı tarif etti. 
 “Hıı, sağol” deyip ayrıldım.
  Altın kapılı bir kilise görüp girdik.

 

 İçerde pek kimse yoktu, her yer pırıl pırıl olmasına rağmen bir kadın temizlik yapıyordu.

 

 Arnavutluğun ekseri çoğunluğu Müslüman ama dinler iç içe geçmiş. Müslümanların da dilek dilemek için kiliseye gidip mum diktiklerini pek çok kişi söyledi. 
Ben de:
 “Hee, bizde de yapıyorlar” dedim. 
İş dilek dileme olduktan sonra pastafarianlara bile adak için ketçap dökecek çıkar. 
Enver Hoca zamanında din diye bir şey bırakılmadığından bu kilise (en azından restorasyon açısından) son yılların işi olsa gerek. 
 Bu Enver Hoca ilk başta Sovyetlere yancı olmuş. Çekoslovakya’nın işgalinden sonra huylanıp, Çinlilere dönmüş. Bir süre de Çinlilerle takılıp onlardan teknik ve maddi destek aldıktan sonra onlardan da huylanıp “Alayınızı…” diyerek yalnızlığı seçmiş.



 Bağlantısızlara bile girmeyecek kadar bağlantısız kalınca da haliyle işgal paranoyası başlamış. Ülkeyi 44 yıl boyunca dışarıya tamamen kapatıp halkı dünyanın en iyi ve konforlu ülkesinde yaşadığına ikna etmiş.

 

 Çinlilerden ümidi kesince olası bir işgale karşı bunker denen mantar şeklinde savunma sığınakları yaptırmaya başlamış. O kadar tedirginmiş ki, demiri çimentosu bol bu mantarlardan ülke geneline 700 bin tane kondurmuş.




(Fotoğrafın kaynağı)
Çok sağlam olduklarından kaldırılmaları da mümkün olmuyor, günümüzde genç çiftler kullanıyormuş.

 

 Biz şahsen merak ediyorduk ama Havaalanı- Tiran - Durres arası yollarda rastlamadık. 
 Belki ev sahibimiz Edi ile frekansımız tutmaz, ya da Durres’ten sabah uçağına yetişemezsek diye biraz otel bakalım dedik. 
Bir seyahat acentesine sorduk, ucuz konaklama olarak Tiran İnternational’in arkasındaki sokaklarda hosteller var dedi. Geçerken Tiran İnternational’a da fiyat sorduk, sauna vs dahil 100 dolar civarındaymış.

 

 Bahsi geçen Freddy’s hosteli bulduk. Adından da anlaşılacağı gibi sahibi Fredy imiş 
Cana yakın bir adam, hostel de temiz bir yere benziyor.

 

 En ucuz odası zemin katta 20 euro imiş. Üst katlardakiler 25-30 euroymuş. Odalarda wi-fi var deyince 
“Vardığımıza dair bir mail atabilir miyiz?” diye sorduk 
"Tabi buyurun; kahve çay da ikram edeyim" dedi. 
Bu arada televizyonda yerel haberler vardı ve görüntüde haramzade videoları akıyordu.

 

 “Biliyor musun bu konuyu?” diye sorduk. 
Ohhoooo; hepsini İngilizce altyazılı olarak izlemiş. Başka tanıştığımız Arnavutlarla konu açılınca gördük ki maşallah hepsi bütün videoları günü gününe takip ediyorlar. Paralelizm Arnavutluk kanallarına da sızmış.

 

 Yağmur çiselemeye başladı, şemsiyeleri açıp bir pasaja girdik, geleni geçeni seyrettik.

 

 Saat 14 30 gibi Ethem Bey Camiinin önüne geldik. Hava iyice kapandı ve soğudu .

 

 Yakup’a şapkasını geri verip kendi bereme büründüm. Caminin önünde dilenci çocuklar Türk olduğumuzu fark edince ekstra bir gayret ve kararlılıkla dilendiler. 
Bir de tatlı dileniyorlar: Bacağına sarılıyor, kollarını ‘gitme diyeydim’ gibi açıp göbeğine sarılıyor, bana çikolata al falan diyor.

 

 Ben dayanamayıp alacaktım.
 Yakup, Alman mürebbiye gibi engel oldu. Alıştırırsam daha çok dilenirlermiş. 
 Edi birkaç dakika rötarla geldi, efendi bir çocukmuş. Ben kendisine istek göndermeden davet ettiği ve hiç referansı olmadığı için başta biraz huylanmıştım. Bazen genç çocuklar otostopla ilgili önerilerimi soruyorlar. Ben de “Birisi siz elinizi kaldırmadan duruyorsa kesinlikle o araca binmeyin” diyorum. (bir şey biliyorum ki söylüyorum) 
Her neyse bu çocuk Couchsurfing'e yeni üye olmuş, ailesiyle yaşayan bir devlet memuruymuş. Bu sayede devlet dairelerinin Cuma günleri saat 14 te paydos ettiğini de öğrendik. Neden diye sordum, hiçbir açıklaması yokmuş. Ailesi küçükken İngiltere’ye göç etmiş, orada ekonomi politik okumuş. Son seçimlere oy kullanmak için geri dönmüş, desteklediği sosyalistler kazanınca da kalmış. Kazanmasalar İngiltere’de yaşamaya devam edecekmiş.

 

 Kısa Arnavutluk iç siyaseti: Enver Hoca 44 yıllık iktidarın ardından 1985’te ölünce yerine başka bir sosyalist geçiyor. 
'91 de öğrenci gösterileriyle sosyalizm yıkılınca Kalp Damar Cerrahı Sali Berişa başkan oluyor. Kısa sürede onlar da yolsuzlukta eskiye rahmet okutunca, bir de saadet zinciri çökünce yine kalkışma oluyor, yine gençler ölüyor, bu sefer sosyalistler geri geliyor. Yine olmuyor bir daha Berişa, yine yolsuzluk. En son geçen Eylüldeki seçimi eski Tiran Belediye başkanı, resaam ve mimar olan Edi Rama kazanıyor ve koalisyonun büyük ortağı olarak hükumeti kuruyor. Gelmeden bu adamın TED ‘de bir konuşmasını izledim. Belediye başkanıyken Avrupa fonlarından yardım alarak eski, gri, döküntü binaları rengarenk boyamış. O mahallelerde suç oranlarını düşmüş de; falan filan…

 

 Bir TED, iki televizyondan pazarlama!
 Bunları izleyince nasıl gaza geliyor, “Vay be, dünyada ne büyük gelişmeler oluyor,. Ne kadar yetenekli insanlar ve mutfak aletleri varmış hiç haberimiz yokmuş” diye düşüncelere kapılıyorum ama yaşımın getirdiği tecrübeyle ikisinin de çoğunlukla göz boyamaya yönelik olduğunu biliyor ve hiçbir şey almıyor, önerileri de asla uygulamıyorum. 
(Öyle Elif Şafak gibi elini birleştirip havalı havalı konuşanlara da ayrıca gıcık oluyorum. Gerçi bu başkan biraz andavallı gibi konuşuyordu ama ben yine de söylediklerine pek inanmadım. )


 Edi ile birlikte Durres (Türkçesi Draç) otobüslerinin kalktığı durağa yürüdük. Otobüste Yakup tek koltuğu kaptı, bana Edi’nin yanı düştü. 
Biz yıllardır birlikte otostop yaptığımız için şöförün yanına oturma (muhabbet nöbeti) sıramız hiç şaşmaz. Neyse ben geceki uykusuzluktan ve bütün gün sırtımda çanta dolaşmaktan o kadar yorgundum ki biletçi gelene kadar nezaketen birkaç cümle edip sonra sızdım. (Bilet 130 lek) 
Durres’teki son durak tren garıymış ama tren çalışmıyormuş.

 

 Zira yeni hükumet her yeni hükumetin yaptığı gibi her şeyi sıfırlayacakmış, kadroları değiştirecekmiş. Yarabbim nedir bu az gelişmiş demokrasilerdeki halkların çektiği eziyet… Dayanamayıp Edi ‘ye böye toplumları her kurtaranın niyetinin aynı olduğundan bahsederek Arabesk filmindeki Müjde Ar’ın her medet umduğunun kendisine tecavüz etmesini, en son girdiği kahvede “İstanbul nerde ağalar” diye sorup da bütün kahvenin “Gösterelim anam “ diye pantollarını çözmelerini anlattım.

 

 Tren garında yağmur altında biraz bekledikten sonra gelen belediye otobüsüne binerek kalacağımız Platzhi’ye ulaştık.

 

 Ben bunu köy adı sanmıştım, plaj demekmiş. 
Güzel geniş bir plaj, kıyısında ve deniz üzerinde kafeler, restoranlar var.

 

Dalgalara bakılırsa su oldukça sığ. Edi’ye sordum, öyleymiş; suya girince uzun süre yürümek gerekiyormuş. Arnavutluğun esas güzel sahilleri Güney’deymiş, Edi’nin de esas memleketiymiş, öve öve bitiremedi. Hem dağlık, hem ormanlık hem de plajlıkmış.

 

 Dedesinin plajın arka sokağındaki evinde misafirleri için yaptıkları,  müstakil, mütevazi bir odaya gittik. Edi bizi odaya yerleştirdikten sonra dinlenmek için annesinin evine gitti.

 

 Bizim için müstakil oda biraz hayal kırıklığı oldu, çünkü bizim CS’den esas beklentimiz yerel insanların evine girmek ve onlarla vakit geçirmekti. Edi sitede yeni olduğundan herhalde bize kalacak yer sağlamanın yeterli olacağını düşünmüş . Neyse fazla vaktimiz olmadığından ve sabahtan beri aç olduğumuzdan derhal çantaları odaya atıp hava kararmadan deniz kıyısında bir yemek yemek için dışarı çıktık.

 

 Edi’nin tavsiye ettiği balık restoranına oturduk. Fiyatlara daha alışamadığımızdan balıklar pahalıymış gibi geldi.

 

Birer porsiyon mezgit ve bir porsiyon patates kızartması söyledik. Yemekler güzeldi, biralar ha keza.

 

 Güneş de bulutların arasından çıkınca keyfimiz iyice yerine geldi.

 

 Ben biralardan Tirana’yı, Yakup Paje’yi beğendi. 
(33lük 150 lek, 3 lira)

 

 Denize nazır 6 bira ve yemeklere 1200 lek (25 lira) ödedik. Hava kararmaya başlayınca doğruca odaya gidip yattık. Saat 19 30 gibi Edi söz verdiği üzere geldi, bizi uyandırdı. Kalktık, elektrikler kesik. Elektrikler burada nadiren kesilir, yağış ve soğuk da hemen hiç olmazmış! Edi, Durres’e gidip gece hayatını mı görmek, yoksa burada mı kalmak isteriz diye sordu. Buralarda takılalım dedik. 
Plaja paralel ana caddenin üzerinde bir kahvehaneye oturduk, birer rakı (bizim boğma rakıya benzer bir içki) söyledik.

 

 Edi; “Burası da aynı sizin memleket gibi, halk bütün vaktini kahvede geçirir” dedi. Gerçekten de kahvehane doluydu. Kimisi kahve kimisi içki içiyordu. (Bizim kahvelerde de 12 Eylülden önce bira satıldığını hatırlıyorum) 
Edi bize Arnavutların karakteristikleri hakkında çok ilginç şeyler anlattı: “Burada bir konuda araştırma yapmak isteyen konuşarak yapar, kahveye gelir, başka yolu yoktur” dedi.

 

 Arnavutların en gıcık oldukları konu aptal yerine konmakmış. Buna o kadar ifrit oluyorlarmış ki yapanı öldürüyorlarmış.
 “Mesela geçenlerde bir müteahhit aynı daireyi birkaç kişiye satmış, adamı arabasıyla havaya uçurdular” dedi 
“Nasıl uçurdular” diye çığlık attık
“Burada genelde öldürmek için dinamit kullanılıyor. Hem kimin yaptığı belli olmuyor , hem de dinamit bol ve ucuz. Yalnız başka kimseye zarar vermemeye büyük önem gösteriyoruz, zira kan davası da çok yaygın. Eskaza günahsız birisini öldürürsen onun akrabaları da seni öldürür , seninkiler onları öldürür;  yani iş uzar gider” dedi

 

 İç politikada da taraflar birbirlerinden nefret etmelerine rağmen hiç cinayet olmuyormuş. “Bir lideri öldürsen onu destekleyenler katliam yapar, iş çok büyür. Bu yüzden herkes sevmediği liderleri bile korumaya çok önem veriyor” dedi. 
Sali Berişa’yı deviren saadet zinciri meselesini sorduk:
 90 lı yıllarda ülke çapında resmi olarak 10 civarında saadet zinciri kurulmuş ve kapitalizm hakkında bilgisi olmayan sudan çıkmış balık misali bütün halk ellerindeki bütün parayı bu zincirlere yatırmış. Evini satıp yatıranlar olmuş. “Ben bile çocuk olmama rağmen biriktirdiğim 300 doları götürüp en güvenilir gördüğüme yatırmıştım. Adam aldı parayı önündeki deftere yazdı, tamam dedi, çıktım” diye anlattı Edi. (Gerçi kapitalizm konusunda tecrübe de işe yaramıyor. Bizde de aynı dönemde Titan’cılar vardı. Hala da Network marketing diye birşey var)




Hiçbir zincirinin saadeti ilanihaye süremeyeceğinden ülkedeki herkes üye olup da yeni üye kaydedilemeyince sistem çökmüş, 1 milyar dolar batmış. 
 Hükumet de buna göz yumduğu için yapılan protestolar sonucunda düşmüş (Tabi basit bir kira anlaşmazlığında bile dinamite sarılan bu sert insanlar bizdeki gibi basitçe protesto etmekle yetinmeyip askeri birlikleri basmış, cephanelikleri yağmalamış, tüm silahları almışlar.)

Elektrikler gelince bir kısım müşteri Türk dizisi izlemeye geçti.

 

 Burada da herkes Aşk-ı Memnu’ya hastaymış, Türk olduğumuzu her öğrenen bu konuyu bir açtı. Bu kafede uzun uzun sohbet ettik, bol bol rakı içtik. Yiyecek bir şey olmadığından çöp çektik, Yakup kaybedince gidip odadan Yapı Kredi çerezini getirdi.

 

 Sonunda içtiğimiz bir sürü rakı için 400 lek (8 lira) hesap ödedik. Okkalı bir bardağı 1 liradan ucuzmuş. O kadar hoşumuza gitti ki odaya giderken bir şişe de yanımıza aldık, (70lik şişesi de 8 lira) Kahvede içtiğimiz ev yapımı açık olan daha güzeldi. Karnımız acıktığından yol üstündeki AFC (Albanian Fried Chicken, KFC, Mc Donalds vs henüz buraya girmemiş) de birer hamburger yiyip odamıza döndük.

 

 Edi sabah 9 da geleceğini söyleyerek vedalaşıp evine gitti. Bu oda Yakup’la bana eski sefalet günlerimizi, Gürcistan seyahatimizi falan anımsattı. Şikayetçi olmadık da unutmuşuz.

 

 İnsan yaşlandıkça rahata alışıyor sanırım. Uzun, çok aktarmalı uçak yolculukları bile bana koymaya başladı. Bu arada oda pek mütevaziydi ama tuvaletinde bide vardı. Her tuvalete girişimizde gülünçlü ve acıklı ülkemizi anımsadık.

 

 Sabah erkenden kalkıp yatakta kitap okuyarak Edi’nin gelmesini bekledik.

 

 Gecikince ben sahile çıkıp bir tur attım. Sahildeki bir kafeden bizim odanın kapısı görünüyordu. Kapıya not yazıp THY den aldığımız gazetelerle (ve Klas dergisiyle) kafeye yerleşip kendimizi machiato ya boğduk. Gelen kahveler ılık olunca Yakup kahve bağımlısı olarak bir nefeste içip Kosovalı garsona kahveyi sıcak fincana koymasını birkaç kahve boyunca anlatmaya çalıştı ama oğlan hiç dil bilmediğinden başarılı olamayıp geleni hüpletmeye devam etti.

 

 Biraz sonra Edi gelip de sıcak fincan konusunu tercüme etmesi için ona açınca bizimki tercümeyi yaptı ama hayret de etti. “Kahve soğuk olsa ne olur, sıcak olsa ne olur, biz sohbet ederken önümüzde bir şey var mı yok mu, ona bakarız” dedi Öyle söyleyince bana da mantıklı geldi ama yine de “Bizde çay azcık bile ılıksa kabul etmez geri göndeririz” diyerek kültür alışverişimize katkıda bulundum.

 

 Sıcak fincanda gelen kahvelerimizi de içtikten sonra odaya dönüp Edi’ye hediyelerimizi (Ben Bahadır Baruter albümü, Yakup Aydın inciri, ayrıca İstanbul’da meyhaneden alınmış Klas dergisi. Ne akla hizmetse okurum (bakarım) diye almışım, Edi de genç çocuk hoşuna gider diye atmadım ama Tiran’da bütün gün sırtımda ekstra bir kilo yük oldu, omzumu çökertti. )

 

 İkinci ve son gecemizde Tiran’da kalmak bizim için daha pratik olacağından çantalarımızı topladık. Durres, Tiran ve havaalanı bir üçgenin köşeleri gibi yerleşmiş. Durres’te kalsak, erken saatte otobüsle havaalanına ulaşmamız mümkün olmayacağından taksiye 20 euro vermemiz gerekecekti.

 

 20 euroya Tiran’da oda tutmak daha mantıklı geldi. Bir önceki geceki rakılı sohbette Edi ile samimi olunca Couchsurfing’deki esas amacımızın yerli halkla tanışmak olduğunu anlattık ve bizi Enver Hoca dönemini bizzat dolu dolu yaşamış olan dedesi ile tanıştırmasını istedik. Bu isteğimize şaşırmakla birlikte kabul etti. Odadan çıkıp binanın öbür tarafında dedesi ve ananesini ziyaret ettik. Kapı önündeki koltuklarda oturduk.

 

 Dedesinin adı Ali, anneannesininki Emine imiş. Bizi çok sıcak karşıladılar. Emine teyze kahve mi rakı mı isteriz diye sordu. “Rakı için erken” dedik ama Edi “Burada sabah da içilir” deyince “İkisi de!” dedik.

 

 Rakıyı Ali amca kendi bahçesindeki iki omca asmadan elde ettiği üzümden yapıyormuş. Yılda 100 kilo üzümden 16 kilo rakı çıkıyor, genelde kendisine yetiyor, yetmezse parayla da alıyormuş. (Balkanlarda bu rakı çok yaygın ve temel içki denebilir. Ali Amca maşallah 80 yaşını geçkin olduğundan 16 litre yetiyormuş, yoksa Girit’te aynı içkiyi üreten, evlerine misafir olduğumuz Damian, bağından elde ettiği yılda 100 litreye bana mısın demiyordu (şarap üretimi ekstra…) .

 

 Üzüm sıkıldıktan sonra posasıyla fermente olması için 15 gün kadar bekletildikten sonra kaynatılıp çok iptidai bir imbikten geçirilerek bu nefis içecek elde ediliyormuş. Edi aracılığıyla Ali Amca’ya eski günleri sorduk:
“Çok kötüydü, hiçbir şey yoktu” diye elini salladı “ama yine de pek mutluyduk” diye ekledi. Kalktı gitti içerden askerdeyken çekilmiş resmini getirdi. 60 yıl önce 4 yıl askerlik yapmış.

 

 Şimdi de hiç boş durmaz sürekli bahçeyle, tamiratla uğraşır, her yere köşede dayalı duran külüstür bisikletiyle gidermiş.

 

 Nitekim ben de daha tanışmadan sabah sahilde dolaşırken rastlayıp selamlaşmıştım. 
Karısı Emine Teyze de eski günleri iyilikle hatırlıyormuş. 



"Sadece biz değil herkes mutluydu. Sabahları insanlar işe giderken ıslık çalar, şarkı söylerlerdi" dedi.
 Bu tatlı çiftle tanışmamız bence Arnavutluk gezimizin en güzel anlarıydı.

 

 Kucaklaşıp ayrılırken bol bol da hayır duası aldık. Yine belediye otobüsüne binip (30 lek) Durres merkezine geldik.

 

 Dün yağmurdan hiç görememiştik. Belediye otobüsü merkeze yakın bir parkta indirdi. Etrafta ayaklı döviz büfeleri vardı. Bu çeynccilerin özelliği döviz bürolarındaki kuru vermeleri, bu işin mantığını anlayamadım. Mesela ben birisine euro sordum, döviz bürosundaki kur olan 139,9 u söyledi, 140 demedi (ben 142 istedim o ayrı) Parktaki ilan tahtasında ölüm ilanlarına inceledik, ne güzel hep kırmızı yanaklı yaşlılar ölmüş.

 

 Parkta kümelenmiş Arnavutlar sigara içip kumar oynuyorlardı.

 

 Saat öğlene gelmesine rağmen hala kahvaltı etmediğimizden ben iyice acıktım ve bunu Edi’ye söyledim. “Tamam bakalım” dedi, şehir merkezini dolaşmaya başladık. Burada şehir içinde camı karartılmış dükkanlarda ufak kumarhaneler var.

 

 Girişte herhangi bir şey de sormuyorlar, internet kafe gibi giriyorsun.

 

 Durres sevimli küçük bir kent. Merkezini bir ucundan diğerine yürümek yarım saat sürüyor. Tam ortasında Romalılardan kalma surlar ve bir amfi tiyatro var. Tiyatro deniz kıyısında bir burunda yer alıyor .

 

 Edi Turizm Bakanlığında yeni işe başladığından idealleri ve motivasyonu ölmemiş bir genç olarak bu amfi tiyatroda film gösterimleri yapmayı planlıyormuş. Sandalyeleri sahneye, perdeyi tribüne koyacakmış. 
 Doğrusunu kendisine anlattık.

 

 Bu tarihi alanı da gezdikten sonra duvarların öbür taraftaki kapısından sahile çıktık. Seyyar bir lunapark, Amerikan Bayrağı satan işportacılar, Cumartesi gezmesi yapan gençler arasında biraz daha vakit geçirdik.

 

 Kıyıda yeni büyük bir restoran kompleksi yapılmış ama henüz açılmadığından ben hala açtım.

 

 Kıyı kıyı yürüyerek merkeze dönerken sahilde sosyalist dönemden kalma iki kahramanlık heykeli gördük. Burası İtalyanların sahile çıktığı yermiş ve Hasan Tahsin misali bir Arnavut direnerek burada şehit olmuş.

 

 Arnavutluğun en yakın komşusu denizin hemen öbür tarafındaki İtalya. Pek çok insan yabancı dil olarak sadece İtalyanca biliyor. Ülkenin turizmi de İtalyan, Alman ve Türklere dayanıyor. Arnavutlar Türkleri çok seviyor, Yunan ve Sırplardan hiç hazzetmiyorlar. 

Kahramanlık heykelinin etrafı toplu konutlarla çevrilince etkisi biraz azalmış.

 

 Edi’nin söylediğine göre gördüğümüz binaların hemen hepsi son 15 yıl içinde yapılmış. Daha önce plajda hiç bina yokmuş mesela. Herkes bu yapılaşmanın bilinçsiz ve turizme yönelik olmamasından şikayetçiydi.

 

Tekrar dolmuştan indiğimiz meydana geldiğimizde saat 14 olmuştu ve ben artık açlıktan sinirlenmeye başlamıştım. Atasözlerinde bazen çok yerinde tespitler oluyor (Tok açın halinden anlamaz) 
 Meydana bakan eski Sovyet tipi bir restoran görünce “Buraya oturalım” dedim.

 

 Klasik, sulu yemekler satan bir lokantaydı. Yakup önce beğenmedi ama yemekten sonra çok memnun kaldığını ifade etti. Menü Arnavutçaydı ama her şey anlaşılıyordu.

 

 Tas kebap, zerzevat (sebze yemekleri), pilaf, yeshil salat… Ben önce Elbasan tava yesem demiştim sonra mutfağa gidip de tencereleri inceleyince salçalı kelle paça hoşuma gitti.

 

 Yakup da kuru fasulye istedi. Pilav ile salata da söyledik. Zerzevat yemekleri 300 lekti (6 lira) ama porsiyonlar çok büyüktü. 
Edi’ye "Sizde ‘az usulü’ var mı?" diye sordum , yokmuş.

 

“Biz çok yemek yeriz, burada işlemez” dedi. 
 Bence ‘az’ lokantacılıkta çok önemli bir buluş, hem değişik yemek isteyene, hem fazla parası olmayana hizmet ediyor. 
Edi bira içti, biz yarım lite kırmızı şarap söyledik. 
Yemekler pek güzeldi, karnım doyunca keyfim yerine geldi. 10 euro hesap ödedik

 

 Meydanın köşesinde bir tezgahta açık tütün satıldığını görünce merak edip gidip kokladım. Satıcı hemen bir sigara sarıp ikram etti. ”Sağol ben bıraktım içmiyorum” dedikçe “Al bir iç!” diye ısrar etmeye başladı. Elbette ben almadım, adam ısrar etti, almadım, iş uzamaya başladı. Edi, kulağıma eğilip “Abi bunu alsan iyi olur, yoksa hakaret addedecek, kavga çıkacak” deyince alıp cebime koydum.

 

 Edi bir arkadaşı ile buluşacağı için bizimle Tiran’a gelmeyeceğini söyledi ve bizi arkadaşı ile kahve içmeye davet etti. Cep telefonu marifetiyle Dirittan adlı arkadaşıyla buluştuk.  Tiran’a geç kalmak istemediğimiz için sokaktaki bir kahveye oturalım diye işaret ettim. Çocuklar “Ohoo, burası yaşlı yeri, bize göre bir yere götüreceğiz sizi” diyerek sıra sıra janti kafelerin olduğu bir yere götürdüler.

 

 İçersi çok şık dizayn edilmiş bir askerlik şubesi havasındaydı. Birer kahve içerek sohbet ettik. 
30’larına gelmekte olan iki arkadaş turizmle ilgili bir iş kurmak istiyorlarmış ama ne yapacaklarını bilemiyorlarmış. Böyle hiç bir şeyi olmayan, sıfırdan başlayan bir ülkede işini doğru düzgün yaparsan önünün çok açık olduğunu söyleyerek deneyimlerimi paylaştım; turizmde esas olanın güleryüz ve istikrar olduğunu anlattım.

 

 İş olarak da organik tarım çiftliği + work and travel (yabancı gençleri boğaz tokluğuna çalıştırma, bizde Genç Tur yapıyor) önerdim. 
Arnavutluk; çiftçilerin ilaç-tohum alacak parası olmadığından hala komple organikmiş. 
 Askerlik çağımız geçtiğinden bu erkek yoğun ortam bastı, “Siz oturakoyun, biz kalkalım” dedik. Drittan da Tiran’a gidecekmiş, "Bekleyin beraber gideriz abi" deyince mecburen bekledik. Hesabı Drittan verdi, bahşiş de bıraktı. Dışarı çıkınca bir de ne görelim, yepyeni Audi arabası varmış. Biz otobüsle gideceğiz sanmıştık. Arabanın hemen yanındaki rögar kapağı çalındığından Yakup az daha çukura düşüyordu.

 

 Edi kendisinin de geçen gün arabadan inerken düştüğünü ama Allahtan tek bacağının girdiğini anlattı. Öpüştük teşekkür ettik, memleketimize davet ederek bu sevimli, genç adamdan ayrıldık. 
 Muhabbet sırası Yakup’ta olduğundan o öne oturdu, ben arkada uyudum.

 

 Drittan’ın ne iş yaptığını anlayamadık ama sağolsun bizi Tiran merkezine, İskenderbeg Meydanına kadar getirdi.

 

 Doğruca Freddy’s’e gittik. Otele varmadan birkaç kapı önce ufak bir şarap dükkanının camında sucuk yazdığını görünce Can’a hediye almak için içeri girdik. İçerde sadece şarap olduğunu görünce Yakup’a dönüp “Sucuk yokmuş” dedim 
Tezgahın arkasındaki adam Türkçeyi duyunca tak diye kafayı kaldırdı:
 “Var, var, sucuk var. Gelin hele, nerdensiniz siz?” dedi 
“İzmirliyiz” deyince çok duygulandı. İslam, doksanlı yılların sonunda 7 sene Bostanlı’da yaşamış, Örnekköy’de inşaatlar yapmış. Tapuların sahibi Türk ortağı kazık atınca geri dönmüş. “13 daireli apartmanımı çaldı, mahkeme sürüyor, bir şey çıkmıyor. Ne yapayım, çekip vurmak lazım” dedi (Türkiye’de dinamit temini güç tabii) İslam gerçek bir İzmir aşığı çıktı. Bize Kordonu, Karşıyaka’yı anlattı. Hep Boğaziçi Restoran’da yer, ordan Basmane’deki pavyonlara geçer, gecede 1-2 bin dolar harcarmış. Bir tabakta ızgara köfte, cacıkla rakı içip, lise arkadaşı ile Skype üzerinden görüntülü sohbet yapıyordu. Kendi içtiği rakıdan bize de ikram etti.

 

 Rengi neden sarı diye sorduk, “Bu Kosova’da ikibin yıllık bir aile şaraphanesinden geliyor . İçebileceğiniz en iyi rakıdır, Tito da bundan içermiş. Damıttıktan sonra kibritin yapıldığı ağaçtan fıçılarda iki yıl bekliyor, ondan rengi sarı” dedi Biz önce kibarlık edip mırın kırın ederek “Aman yeter, fazla olmasın” gibi laflarla rakıyı kabul ederken, muhabbet kıvamlanınca hiç itirazsız doldurulanı içmeye başladık. Muhabbet ettiğimiz bir saat içinde herhalde iki litrelik pet şişenin üçte birini içtik. Dükkanın sahibi gelmese muhabbetin biteceği de yoktu.

 

 Islam’la yaşıtmışız; yani sosyalist rejim yıkıldığında üniversitedeymiş. Ona da eski günleri sordum. Etkileyici bir şey söyledi. “Rezillikti, hiçbir şey yoktu. Çalışıyorsun, önüne yemek geliyor. Hayvan gibi yaşıyorduk” dedi. İlk defa yurt dışına çıktığında o da büyük bir şok yaşamış. “Yollardaki kedi gözlerinin içinde ışık var zannetmiştim” diye anlattı.

 

 İslam’ın Türkiye sevgisini görünce İstanbul’daki restorandan aldığım güzel bir yeni rakı kadehini kendisine hediye ettim. O da bize ufak birer şişe şarap hediye etti. Bir saat önce sucuk sormak için girdiğimiz bu ufak dükkandan çıkarken ikimiz de bulut gibi olmuştuk.

 

 “Ne oldu bize” diye gülüşerek Freddy’se geçtik. Fredi de, 20 euroluk oda da yokmuş. Olsa pazarlık edecektik ama yerine bakan Maxim Abi disiplin abidesi sevimli bir adamdı.

 

 Ayrıca anlaşılan pazarlık için bir yetkisi yoktu. Bize üst katta 25 euroya güzel bir oda gösterdi, beğendik, yerleştik. Oda hem temiz ve güzeldi, hem de televizyonun yanı sıra bir de bilgisayar vardı.

 

 Dumanlı kafalarla birkaç memleket kaseti dinledikten sonra hava kararmadan dışarı çıktık. Cadde üstü bir kafeye oturduk, birer konyak daha içtik.

 

 Bu kafeye gündüz de oturmuştuk. O zaman kalabalıktı. Akşamüstleri etrafta kimse kalmıyor.

 

 Yağmur da çiselemeye başlayınca, kalktık. Ben Can’a sosis almak için biraz daha dolaştım, Yakup odaya gidip yattı. Biraz çarşı Pazar gezip fotoğraf çektikten sonra ben de odaya dönüp yattım.

 

 Bir iki saatlik uykudan sonra kalkıp bu sefer yemek için dışarı çıktık ama İslam’ın rakıları nedeniyle hala sersem gibiydik.

 

 Tiran’ın Alsancağı olan Blloku bölgesine yürüdük. Tam kafelerin barların olduğu sokaklara gelmiştik ki yağmur arttı. Bir binanın girişine sığındık. Biraz sonra sığındığımız yerin lüks bir restoran olduğunu fark edince içeri girip pirzola , patates, pilav söyledik.

 

 Pirzolada iş yoktu ama patates kızartması çok güzeldi. Restoranda genelde aileler, bir köşede de aypedleriyle şamata yapan bir öğrenci grubu vardı. Yemeğimiz bitti, uykumuz geldi ama yağmur dinmedi.

 

 İkimiz de şemsiye almamışız. 
Dışarı çıkıp 10-15 dakika saçak altında bekledik.

 

Yağmurda hiç yavaşlama emaresi olmayınca önümüzden geçen bir taksiye atladık. Taksimetre 3oo lekten açılıyormuş (6 lira) ama otele kadar bir daha atmadı.

 

 Yataklara serilip erkenden uyuduk. Sabah uçağımız 9 da olduğundan 7’deki havaalanı servisini yakalamak için 6 da kalktık. Ben o saatte kimse olmaz diyordum ama Maxim cin gibi uyanıktı. Bize birer dilim kekle nefis espresso yaptı. Birlikte fotoğraf çekildik.

 

 Hızlı bir kahvaltıdan sonra çıkıp yağmur altında servisin kalktığı durağa gittik.

 

 Kalan son leklerimizle İstanbul’da beklerken yemek için 4 tane ‘Brek’ aldım.

 

 Saati gelip de servis kalkmayınca Yakup gidip şöförle konuştu.

 

 Serviste sadece 4 kişi olduğumuzdan taksi çağırmış; biz yine kişi başı 250 lek ödeyip taksiyle gidecekmişiz. (Taksi normalde havaalanına 2500 lek alıyor) Gerçekten de yeni bir Mazda geldi.

 

 Okuduğum yazılarda buranın eski ve çalıntı Mercedes yatağı olduğu yazıyordu ama taksiler genelde Mazda 626 idi. 
"Mazdalar burda mı üretiliyor?" diye sordum Edi'ye.
"Nerdee, biz şişe suyu bile üretemiyoruz. Herşey ithal" dedi.
Gerçekten bütün bisküvit vs Türk malı.
Mercedes’lerin modelleri bir nebze yenilenmiş.

 

 Havaalanında çekinimizi yaptık, İstanbul’dan gelen uçağın inişini seyrettik. 

 

 Yolcular tamamlanınca uçak saatinden erken havalandı.
Yine körili ıspanakla kahvaltı ederek memleketimize vasıl olduk. İzmir uçağı için normalde 3 saat bekleyecetik ama bir önceki uçağa yetişince eve iki saat erken vardık. Teşekkürler THY.



Bütçe: 200 euro
(100+50 euro uçak biletleri, 50 euro harcama)  
Kitap: İlk defa tek başına- Joshua Slocum
Müzik: Judas Priest- Defenders of the Faith