ZANZİBAR







ve ZÜRİH

Not:Fotoğrafların hiçbiri üzerinde oynanmamıştır.
54 yaşında bir doktorum. Evliyim, bir oğlum var.18 yaşıma girdiğim yıldan beri otostopla geziyorum. Bazen bisikletle gezdiğim de oluyor. Yavaş yavaş bu blogda yillardir gezdiğim yerleri, Tayland'dan Suriye'ye,Gökçeada'dan Diyarbakir'a paylaşmayi planliyorum. Profilin altindaki fotoğraflarin üzerine tıklayarak istediğiniz yazıya gidebilirsiniz


Göl kıyısındaki oteller 50-70 YTL imiş ama hiç boş yer yoktu. Gölü geçtikten sonra kanal boyunca devam edip göl kıyısındaki en eski tesis olan İnan Kardeşler’e vardık. Günübirlikçiler, turlar tesisleri doldurmuşlardı. Herkes lokantada alabalık kebap yiyor, çocuklar etrafta bağrışıyor, oteldeki odaların fiyatı da 70 YTL den başlıyordu. Berbat bir ortamdı, hemen kaçtık oradan. Çadır kurmayı düşündük ama hava yağacak gibi ve çok serindi. Bütün otelleri dolaşıp gönlümüze göre bir oda bulamamıştık ki, Neşe kanal kıyısında girmediğimiz bir otel fark etti. Tek başına dikilen İnci Otel'i nasılsa atlamışız, hem de 30 YTL imiş . Balkonunda süper dağ ve kanal manzarası var, odada su sesi hiç kesilmiyor.
Otelin içi dışı koridorları,tavanları her yeri ahşap lambri kaplı, mobilyalar televizyon sehpası bile ahşap!
Karadeniz’de odunun bol bulunduğu belli oluyor. Odayı bulduktan sonra akşam için rakı içebileceğimiz bir yer sorduk, tek içkili yer yayla yolunda en son tesis olan Salvan Restoranmış. Gittik baktık, akşama canlı müzik varmış, mahalli sanatçılar çıkıyormuş, horon oluyormuş. Pek sıcak bakmadık, arka tarafta sessiz bir salonları daha varmış, isterseniz orada oturun dediler. Gölün etrafını turladık. Sakin güzel yemyeşil bir yer. Temmuz ayında bu kadar serin olması şaşırttı. Kırmızı benekli alabalık varmış gölde ama tutmak yasakmış. Mandıradan kaşar aldık, tadı süper , kilosu 7 YTL.
çünkü yol üzerindeki Çaykara benim rehber kitaba inanmak gerekirse Türkiye’de nüfus başına en fazla kuran kursu düşen ilçeymiş.



Çok etkilendik, duygulandık; ama oynamadık. Gece kapı açık, su sesi ve çam kokusuyla uyuduk.
Fırıncıdan öğrendiğime göre kupayı penaltılarla İtalya almış, Zidane'da kafa atıp kırmızı kart görmüş.







En sonunda dürtmelerden ve aynı teraneyi dinlemekten sıkılıp kilisede kalamayacağımı da iyice anlamış olarak çıkmaya karar verdim. Kapıda izbandut gibi bir zenci genç ‘Hey dostum nereye gidiyorsun, daha bitmedi’ diye yolumu kesti. Son bir umut, ‘E yorgunum, malum kilisenizde kalamayacağımdan kalacak yer bulmam lazım’ dedim.

Caddelerde tekerleğinden bağlanmış bisikletlerin tekerlekleri kalmıştı.
Şurada köşede durayım mı dedim, olur dediler. Çalışmalarını izlemeye başladım. Epey satış olduğu gibi bedavacı da az değildi. Her isteyene bedava pizza veriyorlardı. Dükkanın sahibi de türkmüş. Çocuklardan genç olanı Mustafa Kuş İstanbul Üniversitesini korsan kitap satarak bitirmiş, şimdi de pizzacıda çalışarak burada mastır yapıyormuş. Diğeri İlhan ise daha yaşlıcaydı, Londra’ya uzun süre önce yerleşmiş, ailesini kurmuş. Bana pizza teklif ettiler, kibarca reddettim. Kapalı yerde durmama izin vermeleri yeterince büyük bir iyilikti. Sohbet koyulaştı, biraz viski içtik, Türkiye’den konuştuk, rakıyı özlediklerini söyleyince çantamdan bir şişe rakı çıkardım. Birer kadeh içtik. Dükkanı beraber temizledik. Saat dört olmuştu, benim uykum iyice açıldı. Kaldırıma bir masa attık, fırında sucuk pişirdik, mozarella peyniriyle rakı içmeye başladık. Mustafa ‘Ah bir de Türk müziği olsa…’ deyince çantamdan bir Münir Nurettin kasedi çıkardım ama teyp yoktu. İlhan gidip garajdan arabasını getirdi, dükkanın önüne çekti, kapıları açtık, verdik Münir Nurettin’i (Bu hülyalar diyarıında)dışarı. Oxford Oxford olalı böyle şenlik görmemiştir.


























