1 Eylül Salı sabahı Samos'un Agias Paraskevi koyunda erkenden uyandım. Sabah sporumu yaptıktan sonra denize girip yüzdüm. Denizden çıkarken saat 8'e geliyordu ve normalde ıssız olan koyun karşı köşesinde insanlar vardı. Ayrıca kıyıya ben denize girerken orada olmayan kırmızı kocaman bir şişme bot gelmişti.
Kafamda şimşek çaktı, ben yüzerken bir mülteci botu ıssız koyumuza gelmişti. Zaten daha Kuşadası'ndan çıkarken denizde başıboş yüzen şambreller, ada kıyılarında bol bol turuncu can yelekleri görmüştük.
Hemen odaya koştum, gözlüğümü takıp kameramı yanıma alıp tekrar kıyıya çıktım. Kilisenin önündeki kalabalık yürümeye başlamış, bizim odanın önünden geçiyorlardı.
Ne diyeyim; boğulmadan Avrupaya girmeyi başarmış olmalarına sevinerek gülümseyip "Velkam, velkam" dedim .
Genelde Arap'lardan oluşan gençler çok neşeliydiler, kamerayı görünce durup poz verdiler, polisi nerede bulabileceklerini sordular.
"Bu yönde yürüyüp rampayı tutarsanız 10 kilometre ilerde Vathi'de" dedim. Şevkle yürümeye başladılar.
Kilisenin önüne doğru gittim. Bir kısmı hala zeytinliklerin arasından koya inen kadınlı çocuklu yaklaşık 40 kişi vardı. Anlaşılan yandaki koyda karaya çıkıp tepeyi aşarak bizim koya gelmişler.
Bu arada yazlıkçı tipli 50-60 yaşlarında Yunan'lılar da eski arabalarıyla olay yerine toplanmışlardı.
Biri sürat motoruya gidip yandaki koya çıkanların terk ettiği ikinci botu çekerek getirdi.
İlk gelen kırmızı botu bir kamyonetin arkasına bağlayarak karaya çektiler.
Birisi küreklerini aldı, biri tabandaki ahşap plakaları söküp arabasının port bagajına yerleştirdi, bir diğeri (motoru alan) tüplerin yanındaki tutunma halatlarını çözüp roda etmekle meşguldü.
Yanlarına gittim, "Ne oluyor bu malzemeler?" diye sordum, (Zira sadece motor en az bin euro).
Yunanlı işaret diliyle "Ne olacak, sana-bana sırayla paylaşıyoruz işte" dedi.
Zaten söküm işlerini yaptıkları alana atılmış patlak bot leşlerini akşam da görmüştük.
Başka koylarda da terk edilmiş botlar içinde can yelekleri, çocuk kollukları ve su şişeleri vardı.
Hımm deyip tekrar göçmenlerin yanına sokuldum.
Dağdan inen çocuklar kilisenin kapısını açmaya çalışıyor, ebeveynleri engel oluyorlardı.
Herkeste bir rahatlama havası, otobüs mola vermiş gibi sigaralarını yakmışlar, selfie çekiyorlardı.
Gözgöze geldiklerimize "Velkam, velkaam" demeye devam ettim.
Yaşlı bir Suriyeli oldukça iyi İngilizce ile yanıt verdi;
"İşte geldik" dedi
"Nerdensin abi sen, adın ne?" dedim
"Suriye'den, Dera'danım, adım Muvaffak " dedi ve ailesini de göstererek tanıttı:
İki yetişkin, bir küçük kızı, bir sporcu kılıklı oğlu, 65 yaşında da çarşaflı karısı varmış.
Ben iri yarı, sarışın oğlunu, aynalı gözlüklü, şortlu, spor ayakkabılı ve kendine güvenle sigara içerken görünce Yunan polisi zannetmiştim.
O da kendisini tanıttı, adı Firuz'muş.
Türkiyeli olduğumu öğrenince çok sevindiler. Ellerimi sıktılar "Türkiye bizi kurtardı minnettarız, kapılarını açmasaydı halimiz haraptı" dediler.
Muvaffak "İzmir'de hiç kimse İngilizce konuşmuyordu, hele sen ne güzel konuşuyorsun" dedi
"Abi sen Basmane'de takıldığından konuşmamışlar, deniz kıyısına in, Alsancak'a çık herkes konuşurdu" dedim.
Muvaffak çok kibar, yumuşak huylu bir adamdı. Memleketinde Arapça öğretmeniymiş, üzerinde bir öğretmen havası vardı.
Tekneye kişi başına 1300 dolar ödemişler.
Olayın sersemliğiyle, "Beyaz botla mı, kırmızıyla mı geldiniz?" diye sordum; sanki farkedermiş gibi.
"Gece karanlığında, heyecan içinde hiç botun rengine dikkat etmemişim valla" dedi
İçimden 'Dün gece biz bu koyda yüzerken,
Uzo içip keyfederken bu insanlar karşı kıyıda heyecan içinde sabahı bekliyorlarmış diye' geçirdim.
Firuz da polisin yerini sordu, tarif ettim.
Otobüs taksi sordular, "İmkansız" dedim, zira bulunduğumuz koyda bir kaç köy evi ve henüz açılmamış iki restorandan başka hayat yoktu.
Muvaffak'a "Biz bir kaç saat sonra yola çıkacağız, arabada iki kişilik boş yer var isterseniz bekleyin" dedim.
"Gidelim" dediler, yürümeye davrandılar.
Bol şans diledim, arkalarından baktım; rampadaki ağaçların arasından geçtikleri görülüyor, sesleri duyuluyordu.
Odaya dönüp Neşe ile Can'ı kaldırdım, gördüklerimi anlattım. Bir saat sonra otelcimiz Yakovas Amca ile vedalaştık yola koyulduk.
Bu arada Yakovas Amca erkenden kalkmasına rağmen göçmenlerle hiç ilgilenmedi, kendi işine baktı.
Yunanlılar Suriyelilerle ilgilenmez görünüyorlar ama aslında korkuyorlarmış:
Toplu taşıma olmayan adada bir araç durdurmak için bir saatten fazla otostop yapmak zorunda kalınca, bizi alan kıza neden kimsenin otostopçulara durmadığını sordum.
"Suriyelilerden korktukları için almıyorlar, Vathi'de çok hırsızlık oldu" dedi. Söylediğine göre Atina daha da fenaymış. Adalardan mültecileri anakaraya taşıyan geminin kapağını Pire'de bir açıyorlarmış, herkes istediği yere kayıtsız dağılıyormuş.
Kıvrılarak giden yolun her köşesinde asfalta oturmuş dinlenen insanlar vardı . Bir kaç tanesi el etti ama benim aklımda Muvaffak'ı almak olduğundan durmadım.
Fazla gitmeden yine birileri heyecanla işaret edince durdum. Baktım benim Muvaffak kenarda oturmuş gülen yüzü solmuş, neşesi kaçmış...
Küçük kızı "Father is sick" dedi. İndim baktım, göğüs ağrısı, nefes darlığı ve bulantısı vardı. Görüntüsü kalple ilgili bir sorunu düşündürüyordu. Koluna girip arabaya bindirdik, karısı da yanına oturdu. Çantalarını bagaja koyduk (külçe gibi ağırlardı). Oğlu Firuz'a babasını hastaneye götüreceğimi, acil serviste bulmasını söyledim, bana para vermeyi teklif etti.
"Hadi canım" dedim, yola koyulduk.
Olabildiğince hızlı gitmeye çalışırken kucağında bebek taşıyan yalnız bir kadın görünce tekrar durdum. Kadın o kadar tükenmişti ki, bakışı hala gözümün önünde.
Can'ı öne sıkıştırıp onu da aldık.
Ordaki bir Yunanlı:
"Bunları polise kaydolmadan arabaya almak yasak. Şehir merkezine kadar götürme, başın belaya girer " dedi.
"Hastaneye gidiyorum ben zaten " dedim
Bebekli kadın yolda kocasını görünce;
"Stop please, I saw my wife" dedi
Durduk, indi.
Kocasını bulunca yüzüne bir rahatlama geldi.
Araya araya hastaneyi bulduk, Muvaffak'ın takati iyice kesilmişti. Koluna girdim, acile oturttum. Gidip doktoru buldum, yeni mezun bir kızmış; kolu, bacağı kırılanlarla uğraşıyordu.
Kendimi tanıttım, hastayı anlattım, içeri getirdim.
"Kaydı yoksa polise haber vermemiz lazım" dedi
"Tabi ki ver, zaten polise ulaşmaya çalışırken böyle oldu" dedim
Onlar EKG çekerken bu sefer de karısını ve çantalarını getirdim, hemşireye karısını tanıttım, grafisine baktım, kalp krizi gibi durmuyordu, sevindim.
Muvaffakla vedalaştık, ikinci kez iyi şanslar dileyip mail adresimi yazdığım bir kağıdı cebine koydum.
Eskiden ben, mesela Naziler katliam yaparken insanların nasıl sessiz kaldıklarını, hayatlarına nasıl devam ettiklerini falan düşünürdüm. Böyle tarihe geçecek bir felaketin içine girince öğrendim, sana giren çıkan yoksa hayat aynen devam ediyor.
Moralimiz bozuk olduğundan koydan kahvaltı etmeden çıkmıştık ama bir süre sonra karnımız acıktı, oturup yedik.
Bu seyahatte okuduğum mimar Ernst Egli'nin Türkiye anılarında bir bölüm dikkatimi çekti.
Egli, 1929'da izne gittiğinde Berlinlileri çok bohem bir yaşantı içinde gösterişli ve gururlu görüyor:
"Fakat herkes gelecek planlarıyla doluydu. Gelecek onlara daha bilgili, daha başarılı, daha çok şeye sahip olacakları bir zaman olarak görünüyordu" (sf 22)
Görünen o ki bu zeki ve gelecekten umutlu sanatçılar 10 yıl içinde savaşta veya gaz odalarında ölebileceklerini hiç akıllarının ucundan geçirmiyorlarmış.
20 Mart 2011 de annemle Tayland'da bir tekne turunda Suriyeli üniversite öğrencileriyle sohbet ediyorduk.
Çocuklara "Ne dersiniz, sizce Arap Baharı Suriye'ye de sıçrar mı?" diye sordum
Oğlanlar kendilerine aşırı güvenli;
"Haha ne alakası var. Bizim ülkemiz çok istikrarlı, başkanımızı da çok seviyoruz. Suriye'de asla böyle bir olay olmaz, olamaz!" dediler.
Odaya dönünce BBC'de Suriye'de, Dera'da isyan başladığı haberini gördüm.
O gün bütün dertleri İskandinav kızlarını tavlamak olan bu gençler şimdi neredeler, ne yapıyorlar, acaba yaşıyorlar mı? Çok merak ediyorum.
Suriye iç savaşından sonra yazdığım, savaştan 6 ay önceki son ziyaretimizin yazısına buradan ulaşabilirsiniz
...................................................................................................
tüylerim diken diken oldu. hemen sarılıp öpmek istedim hepinizi. muvaffak amca şanslıymış, ama binlercesi değil maalesef :( çok acı ama çok güzel bir yazı Bora, tebrikler!
YanıtlaSilMuvaffak amca umarım sağlık sorununu atlatıp kendisine ve ailesine güzel bir yaşam kurmaya muvaffak olur.
YanıtlaSil.
Aslında şu hayatta hiç bir şeyin garantisi yok. Aklıma Halep'te Suriye li arkadaşlarla Ermeni restaurantlarında şişe şişe götürdüğümüz 'arak' lar geliyor. Aileler çocuklarıyla akşamları çay bahçelerindeydiler. Halep kalesi, çarşısı, emeviye camii... Palymira, Hama'daki su değirmenleri , Homs, Şam. Şimdi taş üstünde taş kalmamış, ölen çocuklar mahvolan yaşamlar.
Evet bencede ne Almanya'da nede Suriye'de insanlar işin bu derece şirazesinden çıkacağını tahmin etmediler. Öngörüyle alakalı değil. Çığ gibi bir şey, kar tanesi düşsün şartlar uygunsa felaket oluyor.
Eline sağlık üstad güzel yazıydı.
Okuyunca hemen birşeyler yazmak istedim ama yorum kutucuğu açılınca kelimesiz kaldım....
YanıtlaSilTarih böyle yazılıyor sanırım...
Uzun uzun yazmistim; silindi yanlislikla :). Bora, senin yazilari cok ozlemisim; bir kez daha tesekkurler paylastigin icin. Samos yazin, ilk fotograftaki bos sambrel; sonra suriye yazilarin; oradaki insanlarin yuzleri; hikayeleri beni yeni bir bilinc seviyesine tasidi; hem daha da uzgun; hem daha cok endiseliyim.
YanıtlaSilSana, Nese ve Can a sevgiler, selamlar.
Sevgili Bora'cım Suriye'lilerin durumları çok zor Allah kimseyi Vatanından ayırmasın. Puket adasına giderken Suriyeli gençleri hatırladım . kalemine Yüregine sağlık süper olayların içine çekiyorsun . nice güzel seyahatler temenni ediyorum öpüyorum.
YanıtlaSilÇoğumuz bu yazıyı Suriyeli bir babanın oğlu Steve Jobs'un hayal ettiği ve yaptığı cihazlardan okuduk. Fırsat verildiğinde ve ortam oluştuğunda herkes dünyayı değiltirebilecek potansiyele sahip. Umarım o insanlar yine o sahile tekrar gelir ama bu sefer tatil için..
YanıtlaSilSuriye'yi hep görmek istemistim, ve hic göremeyecegim. Zaman her seyi yavas yavas elimizden aliyor. Dogu Anadolu'yu bir daha görür müyüm acaba? Neseli, durmaksizin hikayeler anlatan cocuklariyla sokaklarinda yürür müyüm? Zaman, yalnizca kayiplar ve ayrlik getiriyor. Suriyeliler vardiklari ülkelerde de cok az insan tarafindan hosca karsilaniyorlar. Daha dün bir arkadasimla gerginlik oldu, daha önceden sol görüslü oldugunu beyan eden avrupa vatandasi bu arkadas, "yetinmesini bilmiyorlar" "ille de almanyaya gitmek zorundalar mi, kalsinlar türkiyede" diyor. onlara vardiklari istasyonlarda sunulan yetersiz yemeklerin, onlar icin yeterli oldugunda cok insan hemfikirler. Belki bir gün ayni seyleri yasarlarsa, empati yapmayi o zaman ögrenecekler. - Fairouz Morning Songs
YanıtlaSilbu insanlar neden zengin arap ülkelerine rotayı çevirmezler anlamak zor galiba .. lisan sorunu yok. yemekler desen aynı hepsi müslüman ?örf adetler de aynı.
YanıtlaSilherhangi bir arap ülkesinden de duymadım bize gelmeyin diye ?
Selamlar Bora bey
YanıtlaSilYazılarınızı zevkle okuyorum.Hatta videolarinizdan heveslenerek bu sene bir rota kirlangic aldım. Bununla ilgili soze danismak isterim.Benimle iletişime gecebilir misiniz lütfen. Cemilyacan@gmail.com
Ürpererek ve gözlerim dolarak okudum. İçlerinde kötü niyetli ve karakteri bozuklar var diye bunu hepsine mâletmek sanırım hepimizin düştüğü bir yanlış. Umarım bir an evvel bu karışıklık düzelir, mazlumlar yuvalarına döner ve günün birinde gitmeyi çok istediğim Şam' a, Halep' e giderim. Paylaşım için teşekkürler. Zevkle takip ediyorum.
YanıtlaSilNe tuhaf değil mi onların hikayesinin ortasından geçip yatağa girmek... ekmek yemek. Ne bileyim rahatça pasaportunu uzatıp sınırı geçebilmek.
YanıtlaSilSanırım farkımız, bizim böyle bir şeyin TR'ye de uğrayabileceğini hesaplıyor oluşumuz olacak. Yüzyılın en büyük göçlerinden biri olsa gerek...
Şu video da başka bir yol hikayesi...
http://www.theguardian.com/world/video/2015/sep/10/we-walk-together-a-syrian-familys-journey-to-the-heart-of-europe-video?CMP=embed_video
Yakın bir zamanda benzer bir yolculukta gözlerime bakıp dünyanın sonunun geldiğini söylüyordu bir suriyeli. Oysa ölmekle yaşamak arasında bir fark gözetmeden düştükleri bu yolculuk onların sonu gelmiş dünyalarının belki de başlangıcıydı.hem umut dolu hem de acı işte. çok acı...