10 Kasım, 2016

DOMİNİK YOLUNDA BİR SERGÜZEŞT

DSC07814

Bu blogu takip edenlerin arada mesaj atıp yeni yazı beklediklerini söylemeleri beni gerçekten çok motive ediyor. 
Bu motivasyonla başlayıp yazdığım epeyce seyahat yazısı da birikti ama bir yazının içime sinip yayınlanabilir hale gelmesi için çok fazla emek, zaman ve en önemlisi de bu günlerde gittikçe daha zor bulunan konsantrasyon gerekiyor.

DSC07839

  Yayınlanmamış yazılar ve henüz yazılmamış seyahatler acemi tetris oyuncusu misali biriktikçe işin altından kalkmak zorlaşıyor.
Şu anda yayınlanmayı bekleyen Bali, Malta, Sicilya, Belgrad, Varna, Arjantin, Uruguay,




 ve muhtelif Yunan adaları yazıları varken iki sene önce Dominik Cumhuriyeti dönüşü başımızdan geçen bir olayı diğer tasarruflu gezen arkadaşlarıma faydalı olabileceği düşüncesi ile daha fazla bekletmeden paylaşmaya karar verdim.

 



Uyarı: Bu yazı Dominik Cumhuriyeti'nden değil yoldaki bir takım olaylardan bahsetmektedir. 

Sömestre tatili için İberia'dan Madrid çıkışlı 475 euroluk bir bilet bulunca daha önce nerde olduğu hakkında pek bir fikrimiz olmayan Dominik Cumhuriyeti'ne gitmeye karar verdik. 
 O sırada Survivor çekimleri yeni başladığından Türkiye'de pek tanınmayan ülke, Karayiplerde Haiti ile aynı adayı paylaşıyormuş.

DSC06593  

(Ayrıca Dominika diye turistik olmayan başka bir ülke daha varmış, hazır öğrenmişken onu da öğreniverdik) 
İberia'nın ucuz uçuşunu THY nin 119 euroluk Madrid promosyonu ile birleştirince parkur 600 euroya tamamlanmış oldu. 
 Dominik'e giderken bir gece Madrid'de kaldık. 



İndiğimizde hava kararmaya yakın olduğundan merkeze servis otobüsüyle gittik; kişi başı 5 euro imiş. 

DSC05190

Binerken Can'ı gösterip 
"Bu sabi için de para ödeyecek miyiz?" diye sordum.  
Şöför yaşını sordu. 
Doğruyu söyleyip 12 deyince elbette 15 euroyu bayıldık. 
Çocuk sahibi gezginler için iki önemli yaş var. 
İlki 2 diğeri ise 12 . 


2 yaş dolana  kadar uçak bileti dahil  her şey bedava.
 2-12 arası indirimli, 12 den sonra ise her şey tam bilet! 

Ayrıca artık otelerde de 3 kişilik oda tutmak gerekiyor.
Madrid'de Neşe'nin Booking'den bulduğu merkezde bir otelde kaldık ki herhalde hayattaki en pahalı konaklamamızdı  (80 euro)

DSC05248 
Buna rağmen eski bir iş hanında, pek mütevazi, küçücük bir odaydı. 

DSC05205

Akşam yemeğini merkezde bir öğrenci kafesinde yedik. 
Fiyatlar çok ucuz olduğundan kapıda sıra vardı. 

DSC05292

Can burada ilk defa alkolsüz bira içti, kendini çok havalı hissetti.  

DSC05278

Öğrenci ortamı şamatalı, güzeldi, 
(Hamburger 1, bira 1,2 euro)

DSC05291

Sabah aynı otobüse binerken bu sefer Can'ı karıştırmadan 10 euro uzattım, sorgusuz sualsiz geçtik. 

DSC05322

Dominik'te 9 eğlenceli gün geçirdik.
Araba kiralayıp adayı epeyce gezdik. 

DSC05836

Dönüş yolunda Santa Domingo'dan bindiğimiz Copa Airlines'ın uçağı gitti gitti, Panama'ya indi.

DSC07922 
Bir de 4 saat bekleyeceğimizi duyunca dışarı çıkalım dedik.

DSC07886 
Pasaportumuza Panama damgası bastırıp havaalanının dışına doğru biraz yürüdük, 
bir iki fotoğraf çekilip döndük.

DSC07890 
Panama'yı gördük mü, gördük: Çok sıcakmış. 
Ayrıca Renault Clio'ları Nissan diye satıyorlarmış. 

DSC07896

Markaların uluslararası ad değişimlerini hiç anlayamıyorum . 
Brezilya'da da Vectra Chevrolet markası altında satılıyor.

DSC09375

 Dönüşte 8,5 saatlik uçuşla sabahın erken saatlerinde ikinci kez Madrid'e indik.

DSC05328

THY ile İstanbul uçuşumuz ise gece yarısıydı.
Seyahat dönüşü ıvır zıvırla dolu ağır çantalarla Madrid'de bütün gün dolaşmamız ne kadar imkansızsa çanta başına 15'er (hatta bizimki gibi büyükler için 20'şer) euro verip havaalanı emanetine bırakmamız da (en azından benim için), o kadar olanaksızdı. 

DSC07748

Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş...
Yol boyunca bu konuyu düşünerek içtiğim romların etkisiyle aklıma parlak bir fikir geldi, Neşe'ye açtım:
"Biz Panama'dan gelen çantalarımızı taşıyıcı banttan almasak ne olur? 
Kayıp eşyaya koyarlar. Bunun da bir ücreti yok. 
Akşamüstü gidip bizim çantalar burda kaldıydı der, alırız" dedim



Neşe elbette olaya temkinli yaklaştı. 
"İyi o zaman, için rahat etsin, gidip sorayım" dedim
Unutulan çantaları toplayan adama çantaları ne yaptıklarını sordum; aynı katta bir odayı işaret etti.
Gidip çantaların ortasında oturan görevliye 
"Unutulan çantalar burada ne kadar kalıyor?" diye sordum
24 saat bekletip sonra kayıp bürosuna gönderiyorlarmış.

DSC07880

"Biz bir Madrid'e gidip geleceğiz. Bizim çanta buraya gelse başına bişey gelmez, di mi?" diye sordum.
Anlamadı. 
Bir daha anlattım. 
Bu sefer anladı ama bir yorum yapmak istemedi. 
Döndüm Neşe'ye öğrendiklerimi anlattım. 
"Yine de içinin rahat olması için taşıyıcı adam bizim çantaları alana kadar bekleyelim" dedim. 
Adam da memurdan planımızı öğrenmiş olacak ki bizim çantaları bantta bıraktı, hep diğer taraflara gitti. 
(Bu arada Madrid havaalanı kocaman. 
Giderken çekinden sonra kapıya varmak 23 dk sürdü. Her kapıya kaç dakikada yürüneceği elektronik panoda ilan ediliyor)

DSC07935  
Çantaların bantta dönmekten içi bulandı, bizim de beklemekten canımız sıkıldı,
"Hadi gidelim, kim n'aapsın bizim kirli kıyafetleri" dedim; çantaları bantta döner halde bırakıp çıktık.

DSC07947

Bu sefer vaktimiz bol olduğundan şehre otostopla gittik.

DSC07949 
Otobüsten çok daha hızlı ve kolay oldu.

DSC07953


Gün boyunca Madrid'i gezdik , bol bol yürüdük, dere kıyısına indik.

DSC08015

 Jambon fiyatlarına hayret ettik. 

DSC05209

Kilosu 200-300 euroya jambon var, anlaşılır bir şey değil, kuyumcu gibi kesiyorlar. Şahsen bana kilosu 200 euro olan bir şeyi bedava versen yiyemem, içim almaz.

DSC05222

Yorulunca kiliselerde dinlendik.

  DSC07993

Küçük bir lokantada öğlen yemeğimizi yedik.

DSC08053

Hava kararınca bu sefer metro ile hava alanına döndük.

DSC08072

Geliş katındaki polislere biniş kartlarımızı göstererek çantalarımızın içerde kaldığını söyleyerek, heyecanla bagaj alınan bölgeye girdik. 
Baktık bizim çantalar bagajların saklandığı odanın önünde yere bırakılmış, üstünde de bir not...

DSC08079 
(Google'dan tercüme ettik: "Şehre gezmeye gittiler, çantalarını burda bıraktılar" yazıyormuş. 
Düpedüz gıcıklık! )  
Neyse sonuçta bunun kullanılabilir bir yöntem olduğu anlaşıldı, tasarrufa dikkat eden gezginlere öneririm.
Çantalarımıza kavuşmanın sevinci içinde checkin için gidiş katına çıktık.
Bir de ne görelim: 
"BİZİM İSTANBUL UÇUŞU İPTAL OLMUŞ" 

DSC08112

Bu daha önce hiç başıma gelmemişti. 
Türk bir görevli iptalin sebebini bilmediğini söyleyerek yolcuları sakinleştirmeye ve otele göndermeye çalışıyordu. 
Ben de bağlantılı İzmir uçuşumuzu kaçıracağımız ve Pazartesi işe gidemeyeceğimiz için epeyce söylendim ama anlaşılan kadıncağızın elinden gelen bir şey yoktu.

DSC07905 
İzmir uçuşumuz Pegasus ile olduğu için yanan biletimizin telafisi de söz konusu değildi. Kadın yine de yasal haklarımızı arayabileceğimizi söyledi. 
Ben bu arada kadının masasında bıraktığı THY iç yazışmasını okudum. 
Yazıda uçuşun iptalinin hava muhalefeti veya teknik bir sebepten kaynaklanmadığı yazıyordu.
Bizi lüks bir otele götürdüler, şaraplı maraplı, büyük tabaklı, lüks bir yemek ısmarladılar.

DSC08088 
Sabah da kahvaltıdan sonra alıp İstanbul uçağına götürdüler.

DSC08116 
Otelde internetten İzmir için yeniden bilet baktık, üç bilet 1000 lirayı buluyordu, almadık. 
İnternete girmişken hava taşımacılığı sözleşmesini de okudum ve THY'nin bu koşullarda (hava muhalefeti veya teknik bir sebepten kaynaklanmayan iptallerde) bize bu mesafe için kişi başı 400 euro tazminat ödemesi gerektiğini anladım. 
(Çevremizdeki konuşmalardan çıkardığım kadarıyla iptal edilen uçuştaki yolcuların onda birinin bu tazminata başvurduğunu, hatta haberdar olduğunu sanmıyorum)

DSC08146

 İstanbul'a inince ne yapsak karar veremedik. 
THY'den tazminat alacağımız garanti olsa paraya kıyıp uçakla dönecektik ama ben pek ihtimal vermiyordum.
Yakın saatte boş uçak da olmadığından otobüsle dönmeye karar verip metro ile Esenler Otogarına geçtik.

DSC08158 

Karayiplerden hemen sonra Esenler otogarı insana bir hoş geliyor. 

DSC05986

DSC08160 
Otobüsle, feribotla geze geze İzmir'e geldik.

DSC08172

Döndükten sonra bir dilekçe ile THY'ye başvurup tazminatı talep ettim. 
Bir ay hiç ses çıkmadı. 
Bir daha yazdım, bir ay daha ses çıkmadı, ikinci ayın sonunda bir daha talebimi yineleyince tazminatımı İzmir ofisinden alabileceğimi söylediler. 



İşin doğrusu parayı alıncaya kadar böyle bir şeyin olabileceğine (119 euroluk gidiş dönüş biletinin bir ayağı için 400 euro tazminat verileceğine) pek ihtimal vermemiştim ama oldu. Görevli kadın 1200 euro karşılığı bir tomar Türk lirasını saydı, bana verdi. 
Biz de sülalemizi toplayıp kocaman bir yemek yedik.

DSC08141




29 Şubat, 2016

LEIPZIG

Eski Doğu Almanya (Kasım 2015)


 
THY'nin 99 dolarlık biletleriyle her kış üç farklı şehre gidiyoruz.  
Bu seneki ikinci tercihimiz  Leipzig oldu. 


  
(Diğerleri Malta ve Sicilya idi)

   

Gökhan ile yıllar önce bu bloğa yazdığı bir yorum sayesinde tanıştık. Kendisine çok kanım kaynadı, kardeşliğe aldım. Üstelik meslektaş, üstelik radyolog, üstelik pek neşeli bir çocuk.

  

Couchsurfing'den kalacak yer ararken Mısırlı bir göz doktoru ile anlaştık.
Profilinde "I am naturally drunk" yazıyordu
Sonradan içine kurt düşmüş olacak ki mesaj atıp:
"Doğal sarhoşum dediysem asla alkol kullanmam, dolabıma da sokturmam" yazdı.
Ben de cevaben:
"Biz de alkolik sayılmayız ama Almanya'ya gelmişken de ayran içip dönülmez. Sende kalmasak daha iyi olacak" dedim.

 

Diğer adaylardan Luiza ve Sascha en hevesli ev sahipleri olarak ipi göğüslediler.

Cuma günkü uçuşa dinlenik binmek için Istanbul'a bir gece önceden gittim ve asistanlıktan arkadaşım Umut'a misafir oldum, ne gaflet!

Umut ile bundan tam 15 yıl önce ayrılırken serseriliğin, gece hayatının dibine vurmuştuk. Geçen 15 yıl içinde Umut performansından hiç birşey kaybetmediği gibi fiziği ve mojosu buzu yeni çözülmüş Austin Powers misali aynı kalırken, ben evlenip aile babası olarak bembeyaz saçlara ve kambur bir sırta sahip olmuştum.

 

Umut beni Kadıköy'de bir meyhaneye götürdü. 
Aynı mekanda Nurseli İdiz de vardı ama biz onu solladık
240 lira hesap geldi ki İzmir'e göre en az 100 lira fahişti.

 

Umut'la gece saat 2 ye kadar muhabbet ettik. 
Yaşlı, sedanter bir insan olarak bu saatte ayakta kalmaya alışık olmadığımdan sızdıkça yatakta üstümde zıplayarak beni uyandırdı, zorla sabah 5 e kadar muhabbet ettirdi.
Kendisinin hiç uykusu gelmediği gibi gayet enerjikti.


 
Sabah sersem gibi kalktım; hatta bedenim kalktı, ruhum uyumaya devam etti. 
Bundan sonra İstanbul'u Ahmet Haşim gibi adeta bir tül perdenin arkasından izledim. 
Hatırladığım kadarıyla Moda sahilinde yürüdük, Selahattin Demirtaş'a benzettikleri ama kendisinin buna gıcık olduğu çok belli olan Orta Anadolu'lu gevrekçiden simit aldık.

  

Unuttuğum bir ayrıntı: Ben kilo almamak için yıllardır boyoz yemezken Umut İzmir'den 50 boyoz ısmarladı, getirdiklerimi  yağsız buldu, hala tığ gibi. 
Ayrıca sabah ben kafamı kaldıramazken o bayağı dinç görünüyordu.

 

Saat 11de ayrıldık.

Moda sahilinden Atatürk havalimanına metro ile gidiş 1 saat 15 dakika sürdü ve 3 lira 40 kuruş tuttu; bence makul. 
Gökhan ile İşbankası louncunda buluştuk. Onun girebilmesi için Neşe'nin ek kartını getirmiştim ama kapıya yakın oturduğumdan beni görünce kararlı bir şekilde yürüyüp içeri girmiş, kart sormamışlar. Tuvaletten döndüğünü sanmış olsalar gerek.
Şubat tatilinde dehşetle farkettiğimiz üzre artık ayrıntıların hiç bir önemi kalmadı zira İşbankası bu salonu kapatmış.

Gökhan nöbetten çıktığı için, ben ise mahut Umut yüzünden perişan haldeydik. Bol bol mercimek çorbası içtim, açılamadım. Belki uyanırım diye bir bira içtim, daha da kötü oldum.
Sersemlikten biniş kapısının önünde beklediğimiz uçağı az daha kaçırıyorduk.

Gökhan hint yemeği ısmarlamış, herkese verilen tavuğun körilisi geldi. Mercimek salatası bozuk çıktı, Do-Co için hayrete şayan bir olay, şikayet formu doldurduk.

Uyuyup dinlenmeye çalışarak Leipzig'e indik. Uçak indikten sonra ilerdeki bir karayoluna doğru gitti.Tam şimdi arabalara çarpıcaz derken otoyolun üstünden geçtik, meğer köprü varmış.

 

Yine sersemlikten sürekli sıra değiştirip kaynak yapmama rağmen pasaport kontrolünden en son çıktık.
Ev sahibimize vardık diye mesaj attık.  
Otomatlardan (Türkçe dil seçenekli ) şehir merkezine bilet aldık; 4,40 euro. Çok pahalı geldi ama iyi ki almışız; bilet kontrolü rasgele değilmiş, kondüktör varmış. Şehir içi otobüs bileti de 2,60 mış ama ev sahibimiz bizi o kadar güzel ağırladı ki ayağımız bir daha toplu taşıma değmedi, hep onun arabasıyla gezdik.

Sascha gençliği Doğu Almanya'da geçmiş, bizim yaşlarda bir oğlan. İndiğimiz istasyonda bizi bekliyordu.

 

Önce evine gidip çantalarımızı bıraktık. Kız arkadaşıyla iki ayrı evde, iki ayrı kreşi işletiyorlarmış. Bu devletin desteklediği bir işmiş. Herkes eğer kullanacağı kendi yaşadığı ev ise bazı temel gereklilikleri (zehirli bitki yetiştirmeme gibi) yerine getirdikten ve kısa bir eğitim aldıktan sonra ev kreşi açabiliyormuş.

  

Ev pırıl pırıldı, bol miktarda da bitki ve güzel bir akvaryum vardı.

  

En fazla 5 çocuk bakma izni varmış. Çocuk başına veliler 200, devlet ise maksimum (9 saat için) 400 euro ödüyormuş. Sascha 9 saat bakmıyormuş ama velilerle öyle sözleşme yapıyor, parasını en üst düzeyden alıp bunun karşılığında da çocukları şehir içinde gezdirirken ekstra otobüs vs parası istemiyormuş 
(Yani tam Alman değilmiş)



Çocukları her hafta yakındaki bir huzurevine götürüyormuş. Bunu da kazara keşfetmiş: Bir gün huzurevinin önünden geçerken yaşlıların laf atması üzerine çocuklarla yaşlılar arasında bir muhabbet gelişmiş, içeri girmişler. Ziyaret her iki tarafın da çok hoşuna gidince bunu düzenli hale getirmişler.  

Öğlenleri evde çocuklara yemek pişirdiği mutfakta sigara içtik ama evin (kreşin) kokmaması için kapıyı sıkı sıkı kapatıp camı açtık. (Uzun süredir sigarayı bırakmıştım ama bu hafta sonu içtim, Türkiye'ye dönünce içmedim. Şimdi bırakma tarihimi o haftasonu olarak kabul ediyorum, inşallah başlamam)

 

Odalardan birinin duvarındaki dünya haritasına iğnelerle gittikleri yerleri işaretlemişler, hoş bir fikir:  
Sascha kendininkileri kırmızı, birlikte gittiklerini yeşil, Luiza'nın yalnız gittiklerini de siyah ile işaretlemiş.



Bu isabetli olmuş, zira az sonra tanışınca gördük ki Luiza simsiyah afro saçlı Brezilyalı bir zenci!


 
Mesai saatlerinin dışında evlerden birinde yaşadıklarından diğer ev boşa çıkıyormuş. Daha önce boş evi Airbnb'den kiralalıyorlarmış ama olayı çok ticari (???) bulduklarından Couchsurfing'e dönmüşler. 
Biz de CS'den ilk misafirleriymişiz.

Birlikte önce yakındaki bir süpermarkete gittik.

  

Onlar bol bol meyve sebze, biz de bol bol bira ve şarküteri aldık.

  

Markette çam dalları (bildiğin dal) yılbaşı münasebetiyle dampingli olarak iki euroya satılıyordu.

 

Bizi Luiza'nın arkadaş partisine davet ettiler, aynı mahallede başka bir kreş eve gittik. 
İstanbul'dan perişan vaziyette ayrılalı daha bir kaç saat olmasına rağmen bodoslama Alman ortamlarına girdik.

 

Masanın ortasında bir raklet (Ezelden bilir havasında yazıyorum ama ben de adını orda öğrendim. Üstü tava, altı ızgara, elektrikli bir alet) tabaklarda soslu tavuklar, karidesler, peynir topları, jambonlar...

 

Biz de ne açmışız, patlayıncaya kadar yedik.  
Bu ev de gündüzleri kreş olduğundan sigara apartman merdivenlerinde içiliyordu.

 

Partidekilerin çocukları ayrı bir odada oynuyorlardı, belli ki sık sık bir araya geliyorlar. 
Ev sahibi kız geçen hafta İstanbul'dan kestane getirmiş, raklette pişirdiler. Almanya'da kestane yetişmiyormuş, bilmezdim.  
Elbette onlar için böyle nadide olan bir parçaya dokunmadık, her Türk gibi etten karidesten yürüdük.
Akşam Sascha bizi eve bırakıp kapının anahtarını verdikten sonra Luiza'nın evine döndü.  
 Sabah hava durumunda gözükmemesine karşın kar yağışıyla uyandık.

  

Bir İzmirli olarak kar görmek her zaman hoş!



Kahvaltımızı ettikten sonra evdeki wifidan Sascha'ya mesaj attık, hemen çıktı geldi.

 

Luiza'nın kızları ile birlikte bizi gezdirmeye çıkarttılar. 
Kızların babası Almanmış.
Çok tatlı iki melez kızla tanıştık.



Biz gelmeden epey düşünmüşler; Leipzig'in nesi meşhur, turist olsak nereye giderdik diye. 
(Ben de aynısını İzmir için düşünmüş, hatta sanki İzmir'e ilk kez gelen bir yabancıymışım gibi hayali bir yazı yazmayı planlamıştım.)

 

Neyse bula bula iki şey bulabilmişler:
İlki Napolyon'un yenilmesi şerefine yüz yıl önce yapılmış olan Uluslar Muharebesi Anıtı, (ki Napolyon kısmını da Sascha benden öğrendi), biraz etrafa ilgisiz bir çocuk. Mesela:  
"Nasıl ısınıyorsunuz?" diye sordum, "Merkezi ısıtma mı, yoksa bütün mahalle mi ısıtılıyor?"  
Önce "Bütün mahalle" dedi, bir süre düşündükten sonra "Galiba bizim apartmanın altında bir kazan var" dedi.  
"Ne yakılıyor?" diye sordum, bilemedi
Bu arada evde ısınma süperdi.  
"Nasıl ödüyorsun?" dedim. 
Aylık sabit 50 euro veriyor, kalorimetreler az yazarsa geri alıyormuş. Evde sıcak su musluğunun bile ayrı sayacı var. 
Böylece herkes tasarrufa yönelmiş oluyor. 
(İzmir'de ise belediye bütün apartmana tek bir su sayakoyuyor)

 

İkinci buldukları atraksiyon ise ise yılbaşı marketiymiş. 


 
Bu Alman yılbaşı marketini daha önce Brezilya'ya giderken uğradığımız Frankfurt'ta görmüştüm. Diğer Orta Avrupa şehirlerinden farkı atlı karınca, dönme dolap gibi lunapark atraksiyonlarının olması gibi geliyor bana ama tam emin değilim.

  

Neyse bizim için pek ilginç değildi ama daha ilk haftası olduğundan onlar görmek için çok heyecanlılardı, beraber gittik.

  

Şehir merkezinde park saatine 3 saat için 6 euro attık. Sascha tam Alman gibi olmadığından kurallara uyuyor ama bir yandan da utanıyor. Hep "Şimdi yılbaşı zamanı, kontrol çok olur" falan diye kendini mazur göstermeye çalışıyor.

  

Otomattan aldığı fişi ön konsola sol köşeye koydu.  
"Bu fiş hep aynı köşeye mi konur?" diye sordum; belli bir kuralı yokmuş.  
"Niye sordun ki?" dedi  
"E mesela kar yağarsa kontrolör bütün arabaların camlarını kazımak zorunda kalır" dedim

   

Birer sıcak şarap içtik, 3euro + bardak 2,5 euro
Bardaklar hatıra olsun diye yapılmış, üzerinde 2016 yazıyor, büyük sürümü var. 
Biz de geri vermedik.

  

Gökhan 3 gün sonra ilk doğum gününü kutlayacağı minik kızı Nehir'e kocaman bir kurabiye aldı.



Ben de tamiratı seven yeğenime çikolatadan yapılmış aletlerden alayım dedim ama alet seviyor, tatlı sevmiyor.

  

En ilginç stand Finlilerin açtığıydı. Bir sürü Fin mamülünün (sauna fırçası, kese, sabunluk vs, bunların bütün hayatı hamamda geçiyor) yanı sıra kömür ateşinde pişirdikleri somon filetoları kilosu 50 eurodan kapış kapış satıyorlardı, kuyruk bayağı uzundu.

  

Ayrıca bir de lapon çadırı kurmuşlar, içerisi dumanaltı olmasına karşın dışarıya göre sıcak olduğundan o da tıka basa doluydu. (hava sıfır dereceydi)

 

Sascha: "Çok güzel fırında et yapan bir restoran var ama biraz pahalı. Akşam gitmek ister misiniz?" diye sordu,  
"Tabi ki isteriz" dedik.   
"Telefon edip yer ayırtayım o zaman" dedi.  
Luiza ile ayrıldık.
kızlarıyla yılbaşı alışverişi yaparken biz kültürel açlığın yanı sıra ısınma ve tuvalet ihtiyacımızın da baskısıyla meydanın kıyısındaki kültür merkezine girdik.
 
  

Gelirken görmeyi planladığımız eski Doğu Almanya'yı anlatan sergilerden birisi burdaymış 
(Diğeri de Stassi müzesiydi; ona vakit kalmadı. İkisi de ücretsiz)  
Ayrıca yabancı işçilerle ilgili bir sergi

  

ve Doğu Alman bir sanatçının fotoğraf sergisi vardı. Tuvaletten çıkınca önce göçmen işçi sergisini gezdik. 

'70 lerde Doğu Almanya'da da aynı Batı'daki gibi iş gücü sıkıntısı olmuş. Bu nedenle Macaristan, Vietnam ve Küba gibi sosyalist ülkelerden eğitim adı altında işçi ithal etmişler.

  

Bu işçiler halktan izole binalarda yaşıyor, iki yıl boyunca en kötü işlerde çalıştırıldıktan sonra ülkelerine geri gönderiliyorlarmış.

  

Sascha'nın ailesiyle yaşadığı apartmanın yanındaki bir toplu konut bu işçilere lojman olarak tahsis edildiğiden çocukluğu boyunca kah Kübalı, kah Vietnamlı komşuları olmuş.
Pek iletişimleri yokmuş ama ilk mangoyu Vietnamlılar sayesinde tatmış.

 

Sınıfından bir çocuğun annesi de Kübalıymış, her yıl 15 gün Küba'ya gidebilen çocuk, sıcak kumsallarda tatil yaptığından onların asla ulaşamayacağı bir cennete gitmiş gibi kıskanılıyormuş.  

İkinci sergide Doğu Almanya'dan insan manzaraları vardı. Gundula Schulze Eldowy 'nin eserleri hem estetiği, hem de dönemin ruhunu yansıtması açısından çok ilgimizi çekti.

  

Bazılarının hikayesi de yazılıydı. 
Örneğin bu posta memuresi gözü görmediğinden hep adresleri karıştırıyor ama işten çıkartma olmadığından bir türlü işten atılamıyormuş.


 
Baştaki kukuletalı fotoğraf da bu hanıma ait sergiden.

 Doğu Alman'yadaki günlük yaşamı anlatan sabit sergi de çok güzeldi. Daha önce izlediğim Go Trabbi go, ve Elveda Lenin filmlerinin etkisiyle Doğu Almanya hakkında biraz fikrim vardı ama sergide materyalleri birinci elden görmek ve o günleri Sascha'dan dinlemek ilginç oldu.

 

Örneğin TV de reklama benzer şeyler gösteriliyordu, ama reklam demek doğru değil zira Doğu Almanya'da rekabet yokmuş. 
Mesela sadece üç deterjan markası varmış, biri yer, biri bulaşık, biri de çamaşır için. Kafa karıştırıcı hiç bir şey yok: Ne yıkayacaksan onu alıyorsun, bitti gitti.  
Bazı markalar, mesela bir çikolata markası halen üretiliyormuş. Birleşmeden sonra devlete ait fabrikalar işletilmek kaydıyla 1 euro gibi sembolik paralar karşılığında kişilere devredilmiş ama çoğu kişi fabrikaların içini boşatıp kapatmış.



Esas ilginç olan Sascha'nın kişisel anılarını dinlemekti. Örneğin üçgen piramit ambalajda pastörize süt sadece Berlin'de bulunurmuş ve Sascha Berlin'i ziyaretinde o sütü içtiğinde süper bir tadı olduğunu düşünmüş.  
Birleşmeyle ilgili anılarını sordum, sağolsun uzun uzun anlattı: Birleşme olduğunda 15 yaşındaymış. İlk seferinde köylerinin yakınındaki ufak bir Batı Alman kasabasına geçmişler. (Köyleri sınıra 80 km olduğundan Batı Alman televizyonlarını gizlice izleyebiliyorlar ama reklamlardaki mallara sahip olabilecekleri hiç akıllarına gelmiyormuş. Müzede televizyon yayınlarını gizlice alabilmek için yapılmış amatör devreler, antenler de sergileniyordu)

 

Batıya ilk geçişte verilen paralardan alıp almadığını sordum
"Evet ilk geçişte kişi başı 100, ikincide 50 şer Deutsche mark verdiler. Ben paranın tamamıyla Comodor bilgisayar aldım. Herkes deli gibi marketlere saldırmıştı. Zaten birleşme olduktan sonra bir günde eski mallarının tamamı raflardan kalktı ve yeni mallar geldi" dedi ve Batı'ya ilk geçtiği günle ilgili güzel bir anısını anlattı:



İlk geçişlerinde ellerindeki markların tamamını alışverişe harcayabilmek için arabalarını şehir merkezine uzakça bir amatör hava meydanının bedava otoparkına parketmişler ve dönüşte elleri kolları torbalarla dolu olarak yürüyorlarmış. 
O günlerde oluşan kardeşlik havasına binaen yoldan geçen 60 yaşlarda bir Batı onları arabasına almış ve hava meydanına kadar getirmiş, hatta meydanın kafeteryasında birer de kahve ısmarlamayı teklif etmiş.

  

Kafeteryada sohbete dalmışken adamın arkadaşı gelmiş ve "Hadi Hans uçuş zamanımız geldi" demiş. Hans da; "Bugün benim yerime bu genç adam uçsa daha iyi olur sanırım" deyip Sascha'yı arkadaşıyla uçuşa göndermiş. 
15 yaşındaki Sascha o gün 1 saat boyunca Cessna ile gökyüzünde dolaşmış, hatta eline kumandayı almış, uçağı uçurmuş!  
"Vay be hatıra da hatıraymış! Adamı sonra buldun mu?" diye sordum  
"Bir süre yazıştık ama sonra bağlantımız koptu. Epey yaşlıydı ölmüştür herhalde" dedi



Akşamüstü tekrar Luiza ve kızlarla buluşup sabahtan bizim için yer ayırttıkları restorana gittik. Sabahtan telefon ettiğinde restoran doluymuş sadece 17-19 arası bir masa ayırtabilmiş. 
Ben hiç böyle bir şey duymadığımdan "Nasıl yani 7'de masadan kalkacak mıyız?" diye sordum, öyleymiş başkası gelecekmiş. 
Sascha; "Yiyeceğimiz yemek tam 18 de çıkıyor ama rica ettim belki biraz erken hazırlayacaklar, zira bir saatte bitirmemiz çok zor" dedi  
Ben "Bizim 15 dakikada bitiremeyeceğimiz yemek daha pişmedi" diye havalı havalı konuştum.
Neyse restoran tren istasyonundaymış, adı da Bahnhof.



Saat tam 17 de restorana girdik, masamızı gösterdiler. 
Birer bira söyledik.

  

Luiza; "Yemeği saat 18'den önce getireceksiniz di mi?" dedi Garson:
 "İmkansız, saat 18'de çıkıyor o yemek, bir dakika önce olmaz" diye cevap verince Luiza büyük tatrtışma çıkardı. Kendisi tam akdenizli tavrında; heyecanlı, sabırsız ve kavgacı. 
Sascha hiç karışmıyor, tabi neden olmasın falan derken Luiza hemen kavgaya atlıyormuş.



Bu sayede daha önce kendi hataları yüzünden (günü şaşırıp) kaçırdıkları bir uçak için bedava bilet almayı başarmış. 

 

Ancak geçen hafta Sascha'dan gelen bir mesajda THY ile Bali'ye uçarken Lepzig İstanbul uçuşunda pasaportlarını çaldırdıkları için İstanbul'da 10 saat polis tarafından tutulup gerisin geri Almanya'ya gönderildiklerini öğrendik. Elbette bütün biletleri de yanmış. 
O 10 saat boyunca Luiza'nın tartıştığı polislerden biri olmayı hiç istemezdim.

Neyse biz yemek bir dakika geciksin görür onlar diye geyik yaparken saat tam 18 de iki garson ellerinde tepsilerle yemekleri masaya getirdiler.

  

Yemek gerçekten inanılmaz boyutta, fırında tandır edilmiş 700 gramlık bir diz parçası.

 

Yarım saatlik çabanın sonunda patlayacak kadar doyunca garsonu çağırıp "Paket yapıyor musuz?" diye sordum, yapıyorlarmış. 
Hava buz gibi olduğundan paket İzmir'e kadar geldi.
Pahalı dedikleri yemek kişi başı 12 euro tuttu.
Yemekten sonra mahallelerindeki bir bara gittik. Barın sahibi, garsonu ve aşçısı aynı kişiymiş ve geceleri barın arkasında yatıyormuş.

  

Masalardaki Mudo tipi dekorasyonları da sağdan soldan topladığı çöplerden kendisi yapıyormuş. 
(Can'la popüler oyunlarımızdan biri Neşe'yi beklerken Mudo'daki en saçma ve pahalı dekorasyon ürününü seçmek. Seçenek o kadar çok ki her seferinde zorlanıyoruz) 
Buraya epey sık geliyor olmalılar ki adam bizim masaya geldi, uzun uzun sohbet ettiler.

  

Burda ben bir glüchwein (sıcak şarap) içtim, Gökhan biraya devam etti. (2,5 euro)
Bu Orta Avrupa biralarını içtikten sonra insanın bizim biraları içesi gelmiyor.

 

Burdan çıkınca Luiza eve döndü, biz Sascha ile geceye devam ettik.
Leipzig, özellikle de bizim kaldığımız Connewitz bölgesi öğrenciler ve alternatif barların yeni gözde adresiymiş.



Kendi başımıza asla bulamayacağımız izbe eski Doğu Alman bloklarının bodrumlarında bir kaç punk barı ziyaret ettik. 



Girişler 5-6 euro idi ama Türk olduğumuzu duyunca girip bakmamıza izin verdiler. 
Ben bir barın içinde fotoğraf çekmeye çalışırken yanlışlıkla flaş patladı, tam önümdeki mavi punk saçlı dövmeli genç irisi derhal üzerime pike yapıp ne hakla onun fotoğrafını izinsiz çektiğimi sordu. Ben hiç Almanca konuşmadan kendisini çekmediğimi falan söyledim. İngilizce konuşup da yabancı olduğum anlaşılınca oğlan yumuşadı, resmi silmemi yeterli görüp beni dövmedi.  
(Aşağıdaki resim temsili, oğlanın saçı aynı böyle ama kendisi çok daha az sempatikti)


  

Daha sonra Sascha'nın anlattığına göre bunlar kendilerini alternatif gördüklerinden sırf neonazilere tersoluk olsun diye Suriyelilere falan sempatik davranma havalı bir trend sayıyorlarmış. Zaten yerlerde sprey boyayla 'Welcome refugees' yazıyordu.
Beni de o yüzden dövmemiş, yazık yabancı nerden bilsin demiş.



  

Sascha'ya gittiğim yerlerde ben ayrılır ayrılmaz bir bela oluyor diye anlatmıştım.  
Nitekim döndükten bir hafta sonra bizim mahalle karıştı, neonazilerle alternatifler birbirine girdi.

Sabah yine kahvaltımızı ettikten sonra son günümüz olduğundan eşyalarımızı alıp çıktık. 
Sascha başka turistik yer bilmediğinden bizi yine aynı anıta götürdü. 

  

 Bu sefer merdivenleri bedava olduğu yere kadar çıktık, içedeki ana galeriyi gördük.

 

Havuzla fotograf çekildik.

  

İçerdeki heykellerle dalga geçtik.
Heykellerin neyi anlattığı konusunda hikaye yazmak da Can ile sık sık oynadığımız bir oyun. 
Mesela bu adam oğlunu TEOG'a sokmaya çalışmakta, ikisi ayrı ayrı bunalımda

 

Bu kadın ise ikiz annesi olduğu için sürekli uykusuz 


En güzelleri de karşılıklı iki köşede ters tarafa bakarak birbirlerine trip atan vücutçular. 

  

Bunların kavga etmiş gay bir çift olduğunu hemen anladım, zira kısa bir süre gidip hemen kaçtığım vücut geliştirme salonlarında gerçekten böyle gay  ve narsistik bir hava var.
(Sonradan okuduğuma göre bu dört heykel cesaret sadakat, fedakarlık ve doğurganlığı simgeliyomuş, artık hangisi hangisine denk gelirse) 

 

Geçen gün giremediğimiz anıtın yanındaki mezarlığa da girdik. 
Mezarlık gezmek benim en sevdiğim aktivitelerden.


  

Mezarların hepsi çok şık ve bakımlıydı.

  

Bu iş bir sektör haline gelmiş. Mezarların bakımını ücreti mukabilinde yapan çiçekçiler bakımını üstledikleri mezarların köşesine kartvizitlerini dikmişler.



Sacha bizi havaalanına gidebilmemiz için şehir merkezine getirdi. 
Hala vaktimiz olduğundan ana caddeden içeride kalan bir mekan daha gezdik.

 

Burda daha önce Bimbotown diye (elbette alternatif) bir bar varmış. Zıplayan bar koltukları, raylar üzerinde gezen bir yatak, içine çıplak girdiğinde bedava şampanya içebildiğin bir küvet falan.... 
Dışarda da tuvalet olarak tasarlanmış çiş nehri vardı

  

Duvar ilk yıkılğında ortam süpermiş, herkes evini bara çevirmiş.

  

Henüz hiçbir kural olmadığından ruhsat gerekmiyor,  polis de ruhsatsız barlara ne yapacağını bilemiyormuş. 



Son olarak çok şık bir kafede birer bira içip ayrıldık. 
Bu kadar şık kafede seçme biraların fiyatı 4 euronun altındaydı ki Türkiye'ye göre oldukça ucuz sayılır.

  

Neşenin ısmarladığı peynirleri almak için gar binasının altındaki AVM ye gittik zira Pazar günü bütün süpermarketler kapalıymış. Sanırım bütün Avrupa'da Pazar günü sadece bizim süpermarketler çalışıyor.
LP de tuvaletinin 1,10 euro olmasıyla dalga geçilen bu 3 katlı istasyon binası AVM karışımında biz de kötü planlama ve küçük mesane nedeniyle bir euro uçlanmak zorunda kaldık.



Aynı trene aynı 4,40'ı ödeyerek havaalanına geldik.

 

Havaalanında bir koro yılbaşı liedleri söylüyordu.
Marketten aldığımız biraları içerek uçak saatini bekledik. 


 
Uçak vaktinde kapılarını kapattı ancak kaptan yaptığı anonsta geleneksel hale gelen İstanbul Atatürk Havalimanı'ndaki sıkışıklık yüzünden 55 dakika yerde bekleyeceğimizi söyledi. Ben yanımızdan geçen hostese 
"Yanlış mı duydum 5 mi dedi, 55 mi dedi?" diye sordum.
Gidip sordu, "55 miş" dedi.  
"O zaman biz hemen birer bira alalım" dedik.  
Daha uçak kalmadan 3. biralarımızı içince İstanbul'a nasıl indik, İzmir'e nasıl geldim hiç hatırlamıyorum.



















 Leipzig son yıllarda okuduğum en eğlencel anı kitaplarından biri olan Bodrumlu turizmci ve alemlerin adamı Hüseyin Ayaz'ın tabiriyle komple yaşantıyla (yeme, içme) geçti.




Harcama: 3 gün 50 USD+99 USD uçak