FİLİPİNLER
Manila, Palawan, Busuanga
( Kasım 2010 )
Bu sene Kurban Bayramı tatilinin 9 güne denk geldiğini öğrenince yaz sonunda Güney Amerika’ya bilet bakmaya başladık. Saatlerce ekran karşısında bilet bakıp şehir adları ve tarihler kafamızın içinde dönerken pes ediyorduk. En sonunda Güney Amerika’ya ucuz bir bilet bulamadık ama Filipinler’e bulduk ve aldık.
Etihad ile Manila 3 kişi 1370 euro.
Filipinler’de nereye gideceğimizi seçmek de çok zor oldu. Bileti aldıktan sonra bir de baktık ki ülke binlerce adadan oluşuyor ve adalar arası ulaşım feribotla 24 saatten fazla sürüyor.
En meşhur adası (ve plajı) Boracay için herkes çok güzel ama çok turistik oldu diye yazmış. Cebu yakınlarındaki Malapascua bir nevi küçük Boracay ama iç hat uçuşundan sonra 4-5 saatlik kara ve yarım saatlik tekne yolculuğundan sonra ulaşılabiliyor.
Elimizdeki PDF formatındaki Lonely Planet’tan (LP), internetten epeyce okuyup, Youtube’dan plajları inceleyip iyicene kafamızı karıştırdıktan sonra en Kuzey’deki Palawan’ın Busuanga Adası’na gitmeye karar verdik, ve biz düşünürken iyice yükselmiş olan iç hat biletlerini de İzmir’deyken aldık (3 kişi RT 200 euro)
İzmir İstanbul arasını uzun süredir ilk kez Atlas Jet ile geçtik. Hizmet kalitesi çok değişmiş. Uçağı yeni, hostesleri güleryüzlü ve kırmızı giysili (üç kuruş fazla olsun, kırmızı olsun), ikramları bol, lezzetli ve doyurucuydu. (Kepek ekmek içinde bol, erimiş kaşarlı sıcak sandviç ve çeşitli içecekler). Ayrıca uçakta ortalıkta bırakılmış bolca kırmızı polar battaniye vardı. Bir tanesini kollesiyonumuza eklemek için almıştık ki, ben dergide battaniyelerin 15 lira karşılığı satıldığını okudum. Hemen Neşe’ye söyledim, geri bıraktık.
Aramızda “Manila kaç saat yol, keşke THY olsaydı bir sürü mil kazanırdık" (bu mil kazanma işini yeni keşfettik de pek hevesliyiz) diye konuşurken İstanbul havaalanında güzel bir sürpriz ile karşılaştık.
Etihad ile THY Star Alliance’da ortakmışlar, üstelik Abu Dabi’ye uçuşumuz THY ile olacakmış (Kırmızı battaniye karması). Döndükten sonra mileri işletmek isteyince Star Alliance'da ortak olmadıklarını öğrendim. Nasıl oluyorsa ortak uçuş yaptıkları için sadece İstanbul-Abu Dhabi uçuşundan mil kazanıyormuşuz. Bunun mil dışındaki bir avantajı da çekin için Etihad gişesinin açılmasını bekleyeceğimiz saati sürekli açık olan THY gişesinden geçerek sevgili Yapı Kredi’nin lounge’unda geçirecek olmamızdı.
Nitekim tüm işlemleri tamamlayıp pasaport kontrolünden geçtiğimizde uçağın kalkışına daha 4.5 saat vardı.
Normalde hep yarım saat, bir saat kaldığımız ve hızlıca içip çıktığımız bu beleş ortamda aynı hızla içsek bu kadar sürede insan alkol komasına girebileceği için nispeten daha yumuşak meyve kokteyllerini tercih edip masaj koltuğunda TV seyrederek vaktimizi geçirdik.
THY uçuşu koltuğumdaki ses sistemimin bozuk olması dışında sorunsuz geçti. İki film ve cızırtılı bir kaç radyo kanalı vardı zaten. Abu Dhabi Havaalanı’na gece yarısından sonra indik. Bu havaalanına daha önce hiç gelmediğim için sleepinginairports sitesinden incelemiştim.
Herkes küçüklüğünden, koltukların uyumaya elverişsizliğinden ve binanın dekorasyonunda kullanılan yeşil-mavi seramiklerin desenlerinden çok şikayet etmiş.
Sabah kadar yeşil deseni görmekten içi bulanıp kusası gelenler olmuş. Birisi yeşil bir vazonun içinde oturmak gibi demiş, ki ben de ortamı görünce kendisine hak verdim.
Havaalanının tek iyi yanı bedava internet olmasıydı.
Uçuşumuz sabah 10’da.
Biniş kartlarımızı aldıktan sonra kolçaklı koltuklarda sabaha kadar uyumaya çalıştık.
Can kolçağın içinden geçebildiğinden rahat uyudu.
Neşe’nin söylediğine göre havaalanında benden başka iki koltuğa kıvrılıp uyuyabilen başka kimse görmemiş.
Beklerken sabaha karşı genç bir Türk’le konuştum.
Bir haftalık turla Bangkok-Pattaya’ya gitmek için 1390 euro vermiş. Bana oralara gidip gitmediğimi sordu.
“Pataya açık genelev gibi” dedim
“Hah, tam bize göre. Zaten biz de bunların kara kaşına kara gözüne gitmiyoruz.” dedi
(Bence bu sözü yanlış oldu)
Sabah 5’te tüm havaalanının içinde bangır bangır ezan okununca uyandım
(Allah için müezzin çok içli okudu.)
Yola çıktığımız gün Abu Dhabi F1 Grand Prix’i yapıldığından havaalanında gerçek bir F1 aracı vardı. İçine girsem bir otursam diye düşündüm ama kokpit o kadar dardı ki sıkışır bir daha çıkamam, millete rezil olurum diye korktum.
Ayrıca kapılara doğru yürürken koridorlara eski F1 arabalarının maketlerini koyup alına da şeffaf birer bir kumbara yerleştirmişler, birileri de buralara renkli diskler atmış, nedir anlayamadım.
Etihad, Emirates’in B klası gibi bir izlenim verdi.
Uçuş Arapça bir dua ile başlıyor.
Eğlence sitemi biraz daha fakir.
Yine de Can için müthiş bir teknoloji.
Zaten Can açısından uzak tatillere gitmenin en güzel yanı ne plajlar, ne yiyecekler; varsa yoksa uçaktaki oyunlar!
Kalkışta Abu Dhabi’yi havadan gördük.
Dubai gibi, bildiğin çöl.
Abu Dhabi-Manila arası 9 saat sürdü. (İstanbul-Abu Dabi arası da 4 saaati geçkin, toplam yol 13.5 saat)
Türkiye’ye göre 6 saat farkıyla gece saat 10:30 da Manila’ya indik.
(Manila ile Manisa'nın kardeş şehir olması hoş olabilir)
Couchsurfing’den kalacak bir ev sahibi bulamadığımızdan şehrin turistik merkezi Malati’ye gitmek için bir taksiye bindik. Havaalanı taksileri daha fazla yazıyormuş ama fazla yazıyor dedikleri 25 km yol için 10 lira. Yürüyüp dışarıdan binsek yarı fiyatıymış, yol yorgunluğu ile çanta taşımak istemedik, kapıdaki taksi durağından bir taksiye bindik, 250 Peso tuttu.
(1 USD=43, 1 Euro=59, 1 Suriye Lirası=1 Peso. Banka ve döviz bürolarında kur değişiyor ama en iyi kur bankadaki)
LP’deki bir iki otele bakıp beğenmedikten sonra Pacific Rainbow adlı otele yerleştik. (1600 peso)
Manila Türkiyeden 6 saat ilerde. JetLag’i atlatmanın en iyi yolu yerel saate uygun uyumak olduğundan hemen yattık ama ben sokaktan gelen gürültülerden uyuyamadım.
Otelin altında bir sürü lokanta ve bar var. Saat 2 ye kadar uğraştıktan sonra kalktım bir uyku ilacı alıp dışarıya çıktım. Sokak gayet hareketliydi.
Dışarıya çıkar çıkmaz bir sürü kadın ve Lady Boy gelip masaj, seyyar satıcılar Viagra teklif etti. Kibarca reddedip otelin karşısındaki restoranda bir bira içip geri döndüm, uyudum.
Sabah kendimizi erken kalkmaya zorlamamıza karşın ancak 10 da kalkabildik.
Busuanga Adası’na uçağımız yarın öğlen olduğundan bugün Manila’yı gezeceğiz. Odada uçaktan artan yiyeceklerle kahvaltı ettikten sonra dışarı çıktık.
Bulunduğumuz Adriatico Caddesi denize paralel uzanıyor. Önce sahile, kordona çıktık.
Deniz pis, yoksul çocuklar yine de denize giriyor, aileleri seyrediyor.
Kıyıda kocaman bir alanı kaplayan beyaz binasıyla lüks balık restoranını andıran Amerikan Konsolosluğu’nun karşısından tekrar içeri girdik.
Rızal parkını gezdik.
Kitapta yazdığına göre sabah erken saatlerde burada tai chi yapıyorlarmış ama elbette bizim o saatte uyanma ihtimalimiz yok.
Yağmur atıştırmaya başlayınca parkın girişindeki kantine girip birer kahve aldık, çok da iyi yapmışız. Yağmur kovadan (bardaktan değil) boşalırcasına indirdi.
Kahve içerken yanımıza oturan yaşlı bir kadın hiç susmadan kendisinin gazeteci olduğunu, haksızlıklarla mücadele ettiğini, oğullarının neler yaptığını vs anlattı.
Biraz dinledim, baktım susacak gibi değil, elimdeki kitaba daldım, o anlatmaya devam etti. Yarım saat sonra yağmur dindi, güneş açtı, her yer kupkuru oldu.
Parkın içinde biraz daha gezdikten sonra vaktimiz kısıtlı olduğundan bir faytona binerek İntramuros denen bölgeye geldik.
Normalde fayton turistik bir atraksiyondur ama burada hala kullanımda olsa gerek.
3 km kadar yol için pazarlıkla 50 peso verdik (1.5 lira)
Faytonlar Türkiye'dekinden daha küçük.
Bu iş en çok Can'ın hoşuna gitti.
Burası kale içi gibi bir yer. Sri Lanka’daki Galle’yi anımsatıyor. Taş döşeli sokaklar da dolaştık.
Casa Manila(Manila Evi) diye bir müze gördük. Eski bir Manila evini restore edip 18. yüzyıl eşyalarıyla döşemişler. Toplam 250 peso (7.5 lira) ödeyip girdik. LP’nin söylediğine göre İmelda Marcos’un fuzuli lüks projelerinden biriymiş, en azından ayakkabılardan daha kalıcı ve yararlı olmuş. Binayı, sömürgeci İspanyollar ilk geldiklerinde Filipinliler bina nasıl yapılır görsünler diye 3 katı da taştan yapmışlar.
Depremlerde bina ağırlığını taşıyamayıp yıkılınca en üst kat burada hep yapıldığı gibi yükü azaltmak için ahşaptan yapılmış. Cam olarak da küçük ahşap çerçevelerin içine inceltilmiş ufak deniz kabukları yerleştirilmiş.
Özelikle binanın havadar mutfağı, mutfağın önünde saksılara dikilmiş lemon grass gibi baharatlar çok hoşumuza gitti, ama içeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan çekemedim.
Biletçi kadına “Fotoğraf çekmek neden yasak?” diye sordum
“Flaş eski eşyalara zarar veriyor” dedi
“Eh, flaşsız çekmek ya da video neden yasak o zaman?” diye sordum
“Yasak işte” dedi
Flaşın eski eşyalara (eşyalar da 18. yüzyıldan kalma yatak, çarşaf, lazımlık) nasıl zarar vereceğini de anlamadım.
Sanırım bürokrasi her yerde kendini kural koymak zorunda hissediyor. Yöneticilere kural koymazlarsa sanki otorite boşluğu oluşacakmış gibi geliyor.
İzmir’deki parklara yerleştirilen garip egzersiz aletlerinin başındaki tabelalarda da nasıl kullanılacağı, ne işe yaradığı hakkında hiç bir bilgi yer almazken muhtemelen belediyede bir memurun kısıtlama koymazsak olmaz mantığıyla, bel fıtığı için MR çektirirken görüp aklında kalan ‘Kalp pili olanlar kullanamaz’ ibaresi var.
Her neyse evi gezdikten sonra İntramuros sokaklarında biraz daha gezindik.
Öğlen yemeğini fast foodçu bir Çin restoranında yedik .
Büyük kolalarla birlikte üç menü 10 lira tuttu.
Bu bölgeden ayrılmadan yakındaki tarihi kaleyi de gezmeye karar verdik.
(kişi başı 100 peso, çocuklar yarım ücret).
Kaleyi İspanyollar yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikalılar da kullanmış.
Parka adını veren Filipin halk kahramanı Rizal de bu kalenin kapısında idam edilmiş. Hücresinden kalenin kapısına gelirken geçtiği yollara pirinçten temsili ayak izlerini yapmışlar.
Can ayak izlerine basarak yürümeye çalıştı, levhalar birbirine çok yakın yerleştirildiğinden zorlandı, neden böyle olduğunu sordu.
“E, adamcağızın acelesi yokmuş” dedim.
Girişin önündeki su dolu hendeklerde nilüferler açmış.
Kale bir burnun ucunda yer aldığından burçların üzerinden güzel bir Manila manzarası var.
Kale güzeldi, iyi ki gezmişiz.
Çıkınca biraz da Çayna town’a gidelim dedik.
Bu sefer sepetli bisiklete bindik.
Yine yaklaşık 3 km yok için bu sefer 100 pesoya anlaştık, üçümüz birden bisikletin yanına bağlanmış ufak sepete sığıştık, çelimsiz çocuk pedallara asıldı.
Kalabalık trafikte ters yönden gidip, yokuşa geldiğinde zorlanınca inip ittiriyordu. Neşe’nin içi parçalandı. Sanırım bütün turistler böyle hissedip suçluluk duygusu ile fazla para veriyorlar. Ben ise Muğla rampalarında kendi döktüğüm terleri bildiğimden çocuğun 3 kilometrelik yolda bizi taşımasını hiç garipsemedim, yorulmadığına da eminim.
China Town’un girişinde eski bir kilisenin önünde indik, içini gezdik.
Yollar ana baba günü, sokakların iki yanında seyyar satıcı tezgahları, kalabalığı yarıp da geçmek çok güç, ama bütün dükkanlar kapalı.
Birisine sebebini sordum. Kurban Bayramı nedeniyle sadece bir gün tatilmiş. (Filipinlerin % 25’i Müslüman olduğundan tatili ona göre ayarlamışlar sanırım)
Annem, döndükten sonra büyük çoğunluğu Hristiyan olan Busuanga Köyü’nün videolarını izlerken :
“Bak küçücük köyde bile ne kadar aydın insanlar, kadınlar hep askılı giymişler” dedi
Kendimizi seyyar satıcılarla dolu sokaklara vurduk, üçe beşe bir sürü Çin malı ıvır zıvır aldık.
Hava kararmasına rağmen kalabalık azalmadı. Ana caddede yürümekte zorlanınca ara sokaklara girdik.
Meyve şeyki içtik. Ben ilk kez gördüğüm Guyabano adlı meyveyi içtim, tropik kokulu ve çok güzeldi.
Kapalı bir pazar yeri bulduk. Önce meyve sebze tezgahları, sonra balık et tavuk,
en arkada da bir kişinin zor geçebileceği koridorlara sahip bir toptan ıvır zıvır dükkanları vardı
Balıkçılarda deniz ürünleri zengindi:
Yengeçler, böceklerin yanı sıra dev bir kalamar parçası gördüm ki, et kalınlığına bakılırsa boyu 2 metreye yakın olmalıydı.
Neşe toptancılarda hasır ürünlerine, sepetlere bayıldı ama taşımak zor olacağından alamadık.
Yürüyerek kalabalık sokakların bulunduğu bölgenin dışına çıkıp bir faytonla otele döndük.
İlk sefer faytona verdiğim 50 peso bana bile az gözüktüğünden bu sefer 100 pesoya pazarlık ettim. Faytoncu bizi Adriatico Caddesi’nin başında indirdi.
Bugün Filipinlerin meşhur dolmuşu Jeepney dışındaki tüm toplu taşıma vasıtalarına binmiş olduk.
Otele dönerken Robinson diye bir alışveriş merkezinin önünden geçince tuvalete girmek ve bir göz atmak için içeri girdik.
Dockers mağazasında indirim vardı, kendime 50’şer liraya kışlık bir pantolon ve ayakkabı aldım. Çıkışta Cebu Pasifik havayollarının ofisini görünce Neşe :
“Bir girelim de uçuşta bir değişiklik var mı soralım” dedi
Ben de sırada bekleyen bir kişiyi göstererek çok yorgun olduğumu, (sabahtan beri 10 saatir sokaklardaydık ama Can bir kere yoruldum demedi)
uçak saatinin değiştiğinin nerde görüldüğü, vb. argümanlarla karşı çıktım.
Otele döndük, biraz dinlenip sokağın karşısında dün gece bizi sabaha kadar uyutmayan salaş restorana oturduk.
Garson kız menüleri getirdi, ne olduğunu anlayamadığımız yemeklerden birer tane söyledik. Kızarmış noodle, kiremitte cızırdayan bir et (Pork sisig) ile doğranmış başka bir et daha geldi.
Yemekler lezzetliydi. Sonradan öğrendiğimize göre doğranmış olan lezzetli et domuz kulağıymış. Bir de Tapsilog söyledik. Bu da pilavın yanında sahanda yumurta ve bacon ile gelen, normalde kahvaltıda yenen bir şeymiş. 7 ufak San Miguel bira ile hesap 700 peso (21 lira) tuttu. Filipinlerde yaygın olarak 3 bira markası var. San Miguel pale pilsen’in şişesi Efes’in aynısı, tadı da benziyor, ben hep bunu içtim. SM light Tuborg’a benziyor, bir de Red horse diye bir bira var ki ben bunu pek sevmedim.
33’lük biralar bakkalda da, restoranda da hemen hemen aynı fiyata 35 pesoya satılıyor (1 lira). Restoranda her sipariş verdiğinde adisyonu tekrar sana okuyup imza attırıyorlar, herhalde içip içip itiraz eden çok oluyor.
Bu arada garson kız da bir garipti: Büyük göğüsleri olmasına karşın yüzü biraz erkeksiydi, kafamız karıştı.
Hesabı öderken sordum, Lady Boy’um dedi. Sonradan da gördüğümüz gibi bu Lady Boy’luk müessesi buralarda çok yaygın ve sanırım Türkiye’dekinden daha hoşgörü ile karşılanıyor ki pek çok alanda hayatın içinde çalışıyorlar.
Odaya dönünce Neşe ile Can uyudu. Ben de biraz uyumaya çalıştım ama baktım jetlag etkisi geçmemiş, bu sefer erkenden uyku ilacımı içip bir bira daha içmek için tekrar dışarıya çıktım.
Sokakta yine binbir ahlaksız teklif nedeniyle başımı kaldırmadan yürürken önünden geçtiğim bir bardan gelen müzik hoşuma gitti.
Girişin ücretsiz olduğunu öğrenince içeri girip tekin bir yer mi bakayım dedim. Sıcak bir bar ortamı, sahnede kızlı erkekli iyi bir grup, Filipin popu söylüyor.
Sahnenin önünde bir masaya oturdum, bir bira içtim (3 lira) .
Çıkınca baktım uykum hala yok sokaklarda önüme bakarak yürümeye devam ettim. Biraz ilerde müzik gelen başka bir bara girdim. Bu seferki daha da lüks bir yerdi. Kocaman sahne, daha kalabalık bir grup ve dev ekran vardı, İngilizce coverlar söylüyorlardı.
Menüden Twin Towers diye Baileys, kavun, krema falan içeren iyice garip bir kokteyl seçtim. Tadına bakınca pişman oldum ama param boşa gitmesin diye içip bitirdim (5 lira), otele dönüp sızdım.
Barlar çok eğlenceli ortamlardı ama ne yazık ki Manila’da son gecemiz olduğu için Neşe ile bir daha gelemedik. Üstelik sokakların tersine gayet namuslu ortamlardı. Yan masada üç kız olmasına rağmen beni, yani yalnız başına gece dışarı çıkmış bir erkeği taciz etmediler. (Türkiye’de kadınların taciz konusundaki hissiyatını burada pek iyi anladım.)
Sabah bu sefer 9 da uyanabildik. Uçak öğleyin olduğundan etrafta şöyle bir yürüdük. Kahvaltı için ben acılı, yumurtalı, noodle çorbası içtim, Neşe ile Can ananas, papaya yedi.
Adada kur düşük olacağı için 1 hafta boyunca harcamayı planladığımız bütün parayı (toplamda 700 dolar) bir döviz bürosunda bozdurdum.
Cebu Pasific ofisinin önünden geçerken Neşe yine, uçağı bir soralım dedi. Bu sefer biz dinleniktik ama ofis çok kalabalıktı.
Gönlü olsun diye kapıdaki güvenlik görevlisine havaalanına gitmek ne kadar sürer diye sordum.
“1 saat, ayrıca uçuştan 4 saat önce havaalanında olmanız lazım” dedi
“Hıı, hı” deyip yürüdük, otele döndük, çantaları toplayıp bir taksiye bindik.
Trafik çok sıkışık, 500 metre gidip, bir arka sokağa geçip, burnumuzu havaalanı yönüne çevirmemiz 10 dakika sürdü.
Sahil bulvarına çıkınca trafik açıldı, rahatladık ama biraz sonra sahil bulvarı da tıkandı. Karşı şeritten de hiç araç gelmeyince inip baktım, yolu iki taraflı kesmişler. Yolu kesen polise
“Ne oldu ofisır?” diye sordum
“Bomba var da onu imha ediyorlar” diye ilerde yolun ortasındaki hareketliliği işaret etti.
Gerçekten de dikkatli bakınca yolun ortasındaki ufak bir poşeti iple bağlayıp silkeleyerek içindeki çöpleri döktüklerini gördüm. Daha sonra bomba imha kıyafetli görevliler gelip torbayı iyice incelediler, ve güç bela yolu açtılar. Korktuğumuz gibi uçuşa geç kalmadık, hatta 1 saat önce biniş kartımızı aldık.
Umduğumuzdan erken varınca "Kapıya gidip ne yapacağız" dedim, aprona bakan koltuklarda yanmızdaki rambutanları yedik, oyalandık.
Arada anonslar da oluyordu ama ben hiç dinlemiyordum. Uçuşa yarım saat kala kapıya doğru ayaklandık ama tam o sırada adlarımızı anons edip “Last call!” demezler mi. Hepimiz birden bir koşu tutturduk, sırt çantamın yanındaki su şişesi fırladı, durup alamadım. Görevliler kapıyı kapatmak üzereyken nefes nefese vardık. Sadece bizi bekleyen eski bir otobüse bindik, pırpırlı bir uçağa götürdüler, biz binince uçağın kapıları kapandı.
Hiç böyle son çağrıya kalmamıştım ama ne olduğunu da anlamadım. Elimizdeki bilete göre daha uçağın kalkmasına en az yarım saat vardı, biniş kartlarına göre ise uçak 50 dk önce havalanıyordu.
Hostese sordum “Ha, uçuşun saati değişti” dedi
Döndükten sonra gördük ki Neşe’nin bilet alırken verdiği ve pek kullanmadığı mail adresine saat değişikliğini bildiren mailler atmışlar. Cep telefonumuz olmadığındanda muhtemelen aradılarsa da ulaşamamışlar. Busuanga’ya günde bir uçak olduğundan bir dakika daha geç kalsak olabilecekleri (Bakakalırım giden uçağın ardından) düşündüm, şansın yanımızda olduğuna şükrettim.
Pırpırlı uçağa ilk kez bindik, diğerlerinden pek farkı yok, camdan pervane görünüyor. Bir de uçak kalkmadan ben karşı sıradaki boş bir cam kenarına geçmek istedim. Host gelip kaldırdı. Uçak pırpırlı olduğundan ağırlık dengesi özellikle kalkış ve inişte çok hassasmış. Dönüşte Busuanga’da da uçağa binmeden yolcuları tek tek tartarak kaydettiler, kaç kilo aldığımızı öğrenmiş olduk.
Uçuş sırasında hostes en öne geçip bize kapıcı için kapıya asılan ekmek torbası gibi dandik bir çanta gösterdi. Diğer host da yarışma yapacağını anons etti. Sırasıyla pasaportunu, kemerini ve tükenmez kalemini ilk gösteren yolculara bu eşantiyon çantayı hediye ettiler. (Uçak içi analog eğlence sistemi)
Ben daha ne olup bittiğini anlayamadan çantalar gitti.
Uçak tropik adaların üzerinden süzülerek 1 saatte Busuanga’ya indi.
Busanga havaalanı küçücük. Bagaj bandı da yok. Bagajlar kol kuvveti ile taşınıp vernikli ahşap bir bankoya diziliyor.
Çıkışta 10-15 minibüs şehir merkezine ve otellere götürmek için müşteri arıyor. Adanın merkezi olan Coron Town’a yolculuk kişi başı 150 peso, Can’a bedava. Yol 20 dk kadar sürdü. Merkeze gelince önce denizin üzerinde iskeleye yapılmış betonarme Sea Dive’a baktık.
Burası aynı zamanda dalış merkezi ve güzel bir restoranı da var. Odalar 800 pesodan başlıyordu ama beğenmedik. Neşe çantaların başında beklerken ben köy merkezini dolaştım (Nüfus 2000) Köyün içinde Princess of Coron adlı otele baktım, inşaat vardı. Sahibi yaşlı Avusturyalı’ya bu inşaat devam edecek mi diye sordum. “Yaah” dedi. Başka sorum yok dedim, dönüp gidiyordum ama sonra meraktan fiyatını sordum 2200 peso imiş. Darayunan diye bir otel okumuştum, onu sorayım dedim aklımda Kabanoyan kalmış(Cebenoyan’dan mülhem olsa gerek) Kimse anlamayınca isimde bir iki değişiklik yaparak oteli buldum. Main Highway’in (köyün ana caddesinin adı bu) yanında motor gürültüsü içindeki betonarme odaya 1500 dedi.
En sonunda havaalanından broşürünü alıp beğendiğimiz, ancak köyün biraz dışında olan Kokossnuss’a gitmeye karar verdik.
Bir Tricycle çevirdim. Burada ulaşımın tek yolu bu sepetli motorlar.
Hepsi tek tip sepet taşıyan 125 lik Kawasaki’ler. Biraz sıkışarak ön koltuğa iki, arkaya 3-4 şöförün arkasına da bir kişiden şöförle birlikte 8 kişiyi taşıyabiliyor ama yokuşlarda 3 kişiyle bile çok zorlanıyor, bazen inmek gerekiyor.
İndi-bindi kişi başı 10 peso. Can’a bazen 5 alıyorlar, bazen hiç.
Kokosnuss geniş, yemyeşil ve cennet gibi bir bahçe etrafına sıralanmış bungalowlardan oluşuyor.
Fiyatları odanın kalitesine göre 400 ile 1850 peso arasında. Biz klima TV si olmayan en lüks odayı beğendik. 1500 peso (45 lira).
Odada mobilyalar ve yer döşemesi dahil her şey hasır ve bambudan yapılmış. Duvarlar bile hasır
Allah’tan yandaki odaya sadece iki gece komşu geldi. İlk gelen Filipinliler gecenin ikisinde hala muhabbete devam edince sessiz olun diye bağırdım, biraz sakinleştiler ama hala düşük sesle konuşmaya devam ettiler. Bir süre sonra tekrar bağıracaktım ki Neşe sinirli bir şekilde Türkçe ve alçak sesle “Dur ben şöyle konuşayım da bıdır bıdır konuşmak nasıl yan odaya geçiyormuş duysunlar” deyince sustular.
Odanın arkasında geniş, aydınlık ve çiçek bahçesi şeklinde bir banyosu var. Çiçekler duş suları ile sulanıyor.
Deniz kabuklarından aynası, çatallı dallardan balkon demirleriyle havalı çok güzel bir oda.
Ayrıca otelin girişinde bir kaç masadan oluşan sıcak ortamlı güzel bir restoran da mevcut.
Odaya yerleştikten sonra merkeze gidip ertesi gün için tur baktık.
Coron Town’ın merkezinde denize girilebilecek bir plaj yok.
Karşıdaki adalara tekne turu ile gitmek gerekiyor. En yakındaki Coron Adası’na ulaşmak tekne ile 20 dakika sürüyor. (bizim bulunduğumuz adanın adı Busuanga, ancak merkezinin adı da Coron Town)
Tekneler Endonezya’daki gibi iki yanında denge çubukları olan basit kayıklar.
Gördüğümüz bir iki acenteye sorduk, yer yokmuş. Merkezin en mostralık yerinde yer alan kulübedeki Dolores’e gittik. Dolores 45 yaşlarında bir kadın. Sinirli tavırları, renkli taytı ve şapkasıyla hiç gözüm tutmadı ama yanında çalışan genç bir çocuk kibar kibar turunu anlatıp Can’a ücret almamayı da kabul edince kişi başı 650 pesoya anlaştık.(20 lira)
Coron turunda 5-6 ayrı noktaya gidiliyor bunlardan biri de bizim daha İzmir’deyken Youtube’dan izleyip vurulduğumuz Kayangan Gölü.
Turu ayarladıktan sonra köyün merkezini dolaştık. Central Market diye bir kapalı pazar yeri var. Sebze, meyve, balık ve ıvır zıvır satılıyor.
Arkasında denizin doldurulması ile elde edilmiş geniş bir düzlük.
Okul çıkışı gençler hep burada takılıyorlar.
Sahilde oturduk, güneşin batışını, turdan gelen tekneleri seyrettik. Can bir dondurma yedi (5 peso).
Dondurmanın içinde Endonezya’daki gibi pirinç taneleri (pilav) vardı.
Güneş batarken günübirlik tur tekneleri iskeleye yanaşmaya başladılar.
Dönen teknelere günübirlik tekne kiralama fiyatını sordum, yemekle birlikte 3000 peso imiş (100 lira)
Hava kararınca otele döndük.
Akşam yemeğini otelin restoranında yemeye karar verdik. Adada yemek fiyatları Manila’ya göre biraz daha yüksek. Ana yemeklerin fiyatları 7-10 lira arasında. Pirzola, fried noodles ve patates kızartmasından oluşan yemeğe biralarla birlikte 1300 peso verdik. (40 lira)
Yemek çok geç geldiğinden bir daha otelde yememeye karar verdik.
Gece rahat uyuduk, sivrisinekler vardı ama cibinliği geçemediler.
Sabah 8’de hesapta bizi tur için otelden alacaklardı. 15 dk bekleyip gelen giden olmayınca kendimiz trike ile (Tricyclea kısaca böyle diyorlar) merkeze gittik. Manila’lı bir çift ile Koreli iki kız tur arkadaşlarımız.
Teknenin ortasında karşılıklı iki banka 3’er kişi oturuluyor.
Can da buz kabının üzerinde kendine yer buldu. Herkse can yeleği dağıttılar.
Ben bunu yolculuğun tehlikeli olduğuna yordum, ama öyle değilmiş. Bunlar yüzmek içinmiş. Çok ilginç bir şekilde Filipinli’ler yüzme bilmiyorlar. Gördüklerimizin yüzde doksanı can yeleği ile yüzüyordu, ona da yüzmek denirse.
Ayrıca kadınlar bikininin üzerine elbise giyip öyle yüzüyorlar. Bir kadın bikinisinin üzerine file şeklinde bir elbise giymiş yüzüyordu.
Neşe’ye bu taassuptan mı böyle giyinmiş, daha seksi olayım diye mi diye sordum.
"Bence taassuptan" dedi.
Yüzme konusunu da dayanamayıp teknedeki Filipinli kıza sordum:
“Ülkeniz neredeyse tamamen denizin ortasında adalardan oluşurken nasıl oluyor da hiç kimse yüzme bilmiyor?” dedim
“Biz Manila’danız” dedi, sanki Manila dağ başındaymış gibi.
İlk olarak Coron Adası’nın Kuzey ucundaki Twin Lagoon’a gittik. Denizin adanın içerlerine kıvrılıp oluşturduğu bir lagunun dibinde 2 metre genişliğinde 50 santim yüksekliğinde bir delikten kayaların arkasındaki başka bir laguna geçiliyor.
Dimdik yükselen kayaların ortasındaki bu laguna hayran kaldık. Bizim tekne arkadaşları can yelekleriyle çok gerilerde kaldığından lagunun ortasındaki ahşap iskeleye çıkıp sessizliğin tadını çıkarttık.
Karşı kıyıda bir ev ve önünden çıkan dumana bakılırsa burada yaşayan insanlar vardı. Bulunduğumuz yerden burası yüksek dağlarla çevrili kapalı bir göl gibi görünüyordu, çok etkilendik.
Daha sonra eve doğru yüzünce buranın da denize açıldığını görüp hayal kırıklığına uğradık.
Aslında evi tekneden de görmüştük ama deniz lagunun içinde o kadar sakindi ki burayı başka bir yer sandık.
Bizim Bornova'daki evle bu evi değişsek diye konuştuk.
Burada bir saat kadar geçirdikten sonra adanın köşesini dönüp öğlen yemeğini yiyeceğimiz plaja geldik.
Buradaki yan yana iki plajı denizin ortasındaki büyük bir kaya ayırıyor. Plajlarda turistlerin yemek yemesi için bambudan maslara ve gölgelikler yapılmış.
Giriş için de, plajı temizleyip bakımını yapanlara ödenen bir ücret var ama bu tur ücretine dahil.
Plajlar hep çok bakımlı, hiç çöp yok.
Tekneci iki çocuk kıyıda ateş yakıp iki tane büyük palamutu (kingfish) pişirdiler.
Denizden topladıkları üzüme benzer salkımları olan yosunların saplarını ayıklayıp salata niyetine sofraya koydular.
Balık piştikten sonra ateşe bir tencere oturtup koca bir tencere pilav kaynattılar. Kaynattılar diyorum çünkü burada pilav steam rice denen şekilde suya pirinci atıp başka bir şey eklemeden haşlayarak yapılıyor ve ekmek yerine tüketiliyor. Tabi pilav pişene kadar balıklar buz gibi oldu.
Ayrıca bir tencere de yengeç kaynattılar.
Yengeçler bizim Dalyan'dakilere benziyordu.
İçecek olarak sadece su ve Hindistan cevizi olduğundan ben kıyıya yaklaşırken gördüğüm, yandaki koydaki büfeye gidip litrelik bir bira aldım (100 peso=3 lira).
Büfeye denizin içinden yürüyerek gittim geldim ama arkada iki koyu bağlayan bir patika da varmış.
Yemekler fena değildi ama balığın içi temizlenmeden pişirilmişti. Allah'tan yiyecek çoktu da karnına yaklaşmadan doyduk.
Yemekten sonra yüzme, plajda yayılma derken 3 saat geçti.
Baktım bizim tekneci gençlerde bir hareketlenme yok, teknenin burnuna uzanmış uyuyorlar. Uyandırıp, “Göle gitmeyecek miyiz?” dedim.
“Tur programında göl yok” dediler.
“Nasıl olmaz, bize var dendi” diye celallendim.
Diğer turistlere sordum, onlar da “Bize de göl var dendi” demekle birlikte bu konuda bir şey yapmaya niyetli de görünmediler. Ben gayet ısrarla ve sertçe turu satarken Kayangan Gölü’ne gidileceği söylendiğinden mutlaka gideceğimizi, kararlılığımı vurgulamak için yumruğumu küt küt tekneye vurarak ifade ettim, hiçbir şey demediler. Toparlandık, tekneye doluştuk.
Neşe “Ne oldu?” diye sordu
Ben de gururla “Gidiyoruz tabi göle , bunlar ne biçim koyun gibi insanlar, hiç itiraz etmiyorlar” dedim.
Epeydir gelmediğimden bu Uzakdoğu memleketlerinde benim yaptığım gibi Ortadoğu usulü bağırıp çağırarak, yumruğunu masaya vurarak elbette bir sonuç elde edilemeyeceğini, olsa olsa kendini onların gözünde rezil edeceğini unutmuştum.
Biraz gidip denizin ortasında durup bir şamandıraya bağlandık.
“Ee, ne oldu?” dedim
“Burada mercanlar var” dediler
Daldık epeyce balık ve mercan vardı. Dipten biraz kabuk topladım.
Yola devam ettik, küçük bir adanın açığında durduk.
Burada da bir batık varmış. Bu bölgenin dalış merkezi olmasında 2. Dünya Savaşından kalma batıkların etkisi büyük. Savaş sırasında büyük bir Japon filosu bu adaların arasına kaçıp saklanmış. Kendilerini güvende hissederken yerlerini tespit eden bir Amerikan uçak gemisi 20 den fazla gemiyi aynı gün batırmış. Bu batıkların 10-15 tanesinin yeri belirlenmiş ve bunlara dalış turları yapılıyor. Dalış merkezlerinde bütün batıkların fotoğrafları, özellikleri açıklanıyor. Gelmeden önce ben de burada bir dalış kursuna katılıp PADI açık deniz sertifikası alsam diye aklımdan geçiriyordum, ama sordum kurs 400 dolarmış. Burada dalış merkezlerinin otelleri de var, genelde 3 gece lüks otelde konaklama, kurs ve 5-6 yemekli dalış turu paket halinde 15-20 bin pesoya satılıyor.
Bizim şimdi geldiğimiz Skeleton batığı bunların içinde şnorkelle dalınabilenlerden biri. Dalınabiliyor dediysem batık 10 metrede falan yatıyor. Burnu yukarı doğru olsa gerek ki su yüzeyinden bile seçiliyor ama daha derine dalmak benim becerebildiğim bir şey değil.
(Filipinlilerin % 90’ının yüzemediğinden bahsetmiştim. Kalan %10 adalı gençlerden oluşuyor ve bunlar şnorkelle çok acayip derinlere dalıp ve uzun süre dipte kalabiliyorlar)
Batığa da daldıktan sonra çocuklara
“Göl’e gideceğiz değil mi?” diye sordum
Yine cevap vermediler. Manila’lı kıza sordurdum.
“Göle giriş için yeterli paraları yokmuş, acenteci çocuk sadece plajlara giriş parasını vermiş” dedi
“Parayı biz verelim” dedim
“Benzinleri yetmezmiş, ilk baştan gitmemiz lazımmış” dedi
Çaresiz Coron Town’a döndük.
Teknedekilere “Ben şikayetçi olacağım , siz de katılacak mısınız?” diye sordum
Hepsi olacaklarını söylediler. Tekneden inince hep beraber ofise gittik. Ben grubun sözcüsü ve cazgırı olarak bize turu satarken Kayangan Gölü’nü gidilecek yerler arasında saydıklarını fakat götürülmediğimizi söyledim. Oğlan saymadık dedi, Dolores’e telefon edip çağırdı, o da gelip bir sürü laf söyleyince Neşe ile Can’ı otele gönderip, turistlere “Siz burada durun ben polis çağırıp geleyim” dedim.
Yürüyerek köyün polis merkezine gittim. Belden yukarısı çıplak bir polis memuru kendine sütlü kahve hazırlıyordu. Şikayetimi söyleyince kahve sigara keyfinin bölünmesine canı sıkıldı ama üniformasını giydi, içerden bir A4 kağıt getirip bana adımı soyadımı, mesleğimi, adresimi ve şikayetimi yazmamı söyledi.
(Deskin üzerindeki yazı: Vatandaşlar şikayet için turistlere sırasını versin)
Oturup Filipin makamlarına dilekçemi hızlıca yazdım. Daha sonra memur dilekçemi okudu, el yazımı sökemediği yerlerin üzerinden beraber geçtik. En sonunda içerdeki başka bir arkadaşını çağırdı. Arkadaşı kalktı, giyindi, kemerini silahını kuşandı, kapının önündeki lüks Japon kamyonetine bindik (köyde böyle bir araç olabileceğini ummazdım), 300 metre ilerdeki acenteye gittik. Polis memuru bizi ve mor taytlı Dolores’i dinledi. Dolores çok öfkeli görünüyor ve sürekli konuşuyordu.
Onunla aralarında bir süre tartıştılar, en sonunda memur bana dönüp
“Ne istiyorsun?” diye sordu.
Ben de en azından bize gideceğimiz vaat edilen Kayangan Gölü’nün giriş ücreti olan kişi başı 200’er pesonun geri ödenmesini istedim.
Dolores çıldırdı, “Asla vermem “ dedi
Polis şeyler söyledi, çocuk getirip bana 500 peso verdi ve bir alındı makbuzu yazdırdı. “Diğerlerininki ne olacak?” dedim
Onlar
“Biz para istemiyoruz, ama bu başkalarının da başına gelmesin “dediler.
Benim de de esas olarak isteğim para değil turistlerden nefret eden bu paragöz kadından intikam almaktı ki, bunun en iyi yolunun da paramı geri almak olduğunu biliyordum.
Göle gitmek bizim için önemiydi zira merkezde sadece iki gün geçirdikten sonra Ocamocam Beach adlı elektriği suyu olmayan ıssız plaja gidip kalmayı planlamıştık. Merkezden yapılan ve birer gün süren iki çeşit tur var. Biri bizim yaptığımız, gölü de içeren Coron Adası turu, diğeri daha uzak ve pahalı olan Banana Adası ve Malacapuya Plajı’nı içeren tur. Ben bir önceki gece, internetten videolarını gördüğüm Kayangan Gölü’nü yarın göreceğim diye sevinçle uyumuştum. Bu durumda ya aynı turu bir kez daha yapacak ve Banana Adası’ndan vazgeçecek, ya da Kayangan’ı görmeden dönecektik.
Parayı geri adıktan sonra böyle gönülsüz verilmiş bir paranın bana hayır getirmeyeceğini düşünerek paranın tamamını beni otele götüren motosikletçiye verdim. Adam normalde 10 peso olması gereken yola verdiğim 500 pesoyu derhal cebe indirip teşekkür bile etmeden U dönüşü yapıp merkeze döndü, haydan gelen huya gitti.
Neşe ile konuşup iki gün üst üste aynı turu yapmaktansa önce Ocamocam’a gidip dönüşte bir gün erken dönüp göle gitmeye karar verdik.
Devamı haftaya burada
Manila, Palawan, Busuanga
( Kasım 2010 )
Bu sene Kurban Bayramı tatilinin 9 güne denk geldiğini öğrenince yaz sonunda Güney Amerika’ya bilet bakmaya başladık. Saatlerce ekran karşısında bilet bakıp şehir adları ve tarihler kafamızın içinde dönerken pes ediyorduk. En sonunda Güney Amerika’ya ucuz bir bilet bulamadık ama Filipinler’e bulduk ve aldık.
Etihad ile Manila 3 kişi 1370 euro.
Filipinler’de nereye gideceğimizi seçmek de çok zor oldu. Bileti aldıktan sonra bir de baktık ki ülke binlerce adadan oluşuyor ve adalar arası ulaşım feribotla 24 saatten fazla sürüyor.
En meşhur adası (ve plajı) Boracay için herkes çok güzel ama çok turistik oldu diye yazmış. Cebu yakınlarındaki Malapascua bir nevi küçük Boracay ama iç hat uçuşundan sonra 4-5 saatlik kara ve yarım saatlik tekne yolculuğundan sonra ulaşılabiliyor.
Elimizdeki PDF formatındaki Lonely Planet’tan (LP), internetten epeyce okuyup, Youtube’dan plajları inceleyip iyicene kafamızı karıştırdıktan sonra en Kuzey’deki Palawan’ın Busuanga Adası’na gitmeye karar verdik, ve biz düşünürken iyice yükselmiş olan iç hat biletlerini de İzmir’deyken aldık (3 kişi RT 200 euro)
İzmir İstanbul arasını uzun süredir ilk kez Atlas Jet ile geçtik. Hizmet kalitesi çok değişmiş. Uçağı yeni, hostesleri güleryüzlü ve kırmızı giysili (üç kuruş fazla olsun, kırmızı olsun), ikramları bol, lezzetli ve doyurucuydu. (Kepek ekmek içinde bol, erimiş kaşarlı sıcak sandviç ve çeşitli içecekler). Ayrıca uçakta ortalıkta bırakılmış bolca kırmızı polar battaniye vardı. Bir tanesini kollesiyonumuza eklemek için almıştık ki, ben dergide battaniyelerin 15 lira karşılığı satıldığını okudum. Hemen Neşe’ye söyledim, geri bıraktık.
Aramızda “Manila kaç saat yol, keşke THY olsaydı bir sürü mil kazanırdık" (bu mil kazanma işini yeni keşfettik de pek hevesliyiz) diye konuşurken İstanbul havaalanında güzel bir sürpriz ile karşılaştık.
Etihad ile THY Star Alliance’da ortakmışlar, üstelik Abu Dabi’ye uçuşumuz THY ile olacakmış (Kırmızı battaniye karması). Döndükten sonra mileri işletmek isteyince Star Alliance'da ortak olmadıklarını öğrendim. Nasıl oluyorsa ortak uçuş yaptıkları için sadece İstanbul-Abu Dhabi uçuşundan mil kazanıyormuşuz. Bunun mil dışındaki bir avantajı da çekin için Etihad gişesinin açılmasını bekleyeceğimiz saati sürekli açık olan THY gişesinden geçerek sevgili Yapı Kredi’nin lounge’unda geçirecek olmamızdı.
Nitekim tüm işlemleri tamamlayıp pasaport kontrolünden geçtiğimizde uçağın kalkışına daha 4.5 saat vardı.
Normalde hep yarım saat, bir saat kaldığımız ve hızlıca içip çıktığımız bu beleş ortamda aynı hızla içsek bu kadar sürede insan alkol komasına girebileceği için nispeten daha yumuşak meyve kokteyllerini tercih edip masaj koltuğunda TV seyrederek vaktimizi geçirdik.
THY uçuşu koltuğumdaki ses sistemimin bozuk olması dışında sorunsuz geçti. İki film ve cızırtılı bir kaç radyo kanalı vardı zaten. Abu Dhabi Havaalanı’na gece yarısından sonra indik. Bu havaalanına daha önce hiç gelmediğim için sleepinginairports sitesinden incelemiştim.
Herkes küçüklüğünden, koltukların uyumaya elverişsizliğinden ve binanın dekorasyonunda kullanılan yeşil-mavi seramiklerin desenlerinden çok şikayet etmiş.
Sabah kadar yeşil deseni görmekten içi bulanıp kusası gelenler olmuş. Birisi yeşil bir vazonun içinde oturmak gibi demiş, ki ben de ortamı görünce kendisine hak verdim.
Havaalanının tek iyi yanı bedava internet olmasıydı.
Uçuşumuz sabah 10’da.
Biniş kartlarımızı aldıktan sonra kolçaklı koltuklarda sabaha kadar uyumaya çalıştık.
Can kolçağın içinden geçebildiğinden rahat uyudu.
Neşe’nin söylediğine göre havaalanında benden başka iki koltuğa kıvrılıp uyuyabilen başka kimse görmemiş.
Beklerken sabaha karşı genç bir Türk’le konuştum.
Bir haftalık turla Bangkok-Pattaya’ya gitmek için 1390 euro vermiş. Bana oralara gidip gitmediğimi sordu.
“Pataya açık genelev gibi” dedim
“Hah, tam bize göre. Zaten biz de bunların kara kaşına kara gözüne gitmiyoruz.” dedi
(Bence bu sözü yanlış oldu)
Sabah 5’te tüm havaalanının içinde bangır bangır ezan okununca uyandım
(Allah için müezzin çok içli okudu.)
Yola çıktığımız gün Abu Dhabi F1 Grand Prix’i yapıldığından havaalanında gerçek bir F1 aracı vardı. İçine girsem bir otursam diye düşündüm ama kokpit o kadar dardı ki sıkışır bir daha çıkamam, millete rezil olurum diye korktum.
Ayrıca kapılara doğru yürürken koridorlara eski F1 arabalarının maketlerini koyup alına da şeffaf birer bir kumbara yerleştirmişler, birileri de buralara renkli diskler atmış, nedir anlayamadım.
Etihad, Emirates’in B klası gibi bir izlenim verdi.
Uçuş Arapça bir dua ile başlıyor.
Eğlence sitemi biraz daha fakir.
Yine de Can için müthiş bir teknoloji.
Zaten Can açısından uzak tatillere gitmenin en güzel yanı ne plajlar, ne yiyecekler; varsa yoksa uçaktaki oyunlar!
Kalkışta Abu Dhabi’yi havadan gördük.
Dubai gibi, bildiğin çöl.
Abu Dhabi-Manila arası 9 saat sürdü. (İstanbul-Abu Dabi arası da 4 saaati geçkin, toplam yol 13.5 saat)
Türkiye’ye göre 6 saat farkıyla gece saat 10:30 da Manila’ya indik.
(Manila ile Manisa'nın kardeş şehir olması hoş olabilir)
Couchsurfing’den kalacak bir ev sahibi bulamadığımızdan şehrin turistik merkezi Malati’ye gitmek için bir taksiye bindik. Havaalanı taksileri daha fazla yazıyormuş ama fazla yazıyor dedikleri 25 km yol için 10 lira. Yürüyüp dışarıdan binsek yarı fiyatıymış, yol yorgunluğu ile çanta taşımak istemedik, kapıdaki taksi durağından bir taksiye bindik, 250 Peso tuttu.
(1 USD=43, 1 Euro=59, 1 Suriye Lirası=1 Peso. Banka ve döviz bürolarında kur değişiyor ama en iyi kur bankadaki)
LP’deki bir iki otele bakıp beğenmedikten sonra Pacific Rainbow adlı otele yerleştik. (1600 peso)
Manila Türkiyeden 6 saat ilerde. JetLag’i atlatmanın en iyi yolu yerel saate uygun uyumak olduğundan hemen yattık ama ben sokaktan gelen gürültülerden uyuyamadım.
Otelin altında bir sürü lokanta ve bar var. Saat 2 ye kadar uğraştıktan sonra kalktım bir uyku ilacı alıp dışarıya çıktım. Sokak gayet hareketliydi.
Dışarıya çıkar çıkmaz bir sürü kadın ve Lady Boy gelip masaj, seyyar satıcılar Viagra teklif etti. Kibarca reddedip otelin karşısındaki restoranda bir bira içip geri döndüm, uyudum.
Sabah kendimizi erken kalkmaya zorlamamıza karşın ancak 10 da kalkabildik.
Busuanga Adası’na uçağımız yarın öğlen olduğundan bugün Manila’yı gezeceğiz. Odada uçaktan artan yiyeceklerle kahvaltı ettikten sonra dışarı çıktık.
Bulunduğumuz Adriatico Caddesi denize paralel uzanıyor. Önce sahile, kordona çıktık.
Deniz pis, yoksul çocuklar yine de denize giriyor, aileleri seyrediyor.
Kıyıda kocaman bir alanı kaplayan beyaz binasıyla lüks balık restoranını andıran Amerikan Konsolosluğu’nun karşısından tekrar içeri girdik.
Rızal parkını gezdik.
Kitapta yazdığına göre sabah erken saatlerde burada tai chi yapıyorlarmış ama elbette bizim o saatte uyanma ihtimalimiz yok.
Yağmur atıştırmaya başlayınca parkın girişindeki kantine girip birer kahve aldık, çok da iyi yapmışız. Yağmur kovadan (bardaktan değil) boşalırcasına indirdi.
Kahve içerken yanımıza oturan yaşlı bir kadın hiç susmadan kendisinin gazeteci olduğunu, haksızlıklarla mücadele ettiğini, oğullarının neler yaptığını vs anlattı.
Biraz dinledim, baktım susacak gibi değil, elimdeki kitaba daldım, o anlatmaya devam etti. Yarım saat sonra yağmur dindi, güneş açtı, her yer kupkuru oldu.
Parkın içinde biraz daha gezdikten sonra vaktimiz kısıtlı olduğundan bir faytona binerek İntramuros denen bölgeye geldik.
Normalde fayton turistik bir atraksiyondur ama burada hala kullanımda olsa gerek.
3 km kadar yol için pazarlıkla 50 peso verdik (1.5 lira)
Faytonlar Türkiye'dekinden daha küçük.
Bu iş en çok Can'ın hoşuna gitti.
Burası kale içi gibi bir yer. Sri Lanka’daki Galle’yi anımsatıyor. Taş döşeli sokaklar da dolaştık.
Casa Manila(Manila Evi) diye bir müze gördük. Eski bir Manila evini restore edip 18. yüzyıl eşyalarıyla döşemişler. Toplam 250 peso (7.5 lira) ödeyip girdik. LP’nin söylediğine göre İmelda Marcos’un fuzuli lüks projelerinden biriymiş, en azından ayakkabılardan daha kalıcı ve yararlı olmuş. Binayı, sömürgeci İspanyollar ilk geldiklerinde Filipinliler bina nasıl yapılır görsünler diye 3 katı da taştan yapmışlar.
Depremlerde bina ağırlığını taşıyamayıp yıkılınca en üst kat burada hep yapıldığı gibi yükü azaltmak için ahşaptan yapılmış. Cam olarak da küçük ahşap çerçevelerin içine inceltilmiş ufak deniz kabukları yerleştirilmiş.
Özelikle binanın havadar mutfağı, mutfağın önünde saksılara dikilmiş lemon grass gibi baharatlar çok hoşumuza gitti, ama içeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan çekemedim.
Biletçi kadına “Fotoğraf çekmek neden yasak?” diye sordum
“Flaş eski eşyalara zarar veriyor” dedi
“Eh, flaşsız çekmek ya da video neden yasak o zaman?” diye sordum
“Yasak işte” dedi
Flaşın eski eşyalara (eşyalar da 18. yüzyıldan kalma yatak, çarşaf, lazımlık) nasıl zarar vereceğini de anlamadım.
Sanırım bürokrasi her yerde kendini kural koymak zorunda hissediyor. Yöneticilere kural koymazlarsa sanki otorite boşluğu oluşacakmış gibi geliyor.
İzmir’deki parklara yerleştirilen garip egzersiz aletlerinin başındaki tabelalarda da nasıl kullanılacağı, ne işe yaradığı hakkında hiç bir bilgi yer almazken muhtemelen belediyede bir memurun kısıtlama koymazsak olmaz mantığıyla, bel fıtığı için MR çektirirken görüp aklında kalan ‘Kalp pili olanlar kullanamaz’ ibaresi var.
Her neyse evi gezdikten sonra İntramuros sokaklarında biraz daha gezindik.
Öğlen yemeğini fast foodçu bir Çin restoranında yedik .
Büyük kolalarla birlikte üç menü 10 lira tuttu.
Bu bölgeden ayrılmadan yakındaki tarihi kaleyi de gezmeye karar verdik.
(kişi başı 100 peso, çocuklar yarım ücret).
Kaleyi İspanyollar yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikalılar da kullanmış.
Parka adını veren Filipin halk kahramanı Rizal de bu kalenin kapısında idam edilmiş. Hücresinden kalenin kapısına gelirken geçtiği yollara pirinçten temsili ayak izlerini yapmışlar.
Can ayak izlerine basarak yürümeye çalıştı, levhalar birbirine çok yakın yerleştirildiğinden zorlandı, neden böyle olduğunu sordu.
“E, adamcağızın acelesi yokmuş” dedim.
Girişin önündeki su dolu hendeklerde nilüferler açmış.
Kale bir burnun ucunda yer aldığından burçların üzerinden güzel bir Manila manzarası var.
Kale güzeldi, iyi ki gezmişiz.
Çıkınca biraz da Çayna town’a gidelim dedik.
Bu sefer sepetli bisiklete bindik.
Yine yaklaşık 3 km yok için bu sefer 100 pesoya anlaştık, üçümüz birden bisikletin yanına bağlanmış ufak sepete sığıştık, çelimsiz çocuk pedallara asıldı.
Kalabalık trafikte ters yönden gidip, yokuşa geldiğinde zorlanınca inip ittiriyordu. Neşe’nin içi parçalandı. Sanırım bütün turistler böyle hissedip suçluluk duygusu ile fazla para veriyorlar. Ben ise Muğla rampalarında kendi döktüğüm terleri bildiğimden çocuğun 3 kilometrelik yolda bizi taşımasını hiç garipsemedim, yorulmadığına da eminim.
China Town’un girişinde eski bir kilisenin önünde indik, içini gezdik.
Yollar ana baba günü, sokakların iki yanında seyyar satıcı tezgahları, kalabalığı yarıp da geçmek çok güç, ama bütün dükkanlar kapalı.
Birisine sebebini sordum. Kurban Bayramı nedeniyle sadece bir gün tatilmiş. (Filipinlerin % 25’i Müslüman olduğundan tatili ona göre ayarlamışlar sanırım)
Annem, döndükten sonra büyük çoğunluğu Hristiyan olan Busuanga Köyü’nün videolarını izlerken :
“Bak küçücük köyde bile ne kadar aydın insanlar, kadınlar hep askılı giymişler” dedi
Kendimizi seyyar satıcılarla dolu sokaklara vurduk, üçe beşe bir sürü Çin malı ıvır zıvır aldık.
Hava kararmasına rağmen kalabalık azalmadı. Ana caddede yürümekte zorlanınca ara sokaklara girdik.
Meyve şeyki içtik. Ben ilk kez gördüğüm Guyabano adlı meyveyi içtim, tropik kokulu ve çok güzeldi.
Kapalı bir pazar yeri bulduk. Önce meyve sebze tezgahları, sonra balık et tavuk,
en arkada da bir kişinin zor geçebileceği koridorlara sahip bir toptan ıvır zıvır dükkanları vardı
Balıkçılarda deniz ürünleri zengindi:
Yengeçler, böceklerin yanı sıra dev bir kalamar parçası gördüm ki, et kalınlığına bakılırsa boyu 2 metreye yakın olmalıydı.
Neşe toptancılarda hasır ürünlerine, sepetlere bayıldı ama taşımak zor olacağından alamadık.
Yürüyerek kalabalık sokakların bulunduğu bölgenin dışına çıkıp bir faytonla otele döndük.
İlk sefer faytona verdiğim 50 peso bana bile az gözüktüğünden bu sefer 100 pesoya pazarlık ettim. Faytoncu bizi Adriatico Caddesi’nin başında indirdi.
Bugün Filipinlerin meşhur dolmuşu Jeepney dışındaki tüm toplu taşıma vasıtalarına binmiş olduk.
Otele dönerken Robinson diye bir alışveriş merkezinin önünden geçince tuvalete girmek ve bir göz atmak için içeri girdik.
Dockers mağazasında indirim vardı, kendime 50’şer liraya kışlık bir pantolon ve ayakkabı aldım. Çıkışta Cebu Pasifik havayollarının ofisini görünce Neşe :
“Bir girelim de uçuşta bir değişiklik var mı soralım” dedi
Ben de sırada bekleyen bir kişiyi göstererek çok yorgun olduğumu, (sabahtan beri 10 saatir sokaklardaydık ama Can bir kere yoruldum demedi)
uçak saatinin değiştiğinin nerde görüldüğü, vb. argümanlarla karşı çıktım.
Otele döndük, biraz dinlenip sokağın karşısında dün gece bizi sabaha kadar uyutmayan salaş restorana oturduk.
Garson kız menüleri getirdi, ne olduğunu anlayamadığımız yemeklerden birer tane söyledik. Kızarmış noodle, kiremitte cızırdayan bir et (Pork sisig) ile doğranmış başka bir et daha geldi.
Yemekler lezzetliydi. Sonradan öğrendiğimize göre doğranmış olan lezzetli et domuz kulağıymış. Bir de Tapsilog söyledik. Bu da pilavın yanında sahanda yumurta ve bacon ile gelen, normalde kahvaltıda yenen bir şeymiş. 7 ufak San Miguel bira ile hesap 700 peso (21 lira) tuttu. Filipinlerde yaygın olarak 3 bira markası var. San Miguel pale pilsen’in şişesi Efes’in aynısı, tadı da benziyor, ben hep bunu içtim. SM light Tuborg’a benziyor, bir de Red horse diye bir bira var ki ben bunu pek sevmedim.
33’lük biralar bakkalda da, restoranda da hemen hemen aynı fiyata 35 pesoya satılıyor (1 lira). Restoranda her sipariş verdiğinde adisyonu tekrar sana okuyup imza attırıyorlar, herhalde içip içip itiraz eden çok oluyor.
Bu arada garson kız da bir garipti: Büyük göğüsleri olmasına karşın yüzü biraz erkeksiydi, kafamız karıştı.
Hesabı öderken sordum, Lady Boy’um dedi. Sonradan da gördüğümüz gibi bu Lady Boy’luk müessesi buralarda çok yaygın ve sanırım Türkiye’dekinden daha hoşgörü ile karşılanıyor ki pek çok alanda hayatın içinde çalışıyorlar.
Odaya dönünce Neşe ile Can uyudu. Ben de biraz uyumaya çalıştım ama baktım jetlag etkisi geçmemiş, bu sefer erkenden uyku ilacımı içip bir bira daha içmek için tekrar dışarıya çıktım.
Sokakta yine binbir ahlaksız teklif nedeniyle başımı kaldırmadan yürürken önünden geçtiğim bir bardan gelen müzik hoşuma gitti.
Girişin ücretsiz olduğunu öğrenince içeri girip tekin bir yer mi bakayım dedim. Sıcak bir bar ortamı, sahnede kızlı erkekli iyi bir grup, Filipin popu söylüyor.
Sahnenin önünde bir masaya oturdum, bir bira içtim (3 lira) .
Çıkınca baktım uykum hala yok sokaklarda önüme bakarak yürümeye devam ettim. Biraz ilerde müzik gelen başka bir bara girdim. Bu seferki daha da lüks bir yerdi. Kocaman sahne, daha kalabalık bir grup ve dev ekran vardı, İngilizce coverlar söylüyorlardı.
Menüden Twin Towers diye Baileys, kavun, krema falan içeren iyice garip bir kokteyl seçtim. Tadına bakınca pişman oldum ama param boşa gitmesin diye içip bitirdim (5 lira), otele dönüp sızdım.
Barlar çok eğlenceli ortamlardı ama ne yazık ki Manila’da son gecemiz olduğu için Neşe ile bir daha gelemedik. Üstelik sokakların tersine gayet namuslu ortamlardı. Yan masada üç kız olmasına rağmen beni, yani yalnız başına gece dışarı çıkmış bir erkeği taciz etmediler. (Türkiye’de kadınların taciz konusundaki hissiyatını burada pek iyi anladım.)
Sabah bu sefer 9 da uyanabildik. Uçak öğleyin olduğundan etrafta şöyle bir yürüdük. Kahvaltı için ben acılı, yumurtalı, noodle çorbası içtim, Neşe ile Can ananas, papaya yedi.
Adada kur düşük olacağı için 1 hafta boyunca harcamayı planladığımız bütün parayı (toplamda 700 dolar) bir döviz bürosunda bozdurdum.
Cebu Pasific ofisinin önünden geçerken Neşe yine, uçağı bir soralım dedi. Bu sefer biz dinleniktik ama ofis çok kalabalıktı.
Gönlü olsun diye kapıdaki güvenlik görevlisine havaalanına gitmek ne kadar sürer diye sordum.
“1 saat, ayrıca uçuştan 4 saat önce havaalanında olmanız lazım” dedi
“Hıı, hı” deyip yürüdük, otele döndük, çantaları toplayıp bir taksiye bindik.
Trafik çok sıkışık, 500 metre gidip, bir arka sokağa geçip, burnumuzu havaalanı yönüne çevirmemiz 10 dakika sürdü.
Sahil bulvarına çıkınca trafik açıldı, rahatladık ama biraz sonra sahil bulvarı da tıkandı. Karşı şeritten de hiç araç gelmeyince inip baktım, yolu iki taraflı kesmişler. Yolu kesen polise
“Ne oldu ofisır?” diye sordum
“Bomba var da onu imha ediyorlar” diye ilerde yolun ortasındaki hareketliliği işaret etti.
Gerçekten de dikkatli bakınca yolun ortasındaki ufak bir poşeti iple bağlayıp silkeleyerek içindeki çöpleri döktüklerini gördüm. Daha sonra bomba imha kıyafetli görevliler gelip torbayı iyice incelediler, ve güç bela yolu açtılar. Korktuğumuz gibi uçuşa geç kalmadık, hatta 1 saat önce biniş kartımızı aldık.
Umduğumuzdan erken varınca "Kapıya gidip ne yapacağız" dedim, aprona bakan koltuklarda yanmızdaki rambutanları yedik, oyalandık.
Arada anonslar da oluyordu ama ben hiç dinlemiyordum. Uçuşa yarım saat kala kapıya doğru ayaklandık ama tam o sırada adlarımızı anons edip “Last call!” demezler mi. Hepimiz birden bir koşu tutturduk, sırt çantamın yanındaki su şişesi fırladı, durup alamadım. Görevliler kapıyı kapatmak üzereyken nefes nefese vardık. Sadece bizi bekleyen eski bir otobüse bindik, pırpırlı bir uçağa götürdüler, biz binince uçağın kapıları kapandı.
Hiç böyle son çağrıya kalmamıştım ama ne olduğunu da anlamadım. Elimizdeki bilete göre daha uçağın kalkmasına en az yarım saat vardı, biniş kartlarına göre ise uçak 50 dk önce havalanıyordu.
Hostese sordum “Ha, uçuşun saati değişti” dedi
Döndükten sonra gördük ki Neşe’nin bilet alırken verdiği ve pek kullanmadığı mail adresine saat değişikliğini bildiren mailler atmışlar. Cep telefonumuz olmadığındanda muhtemelen aradılarsa da ulaşamamışlar. Busuanga’ya günde bir uçak olduğundan bir dakika daha geç kalsak olabilecekleri (Bakakalırım giden uçağın ardından) düşündüm, şansın yanımızda olduğuna şükrettim.
Pırpırlı uçağa ilk kez bindik, diğerlerinden pek farkı yok, camdan pervane görünüyor. Bir de uçak kalkmadan ben karşı sıradaki boş bir cam kenarına geçmek istedim. Host gelip kaldırdı. Uçak pırpırlı olduğundan ağırlık dengesi özellikle kalkış ve inişte çok hassasmış. Dönüşte Busuanga’da da uçağa binmeden yolcuları tek tek tartarak kaydettiler, kaç kilo aldığımızı öğrenmiş olduk.
Uçuş sırasında hostes en öne geçip bize kapıcı için kapıya asılan ekmek torbası gibi dandik bir çanta gösterdi. Diğer host da yarışma yapacağını anons etti. Sırasıyla pasaportunu, kemerini ve tükenmez kalemini ilk gösteren yolculara bu eşantiyon çantayı hediye ettiler. (Uçak içi analog eğlence sistemi)
Ben daha ne olup bittiğini anlayamadan çantalar gitti.
Uçak tropik adaların üzerinden süzülerek 1 saatte Busuanga’ya indi.
Busanga havaalanı küçücük. Bagaj bandı da yok. Bagajlar kol kuvveti ile taşınıp vernikli ahşap bir bankoya diziliyor.
Çıkışta 10-15 minibüs şehir merkezine ve otellere götürmek için müşteri arıyor. Adanın merkezi olan Coron Town’a yolculuk kişi başı 150 peso, Can’a bedava. Yol 20 dk kadar sürdü. Merkeze gelince önce denizin üzerinde iskeleye yapılmış betonarme Sea Dive’a baktık.
Burası aynı zamanda dalış merkezi ve güzel bir restoranı da var. Odalar 800 pesodan başlıyordu ama beğenmedik. Neşe çantaların başında beklerken ben köy merkezini dolaştım (Nüfus 2000) Köyün içinde Princess of Coron adlı otele baktım, inşaat vardı. Sahibi yaşlı Avusturyalı’ya bu inşaat devam edecek mi diye sordum. “Yaah” dedi. Başka sorum yok dedim, dönüp gidiyordum ama sonra meraktan fiyatını sordum 2200 peso imiş. Darayunan diye bir otel okumuştum, onu sorayım dedim aklımda Kabanoyan kalmış(Cebenoyan’dan mülhem olsa gerek) Kimse anlamayınca isimde bir iki değişiklik yaparak oteli buldum. Main Highway’in (köyün ana caddesinin adı bu) yanında motor gürültüsü içindeki betonarme odaya 1500 dedi.
En sonunda havaalanından broşürünü alıp beğendiğimiz, ancak köyün biraz dışında olan Kokossnuss’a gitmeye karar verdik.
Bir Tricycle çevirdim. Burada ulaşımın tek yolu bu sepetli motorlar.
Hepsi tek tip sepet taşıyan 125 lik Kawasaki’ler. Biraz sıkışarak ön koltuğa iki, arkaya 3-4 şöförün arkasına da bir kişiden şöförle birlikte 8 kişiyi taşıyabiliyor ama yokuşlarda 3 kişiyle bile çok zorlanıyor, bazen inmek gerekiyor.
İndi-bindi kişi başı 10 peso. Can’a bazen 5 alıyorlar, bazen hiç.
Kokosnuss geniş, yemyeşil ve cennet gibi bir bahçe etrafına sıralanmış bungalowlardan oluşuyor.
Fiyatları odanın kalitesine göre 400 ile 1850 peso arasında. Biz klima TV si olmayan en lüks odayı beğendik. 1500 peso (45 lira).
Odada mobilyalar ve yer döşemesi dahil her şey hasır ve bambudan yapılmış. Duvarlar bile hasır
Allah’tan yandaki odaya sadece iki gece komşu geldi. İlk gelen Filipinliler gecenin ikisinde hala muhabbete devam edince sessiz olun diye bağırdım, biraz sakinleştiler ama hala düşük sesle konuşmaya devam ettiler. Bir süre sonra tekrar bağıracaktım ki Neşe sinirli bir şekilde Türkçe ve alçak sesle “Dur ben şöyle konuşayım da bıdır bıdır konuşmak nasıl yan odaya geçiyormuş duysunlar” deyince sustular.
Odanın arkasında geniş, aydınlık ve çiçek bahçesi şeklinde bir banyosu var. Çiçekler duş suları ile sulanıyor.
Deniz kabuklarından aynası, çatallı dallardan balkon demirleriyle havalı çok güzel bir oda.
Ayrıca otelin girişinde bir kaç masadan oluşan sıcak ortamlı güzel bir restoran da mevcut.
Odaya yerleştikten sonra merkeze gidip ertesi gün için tur baktık.
Coron Town’ın merkezinde denize girilebilecek bir plaj yok.
Karşıdaki adalara tekne turu ile gitmek gerekiyor. En yakındaki Coron Adası’na ulaşmak tekne ile 20 dakika sürüyor. (bizim bulunduğumuz adanın adı Busuanga, ancak merkezinin adı da Coron Town)
Tekneler Endonezya’daki gibi iki yanında denge çubukları olan basit kayıklar.
Gördüğümüz bir iki acenteye sorduk, yer yokmuş. Merkezin en mostralık yerinde yer alan kulübedeki Dolores’e gittik. Dolores 45 yaşlarında bir kadın. Sinirli tavırları, renkli taytı ve şapkasıyla hiç gözüm tutmadı ama yanında çalışan genç bir çocuk kibar kibar turunu anlatıp Can’a ücret almamayı da kabul edince kişi başı 650 pesoya anlaştık.(20 lira)
Coron turunda 5-6 ayrı noktaya gidiliyor bunlardan biri de bizim daha İzmir’deyken Youtube’dan izleyip vurulduğumuz Kayangan Gölü.
Turu ayarladıktan sonra köyün merkezini dolaştık. Central Market diye bir kapalı pazar yeri var. Sebze, meyve, balık ve ıvır zıvır satılıyor.
Arkasında denizin doldurulması ile elde edilmiş geniş bir düzlük.
Okul çıkışı gençler hep burada takılıyorlar.
Sahilde oturduk, güneşin batışını, turdan gelen tekneleri seyrettik. Can bir dondurma yedi (5 peso).
Dondurmanın içinde Endonezya’daki gibi pirinç taneleri (pilav) vardı.
Güneş batarken günübirlik tur tekneleri iskeleye yanaşmaya başladılar.
Dönen teknelere günübirlik tekne kiralama fiyatını sordum, yemekle birlikte 3000 peso imiş (100 lira)
Hava kararınca otele döndük.
Akşam yemeğini otelin restoranında yemeye karar verdik. Adada yemek fiyatları Manila’ya göre biraz daha yüksek. Ana yemeklerin fiyatları 7-10 lira arasında. Pirzola, fried noodles ve patates kızartmasından oluşan yemeğe biralarla birlikte 1300 peso verdik. (40 lira)
Yemek çok geç geldiğinden bir daha otelde yememeye karar verdik.
Gece rahat uyuduk, sivrisinekler vardı ama cibinliği geçemediler.
Sabah 8’de hesapta bizi tur için otelden alacaklardı. 15 dk bekleyip gelen giden olmayınca kendimiz trike ile (Tricyclea kısaca böyle diyorlar) merkeze gittik. Manila’lı bir çift ile Koreli iki kız tur arkadaşlarımız.
Teknenin ortasında karşılıklı iki banka 3’er kişi oturuluyor.
Can da buz kabının üzerinde kendine yer buldu. Herkse can yeleği dağıttılar.
Ben bunu yolculuğun tehlikeli olduğuna yordum, ama öyle değilmiş. Bunlar yüzmek içinmiş. Çok ilginç bir şekilde Filipinli’ler yüzme bilmiyorlar. Gördüklerimizin yüzde doksanı can yeleği ile yüzüyordu, ona da yüzmek denirse.
Ayrıca kadınlar bikininin üzerine elbise giyip öyle yüzüyorlar. Bir kadın bikinisinin üzerine file şeklinde bir elbise giymiş yüzüyordu.
Neşe’ye bu taassuptan mı böyle giyinmiş, daha seksi olayım diye mi diye sordum.
"Bence taassuptan" dedi.
Yüzme konusunu da dayanamayıp teknedeki Filipinli kıza sordum:
“Ülkeniz neredeyse tamamen denizin ortasında adalardan oluşurken nasıl oluyor da hiç kimse yüzme bilmiyor?” dedim
“Biz Manila’danız” dedi, sanki Manila dağ başındaymış gibi.
İlk olarak Coron Adası’nın Kuzey ucundaki Twin Lagoon’a gittik. Denizin adanın içerlerine kıvrılıp oluşturduğu bir lagunun dibinde 2 metre genişliğinde 50 santim yüksekliğinde bir delikten kayaların arkasındaki başka bir laguna geçiliyor.
Dimdik yükselen kayaların ortasındaki bu laguna hayran kaldık. Bizim tekne arkadaşları can yelekleriyle çok gerilerde kaldığından lagunun ortasındaki ahşap iskeleye çıkıp sessizliğin tadını çıkarttık.
Karşı kıyıda bir ev ve önünden çıkan dumana bakılırsa burada yaşayan insanlar vardı. Bulunduğumuz yerden burası yüksek dağlarla çevrili kapalı bir göl gibi görünüyordu, çok etkilendik.
Daha sonra eve doğru yüzünce buranın da denize açıldığını görüp hayal kırıklığına uğradık.
Aslında evi tekneden de görmüştük ama deniz lagunun içinde o kadar sakindi ki burayı başka bir yer sandık.
Bizim Bornova'daki evle bu evi değişsek diye konuştuk.
Burada bir saat kadar geçirdikten sonra adanın köşesini dönüp öğlen yemeğini yiyeceğimiz plaja geldik.
Buradaki yan yana iki plajı denizin ortasındaki büyük bir kaya ayırıyor. Plajlarda turistlerin yemek yemesi için bambudan maslara ve gölgelikler yapılmış.
Giriş için de, plajı temizleyip bakımını yapanlara ödenen bir ücret var ama bu tur ücretine dahil.
Plajlar hep çok bakımlı, hiç çöp yok.
Tekneci iki çocuk kıyıda ateş yakıp iki tane büyük palamutu (kingfish) pişirdiler.
Denizden topladıkları üzüme benzer salkımları olan yosunların saplarını ayıklayıp salata niyetine sofraya koydular.
Balık piştikten sonra ateşe bir tencere oturtup koca bir tencere pilav kaynattılar. Kaynattılar diyorum çünkü burada pilav steam rice denen şekilde suya pirinci atıp başka bir şey eklemeden haşlayarak yapılıyor ve ekmek yerine tüketiliyor. Tabi pilav pişene kadar balıklar buz gibi oldu.
Ayrıca bir tencere de yengeç kaynattılar.
Yengeçler bizim Dalyan'dakilere benziyordu.
İçecek olarak sadece su ve Hindistan cevizi olduğundan ben kıyıya yaklaşırken gördüğüm, yandaki koydaki büfeye gidip litrelik bir bira aldım (100 peso=3 lira).
Büfeye denizin içinden yürüyerek gittim geldim ama arkada iki koyu bağlayan bir patika da varmış.
Yemekler fena değildi ama balığın içi temizlenmeden pişirilmişti. Allah'tan yiyecek çoktu da karnına yaklaşmadan doyduk.
Yemekten sonra yüzme, plajda yayılma derken 3 saat geçti.
Baktım bizim tekneci gençlerde bir hareketlenme yok, teknenin burnuna uzanmış uyuyorlar. Uyandırıp, “Göle gitmeyecek miyiz?” dedim.
“Tur programında göl yok” dediler.
“Nasıl olmaz, bize var dendi” diye celallendim.
Diğer turistlere sordum, onlar da “Bize de göl var dendi” demekle birlikte bu konuda bir şey yapmaya niyetli de görünmediler. Ben gayet ısrarla ve sertçe turu satarken Kayangan Gölü’ne gidileceği söylendiğinden mutlaka gideceğimizi, kararlılığımı vurgulamak için yumruğumu küt küt tekneye vurarak ifade ettim, hiçbir şey demediler. Toparlandık, tekneye doluştuk.
Neşe “Ne oldu?” diye sordu
Ben de gururla “Gidiyoruz tabi göle , bunlar ne biçim koyun gibi insanlar, hiç itiraz etmiyorlar” dedim.
Epeydir gelmediğimden bu Uzakdoğu memleketlerinde benim yaptığım gibi Ortadoğu usulü bağırıp çağırarak, yumruğunu masaya vurarak elbette bir sonuç elde edilemeyeceğini, olsa olsa kendini onların gözünde rezil edeceğini unutmuştum.
Biraz gidip denizin ortasında durup bir şamandıraya bağlandık.
“Ee, ne oldu?” dedim
“Burada mercanlar var” dediler
Daldık epeyce balık ve mercan vardı. Dipten biraz kabuk topladım.
Yola devam ettik, küçük bir adanın açığında durduk.
Burada da bir batık varmış. Bu bölgenin dalış merkezi olmasında 2. Dünya Savaşından kalma batıkların etkisi büyük. Savaş sırasında büyük bir Japon filosu bu adaların arasına kaçıp saklanmış. Kendilerini güvende hissederken yerlerini tespit eden bir Amerikan uçak gemisi 20 den fazla gemiyi aynı gün batırmış. Bu batıkların 10-15 tanesinin yeri belirlenmiş ve bunlara dalış turları yapılıyor. Dalış merkezlerinde bütün batıkların fotoğrafları, özellikleri açıklanıyor. Gelmeden önce ben de burada bir dalış kursuna katılıp PADI açık deniz sertifikası alsam diye aklımdan geçiriyordum, ama sordum kurs 400 dolarmış. Burada dalış merkezlerinin otelleri de var, genelde 3 gece lüks otelde konaklama, kurs ve 5-6 yemekli dalış turu paket halinde 15-20 bin pesoya satılıyor.
Bizim şimdi geldiğimiz Skeleton batığı bunların içinde şnorkelle dalınabilenlerden biri. Dalınabiliyor dediysem batık 10 metrede falan yatıyor. Burnu yukarı doğru olsa gerek ki su yüzeyinden bile seçiliyor ama daha derine dalmak benim becerebildiğim bir şey değil.
(Filipinlilerin % 90’ının yüzemediğinden bahsetmiştim. Kalan %10 adalı gençlerden oluşuyor ve bunlar şnorkelle çok acayip derinlere dalıp ve uzun süre dipte kalabiliyorlar)
Batığa da daldıktan sonra çocuklara
“Göl’e gideceğiz değil mi?” diye sordum
Yine cevap vermediler. Manila’lı kıza sordurdum.
“Göle giriş için yeterli paraları yokmuş, acenteci çocuk sadece plajlara giriş parasını vermiş” dedi
“Parayı biz verelim” dedim
“Benzinleri yetmezmiş, ilk baştan gitmemiz lazımmış” dedi
Çaresiz Coron Town’a döndük.
Teknedekilere “Ben şikayetçi olacağım , siz de katılacak mısınız?” diye sordum
Hepsi olacaklarını söylediler. Tekneden inince hep beraber ofise gittik. Ben grubun sözcüsü ve cazgırı olarak bize turu satarken Kayangan Gölü’nü gidilecek yerler arasında saydıklarını fakat götürülmediğimizi söyledim. Oğlan saymadık dedi, Dolores’e telefon edip çağırdı, o da gelip bir sürü laf söyleyince Neşe ile Can’ı otele gönderip, turistlere “Siz burada durun ben polis çağırıp geleyim” dedim.
Yürüyerek köyün polis merkezine gittim. Belden yukarısı çıplak bir polis memuru kendine sütlü kahve hazırlıyordu. Şikayetimi söyleyince kahve sigara keyfinin bölünmesine canı sıkıldı ama üniformasını giydi, içerden bir A4 kağıt getirip bana adımı soyadımı, mesleğimi, adresimi ve şikayetimi yazmamı söyledi.
(Deskin üzerindeki yazı: Vatandaşlar şikayet için turistlere sırasını versin)
Oturup Filipin makamlarına dilekçemi hızlıca yazdım. Daha sonra memur dilekçemi okudu, el yazımı sökemediği yerlerin üzerinden beraber geçtik. En sonunda içerdeki başka bir arkadaşını çağırdı. Arkadaşı kalktı, giyindi, kemerini silahını kuşandı, kapının önündeki lüks Japon kamyonetine bindik (köyde böyle bir araç olabileceğini ummazdım), 300 metre ilerdeki acenteye gittik. Polis memuru bizi ve mor taytlı Dolores’i dinledi. Dolores çok öfkeli görünüyor ve sürekli konuşuyordu.
Onunla aralarında bir süre tartıştılar, en sonunda memur bana dönüp
“Ne istiyorsun?” diye sordu.
Ben de en azından bize gideceğimiz vaat edilen Kayangan Gölü’nün giriş ücreti olan kişi başı 200’er pesonun geri ödenmesini istedim.
Dolores çıldırdı, “Asla vermem “ dedi
Polis şeyler söyledi, çocuk getirip bana 500 peso verdi ve bir alındı makbuzu yazdırdı. “Diğerlerininki ne olacak?” dedim
Onlar
“Biz para istemiyoruz, ama bu başkalarının da başına gelmesin “dediler.
Benim de de esas olarak isteğim para değil turistlerden nefret eden bu paragöz kadından intikam almaktı ki, bunun en iyi yolunun da paramı geri almak olduğunu biliyordum.
Göle gitmek bizim için önemiydi zira merkezde sadece iki gün geçirdikten sonra Ocamocam Beach adlı elektriği suyu olmayan ıssız plaja gidip kalmayı planlamıştık. Merkezden yapılan ve birer gün süren iki çeşit tur var. Biri bizim yaptığımız, gölü de içeren Coron Adası turu, diğeri daha uzak ve pahalı olan Banana Adası ve Malacapuya Plajı’nı içeren tur. Ben bir önceki gece, internetten videolarını gördüğüm Kayangan Gölü’nü yarın göreceğim diye sevinçle uyumuştum. Bu durumda ya aynı turu bir kez daha yapacak ve Banana Adası’ndan vazgeçecek, ya da Kayangan’ı görmeden dönecektik.
Parayı geri adıktan sonra böyle gönülsüz verilmiş bir paranın bana hayır getirmeyeceğini düşünerek paranın tamamını beni otele götüren motosikletçiye verdim. Adam normalde 10 peso olması gereken yola verdiğim 500 pesoyu derhal cebe indirip teşekkür bile etmeden U dönüşü yapıp merkeze döndü, haydan gelen huya gitti.
Neşe ile konuşup iki gün üst üste aynı turu yapmaktansa önce Ocamocam’a gidip dönüşte bir gün erken dönüp göle gitmeye karar verdik.
Devamı haftaya burada