Yaz tatili için daha kış aylarından 15-25 Ağustos tarihleri arasında bir yelkenli ile Yunan Adalarını gezmek için anlaşmıştık. Gel gör ki anlaşma Türk lirası üzerindendi. Malum kur krizi ortaya çıkınca tekne ile Yunanistan işi yattı. İznimizi de önceden aldığımızdan kur krizinden en az etkilenen Bulgaristan'a gitmeye karar verdik.
Varna'ya iki sene önce Eylül ayında gitmiş ve aşık olmuştum. O zamandan beri hep bir daha gitmek, ailemi de götürmek istiyor, ancak Varna'nın güzel zamanları İzmir'in de en güzel zamanlarına denk geldiğinden gidemiyordum.
İzmir'den Varna'ya gitmek biraz zahmetli.
Geçen sefer gece otobüsü ile İstanbul'a gidip sabah otogardan kalkan Varna otobüsleri ile ertesi akşamüstü yaklaşık 24 saatte ulaşmıştım. Bu kez İzmir'den Bulgaristan'a gitmek için tek yol olan Kırcaali otobüsü'ne bilet aldık.
Akşamüstü kalkan otobüs sınırın durumuna göre sabaha karşı aktarma yeri olan Haskovo'ya varıyor. Oradan otobüs değiştirilerek Sofya ya da Varna'ya gitmek mümkün ama insan epey uykusuz kalıyor.
1:30 gibi sınıra vardık.
Can uykusunun en tatlı yerinde otobüsten inip pasaport kontrollerine girmek zorunda kaldı.
Bayram olmasına rağmen sınırda çok otobüs olmayınca sabah 5 gibi de Haskovo'ya vardık.
Bizimle birlikte Haskovo'da otobüs değiştiren bir Türk gençle sohbet ettik. Filipinli kız arkadaşına Bulgaristan'a girişte sorun çıkarmışlar, 70 euro rüşvet vermek zorunda kalmış. Bizde bu rüşvet işi eskiye göre çok azaldı ama Bulgaristan'da AB'ye rağmen alışkanlıklar değişmemiş.
Suratsız Arda Tur görevlisinden 3 Burgaz bileti aldık. (3x22 leva, 2 leva=1 euro).
Bulgaristan'da fiyatlar Avrupa'nın tam yarısı denebilir. Almanya'da, ya da Yunanistan'da 1 euro olan şeyler (mesela markette kutu bira) Bulgaristan'da 1 leva, 40 euro olan odalar 40 leva vs.
Yine de bizim gibi parası ezilmiş kişiler için pahalıydı.
Leva 2 sene önce 1.70 lira iken şimdi 3.5 lira olmuş, her şeyin fiyatı ikiye katlanmış.
Suratsız muavin bagajımızı almadı.
Bulgarca bilet milet bişeyler dedi, uyku sersemi anlamadık, otobüs de boştu, içeriye aldık.
Sonradan dönerken öğrendik ki bileti alırken kaç parça bagajın olduğunu söyleyip, etiketlerini gişeden alman lazımmış. Tabi suratsız gişeci kadın bunu söylemedi. Suratsız muavin de aslında Türkçe biliyormuş.
Stara Zagora'da durduğumuzda aşağıdaki fotoğrafı çekerken yanıma geldi(fotoğraftaki flip floplu), Türkçe;
“Niye çekiyorsun, yasak” dedi.
“Nesi yasak olacak, sitenizde otobüslerin resmi yok mu?” dedim.
“O başka, yine de yasak” dedi.
Hastayım kendini yetkili hisseden kişilerin kıçından kural uydurmasına...
Sabah 9 da Burgaz'a vardık.
İzmir'den akşam 5 te bindiğimiz göz önüne alınırsa yol 16 saat sürdü. Uçakla gelmek de mümkün ama Varna promosyona girse de 119 euronun altına bilet kalmadı. İç hat cabası.
Bu arada THY Varna kalkışlı uçuşlarında sık sık promosyon yapıyor. Mesela Dar Esselam'a İstanbul'dan fiyat 700 euro iken Varna'dan 550 euro olabiliyor; kapitalizmin işine akıl sır ermiyor. Varna kalkışlı biletle İstanbul'dan binmek mümkün mü tam emin değilim ama yine de arada bakıyordum; kur krizinden önce... (bundan sonra KK olarak anılacaktır)
Bizim telefon hattında ayda 10 gün tarifeni yurt dışında kullanma hakkı varmış ama bunu biz çok yeni öğrendik. Bilsek yıllardır gözümüz ekranda, kaldırımlarda şifresiz Wi fi aramazdık.
Her neyse haritalardan bakarak Airbnb den bulduğumuz eve doğru yürüdük. 5 yıl öncesine kadar Airbnb/Booking kullanmayı da bilmiyorduk, daha doğrusu biliyorduk da ben kapı fiyatından daha pahalı olacağını sanıyordum.
Öyle ya araya bir de komisyon giriyor.
Bir şehre vardığımızda kapı kapı otel arar, pazarlık ederdik. Şimdi ise rezervasyonsuz yola çıkmıyoruz. Komisyon tabi var ama oteller müşteriye kapıda verdikleri fiyattan daha indirimli fiyatlar koyuyorlar.
Konya'da bir oteli Booking'den beğenip gittik. Kapıda daha ucuz olur pazarlık ederiz diye düşünmüştük. Adam daha pahalı bir fiyat söyledi, “O ucuz fiyat ancak Booking'den alırsanız” dedi. Otelin bilgisayarından rezervasyon yapmamıza da izin verdi.
(kapitalizmin işine akıl sır ermiyor 2)
Airbnb'den bulduğumuz oda fotoğraflardaki gibi değilmiş. Sıvasız bir apartmanın batar katıymış ama fena değildi.
Şehir merkezi ile sahil parkının tam ortasındaydı. Fiyatı 30 euro idi. Daha önce Airbnbn'nin abonelik linkini gönderdiğim kardeşim Gökhan linki kullanıp bir kiralama yapınca ona 10, bize 15 euro kredi vermişler, oda 15 euroya geldi.
Bu indirim pek hoşumuza gitti. Bulgaristan'da bulunduğumuz süre boyunca Neşe ile birbirimize link gönderip yeni emaille kaydolarak her gün 10-15 euro indirimli kaldık.
Varna'ya aşık olmamın sebeplerinden bir olan promenade dedikleri sahil parkı Burgaz'da da var.
Kıyıdaki upuzun kumsalın hemen ardında en az 100 yıllık bir orman, üstelik bizim belediyelerin yaptığı gibi toprak görünmemecesine parke taşlı değil, asfalt bir iki yol dışında bildiğin orman.
Şehir ormanın bittiği yerde başlıyor.
Odayı bize teslim eden kadın pek İngilizce bilmiyordu ama anlaştık.
Odaya yerleştikten sonra bir duş aldık.
Duş buz gibi, nefisti. Bir ara bunu icat etmeyi düşünmüştüm, 'Soğutulmuş duş'.
Zira hava soğukken suyu ısıtabiliyoruz ama sıcakken soğutamıyoruz.
Yazları İzmir'in sıcağında soğuk duş gerçek bir ihtiyaç!
Bulgaristan'da musluk suyunun soğuk olmasının nedenini 1989 yılında, otostop yaptığım Bulgar göçmeni bir kamyon şöföründen öğrenmiştim:
O kış çok soğuktu. İstanbul İzmir yolu kardan kapanmış, Bursa'da kaldığımız evin su boruları donmuş, sular kesilmişti.
Şöföre bunu söyleyince;
"Burada su borularını hemen toprağın altına döşüyorlar, oysa ki bizim Bulgaristan'da su boruları 5 metre derinden gider. Bu sayede kışın donmaz, yazın da buz gibi olur." demişti.
Otuzlu yaşlarında, yeni göç etmiş bir adamdı. Kamyonu mavi iş tulumu ile kullanıp, arkadaş eksikliğinden yakınıyordu.
Sohbetimiz hoşuna gitmiş olacak ki inerken;
"Siz nerde oturursunuz be ya, ahbap olsaz ya..." demişti.
O yıllarda gelenler çok perişandı, beş parasız evlerinden ayrılmış, akrabalarının yanına, çadır kamplarına sığınmışlardı.
Aradan geçen 30 yıl içinde hepsi çalışkanlıkları ve tutumlulukları ile bir kaç ev sahibi oldular.
Bulgaristan'ın AB ye girmesi ve belki de özür mahiyetinde, göçenlere pasaport hakkı vermesiyle de bir nevi çektikleri telafi edilmiş oldu, AB vatandaşı oldular.
İzmir'den bindiğimiz otobüste Neşe'nin yanında oturan hanım da '89 göçmeniymiş. Tekstil işçiliğinden emekli olmuş. Şimdi AB vatandaşlığı sayesinde İsveç'te çalışan çocuklarının yanına göçecekmiş.
Can yol yorgunu uyudu, biz ise çıkıp etrafı şöyle bir dolaştık.
Araba kiralama şirketlerini aradım. Genelde günlüğü 40 euro dediler. 25 euroya birini buldum. Bu araba kiralamanın ucuz yolunu bir türlü keşfedemedim.
Ümit İspanya'da, Portekiz'de günlüğü 1 euroya araba kiralıyor. Söylediğine göre şirketler kışın otopark masrafından kaçmak istiyorlarmış.
Can uyanınca önce karnımızı doyuralım dedik. Her seferinde yola çıkarken en iyi restoranlarda yiyelim diye niyet ediyorum zira eve döndükten sonra en akılda kalan yenen güzel yemekler oluyor, gel gör ki fiyatlara alışma sürecinde her şey çok pahalı geliyor. Bu sefer de önce yavaştan başlayalım dedim. Bir büfeden köfte-bira aldık, önündeki masalara oturduk
(tane 1, porsiyon 2,8 , bira 1.5leva)
Herkes kızarmış ekmek gibi bir şey alıyordu.
Merak edip ben de istedim. Bir dilim ekmeğin üzerine yayılarak pişirilmiş köfteymiş.(1,20)
Can yüzmek istedi. Plaja gittik, çok dalgalıydı.
Upuzun bir iskele ve üzerinde de kule vardı. Yüksekten denize atlama meraklısı olan Can buradan atlayayım diye tutturdu.
Gittik baktık, deniz kaba dalgalı, hava sert, her yere de atlamak yasaktır yazmışlar.
Zar zor vaz geçirdim.
Şehir merkezinde yürürken otantik kıyafetli bir gruba rastladık. Sicilya folklor ekibiymiş. Onları takip ederek gösteri yapacakları meydanı bulduk. Gürcü, Polonya ve Sicilyalıların danslarını izledik. Gürcüler genç, Sicilyalılar yaşlıydı.
Aslında bu da bedava gezmek için çok iyi bir yöntem. Benim bir hastam eşi ve iki oğlunu da aynı halk oyunları grubuna yazdırdı, ailecek bedava yurt dışı tatili yapıyorlar.
Akşam yemeği için odanın hemen yanında yürüyüş yolunda Opex (oreh diye okunuyor, ceviz demekmiş) diye bir restoranı gözümüze kestirdik zira bütün masaları doluydu.
En güzel Trip Advisor halkın teveccühü!
Bir süre bekledikten sonra bir masa boşaldı, oturduk.
Ben çaça denen küçük kızarmış balıklardan, Neşe kaburga, Can ise helezon sosilerden söyledi. Sosisi gelince
"Menüdeki resme göre bir halka eksik bu" dedi.
İnanmadım, açtık baktık, gerçekten bir halka eksikmiş.
Can'ın spontan dikkati özellikle yiyecekler konusunda bazen şaşırtıcı olabiliyor
Yemekler güzeldi, 5 bira ile birlikte 40 leva hesap ödedik.
Geceleme otelimizde
Sabah Neşe ile erkenden kalkıp sahil parkını boydan boya yürüdük. Batı Avrupa kadar olmasa da spor yapanlar çoktu.
Bu şehirde uzun süre kalıp sabahları bu parkta spor yapıp hemen altındaki denizde yüzme hayalleri kurduk.
Parkın içinde gençler ellerinde rakamlarla yürüyorlardı. Baktım 1 ve 6 var
"Doğumgünü mü kutlayacaksınız?" diye sordum. Arkadaşlarına sürpriz yapacaklarmış. Seneye Can'ın da 16. yaş gününü kutlayacağımızdan hediye alamazsam kullanırım diye poz verdirttim.
Odaya dönüp kahvaltı ettikten sonra kiraladığımız arabayı çağırdık. Telefonda konuştuğum Diana yanında Dian diye bir oğlanla geldi.
“Kardeş misiniz ?” diye sordum, evliymişler.
Kredi kartı için POS ları olmadığından 4 gün için 100 euro nakit 100 euro da depozito verdim.
Günlük 5 euro ekstra sigorta yapmazsak bütün sorumluluğumuz 100 euro imiş. Bu karşılaştığım en düşük kısmi sorumluluktu. Araba kiralarken hep tedirgin oluyorum zira yabancı memlekette en ufak çiziğe kaç euro hesap keseceklerini bilmiyorsun.
Hele tekne kiralama işinde charter şirketlerinin esas gelirinin kira bedelinden değil hasarlardan olduğunu anlatmışlardı.
Kaldığımız ara sokak bana göre park sorunu olmayan bir yerdi ama onlar bir türlü arabayı park edecek bir yer bulamadılar. Mavi işaretli yerlere park edince sms ile ücret ödemek gerekiyormuş. Kısa sürede çıkacağız dediysem de nasıl bir denetim varsa oğlan arabada oturdu, biz kontratı doldurduk. Arabayı kontrol ettik, çiziklerin fotoğrafını çektik, ama ön camı çekmemişiz.
İki gün sonra ön camda bir çıtlama farkedince daha önce var mıydı bir türlü bilemedik.
"Eğer yeni olduysa gitti bizim 100 euro" dedim.
Arabayı aldıktan sonra ilk olarak otogara gidip 5 gün sonrası için Haskovo'ya dönüş biletimizi aldık. Bu sefer Can için öğrenci bileti almayı akıl ettim, %10 indirimliymiş (2 leva). Bagaj fişini de peşinen verdiler. Otobüsün varış saati ile Kırcaali'den kalkan İzmir otobüsünün Haskovo'ya varış saatleri birbirine çok yakındı.
Haskovo otogarını aradım, telefonu direk Türkçe konuşan bir kadın açtı. Burgaz'dan 13:30 otobüsü ile geleceğimizi söyledim.
"Tamam sizin otobüs gecikirse bekletiriz" dedi.
Uluslararası otobüsler sınırda deli gibi beklediklerinden geciken yolcuyu beklemeyi umursamıyorlar.
Gelirken Menemen'den binecek bir ana kız otobüs saatini yanlış biliyormuş.
Muavin aradı, henüz evdelermiş.
Yol kenarında 20 dk onların evden gelmelerini bekledik.
Dönüşümüzü garantiye aldıktan sonra önce güneye, Sozopol'e gitmeye karar verdik.
Yolumuz 30 km, iki şeritli, epey trafik var.
Sozopol'de de yine Airbnb indirimiyle bir oda bulduk.
Bulduğumuz oda apart otel gibi bir yermiş.
Marinaya yukardan bakan güzel bir balkonu vardı.
Resepsiyoncu çocuğa mesafeleri sordum. Küçük bir kasaba olduğundan arabaya ihtiyacımız yokmuş.
"Park edip yürüyün" dedi, yeni yapılan ve henüz para alınmayan bir otopark tarif etti.
Bulgaristan'ın meşhur turistik atraksiyonları Sozopol ve Nesebar birbirine çok benzeyen, iki yarımada üzerine kurulu eski kasabalar.
Sozopol, koruma altına alınmış eski evleriyle adeta plajı olan bir Safranbolu havasında.
Merkezdeki plajın yanı sıra kuzey ve güneyde iki uzun plaj daha varmış. Önce kuzeydekine gittik, biraz yüzme, dalgalarla boğuşma, bira derken sıkıldık, bir de öbürüne gidelim dedik.
Google Maps marifetiyle ulaşıp arabayı park ettiğimiz Harmanite plajına bir indik, herkes çırılplak!
Arabayı tam çıplaklar plajı olan köşeye park etmişiz.
Bu kadar şehrin içinde, hemen üzerinde apartmanlar olan çıplaklar plajı da hiç görmemiştim.
Aşağıdaki fotoğraftaki plajın karşı ucu çıplaklar plajı!
Burada da kah gözlerimizi kaçırıp, kah çaktırmadan bakarak biraz eğlendikten sonra şehir merkezine geçtik.
Tarihi yarımada turist kaynıyordu ama pek Türk yoktu. Genelde Bulgaristan'ı Doğu Avrupalılar tercih ediyorlar.
Can yorulup "Daha fazla yürüyemeyeceğim" diye isyan bayrağını çekti.
Onu cep telefonundaki tetris ile başbaşa bırakıp yarımadayı dolaştık.
Sığacık kale içini de andırıyor.
Deniz kıyısında sıra sıra restoranlar var,
Bazıları tiki, bazıları daha halk işi.
Can'ı da alıp halk işi olanların en kalabalığına oturmak istedik ama yer yoktu, yandaki boş restorana geçtik.
Suratsız, hayatından bezmiş bir garson kız menüyü getirdi. Menüde anlamadığımız bir şeyi sormak istedim.
Suratsız İngilizce bilmediğini işaret ederek terslendi.
Kalktık yandakinde boşalan bir masaya geçtik.
Buradaki garsonda da Şirinyer'li şarapçı tipi vardı, ayrıca bütün el tırnaklarında mantar enfeksiyonu...
Neyse ki daha cana yakındı ama yes-no dahil tek kelime İngilizce bilmiyordu.
İşte bunu anlayamıyorum: Turistik lokantada çalışan kişi nasıl olur da servis için gerekli epi topu 15-20 kelimelik İngilizce'yi öğrenmez...
Bulgaristan'ın turizmle ilgili sorunu bu.
Ülke güzel, plajları, şehirleri, restoranları harika, ucuz ama özellikle hizmet sektöründekiler güleryüz nedir bilmiyorlar.
Eskiden Sovyetler'deki tezgahtarlar böyleydi; rahatını bozup bir soru sorsan anasına küfretmişsin gibi davranırlardı.
Oysa ki turisti en çok etkileyen şey ne deniz, ne kum; güleryüz.
Turizmi öğrenseler gerçekten potansiyelleri yüksek.
Yelken sporları için de süper rüzgar var.
Bu tersoluk Sozopol'de iki üç kez tekrarlanınca son suratsızla az daha birbirimize giriyorduk.
Raffy diye meşhur bir dondurma markası var, kilo ile satılıyor.
100 gramı 1,8 leva.
Kocaman külahlara koyuyorlar.
İlk aldığımızda, kız daha koyayım mı dedikçe kilo ile olduğunu anlamayıp koy demiştik de bir külah yarım kilo almıştı.
Bu suratsız da soruya cevap vermiyor, oflayıp pufluyordu.
“Derdin ne senin, memnun değilsen çalışma” dedim
Cevap vermedi. Can'ın hatırına siparişe devam ettik.
3 dondurma tartıda 13,35 tuttu, 13,40 dedi, 13,50'nin üstünü verdi.
"Eksik verdin" dedim,
Hoflayıp 10 sent daha verdi.
“Seni hiç sevmedim sütoğlan” dedim
“Ben de seni” dedi.
Hesapta tatlı yiyecektik sinirimizi bozduk. Bu diyalogdan sonra en şahane dondurma olsa ne yazar.
Bunun gibi bir kaç suratsızlıktan sonra bir daha Sozopol'e gelmemeye karar verdim.
Benzeri muamele Kos adasında da oldu, oraya da gitmiyorum. Bir kupa için pazarlık etmeye çalışınca dükkan sahibi;
“Her yeri Türkiye sanıyorsunuz, burda pazarlık yapamazsın” demiş, ben de “Ama ben burda da Türküm” diye mukabele etmiştim.
Turistik yerlerden, atraksiyonlardan iyice sıtkım sıyrıldı.
Sanki herkes cebimdeki paraya gözünü dikmiş, nasıl eder de bunu yolarım derdinde.
Mesela Sozopol'de bu adam yılanla fotoğraf çektiriyor.
Kimse de demiyor ki arkadaş burası Hindistan mı, Kenya mı? Neden yılanla fotoğrafımız olsun.
İlk defa burada gördüğüm başka bir turistik atraksiyon da tarihi kıyafetlerle belli bir mizansen içinde fotoğraf çektirmek.
10 leva mukabilinde Napolyon'dan Kalamiti Jane'e kadar kadar bütün tarihi karakterlerin yerine geçip İnstagram'da paylaşmak mümkün.
Bu da sanayide yapılmış yedi boyutlu sinema.
VR gözlüğü ve zincirlere asılı platformu görüntüye göre arkadan sallayan adamdan oluşuyor.
Can odaya gitti, biz bir takım liseli gençlerin bedava konserini izledik.
Sabah Gökhan'ın özellikle tavsiye ettiği ve İstanbul'da yaşarken iki ayda 5 kez gittiği Sunny Beach'te kalmak niyetiyle yola çıktık.
Yolumuz Burgaz'a kadar 30, Burgaz'dan sonra da 30 olmak üzere 60 km.
Yolda iki kez polis kontrolüne denk geldik, ikisinde de rüşvet ister havalarda kusur bulmaya çalıştılar.
İlkinde polis arabanın kiralık olduğunu anlayınca
“Kimden kiraladın?” dedi,
Ne diyeyim, “Diana'dan” dedim
Ruhsatı evirdi, çevirdi, arabanın etrafında dolaştı, bir şey diyemedi, geri verdi.
İkincisi tam rüşvetçi tipli, şişman bir polisti.
Yabancı olduğumuzu anlayınca o da arabanın etrafında dolaşıp cık cık yaparak işkilli bir havayla;
“Farlar” dedi.
"Ee, noolmuş farlara?” dedim
Cevap vermedi, şüpheliymişim gibi,
“Arabaya gel” dedi
Gittik, arabada daha akıllı bir polis vardı.
Elindeki tabletten kimlik bilgilerimizi kontrol etti, epeyce sürdü.
Beklerken panik yapmadığımı göstermek için ellerimi cebime sokup ıslıkla şarkı çaldım, en sonunda da;
“Bir sorun mu var memur bey?” diye sordum.
Suratıma baktı, baktı, pasaportla ehliyeti uzatıp;
“Have a nice day” dedi.
Anladığım kadarıyla AB ye girdikten sonra yekten rüşvet isteyemiyor, senin panik yapıp teklif etmeni bekliyorlar. Bu arada benim eski ehliyete bir şey demediler.
Daha doğrusu ehliyet 30 yıllık olduğundan,
“Bu sen misin?” dediler
“I know what it is to be young” dedim
Burgaz'ın hemen çıkışında Pomorie diye bir yarımadaya girdik. Nesebar ve Sozopol gibi ahşap evli değil, normal bir yarımada olduğundan yabancı turist değil Bulgar aileler çoğunluktaydı.
Adayı çepeçevre dolaştık, pek huzurlu bir havası vardı. Adanın burnuna yakın bir kafede balıkçılar sabah sabah demleniyorlardı. Çok hoşumuza gitti ama aç olmadığımızdan dönüşte bir gece burada kalıp bu kafeye gelmeye karar verdik.
Sunny Beach uzun bir plajın arkasına yerleşmiş Marmaris gibi bir yer çıktı. Fiyatlar da acayip pahalıydı.
Deniz kıyısında Zenith diye bir otelin otoparkına park ettik. Otelin resepsiyonuna oda sordum, sadece internetten müşteri alıyoruz dedi. (Kapitalizmin işine akıl sır ermiyor 3) Öğlen olduğu için karnımız acıktı, otelin yanındaki büfede tavuk döner dürüm 7 leva (25 lira) idi.
“Burası hiç bize göre değil, gidelim” dedim.
Yola devam edip 100 km iledeki Varna'da iki gece kalmaya karar verdik.
Sunny Beach'ten yemek yemeden ayrıldığımızdan yol üzerinde bir lokantaya girdik.
Yemekler üç-beş levaydı, karnımızı güzelce ve ucuza doyurduk.
Neşe yolda Airbnb'den güzel bir ev buldu.
Akşamüstü Zlatan'ın apartmanına vardık.
Komünist dönem toplu konutlarında bir daire.
Annnesinin eviymiş. Kendisi de bu evde büyümüş, şimdi ABD de tamircilik yapıyormuş. Bize evi gezdirdi, Can evde sosis pişirmek istediğinden tava sorduk, bir tava buldu geldi.
Güleryüzlü, efendi bir adamdı.
Hava kararmadan sahile indik. Varna plajının bu kuzey köşesine daha önce gelmemiştim. Orman ile plajın arasına geniş otoparklar yapmışlar. Saat 19 dan sonra mavi çizgili yerler de ücretsizmiş.
Sahilde pek çok restoran kafe vardı, kimse mangal yakmıyordu.
Restoranların en şık olanına oturduk, pizza ile beyaz şarap söyledik. (Pizza 10, yarım litre şarap 8 leva)
Plajda oturduğumuz masanın yanında soyunma kabini vardı. Boru ve brandadan pratik soyunma kabinleri yapmışlar ama alt tarafı biraz açık kalmış.
Oturduğumuz süre boyunca kim dantelli, kim boxer don giyiyor öğrendik.
Hava kararınca eve döndük.
Mahalledeki marketten biraz et, sosis, salatalık malzeme aldık.
My market diye bir ucuzcu zincirine aitmiş.
My market markalı ürünler, özellikle renkli gazozlar "Bugün iç, yarın kanser ol" diye bağırıyordu.
Akşam yemeğini evde pişirdik.
Ev nefis!
Airbnb fikrini duyduğumda hayal ettiğim gibi gerçek bir aile evi.
Eski eşyalar, bardaklar, tüplü televizyon vs.
Hatta balkonda bir de sedir vardı.
Bulaşıkları Can yıkadı. Biraz gayretli yıkamış, lavaboyu taşırmış. Neşe de yerleri temizledi.
Sabah Neşe ile bütün Varna sahilini baştanbaşa yürüdük.
Ormandan gittik, plajdan döndük, 2 saat sürdü.
Görkemli ağaçlara hasta olduk, değişik bir kozalak türü gördük.
Parka kahve otomatları koymuşlar, nefis espresso 50 cent, (1.5 lira). Neden Türkiye'de bu espresso otomatlarından yok anlamıyorum. Sanıyorum Nescafe engelliyor; burdakiler Lavazza'nın.
Eve döndük, eşyalarımızı toparladık. Islanan mutfak dolabı için özür dileyerek evi Zlatan'ın annesine teslim ettik.
Trip advisor'un Varna tavsiyelerinde okuduğum Sovyet askerleri anıtı evin hemen yanı başındaymış. Arabayı yerinden oynatmadan yürüyerek anıta çıktık.
Anıt şehrin kuzey ucunda bir tepenin üzerine yapılmış devasa bir şey. Tepeye tırmanmak yetmiyor, bir de anıtın sayısız merdivenini çıkmak gerekiyor. Can ile merdivenleri çıkma yarışı yaptık.
Boyu bu hafta beni geçtiği halde ne mutlu ki koşuda hala onu geçebiliyorum.
Arkamızdan başka bir oğlan antreman için aynı merdivenleri koşarak çıktı. Biz işi halihazırda başarmış olan insanların gururu ile yukardan küçümseyerek bakarken oğlan yukarı varınca bir de baktık, bacaklarını birbirine kalın bir lastikle bağlamış.
Bir kere çıkmakla da yetinmedi, defalarca indi çıktı ayı.
Anıtın sağ cephesinde Bulgar halkını kurtaran Sovyet askerleri ellerinde silahları, gözleri ufukta heybetli tasvir edilmiş.
Sol cenahta ise Bulgarlar boyunları bükük, elleri önlerinde, onlara çiçek, bal sunarken görülüyorlar.
Hatta birinin elleri önden kelepçeli gibi.
Söylendiğine göre bu anıtın içine girilip tepesine çıkılabiliyormuş ama piramitlerin içi gibi karanlık ve tehlikeli dehlizler varmış. Biz gittiğimizde giriş kapısı kilitliydi. Yanımızda götürdüğümüz bütün suyu içip biraz dinlendikten sonra inişe geçtik.
Arabayı alıp ikinci gece için ayırttığımız Pipo Oteli aramaya başladık, ama bulamadık. Zira otelin gerçek adı Argo imiş. Nedense Booking'de başka isim ile yer almışlar. Neyse aradık, konum attılar da bulduk. Oda fiyatı peşin 75 leva imiş, otoparkı da varmış. Otel sahibesi Sveta odaya girdiğimizde içerdeydi.
O kadar çok makbuz yazdı ve uzun oturdu ki,
"Bu bizimle kalacaksa oda fiyatına ortak olsun" dedim.
En sonunda gitti, biz de kendimizi dışarı attık. Şehir merkezini biraz dolaştık. Daha önce kaldığım Petar'ın evi çok yakındı, oraya gittik. Petar'ın arabasını göstermek istedim ama garajda örtülüydü.
İki sene önce Varna'ya ilk gelişimde Couchsurfing vasıtasıyla dört gün evinde kalmıştım. İlk gece dışında kız arkadaşı ile kavga ettiğinden pek görüşememiştik. Sonra özür dilemek babında beni üstü açık VW'i ile yazlık kulübesine götürmüştü.
Deniz kıyısında nefis manzaralı kulübesi ruhsatsızmış. Aslında arabası da Hollanda'dan çalıntıymış.
Yelkenciliğe meraklı hoş bir adamdı.
Uzun süre Hollanda'da yaşamış.
Varna'ya geldik diye mesaj attım, Kanada'da yelkendeymiş.
Yazlık evinin olduğu koyun adını sordum, Trata diye cavap verdi.
Evinde kaldığım ilk gece epey muhabbet etmiştik.
Ben akşamüstü evini bulup kapıda beklerken lise arkadaşları ile yemekten döndüler.
Lise arkadaş grupları üniversiteye göre daha ilginç oluyor. Örneğin benim bütün üniversite arkadaşlarım doktor iken lise arkadaşlarımın arasında ev hanımlığından banka genel müdürlüğüne kadar geniş bir yelpaze var. Hem bu çeşitlilik, hem de daha küçük yaşlardan tanışıyor olmak lise arkadaşlığını benzersiz kılıyor.
Kanımca arkadaşlık da SSK kaydı gibi . Nasıl ki küçük yaşta bir ay bile çalışmış olsan emeklilik yaşında büyük fark yaratıyor; ortaokul yıllarından başlayan bir tanışıklık, o zaman çok samimi olmasan, yıllar içinde hiç görüşmesen bile kıdemli bir dostluğa dönüşüyor. Nitekim Petar'ın sınıf arkadaşları da Girit'te taksici, Kıbrıs'ta beyaz peynir tüccarı, Varna'da beyin cerrahı gibi değişik ülke ve mesleklere dağılmış olsalar da lise sınıflarındaki sevgi ve muhabbeti koruyorlardı. Benim getirdiğimle birlikte epey şarap şişesini boşalttık.
Petar'ın evi de ailesinden kalan, büyüdüğü evmiş.
Bana evin bodrum katında gençliğinde kendi kaldığı, şimdi ardiye olarak kullanılan daireyi vermişti.
Yatağın başucundaki aynanın açısından buranın bir zamanlar genç odası olduğu belliydi.
Çok rahat etmiş, geceleri eski aile fotoğraflarına bakarak zaman geçirmiştim.
Son gün sevgilisi ile barışıp tatile giderken de evin anahtarını ve bisikletini bana bıraktı. Bisikletiyle Varna'nın altından girip üstünden çıkmıştım.
Her neyse, Neşe'ye Petar'ın evini, müdavimi olduğum ve şifresiz internetini sömürdüğüm Osman Aga dönercisini falan gösterdim. İnsan nedense böyle daha önce geldiği yerleri hep anlatmak, göstermek istiyor.
Plajın arkasındaki yolda yürüdük.
Burada deniz kıyısında bir kaplıca varmış.
Yaşlılar banyo yapıyorlardı.
Tam biz geçerken biri bayıldı.
Kendilerince ilk yardım yaptılar
Varna'da denize sıfır bir yüzme havuzu var.
Genelde kurs gören çocuklar ve velilerle dolu oluyor.
Bu sefer boş günündeymiş. Can kuleden atlamak istedi. Gişedeki kadına gittik. Giriş öğrencilere 2 leva imiş ama bonesiz almıyorlarmış. Bone satan yer de yokmuş.
Havuzdaki bonesiz oğlanı gösterdiysem de kadın nuh dedi peygamber demedi.
Bir su kaydırağı gördük, bari çocuğumuzu burdan kaydıralım dedik. Saatli değil her seferi 5 leva imiş.
Can da pek tutumlu bir çocuk olduğundan bu fiyatlandırma usulüne isyan etti, kaymadı.
Plaja inince geçen sefer çok hoşlandığım Makalali Bar'a gittik.
Buranın özellikle plaja yukardan bakan balkonuna bayılmıştım.
Balkon boştu hemen yerleştik.
Bu beach bar (ben canlısını görmedim ama) Çeşme'dekilere benzemesine rağmen çeşit çeşit bira, kokteyl komik fiyatlara satılıyor.
(Bira 10, kokteyller 20 lira) Üstelik çok gevşek bir yer.
Garson yok, self servis. Marketten içkini alıp gelsen kimse karışmaz. Oturduğumuz yerden Can'ın dalgalarla boğuşmasını izleyerek akşamı ettik.
Plajda güneşlenenlerin arasında metal detektörü ile düşmüş kolye-yüzük arayan tipler dolaşıyordu.
Normalde benim bildiğim bu iş sezon kapandıktan sonra yapılır. Milletin yattığı yerde kolye bulsan bile ben demin düşürmüştüm diye kavga çıkar.
Plaj saati bitince üzerimizi değiştirip Gökhan'ın tavsiye ettiği Happy restoran zincirinin Varna şubesine gittik.
Kapıda bizim Çamdibi'ndeki göçmen kızlara benzeyen şirin kızları giydirmişler, sözümona iş yapıyorlarmış gibi elindeki telsizle ile müşteri geldi gönderiyorum diye içerdeki başka bir mini etekliye gönderiyorlar.
Ben sandım ki restoran çok dolu, masa açılınca alıyorlar. Tuvalete giderken baktım yarısı boş, meğer öylesine bir atraksiyonmuş.
Bu süslü kızlar aylak aylak dikilip para kazanırken, daha az gösterişli olanları masalar arasında deli gibi sipariş alıp tabak taşıyorlardı.
Peçeteliklerin üzerine bir buton yerleştirmişler. Basınca senin masana bakan kızın saati titreşiyor, hemen geliyor.
Esaret gibi bir şey.
Hayatımda hiç böyle beden gücü ve dayanıklılık gerektiren bir işte çalışmadım, nasıl olacağını hayal bile edemiyorum ama bir mesai gününü tamamlayamazmışım gibi geliyor.
Yemek fiyatları 10-15 leva arasındaydı. Ben köfte, Neşe tavuk, Can et söyledi. Pek bir numarasını göremedim, zincir restoranlarda bir numara olması da zaten zor.
Ayrıca avare kasnak kırmızı urbalıların maaşı da fiyata yansıdığından hesap kabarık (49 leva) geldi.
Yemekten sonra yürüyüş yaptık, sokak gösterilerini izledik.
Şaşkın bir oğlan sprey boya ile resim yapıyordu ama o kadar başarısızdı ki düzgün bir şey çıkarması imkansız görünüyordu.
Acaba bişeye benzeyecek mi diye dalga geçerek epey seyrettik Can'la.
Elbette bir şeye benzemedi. Biz yine de alkışladık, sevindi.
Varna'nın en mostralık yerinde adeta filmlerden fırlamış gibi duran eski bir Art Deco otel var: Hotel Odesos
İlk gördüğümde Neşe ile burada kalmalıyız diye düşünmüştüm ama adını hatırlayamamıştım. Lobisi düşündüğüm gibi çok klasikti, fiyatları da makulmüş, (Balkonlu oda 53 balkonsuz 43 euro)
Can yorulup Wi-fiya da susadığından odaya döndü.
Biz de Neşe ile Cherno More (Karadeniz) otelinin kumarhanesine gidelim dedik.
Girişte sıra vardı, herkesin kimlik bilgilerini tek tek kaydedip bir kart veriyorlardı. Sıra bize gelinceye kadar epey bonbon yedik. Sıramız gelince pasaportları uzattım. Kız;
“İlk defa mı geliyorsunuz?” diye sordu.
“Evet” deyince bize diğerlerine vermediği iki tane 20 levalık harcama kuponu verdi, ama bugün değil yarın harcayabilirmişiz.
İçeri girdik, klasik kumarhane. Bolca Türk vardı. Herkesin suratı asık, pek gergin.
Yuvarlak büyük bir masada rulet oynayan Türkler kredi kartlarını önlerindeki alete sokmuş birbirleriyle konuşarak oynuyorlardı. Biz tepelerinde dikilirken birisi,
“Hepsini kırmızıya basıyorum” dedi.
Rulet döndü, siyah geldi.
Bara gidip bir viski istedim,
"Siz oyuna oturun, garsonlar getirir" dediler.
Oyun oynamaya hiç niyetimiz olmadığından şöyle bir tur atıp çıktık. Kumar gerçekten pek kötü bir alışkanlık. Çıkarken beleş 20 levaları harcamak için sabah kaçta açılıyor diye sordum, 7/24 açıkmış.
Uyanınca gitmek aklımıa gelmedi.
Sabah dönüşe geçmeden Neşe'ye geçen sefer çok hoşuma giden Varna mezarlığını göstermek istedim. Arabayla otogarın yanındaki mezarlığa gittik.
Mezarlıkta Hristiyanlar, Müslümanlar, ve Museviler yan yana yatıyor.
Ayrı köşelerde ama aralarında bir sınır yok.
Türk mezar taşları hep ay yıldız ile süslenmiş
Türkçe yazıtlar latin alfabesi ile yazılmaya çalışılmış.
Çalışılmış diyorum zira burada yaşayan Türkler genelde en alt sınıftan ve eğitimsiz olduklarından taşlara da konuştukları gibi ve tahmin ettikleri latin harfleriyle yazmışlar.
Son edie kodcandan...
Kiril alfabesini okuyamayanlar için Opel Ascona'sını çok seven bu abinin adı Hasan Mustafa Hasan mış
Bu Jameson astası abimiz de Ali
Mezarlık gezmek hep çok hoşuma gitmiştir.
Gittiğim ülkelerin mezarlıklarını gezmeyi sevdiğim gibi bazen İzmir'de de gidiyorum.
İnsan genç ölenlere üzülürken bir yandan da hayatta dert ettiği şeylerin ne kadar önemsiz olduğunu hatırlıyor.
Mezarlık gezimiz bitince tekrar hayata döndük;
Petar'ın kulübesinin olduğu Trata'ya gittik.
Varna'nın kuzeyinde 12 km mesafedeymiş. Anayoldan ayrılıp, kıvrımlı, ağaçlı dar bir yoldan indiğimiz kıyı geçen gelişime göre insan kaynıyordu. O zaman geldiğimizde bir balıkçıdan başka kimse yoktu, tek araba da bizim havalı cabrio idi. Şimdi ise her yer araba doluydu. Ufak güzel bir plaj, bir kaç hoş restoran insan kaynıyordu. Buraya bir dahaki sefere gelmeyi aklımıza yazarak tekrar yola çıktık ve dönüşe geçtik.
Pomorie için yaklaşık 100 km yolumuz vardı ve iki saatte gideriz diyorduk.
Yoldan otostopçu bir de kadın aldık.
Obzor diye bir şehrin içinden geçerken trafik sıkıştı ve durdu. Yaklaşık bir saat adım adım ilerledikten sonra tıkanıklığın nedeni göründü.
Bir polis yolu kesmiş, tek tek her aracın camına eğilip bir şeyler söyledikten sonra araçları geri döndürüyordu. Sıra bize gelince yine rüşvet isteyecek sandım ama eğilip İngilizce, “İlerde kaza var, geri dönün, gerideki dağ yolundan gidin” dedi ve yolu hızlıca tarif etti.
Tarifinden hiç bir şey anlamadığım gibi
"Madem yol tıkalı, neden kavşakta durup trafiği o dağ yoluna vermiyorsunuz" diye (içimden) küfrederek sinirle döndüm.
Arabada bizi bir saat sıcakta bekleten bu salaklığa o kadar sinirlendim ki sakinleşmek için kasabanın içinde ilk gördüğüm restorana park ettim. Oturduk bir şişe beyaz şarap ile yiyecek söyleyerek, ilerdeki polise ulaşıp yolun kapalı olduğunu öğrenmek için bekleyen arabaları izleyerek şarabı hızlıca götürdük.
Yanında söylediğimiz kalamar bizim gibi Egeliler için tam bir felaketti. Daha önce Almanya'da da aynısını yemiştim, donmuş kalamarın etrafını hamur kaplayıp tatsız tuzsuz bir şey yapmışlar.
Denizden çıkmadığı yerde kalamar yememek lazım. Yanındaki maydanoz, limon bile kalamardan evlaydı.
Şişe bitip polisin eziyeti bitmeyince arabayı restoranın otoparkında bırakıp şehrin içine girdik. Altında plaj olan hoş bir şehirmiş.
Biraz dalgalarla boğuştuktan sonra plajdaki restoranda da bir bira içip tekrar arabaya döndük, yol açılmış.
Pomorie'deki evi tutarken tarihi bir gün erken seçmişim. Bunu farkedince hemen tarih değişikliği için mesaj attım.
Ev sahibesi Milena önce yanıt vermedi, sonra değişikliği reddetti.
"O gün ben şehirde değilim, ev müsait değil" falan dedi.
Oysa ki ev müsait görünüyordu. Biraz mesaj trafiğinden sonra baktım kadın kalmadığımız odanın parasının üstüne yatmaya niyetli.
"Böyle yapacaksanız sizi şikayet emek zorunda kalacağım" dedim.
Tabi aslında neyi şikayet edeceğim; tamamen benim salaklığım ama anladığım kadarıyla airbnb'de ev sahipleri yorumlara çok önem veriyorlar.
Biraz da Sovyet dönemi ezikliğinden olsa gerek kadın hemen
“Tamam o zaman, annem size anahtarı verir” dedi.
Akşamüstü yarımadanın ortasındaki evi bulduk, bahçeli bir sitede zemin katmış.
Milena'nın annesi sevgilisi ile gelmiş, bize evi teslim etti, sağı solu gösterdi.
Geldiğimize çok sevindikleri belli olan sivrisinekleri göstererek,
“Bunlara karşı bir şey yok mu?” dedim.
"Marketten Sinkov alabilirsiniz" dedi.
Güneş batmak üzere olduğundan fazla üzerinde durmadık ama sonra markette ufacık repellentlerin 16 levaya(8 euro) satıldığını görünce şok olduk.
Repellent denen basit bir kimyasal karışım, belki bir lira maliyeti yoktur ama üreticiler dünya çapında bir ağ kurmuşlar, fiyatı düşürmüyorlar.
Neyse çantaları odaya attıktan sonra hemen daha önce oturamadığımız sahildeki balıkçıların takıldığı birahaneye gittik.
Akşamüstü masalar dolmuş, mekan self servismiş.
Adı Birariya Raya.
Sadece yerel halkın oturduğu bir yerdi, elbette ki İngilizce bilmiyorlardı. İngilizce bilen bir kadının yardımı ile sipariş verdik. Peynirli patates(2.8), çaça tava(1.7/100 gr) ve barbun(5 leva /3 tane) söyledik.
Her şeyi plastik bardak-tabakta veriyorlardı ama fiyatları makuldü ve güneş batarken ortam çok güzeldi.
Balıkçıların dönüşünü izledik.
Can pirzola söyledi(5 leva)
Gün batımına kadar burada takıldık, hava kararınca odaya döndük.
Can odada wi fi ile kalmayı tercih etti, biz dolaşmaya çıktık. Önce marketler kapanmadan repellent aradık zira sivrisinek küçük ama derdi büyük. Gece iyi uyuyamazsan ertesi gün hiç bir şeyin tadı olmuyor.
Meşhur denizci (ve belki de palavracı) Tristan Jones'a teknesiyle girdiği Amazon nehrinde karşılaştığı en korkunç hayvanın ne olduğunu sorduklarında
“Ne yılan, ne piranha, ne timsah” diyor, “en korkuncu sivrisineklerdi!”
Yarımadanın ortasındaki sokaklar ıssızdı. Yine de adayı çepeçevre dolaşan yolu da bir yürüyelim dedik.
İyi ki demişiz.
Beach clublar geceleyin ıssızdı. Meğer herkes kıyıda bir bölgede toplanmış. Büyük bir parkın ortasına kurulu bir sahnede yerel bir topluluk tiyatro gösterisi sergiliyordu.
Kıyıdaki restoranlar çok hareketliydi.
İnsanlar şık kıyafetlerle restoranları doldurmuş, canlı müzik eşliğinde dansediyorlardı. Adeta bizim düğünler gibiydi, belki de düğündü, bilmiyorum, ama ortalıkta gelin damat göremedik.
Ayrıca birden fazla restoranda aynı durum vardı. Restoranların olduğu bölgede uzun bir de iskele vardı. İskelede oturup bir bira içtik.
Üniversite çağında kızları olan bir çift gelip önümüzde uzun uzun fotoğraf çekildiler. Annesinin gençliği gibi olan kız bol bol instagram malzemesi elde etti. Tek ve büyük çocukları olan çiftler artık bana hüzün veriyor, zira belli ki o çocuğun yuvadan uçması zamanı yaklaşmış.
Sabah Neşe ile gündüz gözü ile bir ada turu daha yaptık.
Burunda aynı Nesebar ve Sozopol'deki gibi eski ahşap bakımlı evler vardı.
Kahvaltı için börekçi aradık, evin yanında varmış ama sıra çok uzundu.
Ben her angaryada olduğu gibi sıraya girdim, Neşe odaya çay yapmaya gitti. Beklerken çörekleri inceledim, birisinin adı gevrekti ama aslında açmaydı.
Öğlene doğru yola çıktık. Süpermarketten hediyelik viski aldım zira marketlerdeki promosyonlar Duty free den daha ehven oluyor.
Aslında Varna'dan çıkarken mesafeyi hesaplayıp depoyu tam aldığımız gibi bırakacak kadar benzin doldurmuştum ama Obzor'daki bir saatlik trafik sıkışıklığı hesabı bozmuş, ibre olması gereken yerden bir mm aşağıdaydı. 5 levalık (2lt) daha benzin aldım, ibre hiç kıpırdamadı. Biraz gidip ibrede hareket olmayınca 3 litre daha aldım, yine kıpırdamadı. Herhalde bozuldu deyip daha fazla da almadım.
Saat 12 de otogarın yanında Dian ile buluştuk.
Arabayı kontrol ettiler, camdaki çıtlamaya ses çıkarmadılar (demek eskiden varmış). İbreyi 1 mm aşağıda görünce verdiğimiz depozitodan 10 euro kesmeye kalktı.
"Daha neler" dedim, biraz tartışma oldu. Gittik 10 levalık daha benzin aldık, ibre fırladı, ama canım sıkıldı.
Burgaz Hoskovo otobüsüne sorunsuz bindik ama otobüs yarım saat rötar yaptı. Can otobüsteki vaktini resim çizerek geçirdi.
Haskovo otogarına ucu ucuna varacağız diye endişe ediyordum zira otogarın üst katında Türklerin işlettiği restoranda çok güzel işkembe çorbası yapıyorlar.
Neyse ki otobüsün Kırcaali'den gelmesine 20 dk kala vardık. Bir koşu gidip çorbamı içtim.
Can önce istemedi, sonra benimkinden tadınca bir tas da o içti. Neşe her zamanki gibi otobüs gelir de kaçırırız diye endişe ettiğinden peronda kaldı.
Gecikince bizi merak edip geldi, sirkeli sarımsaklı çorba içtiğimizi görünce çok sinirlendi.
“Nefes alırız, ama vermeyiz” dedim.
Perondaki tezgahtan bal almak istedik 5 leva imiş. Satıcı Türk son kalan 3,5 levamıza fit oldu. Biz de İzmir otogarından alıp, birine hediye ederiz diye bütün Bulgaristan'ı gezdirip, güleryüzlü, hediye hakkeden birini bulamadığımızdan yanımızda kalan pişmaniyeyi bu satıcıya vererek geri götürmekten kurtulduk.
İki sene önce Can ile beraber yaptığımız bir Sofya seyahatinde Couchsurfing'den ev sahibimize Türkiye'den ne istersiniz deyince tatlı istemiş, ben de çeşit çeşit tatlı götürmüştüm.
Ev sahibimiz baba kızın en beğendikleri pişmaniye olmuştu
Bayram dönüşü olduğundan sınırda çok bekleriz sandık ama sadece 4 otobüs vardı, 1,5 saatte geçtik.
Türkiye'ye giriş esnasında İzmir plakalı eski bir Jeep dikkatimi çekti. Bunlar 8 silindirli 6 litre motorla çok feci yaktıklarından ve vergileri de pahalı olduğundan bedavaya versen de kimse almıyor. Hatta bizim sokağın köşesine park edip haftalarca yerinden kıpırdamayan ve Neşe'nin her gün köşeyi dönmekte zorlandıkça saydırdığı bir tanesi var, millet sileceklerini yamultuyor yine de yerinden oynatmıyorlar.
Benim bir hastam, kendisi Reno Flash kullanırken
“Doktor Bey, koltukları ceylan derisi, ısıtmalı, çok konforlu, çok ucuz” diye bana kakalamaya çalışıyordu.
Vakit geçsin diye yanına gidip,
“Pahalı olmuyor mu bununla gezmek?” diye sordum.
Bu araçların servisiymişler, tüp taktırmışlar, o kadar çok yakmıyormuş.
“İzmir'in neresindensiniz?” diye sordum
Bizim sokakta oturdukları gibi yerinden oynamayan Jeep de onlarınmış.
Dünya gerçekten küçük!
Otobüs 3 kişi gidiş dönüş 100 euro
Araba kirası 4 gün 100 euro
Toplam harcama 3 kişi 5 gece 6 gün 650 euro= 4500 lira
Kitap: Emre Kongar/ Babam, oğlum, torunum
Müzik: Bulgar radyoları