22 Mayıs, 2008

RAİNBOW Middle East Gathering (Fethiye, Mayıs '08)





Rainbow'u (gökkuşağı) tarif etmek gerekirse, kısaca eski hippi ruhunu yaşatanların dünyanın çeşitli ülkelerinde toplanıp bir ay kadar süreyle birlikte komün hayatı yaşaması denebilir.
Middleeast Gathering ( Ortadoğu Buluşması) ise adı üzerinde, bu buluşmaların Ortadoğuda olanı.
Bu toplantıların resmi yönetimi, yazılı kuralları, bütçesi, web sitesi vb yok.
Resmi olmayan haberleşme gruplarıyla nerede toplanacağı kararlaştırılıyor, ve çok muğlak bir tarif veriliyor. Örneğin bu yılki tarif şöyleydi: Fethiye’den Arsaköy dolmuşuna binilecek, Arsaköy’de Şevki’nin kahvesine gidilip Şevki’ye yol sorulacak, dağda 5 saat çiçekli beyaz bezleri takip ederek yürünecek (tırmanılacak), işte oralarda bir yerlerde...
Bundan iki yıl önceki ilk toplanma sırasında Bingöl’de geçici görevliydim, ikincisinde yurtdışındaydım. Bu sene katılmaya kesin kararlıydım ki buluşmanın zirvesi olan ve en çok insanın bulunduğu dolunay gecesi 20 Mayıs’a denk geldi, ben de 19 Mayıs tatilinden yararlanarak gece 12 de Fethiye otobüsüne bindim (30YTL). Otobüs sabah 5 45 te Fethiye'ye vardı, şehriçi servisle şehir merkezine gittim. Sahildeki çay bahçeleri henüz açılmamıştı. Sessiz sahilde oturup belediye çay bahçesinin tuvaletinden faydalandıktan sonra eski garaja doğru yürüdüm. Arsaköy’e dolmuş öğleden sonra 2 deymiş. O yöne giden ilk araba da 7 45 te kalkan Kadıköy dolmuşuymuş. Biraz Kemer tarafına otostop çektim, kimse durmadı. Dolmuş saati yaklaşınca ben de garaja gittim, bir mercimek çorbası içtim, çayla beraber 2 lira aldılar. Kadıköy dolmuşu da 1 saatlik yola 3 liraymış, Fethiye’nin ucuzluğu na şapka çıkarıyorum!
Kadıköy dolmuşu beni Arsaköy’e 13 Km kala sapakta indirdi. Köşedeki kahvede otostop çekerek bir çay içtim, çay da 25 kuruşmuş. İkinciyi söyledim, içmeye fırsat kalmadan bir kamyonet durdu. Yarı yoldaki yol inşaatına gidiyormuş.
Şöför dağlara tırmanırken, perişan olmuş asfaltı gösterip “Bu yolu bizim yukardaki yolu yapan kamyonlar bozdu. Seneye ihalesi olur burayı da yaparız, bu devletin ne çok parası var!” dedi. Beni indirdiği yerde sarı dikenli adını bilmediğim çiçeklerden vardı.

Mis gibi kokuların altında biraz daha okuyarak bekledim, bu sefer bir çiftçi aldı, Arsa’ya kadar getirdi. Köylerin yerleşimi ve arazinin genel havası Doğu Karadeniz’i andırıyor.
Buralarda böyle bir tabiat olduğunu tahmin edemezdim. Köy meydanına inince Şavkı’yı bulamadan meydandakiler çeşitli taşıt teklifleriyle etrafımı çevirdiler. Köylüler dağın en tepesindeki köylerinin başına gelen bu işe; birden garip kıyafetli insanların yaylalarına gelmesine çok şaşmışlardı. Yukarda neredeyse 500 kişi biriktiğini söyleyerek orada ne yaptıklarını bana sordular, “Kamp herhalde, ben de gidince göreceğim” dedim.
Motorcu Nasıf ile 10 liraya anlaştık. Kardeşim Tayfun’un, nişanlısı Umut ve arkadaşı Cem le birlikte bir gün önce Şevki’nin arabasıyla yarı yola kadar 20 liraya çıktığını biliyordum, fiyat iyi geldi, hem motorsiklet yaylaya kadar çıkabilecekmiş. Sırtımdaki 20 kiloluk çantayla tırmanmayacağımı öğrenince yanımdaki makarna, kuru üzüm vs. nin yanına 1 kilo leblebi, ikişer kilo kabak ve soğan da aldım. Nasıf çantayı motorun arkasına bağladı, nevaleyi de aramıza sıkıştırdım, dağ yoluna vurduk. Yol bir süre sonra iyice bozuldu ama Gökhan’ın hep yazdığı gibi böyle yolda motorla gitmesi pek zevkli oluyormuş.
Yarım saatte Çukurardıç yaylasına vardık.
Buluşma yerinin hemen yakınında Nasıf’ın anason tarlası ve bağ evi varmış. Varır varmaz hemen Fethiye’de güneş çıkınca çıkardığım pantolon ve kazağımı geri giydim, zira yaylada hava aşağıya göre buz gibi soğuktu. Nasıf bana bağ evini gösterdi: kapısı açıkmış, gece ıslanırsan, üşürsen gel kal dedi.

Teşekkür ettim, dönerken çağırmak için telefon numarasını istedim. Bu buluşuma çok sevindi, telefonunu çıkartıp “Sen numaranı söyle ben arayayım, numaram çıksın” dedi. Benim telefonum olmadığından dağda acil bir durum olur diye anneminkini ödünç almıştım ama ben de annemin numarasını bilmiyordum.
Nasıf da kendi numarasını bilmiyormuş, ıssız dağın başında çaresiz kaldık. Cebinden bir sürü not kağıdı çıkarttı, silinmiş bir numara buldu, “Bak bakalım bu olabilir” dedi, çaldırmaya çalıştım ama o noktada telefon da çekmiyormuş, numarayı defterime kaydettim. 200-300 metre yürüyüp kampa girdim.

Tayfun uzaktan ben görüp yanıma geldi, çadır için yer seçmeme yardım etti. Kampın merkezinde Main Circle denen bir buluşma noktası, kapalı çadır ve mutfak var.
Çadırlar etrafa ağaçların arasına dağılmış. Ben de ortak alana yakın ve hamağımı asabileceğim iki ağaç olan bir köşe bulup çadırımı kurdum. Tayfun’un çadırının önündeki ateşte demlediği melisa çayından alıp ortadaki büyük ateşin başına çöktüm.
Diğer kardeşlerle ( Bu toplanmanın değişik bir terminolojisi var: Herkes birbirine kardeş diyor) tanıştık, kaynaştık. Ortada sönmeyen bir ateş olduğu gibi herkes kendi çadırının önünde de ocak yapıp ateş yakıyor. Etraf tükenmeyecek kadar çok ardıç dalı dolu.
Merkezdeki büyük ateş için gönüllüler devrilmiş büyük kütükleri sırtlayıp getiriyorlar. Yemekte saydığıma göre kampta kalan yaklaşık 100 kişi var ve 30 kadarı Türk; diğerleri çeşiti milletlerden. En çok İsrail’li, İran’lı, ve Amerika’lı . Sakallı, çok sevimli ve zeki bir İtalyan ateşin küllerinin arasından pişirdiği kocaman ekmeği çıkardı, bir sacayağının üzerine de bir tabak zeytinyağı koydu. Bana bana sıcak ekmeği yedik, çok başarılıydı. Yemek günde iki öğün olarak ortaklaşa üretiliyor ve bir ayin şeklinde yeniyor. Kimse herhangi birşey yapmak zorunda değil ama herkes bir şeyler yapıyor. Kimisi de Tayfun, Umut ve Cem gibi karıncaları inceliyor.
Arada bu ekmek gibi güzellikler de olmuyor değil. Mesela öğleden sonra ben hamakta kitap okurken Tayfun’un beraber geldiği arkadaşı Cem Durdu gelip “Bora abi çok güzel masala çayı yaptılar gel” diye haber verdi. Gittim, yeni kardeşlerle tanıştım. Ortadaki ateşte orta boy bir kazanda sütlü masala çayı (Hintlilerin baharat çayı, Türkiye’de hiç görmemiştim ama Cem’in söylediğine göre aktarlarda hazır karışım olarak satılıyormuş) kaynıyor, herkes kendi halinde.
Kimi yazı yazıyor, kimi örgü örüyor, kimi müzik yapıyor, sohbet ediyor. Müzik en önemli şey denebilir, sürekli müzik yapılıyor, herkes değişik aletleri çalmaya çalışıyor. Örneğin gönüllüler yemek yaparken bir gönüllü de onlara müzik yapıyor. Gitar, cura, mızıka, ney, flüt gibi bildik sazların yanı sıra santur, rebap, daire, bendir, parmak piyanosu, ağız teli, kaşık, tar, ve üflemek için çeşitli boyda PVC borular da mevcut. Tayfun’la Umut içtikleri melisa çaylarının etkisi ile paso uyuduklarından
masala çayını onlar da tatsın diye kapaklı bardağımda biraz ayırıp Cem’le benim odaya döndük. Az sonra iki köylü geldi, yaylaya giriş yolu benim çadırın yanından geçtiğinden Türkçe konuştuğumuzu duyunca sevinçle yanaştılar.
“Ooo abi siz Türkçe biliyorsunuz, biz de nasıl anlaşcaz diyorduk” deyip teklifsizce yanımıza çöktüler. “Ee naapıyonuz burda şimdi?” dediler. Genç olanı Türkçe bilgi almanın öforisi ile benim kapaklı bardağı alıp “Bu neymiş yaa” diye ters çevirip altına baktı, çay dökülünce bir şey olmamış gibi geri bıraktı.
Dertleri yaylaya market açmakmış, tutar mı diye akıl danışmak istiyorlarmış. Kamyonetle mal getireceklermiş, ne getirelim diye sordular, uygun şeyleri söyledik , akıllarına yattı.
Cem’le biraz çevreyi dolaştık. Bir tepenin üzerine çıktığımızda üzerinde US Airforce yazan yağmurluklu yaşlı bir abiyle karşılaştık. Bizi karşıladı, uzun uzun sarıldı( Bu sarılma işi de ilginç, öyle alelade değil bayağı uzun süre görüşmemişsin, ya da birini kaybetmişsin de teselli eder gibi uzun uzun sarılıp başını omzunda yatırıyorsun).
Yapmaya başladığı güneş saatini gösterdi, vakit olmuyor bitiremedim deyince ben de yeni geldi sandım 1 haftadır oradaymış. Biraz Türkçe konuşuyordu, nerden biliyorsun diye sorunca Amerikan Dışişleri Bakanlığın’ın Federal Servisinde görevli olarak 4 yıl Ankara’da çalışmış, şimdi de Riyad’daymış, oradan sırf bu buluşma için gelmiş. Biz bunu duyunca nemelazım diye abinin yanından uzaklaştık.

Daha sonra Tayfun anlattı: İlk buluşmada hep beraber “Peace in the Middle East” diye bağrılan food circle’da yan yana düşüp de ne iş yaptığını öğrenince adama “ Ohoo abi sen naapıyosun, iş arkadaşlarına söyle biraz az mesai yapsınlar, Ortadoğuda süper barış olur!” demiş de abi bozulmuş cevap vermemiş.

Çadırımdayken sık sık bağrışlar duyuyordum da bir anlam veremiyordum. Meğer burada iletişim bu şekilde sağlanıyormuş. Mesela yemek hazırlığına başlanacak, bir grup hepbir ağızdan “fuuud sörkııııl” diye bağırıyor, ilerdeki başka gruplar da aynı şekilde bağırarak mesajı yayıyorlar. Bir şeyin istenmesine connection (bağlantı) deniyor. Mesela yemek çemberinde tuz mu isteyeceksin, “Solt konnekşııın” diye bağırıyorsun, tuz torbası nerdeyse gelip seni buluyor, hatta bir keresinde Gabriel diye bir çocuğu çağırmak için “Gabriel konnekşıııın” diye bağrıldığını duydum.

Yemek yeneceği zaman “fuuud sörkııııl, (es) naaaaaw” diye bağrılıyor, herkes ‘now’ kelimesini duyunca çok seviniyor.

Dağda dolaşırken “İnşallah Jandarma basmaz burayı” dedim Tayfun’a, “Yok canım daha neler” dedi.
Aradan 1 saat geçmeden bir minibüs Jandarma geldi. Önce araziye yayılıp etrafta tertibat aldılar. Silahlar çapraz tutuşta bizi geniş bir çembere aldılar ama çember dışındaki çadırlarına gidenlere karışmadılar. Başlarındaki uzman Çavuş herkesin ortaya toplanmasını söyledi, lideriniz kim dedi.
Lider falan olmadığı, herkesi ortaya toplamak istiyorsa bunu kendisinin yapacağı söylendi. Türklerden yardım istedi, herkesin ortaya gelmesi bir iki defa bağırıldı ama zaten otorite ile sorunu olan gruptan kimse çağrıyı iplemedi. Minibüsün arkasında uzun eşek oynamaya devam ettiler.


Bir kare gördüm: Jandarma komutanı herkes toplansın pasaportlarınızı getirin derken bir zenci tam onun önünde lobutlarla jonglörlük yapıyordu.
Anladığıma göre yayla tapulu araziymiş ve sahipleri de bizim çıktığımız Arsaköy’de değil yamacın öbür tarafındaki Sütleğen’deymiş. Sütleğenli 2-3 köylü de Jandarma baskınını neşeyle izlemeye gelmişlerdi zaten. Neyse “fuud sörkııl ; naaw” diye bağrıldı, herkes toplandı.
Ben Federal Servisten Louis abinin yanına düştüm. El ele tutuştuk, güzel şarkılar söyledik, Louis abi birden şap diye beni yanağımdan öptü. Soran gözlerle yüzüne bakınca “Geçir geçir, öpücüğü geçir” dedi, meğer Meksika dalgası gibi öpücük halkasıymış, sağıma bir döndüm ki bol sakallı bir İran’lı, yapacak bir şey yoktu, en kardeşane duygularımı toplayıp sakallarından öptüm.
Az sonra çembere geç kalan Cem gelince bir tur daha öpüş olur korkusuyla “gel Cem’cim burada yer var” diye onu İran’lıyla arama aldım.
Sonra Om çektik. Herkes Ommmmmm deyip uzatabildiği kadar uzatıyor. Susup da dinleyince nefis bir ses çıkıyor, hele bitişi; sanki piyanoda bir nota telde titreşiyormuş gibi azalarak bitiyor. Sonra oturup yemek dağıtımını bekledik. Üç kazanda patlıcan közleme salata ve çapati gönüllüler tarafından dağıtıldı. Söylediklerine göre bugünkü yemeği İran’lılar yapmış. Közleme, safranlı sarımsaklı güzel bir sosla karıştırılmıştı, çok lezzetliydi. Çapatileri de tek tek açıp sacta pişirirken izlemiştim, adam başı 1,5 tane düştü.
Yemekten sonra bir grup kalktı gitarla çok neşeli bir şarkı çalarak dansederek çemberin içinde dönmeye başladılar.
Birisi şapkasını çıkartıp sıradan önümüzde tuttu. Genelde bozuk para atılıyordu, hiç atmayan da çoktu. Ben on lira attım, Louis abi avcunda sakladığı 50 lirayı attı.
Sonra ortaya bir kız çıktı, bugün kahvaltının çok geç kaldığını yarın daha erken toparlanmak gerektiğini bunun için yarına bir yemek sorumlusu gönüllüsü aradığını söyledi.
İsrailli bir kız gönüllü oldu, çalışmak isteyenlerin onu bulması söylendi.
Ben Cem’e “Ben 12 de geldim kahvaltıyı görmedim, kaçta oldu ki?” dedim.
Cem: “Bu kahvaltı, daha önce bir şey yemedik” dedi (saat akşamüstü 18 30 du)
"Sahiden geç kalmış o zaman" dedim.
Bir daha yemek isteyen var mı dediler, eller kalkınca akşam yemeği için bir grup daha oluşturuldu, ve hemen çalışmalara başladı, akşam yemeği de 22 30 da çıktı.
Yemekten önce toplanınca hepbir ağızdan iki tane güzel şarkı söyleniyor.
Birinin sözleri şöyle:
Every little cell in my body is happy, every little cell in my body is well
Şarkıların melodileri güzel, ayrıca peace in the mişddle east, peace in the middle east diye üst üste yüz defa tekrarlanıyor, bu kadar çok söylemenin barışa katkısı olur mu bilmem ama hafif bir kafa yapıyor.
Yemekten sonra, en sonunda herkes kimliğini pasaportunu getirdi, tek tek kaydettiler, ama beyhude bir çabaydı, zira hergün 10 kişi gelip gidiyor.
Cem kara kara ne yapacağını düşünen komutana "Muhtara vazife verin, yeni gelenleri kaydedip bildirsin" demiş. Komutan bu zekice ve işi kendi üzerinden atan fikre çok sevinmiş. İşi muhtara havale edip yayladan ayrıldılar. Allah için Jandarma çok olumlu davrandı, hiç eziyet etmedi.
Gece yemekten sonra değişik ateş başlarını ziyaret edip sohbet ettik, müzik dinledik.
Dolunay olduğundan heryer gündüz gibi, ateşten ateşe el feneri kullanmadan yürünebiliyor. İsrail'li bir grubun yanında epeyce oturdum. Ohad isimli gitarist pek içli çalıyor, hep beraber İbranice şarkılar söylüyorlardı. Sözleri anlamayan tek ben olduğumdan şarkının neden bahsettiğini sordum. Kabala fesefesine göre bir ayinin şarkılarıymış. Daha sonra Ohad her şarkının başında Bülent Ortaçgil havasında şarkının sözlerini açıkladı, hatta bir de prensese aşık olan aptal bir adam hakkında kabala meseli anlattı.
Ertesi gün Cumartesi onların inanışına göre Şabat olduğundan bu gece bizim mübarek Perşembe gecesi gibi mübarek Cumalarıymış, o yüzden ayin yapıyorlarmış. Şabat’ta çalışmak yasakmış ama gitar çalmak çalışmaktan sayılmıyormuş. Eşi Donna da gözlerini kapatıp şarkılara eşlik etti, hatta bir ara o kadar duygulandı ki "Eğer çok ilham gelen varsa çadırda mumlarım var getirebilirim" dedi ama kimse onun kadar inspire olmamış ki ses çıkmadı.
Saat 1 gibi uykum geldi, yattım.

Gece kabanla yatmama karşın çok üşüdüm. Kışlık uyku tulumu yerine yazlığı getirdiğime pişman oldum.
Sabah 8 gibi kalktım, ortalık sakin, ayakta tek tük kişi var, herkes uyuyor.
Çay demledim, dünden kalan yarım simitle kahvaltı edip hamakta Gandi’nin anılarına daldım.
Bir süre sonra dün bana kabala anlatan Ohad ve eşi Dona çok ağır iki hurç ve bir çantayı taşıyarak geldiler. Ayrılıyorlarmış, yarın Antalya’dan uçakları varmış. Nasıl gidebilecekleri hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Bende bir şöförün telefon numarası olduğunu söyleyip Nasıf’ı aradım, ama telefonunu evde bırakıp bahçeye elmaları ilaçlamaya gitmiş. Eşine gelince aramasını söyledim, bu arada ben de soğuğun ve Neşe’yi özlememin etkisi ile hazır araba gelecekken aşağıya inmeye karar verdim.
Neşe’yi aradım, arabayı alıp Dalyan’a gelmesini benim de akşama geleceğimi söyledim. Rainbow güzel bir toplantı ama bana çok hitap etmedi. Yirmili yaşlarımda katılsaydım daha farklı algılayabilirdim ama bu yaştan sonra dünyaya barışın geleceğine inanmak zor! Katılanların çoğunun da benim gibi düşündüğünü sanıyorum, bu kuralsızlık gibi güzel kuralları olan değişik bir tatil şekli, sanki tatil köyü gibi.
Belli bir süre için gündelik yaşamla, teknloji ile ilgini kesip doğada iptidai, paylaşımcı, bencillikten uzak bir hayat sürüyorsun, dönünce eski hayatına, gündelik hayhuya kaldığın yerden devam ediyorsun.
Ohad ve Donna’yı benim avluda misafir ettim, başkaları da geldi, çay içtik, çerez yedik, sohbet ettik.

Ohad din öğretmeniymiş, Donna da tiyatrocu gibi bir şeymiş, esasen Amerikalıymış, iki yıldır İsrail’de yaşıyormuş. Öğleye doğru food circle diye bağrılınca Cem’le beraber gidip yardım etmeye karar verdik. Mutfak çadırına gidip o günkü mutfak sorumlusuna ne yapabileceğimizi sorduk. Önce dünden kalan kazanlar yıkanacak dedi. Kazan yıkama lafını duyunca ben tersyüz olup geri dönecektim ama utandım, bir kazan alıp derede yıkamaya başladım.
Deterjan ve sünger olmasına rağmen genelde bulaşık için kül ve ardıç dalları kullanılıyor. Şansıma benim kazan da dibini fena tutmuş, dallarla süngerle yarım saat çabaladıkta sonra epey temizledim. Çalışmak hoşuma gitti, şimdi ne yapayım diye gidip sordum. Sırasıyla sebzeleri yıkadım, iki üç kişi bir arada Şili’deki kuş gübresi savaşlarından bahsederek 1 kilo sarımsak soyduk, 10 kilo kabak havuç doğradık, bu arada birisi de bize müzik yaptı.
Vicdanımızı yeterince temizlediğimize kanaat getirince istirahat için çadrılara döndük.
Nasıf saat 3 gibi çadırın yanına kadar araba ile geldi. Köye kadar 20, Kemer’e kavşağa kadar 35 km kadar yol için 50 liraya anlaştık. Nasıf daha fazla istiyordu ama ben pazarlık ettim, "Sana bir akıl vercem, hergün para kazanacaksın" dedim, ve bir ağaca TAXİ ve telefon numarası yazan bir tabela asmasını söyledim. Aklına yattı, çok heyecanlandı, “Sen yazarsın di mi?” dedi, olur dedim.

Kahvaltı bizim de katkılarımızla bugün erkenden çıktığından yayladan ayrılmadan yemeklerimizi kaplarımıza aldık, food circle’ı tepeden izleyerek yedik.
Nasıf da ilk defa böyle bir şey gördüğünden çok ilgilendi.
Nasıf'a Sütleğen'lilerin yaptığı çiğliği anlattım, çok hoşuna gitti komşu köylülerin onların köyünü kıskanması, "Hepsi onların değil ya yarısı da bizim köyün" dedi.
Ohad bana Nasıf,'ın kendilerini Antalya’ya kadar kaça götüreceğini sordu. Soruyu ilettim, “Hiç bilmiyorum, aşaada babam var ona sorayım söyleyeyim” dedi.
Antalya kaç km dedim, onu da bilmiyormuş.
Çantaları yükledik, Ohad’ların çantaları Kartal’ın bütün bagajını doldurduğu gibi arka koltuğa da taştı. Nasıl çıkarttınız bunları dedim, traktörle gelmişler.
Hep beraber dağ yollarından tarlaların ortasından inmeye başladık, bir arığı geçerken tekerlek taştan düştü, patinaj yapmaya başladı. İndik biraz ittirdik, olmadı.
Donna çantaları indirelim dedi, indirdik, tekerleğe çomak soktuk, ittirdik kurtardık ama patinaj sırasında üstümüz başımız ve hemen arabanın arkasına indirdiğimiz çantalar biraz çamur oldu. Ben hiç umursamadım fakat Donna çok sinirlendi, Nasıf’a kızdı, bu hiç sorumluluklu bir davranış değil dedi, ben tercüme etmedim. Epey söylendi. Ohad anadan doğma soyunup üstünü değiştirdi, Donna da akan suya eğilip eteğini başına çekerek çitiledi, Allahtan Nasıf çantaları yüklüyordu, farketmedi. Arabaya bindik, tekrar yola koyulduk.
Nasıf ezik bir havayla “Olmayaydı iyiydi emme...” dedi.
Ben özür diliyor dedim, kadın yine atıp tutunca dayanamadım, "Adamın ne suçu var, dağın tepesindeyiz çamur olabiliriz, üstelik çantalar indirmek de arabayı itmek de bizim fikrimizdi” dedim, sustu.
Biraz sonra bana “Sor bakalım evinde televizyonu var mıymış?” dedi.
Türkiyede evinde televizyonu olmayan insan bulunmadığını söyledim.
"O halde hangi Amerikan dizilerini seyrediyormuş?" diye sordu.
Sordum, yerli dizileri seyrediyormuş, bir de makkatları seyretmeyi çok severim dedi. Muppetları mı dedim, mahlukatları yani hayvanlı belgeselleri kastediyormuş.
Arsa’ya inince bir kahveye yanaştık, çay söyledik, bu sırada Nasif babasını aradı, yokmuş, abisini aldı geldi.

Abisi bana sordu kaç para isteyelim Antalya’ya kadar diye.
“Ben bilmem, kaç kilometre ki?” dedim, O da bilmiyormuş. En sonunda herhalde 150 lirayı geçkince benzin gider sen 250 de çok derlerse 200’e in dediler. Söyledim, çok geldi, otobüsle gitmeye karar verdiler.
Nasıf bana tabelaya yazılacakları yazdırdı, 'TAXİ, sadece Türkçe' yazdım, telefon numarasını da 537…. Şeklinde belirttim. Israrla numarayı da yaz dedi. Sonradan anladım numarasını bilmediğinden ısrar ediyormuş, defterimi çıkartıp numarasını da yazdım.
Nasıf ve abisi kanımca sahildeki köylülerin 50 yıl önceki halleri gibilerdi. Dünyadan haberleri yoktu. Bbir yandan çok saf ve yardımseverler, bir yandan da elimize böyle bir fırsat geçti, kaçırmayalım, mümkün olduğunca küpümüzü dolduralım derdindelerdi. Benden sonra dönen Tayfun’dan öğrendiğime göre ertesi gün tabelasını atığı gibi bir de ‘focus focus’ diye anons yaptırmış ve köye iniş fiyatını 60 lira olarak ilan etmiş.

Sahil yoluna inince Ohad’ları bir ağaç gölgesine bıraktık, yukarda sevgi küpü olan Donna'nın aşağıya inince, Malezya dönüşü havaalanında karşılaştığım kokona kadına dönüşmesini hayretle izledim.
Ayrıldıktan sonra otostop yaparak 3 saatte Dalyan'a ve aileme kavuştum.
İzmir'den gelirken Can çok istemiş, Neşe de ona Sakar'daki meşhur kuzulardan almış.

Bütçe: 70 YTL

Sakallı İran'lı fotoğrafı bu arkadaşın.

01 Mayıs, 2008

HİNDİSTAN-KERALA III


HİNDİSTAN-KERALA III
Alappuzha(Aleppey)


Özet: Plajda yüzdük, şimdi tekne turuna gidiyoruz


Birinci bölüm için tıklayınız
İkinci bölüm için tıklayınız




Varkala'dan bindiğimiz trenden Kollam’da inince hemen bir rikşaya atlayıp Boat Jetty denen iskeleye gittik.




Şehirde öğlen saatleri olmasına karşın bütün dükkanlar kapalı. Varkala'da inanmayıp rikşacıyla kavga ettiğim bu grev işi ciddi galiba.



Jetty’de otobüs yazıhanesi gibi bir sürü Houseboat acentası var. Biz ilk önce en büyüğüne girdik. Dükkanın sahibi Ajay pek muhabbetliydi, bize bir sürü opsiyon sundu. 



En ilginci bu gece iskeledeki bungalowlarında yatıp ertesi sabah 8 saatlik feribot yolculuğu ile Aleppey kentine geçmek, orada da yine acentasına ait bungalowlarda bir gece geçirip sabah houseboat ile 24 saatlik tura çıkmaktı (iki kişilik paket 7000 rupi, yaklaşık 175 USD). Bir de yarın sabah iki odalı bir tekne ile iki günlük tura çıkacak iki İngiliz kızla aynı tekneyi paylaşma teklifi vardı(2 gece 6750 r).




Bungalowlarda yemek yiyen kızlarla tanıştık, pek sünepelerdi, olmaz dedik.
Kolam ve Aleppey kentleri büyük bir gölün kuzey ve güney uçlarında yeralıyor. İkisinden de Houseboat turları yapılıyor, ama esas merkez Aleppey.
İngiliz kızlar fazla tekne olmadığı için kanallar daha tenha olur diye Kollam’ı tercih etmişler.

 

Diğer acenteleri de dolaştık, 24 saatlik tur için biri 5500, biri 4500 istedi, fiyata buradan Aleppey’e otobüsle transfer de dahilmiş. Tekneyi görmeden buradan para vermek pek aklıma yatmadığından, bir de Ajay’in teklifi ile Kollam’da kalsak her yer kapalı olduğundan yapacak hiçbir şey olmadığından istasyona dönüp trenle Aleppey’e devam etmeye karar verdik.



Ajay kendisinden bilet almayacağımızı söylediğimde süper tüccar havası ile hiç üzülmediğini, zira hayır kelimesinin yeni olasılıklar anlamına geldiğini söyledi. ( No problem sir, NO means “new opportunities” dedi).
Ajay’e grevin nedenini sordum, benzinin litresinin 45 rupiden 47 rupiye çıkması imiş!

 

Bu Keralalılar Türlkiye’de yaşasalar benzin zamlarına halk isyanı çıkarırlardı herhalde. Geldiğimiz rikşa ile istasyona döndük (20 r), Alllepey için ilk trene bilet aldık (2x66r).


Trenin kalkmasına 1.5 saat olduğundan şehirde gördüğümüz tek açık yer olan istasyonun karşısındaki Railview Otelin restoranına girdik. Kerala usulü tavuk ve beef noodle söyledik. Lokanta çizi reklamlarındaki gibi, şef garson dut gibi sarhoş, kısıtlı zekalı komi de bahşiş almak için ikidebir masadaki suyu alıyor yenisini koyuyor, peçeteyi değiştiriyor.

 

En son tatlı isteyince tabakta kürdanların atında rezene şekeri getirdiler. Rezeneler kişniş gibi beyaz şekerle kaplanmış, hoşuma gitti.




Restoranda bizden başka orta yaşlı bir çift daha vardı. Floransa’da organik çiftçilik yapıyorlarmış. "Nedir Hindistan'da durum?" diye sorduk.
Feciymiş, çok ilaç kullanıyorlarmış. 

O


Onlar da Kerala’yı Kuzey’den Güney’e katettiklerinden karşılıklı deneyimlerimizi paylaştık. Gokarna'da Kudli Beach diye bir plaj tavsiye ettiler. Gecelik oda 75 rupiymiş ama plaja vasıta yokmuş, biraz yürümek gerekiyormuş.
Tren vaktinde geldi ama yolda epey rötar yaptı,



Tren boş olunca yolda uyudum. Hava kararmak üzereyken Aleppey’e (Alappuzha) vardık.

Tren istasyonu şehrin epey dışındaymış. Rikşacı jetty’e gitmek istiyoruz dememize rağmen bizi önce fransız bir kızın işlettiği ev pansiyonuna, sonra tur da satan yarı resmi bir otele götürdü. En sonunda jettye vardığımızda ortalık kararmıştı ve ortalıkta houseboat falan görünmüyordu. Alelade teknelerin bulunduğu bir iskeleydi. Karanlıkta ingilizcesi yetersiz rikşacıyla uğraşmaktan sıkıldığımdan tekne ayarlama işini sabaha bırakıp house boat iskelesine (bu şehirde buraya jetty değil finishing point deniyormuş) yakın bir otelde indik.




Komalas Otel güleryüzlü personeli, ve temiz konforlu odalarıyla yorgunluğumuzu biraz aldı(450r). 




Otelden çıkıp biraz dolaştık, muz, ananas ve mandalina aldık. Aleppey kenti aynen Amsterdam, tüm şehir kanallar üzerine kurulmuş.














Kanallarda tekneler işliyor, köprüler, suya sarkan büyük ağaçlar var. Karanlıkta kanal bazı yerlerde yemyeşil görünüyor, çimen mi su nilüferi mi tam seçemedim (Sonradan gördüm, değişik lilla çiçekli bir nilüfermiş)















Komalas otelinin güzel ufak bir restoranı da varmış, hemen yerleştik. Fiyatlar da pek ucuzdu. Aç olmamamıza rağmen neredeyse menüyü getirttik. Bol patates kızartması, çeşitli sigara böreklerinin yanında ben fish o graten (60) yedim, o'grateni pek güzel değildi. Hesap 480 tuttu.

 

Odada aptal bir Amerikan filmi ve bizdeki dans yarışmasının hint versiyonunu seyredip uyuduk.
Sabah 9'da kalkıp Neşe’yi odada bırakarak bir rikşayla iskeleye gittim. Teknelerden inenler dağılıyorlardı, bir ikisine memnun kalıp kalmadıklarını sordum, hepsi çok memnundu, biri 10 000 rupi verdiğinden şikayet etti

Teknelere fiyat sormaya başladım, çoğu rezerve idi ve temizlik yaparak müşterilerini bekliyorlardı. Bir komisyoncuyla iskeleyi baştan sona dolaştık, 4500'den aşağı inen olmadı, ben de 100 dolar (3900) teklif ettim, kimse kabul etmedi.

 

Hindistan için bu kadar büyük bir parayı reddetmelerini aklım almıyor, eninde sonunda işin maliyeti biraz mazot üç öğün yemek. Daha sonra kaptana sorduğuma göre aylık maaşı 2000 rupiymiş(50 dolar). Komisyoncuya da sordum neden bu kadar pahalı diye, tekne yaptırmak çok masraflıymış, bir tekne yüzbinlerce rupiye maloluyormuş.















Gerçekten de çok lüks iki katlı, 5-6 odalı tekneler vardı ama charter şeklinde kiralama burada henüz icad edilmemiş olduğundan ancak grupla gelip kiralamak mümkün.
















Brezilyalı bir çiftle ortak kiralar mısın dediler, olabilir dedim, ama Brezilyalılar benim son şans olarak güvendiğim 4200’lük bir tekneyi tek başlarına kiralayınca, ben de paraya kıyıp 4500’e iki odalı bir tekneyi tek başımıza tuttum. Tekneler ahşap, üzerleri hasır kaplanmış.

Önde geniş bir yaşam alanı var, burada yayılınacak kanapeler koltuklar, kocaman bir yemek masası, TV, DVD, fan gibi lüksler var. Odalar teknenin ortasında yer alıyor ve normal bir otel odasından farkları yok, iki odanın da ayrı ayrı banyosu da mevcut. Biz bir odayı kullandığımızdan diğerinde mürettebat kaldı. Her teknede üç kişi çalışıyor, bir kaptan, bir ahçı, bir de neişolursa adamı. Kaptan teknenin önünde oturup arkasına bakmadan dümen tutuyor, diğer personel ise teknenin en arkasında mutfağın yanında kendilerine ayrılmış bölgeden pek çıkmıyorlar, tuvaletleri de en arkada. Teknede üç öğün mükellef yemek, akşam çayları, kızarmış muzlar, şişe suyu, sabah masala çayı vs fiyata dahil. Kahve ve içkiler ekstra, ancak istersen kendi içkini getirip buzluğa koyabiliyorsun. (Buzdolabı olarak büyük bir buz kutusu var, teknelerin jeneratörleri var ama klima istersen çalıştırıyorlar ve ekstra ücrete tabi. Kaparo verdikten sonra odaya döndüm, çantaları topladık, teknenin hareket saati 11 olduğundan biraz çarşıya çıktık. Komalas’ın barmenine bardan bira alıp alamayacağımı sordum. Ellerinde yokmuş, ama içki satan tek dükkan olan BEVCO’nun (beverages corp.) yerini tarif etti. 4 büyük Kingfisher aldık (44/adet) 

Odaya döndük çantaları toparlayıp rikşa ile tekneye gittik.
Komisyoncu paranın tamamını istedi, ben de soğukkanlı bir tavırla prensip olarak iş bitmeden bütün parayı vermeyeceğimi söyledim. Adam benden daha soğukkanlı bir tavırla burada işlerin böyle yürüdüğünü, paranın tamamını vermeden teknenin kalkmayacağını söyledi.

 

Baktım pek fazla seçeneğim yok, kırmızı çizgimi unutup prensiplerimi çiğnedim, parayı avcuna saydım.
(Aslında itiraf etmem gerekirse bana kalsa ben bu tekne gezisini hayatta yapmazdım, zira fiyatın- en azından Hindistan için, fahişliğinin yanı sıra adamların burunlarından kıl aldırmaz tavrından hiç hoşlanmadım. Gelgör ki Neşe yılların tecrübesi ile benim bu işten cayacağımı hissettiğinden bir haftadır söz üstüne söz aldı, iyi ki de almış)



Saat 11 gibi demir aldık, hemen hemen bütün tekneler aynı anda kalkıyorlar zaten. Önce ana kanaldan epeyce gittik.



Kanalın yanında çok güzel bahçe içinde bungalovlar vardı, turistler ağaçların arasına gerilmiş hamaklarda huzur içinde kitap okuyorlardı.



Burası kara yolu ile Aleppey’e en fazla 2-3 km mesafede olsa gerek. Dönüşte bakmaya karar verdik.
Kaptan önde, güneşten korunmak için elinde şemsiye ile tekneyi kullanıyor. Bizi rahatsız etmemek için hiç arkasına dönmüyor.

 

Önce birer kahve eşiliğinde etrafı seyrettik, sonra yayılıp motorun mırıltısı ile kitap okumaya daldık.



Öğle yemeğini kaçta almak istediğimizi sordular, 2 gibi dedik.
Saat 2 de tekneyi bir ağacın gölgesine bağlayıp Kingfish tava (kıyıdayken ne yemek istediğimizi sormuşlardı, balık demiştik) yanında çeşitli sebzeli yemekler ve salatadan oluşan yemeği yemek masasında hazırladılar.

 

Ayrıca ekmek olarak da bol parotta (kızarmış ince küçük lavaş) vardı. Yemekler lezzetliydi. Bağlandığımız yerde bizim Güney'deki kayıklı Algidacılar gibi motorlu kayıkla karides istakoz satıcısı yanaşıp böcek satmaya çalıştı, istemedik.



Yemek sonrası tekrar yola koyulup kanallarda gezdik. Kah DVD sisteminden oynak Bollywood müzikleri dinledik, kah müziği kapatıp kuş seslerini.
Kanalların kıyılarında pek çok köy var.

 

Köylüler tek katlı evlerinin önünde kanala inen iki üç basamaklı merdivende çamaşır yıkıyor, yıkanıyor


 

çocuklar suda oynaşıyor,



erkekler kanolarla ağ atıyor, balık tutuyor. 




Biz de bir köye yanaştık, yanaştığımız yere bakılırsa bizden buradaki büyük kiliseyi ziyaret etmemiz bekleniyor. 
(Sakallının arkasındaki bizim tekne)




Biz köyün için doğru yürüdük, begonvillerle fotoğraf çekildik.


Hemen tamamen kıyıya dizilmiş tek sıra evden oluşmuş, çok sakin ve küçücük bir köy.









Bizden başka bir iki tekne daha vardı. 

Balıkçılıkla geçiniyorlar, köyde bir iki dükkan olmasına karşın (her şey satan bakkal, bir iki de turistik eşyacı ve balıkçı) okuma salonu eksik değil. 

Suyun kıyısındaki salonda köylüler ciddiyetle ortak gazetelerini okuyorlar.

(Buranın sosyalist bir eyalet olduğunu hatırlatayım, bazı okuma salonlarında kocaman Che duvar resimleri bile var. Yazının başındaki fotoğrafta da görüldüğü gibi her köşede orak-çekiçe rastlamak mümkün.)
Köylü çocuklar kano servislerle okula gidiyorlar.

 

Sri Lanka'da olduğu gibi burada da eğitime çok önem veriliyor, öğrenciler hep bir örnek kareli kıyafetleriyle pek sevimliler.



Köyün iskelesinde yaşlılar aylak oturuyorlardı, fotoğraflarını çekme isteğime hiç tepki vermediler. 



Köyü iyice gezdikten sonra kiliseye de bir göz attık, bahçesi çok güzeldi,




Öğrenciler gruplar halinde fotoğraf çektiriyorlardı.

 

Bir çocuk bozuk para istedi, cebimde kalan son 1 lirayı verdim. Şimdi o köyde, sahibi hangi memlekete ait olduğunu bilmese de 1 Yeni Türk Lirası var.



Kocaman bir ağaç bahçenin köşesini kaplıyordu.

Anladığımıza göre epeyce eski bir kiliseymiş.






Tekneye binip açıldık, kanallarda dolaşmaya devam ettik.
Akşamüstü güneş daha tam batmadan ıssız bir yerde kaptan kıyıya yanaşıp park etmeye kalkınca itiraz ettim. Güneş battıktan sonra balıkçılar ağ atıyorlarmış, bu nedenle kanallarda dolaşmak yasakmış.



“İyi de daha güneş batmadı” diye parayı peşin vermiş adam ezikliğiyle itiraz ettim.



Üçü toplandılar epey düşündükten sonra tekrar açılmaya karar verdiler. Güneş batana kadar kanalda dolaştık, fotoğraf çektim, güneş batınca kıyıya yanaştık.

 

Daha halatları bağlamadan köylü çocuklar teknenin yanına geldiler, hello dediler kalem istediler, biz de hello dedik, kalan kalem ve şekerleri dağıttık . Karşılık olarak bize muz yapraklarından anında ürettikleri minik çanta, çiçek buketi gibi oyuncaklarını hediye ettiler.



Mürettebat arka tarafta kayboldu, biz de yüzümüzü batan güneşe çevirip ilk biraları açtık, süper bir ortam oldu,



Issız bir ırmak kıyısı, şahane manzara , kuş sesleri içinde hava kararana kadar kitap okumaya devam ettik.



Hava kararınca sofrayı kurdurduk, yine balık ve benzeri mezelerle biraları götürdük.



Yemeğin üzerine bir kadeh de cin içince deliksiz uyuma kıvamına geldim.



Gece oda ve yatak çok rahattı, hayatımda bu kadar çok kuş sesi içinde uyumamıştım ama o kadar içince sabaha karşı dilim damağım kurudu.

 

Odadaki bütün suyu da bitirdiğimizden dışarı çıkıp zifiri karanlıkta el yordamıyla teknenin arkasında gittim, buz dolabındaki (tahta buz kutusundaki) son litrelik suyu alıp odaya döndüm, o da zırt diye bitti.



Keşke yudum yudum ağzımı ıslatsaymışım. 
Sabah kadar rüyamda kuşları ve su şişelerini gördüm.



Sabah 7 de motorun çalışmasıyla uyanıp bir duş yapıp dışarı fırladım.




Manzara çok etkileyiciydi.



Suyun yüzeyi çarşaf gibi dümdüz, hafif puslu havada kenardaki ağaç ve evlerin yansımalarıyla kaplıydı. Sabah için önce termosta masala çayı(baharatlı sütlü çay) getirdiler.



Güneş yükselene dek sürekli fotoğraf çektim.



Güneş yükselince kahvaltıyı istedik. Omlet ve marmelatla iki termos daha çay içtik.



Dönüşte kanallardaki pek çok ördek çiftliğinden birinin yanından geçtik.



Saat 9 gibi iskeleye yanaştık. İçtiğimiz kahveler vs için para istemediler, ben de 100 rupi bahşiş verdim, bir de müşteri memnuniyeti anket formu doldurdum.



Mürettebat aylık 2000 rupiye (50 dolar) çalışıyormuş, ve neredeyse her gece teknede yatıyorlarmış (Allah’tan biri dışında evli değillermiş).
Tabi bu fiyata çalışan insanların yanında gecelik 120 dolara tekne kiralamak biraz utandırıcı ama napalım, bu da bizim hayat tarzımız sayılmaz, bir seferlik lüksümüz. Sürekli böyle yaşayanlar utansın.



İyi dileklerle ayrılıp çantaları rikşaya yükledik, Komalas Otele döndük, çantaları bıraktık.
(Dün çıkarken sorunca çantaları bırakabileceğimizi söylemişlerdi.)



Aleppey gerçekten güzel bir kent, iki ana kanal şehri boydan boya kesiyor. Amsterdam gibi kanalda gezen dolmuşlar, gezi tekneleri (tabi kalitede biraz fark var), kayıklar mevcut.



Kanalların üzerinde köprüler, suya sarkan kocaman ağaçlar, suyun yüzeyini yer yer tamamen kapatan su nilüferleri ile görülmeye değer bir yer. Çarşı pazarı da oldukça hareketli, kanal boyunda dolaşırken sürekli birileri yanaşıp, geziteknesi, house boat ya da marihuana teklif ediyor.



Biri 3500’e house boat teklif etti, ama tipi pek güvenilir değildi.


Keralada taksiler hep aynı beyaz Fiat olmakla birlikte burada taksiciler de bembeyazdı.



Bir de küçük kanalları gezelim dedik, kürekli kanoların saati 150 rupi imiş, istediğin kadar kiralanabiliyormuş. Biz iki saat yeter diye düşündük, 250 rupiye anlaştık.

 

Yan yana da oturulabilen daha geniş tekneler olmasına karşın biz karşılıklı yüz yüze oturulan ince bir kano seçtik. Karşılıklı iki alçak minderli koltuğun üzerinde güneşten korunmak için de bir çardak var. Kanocu motorsuz tekneyi kısa bir kürekle hareket ettiriyor.

 

 Neşe önce sırtını kürekçiye doğru verdi, sonra şehir içindeki kanalın suyu pis göründüğünden üzerine sıçrayacak diye tedirgin oldu, yer değiştirelim dedi. Bunu kayıkçıya söylemeden kendi başımıza giden kanoda yapmaya kalkınca aniden alabora olma tehlikesi atlattık.

 

Kanalda içinde ayakta duran adamlar görüyordum ama meğer pek dengesiz bir aletmiş bu kanolar. Kayıkçı da panik yaptı, hemen eski pozisyonlarımıza döndük, kıyıya yanaştı, orada biri kanoyu tuttu da yer değiştirdik.



Fış fış kürekle epey yavaş hareket edildiğinden ancak 45 dakikada şehirden çıkıp dar kanalların ağzına vardık. Büyük houseboat’ların giremediği bu kanallar gerçekten etkileyici idi.

 

Suyun yüzeyine yakın olmak da güzeldi, ben sağlıklı görünen bir nilüferi kökleriyle beraber tekneye aldım.



Naylon torbaya koyup sürekli sulayarak İzmir’e kadar getirdim, tatlı su dolu leğende yaşatmaya çalıştım, ama vatan hasretinden çürüdü gitti.



Evlerin arasındaki sokaklar hatta bahçeler gibi kullanılan bu kanalların bazılarının ağzına ip çekmişler, içeri sokmuyorlar. Başımızın üzerine sarkan dallarla köylülerin çamaşır yıkamalarını, günlük hayatlarını bu kez yakından izledik.

 

Burada özellikle kadınlar 5 dakika boş durmamakla birlikte çat çat çamaşır yıkamak en büyük meşgaleleri. Bir çamaşır makineleri veya deterjanları olsa neredeyse işsiz kalacaklar.
2 saatlik tur bitip de karaya çıkınca kanallara ve suya doymuş olarak dün tekneden gördüğümüz kanal kıyısı otellere gitmekten vaz geçtik, Cochin’e otobüs sorduk. Otobüsler yarım saatte bir kalkıyormuş, ama pek konforlu değildi,



yine trenle gitmeye karar verdik. Çarşıdan bol miktarda ayurvedik sabun, krem diş macunu vs. aldık. Baharatçı da çoktu ama daha Sri Lanka baharatlarını bitirmediğimizden pek iltifat etmedik. Yıldız şeklinde anasonlu bir şey vardı, tadı kokusu ilginçti ama Türkiye’ye dönünce insanın deneyselliği pek kalmıyor ve böyel baharatlar mundar oluyor.



Bu nedenle oraya özgü daha açık renkli, kalın kıvrık kabuktan ziyade ince kıymık şeklinde ve daha tatlı bir tarçın çeşidi dışında baharat almadık.
Otelden çantaları alıp bir rikşaya atladık, "istasyona çek ama önce plaja" dedik. Yol üzerindeki plajı gelirken şehre gece vardığımızdan pek görememiştik, ama o satte de yemek büfeleriyle piyasasıyla oldukça canlı bir yere benziyordu. Güzel sakin bir plajmış, üstelik dalgasızdı! Rehberlerde methedilen şehir parkında da durduk, ama gündüz vakti kimse yoktu. 



Rikşacı kendi evini görmek isteyip istemediğimizi sordu. Bu burada bir rikşacı geleneği herhalde, Varkala’dan sonra ikinci defa oluyor, tren satine epeyce olduğundan kabul ettik. Ara sokaklara girdi, bir evin önünde durduk. Kapıyı çaldı karısını çocuklarını çağırdı, bizi onlara, onları bize gösterdi. Rikşadan inmeden selamlaştık. İlla da indirdi, evin yanındaki müştemilatta kendine ait mum imalathanesini gösterdi (Bildiğimiz beyaz elektrik kesintisi mumu üretiyormuş).



Biz de bu dostluk gösterisine 200 gram Tadım beyaz nohutla karşılık verdik. İyi dileklerle evden ayrılıp istasyona geldik.

 

Biz saat 14 trenine niyetlenmişken bir önceki 12 50 tereni rötar yapmış, perondaydı, koştuk bindik, Fort Koçin’e doğru yola koyulduk.




Neşe muz yaprağında satılan pilavdan yememe karşı çıktı, inince yeriz dedi.