05 Eylül, 2006

DOĞU KARADENİZ I , Temmuz '06
(Trabzon, Rize, Artvin)

















Fas dönüşü yaz tatilimizi Doğu Karadeniz’de ve Can’la geçirmeye karar vermiştik. Niyetimiz arabayla bir hafta on gün yaylaları turlamaktı.
İş ciddiye binince bir hesap ettik ki, kabaca 4000 kilometre, yani gezi 10 gün sürse günde 400 km yol katetmemiz gerekecek. Araba kullanmayı pek istemediğimden son anda uçak + kiralık araba modelinde karar kıldık. Uçak için son gün bilet aldığımızdan biraz pahalı oldu, ama çok rahat ettik.

Sunexpress'in direk uçuşu ile iki saatte Trabzon'a vardık. Can uçaktan hiç korkmadı.















Trabzon'lular dünyada ilk kez gördüğüm bir uygulama ile yolcu bekleyenleri dışarda tutmayıp içeri aldığından, bagaj bandının başında uçaktan inenler ve karşılayanlar mahşeri bir kalabalık oluşturdu. Bekleyen kisvesi altında çanta hırsızlarının da içeri girebileceğini düşünerek bandın başından da ayrılamadım. Kan ter içinde bagajlarımızı alıp çıkınca önceden sözleştiğimiz araba kiralama şirketinin sorumlusu Ali'yi aradık , iki araba getirdi.















Dizel Peugeot 307 ve Benzinli Skoda Octavia. İkisi de sıfır sayılırdı, fiyatları da aynıydı (500YTL/7 gün) ama 307 çok sigara kokuyordu, Octavia daha hoşumuza gitti. İyi de oldu, çok rahat ettik dağ yollarında bizi üzmedi.
















Aslında havaalanından da araba kiralamak mümkünmüş, hemen orada haftalık 400 YTL'ye dizel Albea teklif ettiler, pazarlığa da açık gözüküyorlardı.
Arabayı aldıktan sonra gece karanlığında İzmir’deyken yabancı bir Türkiye rehberinden Trabzon'da kalınabilecek en iyi yer olduğunu okuyup, sabah telefonla yer ayırttığım Santa Maria kilisesini aramaya başladık. Gece vakti zor oldu. Rahibin vurulduğu kilise deyince gençler bildi, tarif ettiler.
Kapıyı çaldım, diafondan sabah telefonla konuştuğum Nico ‘Kim o?’ diye sordu. Kendimi tanıttım, geldi kapıyı açtı, arabayı park etmemize yardımcı oldu. Sabah İzmir’den arayıp akşama nasıl arabayla gelebildiğimize şaştı.





















Kilise 150 yıllıkmış. Gürcistan’dan kovulan katolik rahipler kurmuşlar. Nico ve eşi Elena bahçede çardağın altında bize karamelli çay ikram ettiler. 13 yıl önce Romanya’dan kilisede yardımcılık yapmak için gelmişler. Orada da gönüllü olarak kilisede yardımcılık yapıyorlarmış. Türkiye’yi çok sevmişler, Türkçe öğrenmişler, ayrılamamışlar. Çevreyle de araları da çok iyi imiş, komşulardan gelen baklavaları sabah kahvaltısında yedik.
Niko ve Elena çok tatlı, dürüst , konuksever insanlardı.
















Sosyalist dönemden nefret ediyorlardı. Gençliklerinde parkta otururken polis gelip siz niye işte değilsiniz diye kimlik sorarmış.
Kilisenin hostel kısmını papaz üç yıl önce, içip rezalet çıkaran Japonlardan bıktığı için kapatmış. Yine de gelenleri açıkta bırakmıyorlarmış. Bizimle birlikte bir Avusturyalı ve bir Amerikalı çift de kalıyorlardı.





















Odalar temizdi, Can için başka odaları da kullanabileceğimizi söylediler, iki odaya yayıldık. Banyoda taharet musluğu yoktu ama bide vardı. Sabah birlikte çay içtik, kiliseyi gezdik. Papazın vurulduğu yer üzücüydü, kilisenin içinde de bir hatıra köşesi yapmışlar.



 















Öldürülen papazdan sonra atanan ve geçen hafta kalçasından bıçaklanan Papaz da Samsun’dan dönmüş. Onunla da tanıştık, pek neşeliydi, bıçaklanmasını gülerek anlattı: Kitap sergisini gezerken kalçasında birşey hissetmiş, yoklayınca eline bıçağın sapı gelmiş. ‘Deli bir çocuktu’ dedi, hiç umurunda değildi.
















Kilisede konaklamak üceretsiz,isteyen bağış yapıyor, ben 30 YTL verdim. Biz teşekkür edecekken onlar bize kendilerine güvenip kilisede kaldığımız için teşekkür ettiler. Söylediklerine göre kilise tarihinde orada kalan ilk müslümanlar bizmişiz. Niko ısrarla para vermek zorunda değilsiniz dedi, ben yine de önceden planladığım miktarı verdim. ( Merkezde sorduğumuz iyi bir otel 50 YTL idi) Vedalaşarak çıktık. Trabzon’u bir turladık, Bonus’la 80 YTL lik benzin aldık, sahil yolundan doğu’ya doğru ilerlemeye başladık. Hem ben daha önce gördüğümden, hem de Can’la çıkış zor olacağından Sümela Manastırına girmedik, Maçka’yı direk geçtik.
Sürmene’de peynirli yumurtalı (3,5), ve kuşbaşılı soğanlı (4,5) pide ile kahvaltı ettik (9YTL).

















Çok güzeldi ama soğanlı olan midemizi kaynattı. Bu Karadenizlilerin yaptığına pide deniyorsa biz başka bir şey yiyoruz. Burada pideden anlaşılan kenarından koparılıp ortasına banılan bir şey. Balıkçıda sadece alabalık(5) ve çiftlik balığı (10) vardı. Yemekten sonra sahili Gümüşhane’ye bağlayan Yağmurdere yolundan içeri girdik. Yol kıvrılarak köylerin arasından geçiyormuş.

















Üzümlü köyünde su doldururken çeşme başındaki Paşa Amca’yla sohbet ettik. Askerliğini İzmir’de yapmış, 70 yaşındaymış, en büyük amacı dünya turu yapmakmış. Hiç yurtdışına çıktın mı peki diye sordum, çıkmamış. Bize yolu göstermek için arabaya bindi, onu cenazeye gideceği Petekli köyünde indirdik. Cenazede hep yaşlılar vardı.


















Dağlar ve evler çok etkileyici. Sahile inip bir süre gittikten sonra Uzungöl’e gitmek üzere tekrar Of’tan içeriye girdik
































Çaykara’yı gezdik. Yolda Nişanyan’ların kitabından aklımda kalan tek yer ( Kitabı yanımıza almayı unutmuşuz, nasıl olsa yanımızda olacak diye de pek üstünkörü göz atmıştım) olan Ataköy tabelasını görünce köy yoluna saptık. Köyün tabelasının yanında Cevdet Sunay müzesinin de tabelası vardı. Tırman tırman ilk evlere vardık. Yemyeşil dağlara yayılmış bir köy, karşıki dağlar köyün mahalleleri oluyor. 1000 nüfuslu köy Bornova’dan büyük alan kaplıyor.

















Yeşil dağların yamaçlarında tek araba geçebilecek genişlikteki beton yol kıvrıla kıvrıla, oraya da nasıl ev yapmışlar dediğin bütün evlerin önünden geçiyor.

Evlerinin balkonunda oturan yaşlı teyzelere Cevdet Sunay’ın evini sorduk, karşıki dağın tepesinde bir yerleri işaret ettiler. Tanırlarmış, Haşlamaoğullarındanmış. Cumhurbaşkanı olduktan sonra bir defa köye de gelmiş.
















Haydi, tırman tırman, evin yakınına geldik, ama arabayı parkedecek bir genişlik bulmak için epey devam etmek zorunda kaldık. Can arabada uyuduğu için müzeyi sırayla gezdik.





























Müzeye yürürken, bir yandan geçen yüzyılın başında yolu izi olmayan bu dağın tepesinde doğan bir çocuğun eğitim görüp cumhurbaşkanlığına kadar yükselmesinin ne meşakkatli bir iş olduğunu düşünüyor ( bu kısım Mehmet Yaşin tarzı oldu) , bir yandan da giriş için para isterlerse, bu kadar yolu tırmanıp da müzeye geldiğimiz için asıl bize para verilmesi gerektiği argümanımı mantıklı temellere oturtmaya çalışıyordum (işte bu olmadı).
















Neyse para mara yokmuş, sadece bir deftere adını yazıp imzalamak gerekiyormuş.

















Müzenin il özel idaresinden görevlendirilen bekçisi çok vazifeperverdi. Her gelene (inanılır gibi değil ama bir aile daha geziyordu bu, dağların en tepesindeki evi) tek tek izahat veriyordu, dış kapıya da cep telefonu numarasını yazmıştı.
Müzede Sunay’ın İstanbul'daki evinde kullandığı, bizim evde de bulunan Rowenta ekmek kızartma makinesi, AEG fırın, Grundig makaralı teyp ve ‘70lerin astronot kafalı televizyonu ilginçti.




























Köyün girişinde Ataköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesi süper manzarası ile ilaçsız tedaviyi bile mümkün kılabilecek nitelikteydi.


 













Pazar günü olduğu için bekçiden öğrendiğime göre iki psikiyatrist çalışıyormuş, ve hastane doluymuş.

Yazma hevesi gelirse devamı (Trabzon Uzungöl, Rize Ayder-Güneysu, Artvin Macahel, Borçka Karagöl, Erzurum İspir) yakında burada...