25 Eylül, 2013

İRAN (İsfahan-Aralık 2012)






1.Yıl sonunda yanacak 5 günlük iznim kalmıştı.



2.Dayımın oğlu Ali de aynı durumdaymış, bir yerlere gitsek diyordu. 
Kendisi çocukluk arkadaşım olduğu gibi aynı zamanda meslektaşımdır



 3.Son günlerde gündemde olan İran’ı tekrar görmek istiyordum. Ali'lerde izlediğim bir İran filminden sonra bu isteğim şiddetlenmişti.



4.THY İsfahan’a direk uçmaya başladığı için promosyon amacıyla gidiş dönüş 99 euroya bilet satıyordu.


 
Bu dört faktör birleşince Aralık ayının son haftasında ne yapacağımız belli oldu. Biletleri alıncaya kadar Ali’ye nereye gittiğimizi söylemedim. O da sağolsun bana güvendi, sormadı. İstanbul’daki Masumiyet Müzesini çok merak ettiğim için İzmir-İstanbul biletini İran uçağından erken saate aldım.


Pazar günü öğlen saatlerinde İstanbul’a indik. Havataş ile 10 lira karşılığında Taksim’e ulaştık.

 

Cihangir’deki müzeye giderken yolda İstiklal'deki kiliseyi de gezdik.



Ali'nin  sırtında çanta olmaması çantasını havaalanı emanetine bıraktığından.
Bana da emanet ısmarlamak için çok ısrar etti ama ben prensip olarak karşı çıktım.
Çantamı özlüyorum.

 

Yapı Kredi yayınlarına uğrayıp yabancı ev sahiplerine standart hediyem olan Bahadır Baruter'in Ruhaltı kitabını aldım. Ali de işportadan İstanbul yazan bir kupa aldı.
Ayrıca dış hatlara incelensin diye bırakılmış kocaman, ciltli, İngilizce bir Türkiye kitabını da münasip bir hediye olacağını düşünerek yanımıza aldık.




Masumiyet Müzesi romanı beni çok etkilemişti. 
Müzesi daha  çok etkiledi.
Orhan Pamuk, ya da 11’e 10 kala filmindeki Mithat Bey gibi biriktirmek, bence yaşlanma ve ölüm karşısındaki zavallı bir avuntu arayışı.












Ben de seyahatlerimi yazıya dökmeden çok öncesinde yaşadıklarımı unutmamak için kronolojik fotoğraflar çeker, uçak-otobüs bileti, restoran peçetesi, yerden bulunmuş taş parçası gibi ıvır zıvırı biriktirirdim (hala da biriktiriyorum) İtiraf edeyim ki bu blogdaki yazıları da paylaşmaktan çok hatırlamak, unutmamak için yazıyorum.

 

 Bu biriktirme duygusu bazı insanların içinde fabrika çıkışı oluyor. Sonradan edinilemeyeceği gibi vazgeçilebilir bir şey de değil. 
Her şeyi (bence vandallık derecesinde) atan annelerimiz, karılarımız olmasa bizim gibilerin eninde sonunda çöp evde yaşaması mukadder.

 

Bu nedenle Orhan Pamuk’u da, romanının kahramanı Kemal’i de çok iyi anladım; çektikleri eziyeti ruhumda hissettim.
Orhan Pamuk'un yazar olarak başarısı bence kendi içine bakıp bakıp gördüklerini dürüstçe ve samimi bir uslupla yazmasında, zira Afrika’dan Filipinler’e herkesin içinde benzer duygular, anılar var. 
Zekasını bu müze işinde de konuşturmuş. Romanın bölümleri birer camekan içinde eski objelerle, fotoğraflarla canlandırılmış.



 Bazı camekanların önünde dakikalarca durdum, gazete küpürlerindeki yazıları okumaya çalıştım.
Aşağıdaki en hoşuma giden camekan oldu, fotoğraf çekmeyin demişler ama dayanamayıp çektim.

 

 Velhasılı müze kapanıp dışarı atılana kadar içerde kaldık. Müzeye gitmeye niyetlenince romandaki bileti kitabın sonunda aradım, bulamadım. Meğer Kemal bir sohbet sırasında (474. sayfada) “Bileti de buraya koyalım , okurlarımız gelip müzeyi gezerken kitaplarını damgalatsınlar” diyormuş. 



Gerçi bulsam da 15 lira için tuğla gibi kitabı İzmir’den İsfahan’a götürüp götürmeyeceğim konusunda emin değildim.
Galatasaray’daki hayvanseverler önümüzdeki hafta idrak edilecek olan yılbaşında hindi kesilmemesi için eylem yapıyor, slogan atıyorlardı.
Bana şaka gibi geldi ama değildi.



 O sıralar sıradan bir park olan gezinin önünden Havataş otobüsüne binip havalanına döndük. 
Havaalanında Yapı Kredi salonu boştu. Bu sefer bir değişiklik yapıp kendime meze tabağı hazırlayıp birkaç kadeh rakı içerek sosyete dergilerindeki cemiyet resimlerine baktım.

 

 Eskiden televizyonda ne güzel magazin programları olurdu, cemiyetten son haberleri alırdık. Şimdi dizi ve yarışmadan geçilmiyor.
Bizim televizyonlar seyircileri gibi ifratla tefrit arasında gidip geliyorlar.

 

 Ufak bir Airbus olan uçağımızda eğlence sistemi olarak ekran olmadığı gibi sadece 3 radyo kanalı (TSM, THM, Rap) vardı.
Ayrıca alkollü içki servisi yoktu.

 

 O sırada henüz diğer hatlarda yayılıp medyaya yansımadığından  ilk defa rastladığım bu uygulamaya çok şaşırdım. 
Hostes, İran makamlarının izin vermediğini, uçakta alkollü içecek bulurlarsa büyük ceza kestiklerini söyledi. 
TSM, THM, Rap hakkında ise bir açıklama getiremedi. 

Yolcular genelde erkekti.

 

 Saat 02 30'da İsfahan’a indik.
Havaalanı karanlık, ıssız. Etrafta başka uçak görünmüyor.

 

 Pasaport polisi İranlıları hızla geçirirken bizim pasaportları alıkoydu, sertçe:
“Geçin oturun” dedi. Beklerken fark ettik ki Ali’nin pasaportunun süresinin bitmesine 6 aydan az kalmış. Pasaportu alıkonan 5-6 Türk, tüm yolcular bitene kadar bekledik.
Havaalanı yeni yapılmışa benziyor.

 

Tuvaletlerde abdest için musluklar var.



 Sırayla adımızı seslenip ilk defa pasaport görüyormuşçasına uzun uzun incelediler ama boş bir inceleme. 
Öylesine; ilginç bir şeymiş gibi inceliyorlar. Nitekim tarihi fark etmediler, damgaları bastılar dışarı çıktık.
Hava kirli ve sisli. Üzerimize kimse atlamadığı gibi sona kaldığımızdan otoparktaki 2-3 taksinin hepsi de kapılmış.

 

 Allahtan beraber geldiğimiz Türklerden biri “Abi buraya gelin, beraber gidelim” dedi de onun taksiye sığıştık. Zaten burada taksiler boş koltuk olduğu sürece dolmuş şeklinde kullanılıyormuş.

 

Couchsurfing'den bulduğumuz ev sahibimiz Halil bize havaalanından telefon kartı almamamızı, kendi telefonumuzdan da onu sakın aramamamızı, kendisini aramak için taksicinin telefonunu kullanmamızı söylemişti. Taksiciye Halil’in numarasını verdik, konuştu, adresi aldı..
Halil bizi sabaha karşı üçbuçukta sokakta karşıladı, taksinin parasını ödedi.



Bu Couchsurfing anladığım kadarıyla İran’da illegal ama pek popüler.
Sitede birisine istek gönderirken şehirdeki diğer üyeler de bu isteğini görsün mü diye bir seçenek var. İlk kez İran'da ev sahibi ararken bu şıkkı işaretledim.
Yazdıklarımdan başka (bir kısmı karşı cinsten olmak üzere) 3 konaklama, 10 dan fazla da buluşup şehri gezdirme daveti aldım.
En kafama uygun Halil ve ailesini gördüğümden diğerlerini özür dileyerek refüze ettim.

 

 Aslında teorik olarak İran’dan internete girilemiyor.
Değil Couchsurfing; uluslararası hiç bir site açılmıyor. (Muhtemelen İran Telekomünikasyon Kurumu anlamına gelen renkli arap harfleri çıkıyor)

 

Hatta bir ara intranet yapmak istemişler (sadece İran içi ağ) ama olmamış. 
Fakat herkesin bilgisayarında VPN programları kurulu, bu sayede girilmeyen site yok.




 Halil bir İngilizce dil kursunun sahibi ve yöneticisi.
İngilizce’yi kendisi de İsfahan’da kursa giderek öğrenmiş, çok çalışmış öğretmen olmuş, sonra kayınpederinin de desteğiyle kendi okulunu açmış.

 

Hiç İngilizce konuşulan bir ülkeye gitmemiş olmasına karşın güzel bir İngiliz aksanı var.
Eve girdik, eşi ve kızı uyuyorlardı.

 

 Biraz sohbet ettikten sonra odamızı (kızı Hasti’nin odası) gösterdi, sabah 4 30 gibi yattık.

 

Naturası biraz mızmız olduğundan Hasti'nin pembe çiçekli çocuk yatağını Ali’ye ikram ettim,

 

 Ben de yere halının üzerine kıvrıldım.
 O kadar çok uykum vardı ki uyuyamadım.

 

 Sabah 7 ‘de kalktık.
Halil salonda uyuyordu, tıkırtımıza uyandı.

 

 Çay demledi ekmek, tereyağ falan çıkardı, ayaküstü atıştırdık.

 

 Bize para bozdurana kadar kullanmamız için 150 bin tümen İran parası, belediye otobüsleri için elektronik bir kart, gerekirse kendisini aramamız için sim kart, cep telefonu ve harita verdi, şehri tanıttı.

 

Böyle ev sahibi dostlar başına!

 

Eşi Azade de uyandı tanıştık. Fazla oylanmadan İsfahan'daki ilk günümüze çıktık.
Evin önündeki otobüs durağından merkeze giden otobüse bindik. Durağımızın adı Bog Kadir (Bog'gadiiir diye söyleniyor, Kadir'in bağı anlamına geliyormuş). Zaten 3 gün boyunca anladığımız kadarıyla bizim Türkçe sandığımız dil Farsçaymış, (Ya da onların Farsça sandıkları dil Türkçe). Aksanı çözdün mü her şeyi anlıyorsun. Kelimeleri biraz kaba telaffuz edip sonunu uzatmak gerek.
Belediye otobüsü ortasından haremlik selamlık ayrılmış. Ön kapıyı erkekler kullanıyor, ortada beşli sıra var arkaya geçmek mümkün değil. 
Şehir merkezine yaklaşırken yol tıkandı. Nümayiş yapan bir grup yolu kapatmış, slogan falan atıyorlar.

 

Politik zannedip sorduk, maaşlarını alamayan belediye işçileriymiş.
Ben otobüsün içinden bir iki fotoğraf çektim. 
Baktık yolun açılacağı yok, inip yürümeye karar verdik. İnerken insanlar dostça nümayişin fotoğrafını çekmememizi, eğer etraftaki devrim muhafızları fotoğraf çektiğimizi görürlerse makinemizi bile alabileceklerini söylediler 
Bizimle inen genç bir delikanlı bizi çarşıya götürmeye talip oldu, adı Reza imiş.





Üniversitede mühendislik okuyormuş, rejimden pek şikayetçi değilmiş. Reza bizi Nakşi Cihan (yani cihanın süsü ) denen İsfahan’ın merkezindeki büyük tarihi meydana götürdü. Eskiden Şah, şimdi İmam diye de adlandırılan bu meydan çepeçevre tarihi bir kapalıçarşı ile çevrilmiş. Ayrıca üç kenarında tarihi camiler ve konaklar var.

 

Biz de bir kenardan alanı çevreleyen kapalı çarşıya daldık. 
Genelde turistik eşya satan mağazalar olsa da don ya da baharat satan lokal dükkanlar da mevcut.
 Bombardımanlarla yıkılan Halep’in kapalı çarşısını andırıyor.

 

 Ufak bir lokantaya girip yemeklere baktık. Bir kazanda tavuklu keşkeğe benzeyen baharatlı bir çorba kaynıyor. Ortada büyük bir saç tavanın köşesinde tantuni benzeri et var.

 

Bize bundan yap dedik. 
Etten biraz alıp, baharatla karıştırıp kepçe gibi bir şeye bastırdı, tavanın altındaki ocağın üzerine sürdü, ısıttı, sonra yufka ekmeğinin üzerine ters çevirdi.

 

 Karışık otlardan oluşan bir salatayla getirdi. 
İran’da salata hep böyle nane, reyhan gibi karışık rayihalı otlar, bir iki ufak taze soğan ve  birkaç küçük kırmızı turptan oluşuyor.

 

Çorbadan da bir tas isteyip tadına baktık. Bu seyahatte nedense not almadığımdan ve İran milli parası da hem değersiz (bol sıfırlı) hem de kafa karıştırıcı şekilde değişik adlarla anıldığından fiyatları tam hatırlayamıyorum, ama bu yemeğe ayranlarla birlikte iki kişi 7-8 lira karşılığı bir para verdik.
İran ayranları Nahcivan'dan ithal edilmiş ve Sek'in  daha yeni piyasaya sürdüğü şekilde naneli.



Karnımız doyunca kapalı çarşıda dolaşmaya başladık.

 

 Çarşıda giyecek, yiyecek, turistik eşya, aklına ne gelirse satılıyor. Özellikle baharatçılar benim ilgimi çekti. Anadolu’da keş denen kurutulmuş peynir  çeşitli geometrik şekillerde satılıyor. Bunlardan karışık bir kilo aldım. Ayrıca bizde bulunmayan ufak bir cins yer fıstığının kilosunun 5 lira olduğunu görünce ondan da bir kilo tarttırdım.  Gulpare diye bir baharat gösterdiler, turşuya katılınca güzel oluyormuş, biraz da ondan aldım. Geçen hafta ilk defa kornişon turşusuna kattım, pek güzel oldu, değişik bir koku verdi.

 

Seyyar satıcılar hurma ile kesilmiş hindistan cevizi satıyorlardı. Daha sonra Halil'in söylediğine göre bu ikisi birlikte pek lezzetli gittiğinden beraber satılıyormuş.

 

Bir de İsfahan'ın Gaz diye meşhur bir şekerlemesi var, bizim kandil helvasına benziyor, onu satan dükkanlar da pek çok.

 

 Biz bir kutu aldık ama Halil aldığımızı beğenmedi. 
Son gün bize en kalitelisinden birer kutu gaz hediye etti.



Çarşının çevrelediği meydana çıktık.
Hava güzel, güneşli.

 

 İsfahanlılar Aralık güneşinde bahçelere yayılmış. 
Turizm Polisine girdim, İngilizce konuşan türbanlı bir genç kız yardımcı oldu, döviz bürolarının yerini tarif etti.

 

 Hemen yakındaki Sepah Caddesi'nde sıra sıra bir sürü döviz bürosu varmış.

 

 Kurlar sabit, 1 dolar yaklaşık 13000 riyal bu da 1300 tümen ediyor. Belki daha iyi kur buluruz diye 100 dolar bozdurdum.

 

Buradan İmam Hüseyin Meydanı'na çıkıp Cahar Bag Abbasi Caddesinden dümdüz yürüdük.

 

 Bizim Gazi bulvarına benzeyen ortası çınarlı bu caddenin sonunda İsfahan’ın simgesi Si-o-seh köprüsüne çıktık.

 

Zayande Nehrinin üstündeki 500 yıllık bu köprü gerçekten pek etkileyici ancak nehir yok.

 

Barajlarda su azaldığı için nadiren bırakılıyormuş.

 

Dere kıyısındaki parklar ve köprünün üzeri İranlı gençlerin vakit öldürdüğü yerler.

 

 N'aapsınlar, gidecek başka yer yok.

 

 Çift halinde gezenler  çok.

 

Köprünün üzerinde oturacak yerler hep dolu.



 Çarşı iznindeki askerler köprünün önünde havalı pozlar veriyorlar. 
(Çarşı iznindeki asker tipi, kıyafeti Foça'dakilerin aynısı)

 

 LP rehberi eskiden bu köprünün altında çayhaneler olduğunu ama şimdi sadece bir ucundakinin açık olduğunu yazmış. Yorgunluğumuzu atmak ve İran çayı içmek için heyecanla aradık taradık, bulamadık. 
 Sorduk, "Çayhanaa" dedik, hemen anladılar. 

  

 Bize arka sokaklarda bir yer tarif ettiler. 
Aradık, taradık, bulamadık. 
Gittik bir daha sorduk, götürdüler, bulduk.

 

 Esnaf çay ocağı gibi bir yer, içerdeki iki üç masada nargile içenler de var.

 

 Dolabın içinde tabaklara konmuş zerde gibi bir şey gördüm, nedir bir türlü anlatamadılar. 
Bir tane söyledik, bal kabağı reçeliymiş.

 

İsfahan’a gelirken çay bahçelerinde ne güzel otururuz diye hayal ediyordum. 
Burası 3 gün boyunca İran’da bulabildiğimiz tek çayhane oldu.

 

 Sonradan öğrendiğimize göre kızlarla oğlanlar kaynaşmasın diye çayhaneler bir bir kapatılmış.

 

 En sonunda sıra turistik bir yer olan köprünün altındakine gelmiş.

 

 Muhtemelen 500 yıldır köprünün altında çayhane olmayan ilk döneme denk gelmişiz.

 

 Köprünün etrafında geniş parklar yeşillikler var ama tek bir tesis yok.

 

 Yakınlarda pizzacı, lokanta falan da yok. 
Yokoğlu yok! Aileler, çiftler çayıra kilim serip termostan çay içiyorlar.

 

 Gelmeden okumuştum, İranlıların pikniği meşhur yazıyordu,  demek bundanmış.

 

 Çayımızı içip dinlendikten sonra sokaklarda dolaştık. 
Ben bir gözlükçüde gözlük beğendim, fiyatlar da makuldü ama yanımda reçetem olmadığından yaptırmadım. (İyi bir çerçeve, camlarıyla birlikte 50 lira civarındaydı) 
Biraz sonra köprünün cazibesine kapılıp geri döndük,

 

 Üzerinde ve karşısında oturup ayak aylak geleni geçeni seyrettik.

 

 Derenin kıyısında yatıp uyuduk.

 

 Batan güneşin ışıkları altında sararan köprüyü piksel manyağı yaptık. 
 ( O da bu kadar fotojenik olmasaydı)

 

 Güneş batınca hava soğudu, Cahar Bag Abbasi caddesinden Halil'lerin evine giden otobüsün durağına yürüdük.

 

 Yolda her lokantanın önünde satılan standart bir çorba kazanını görünce birisine  bu nedir diye sordum 
“Aş” dedi 
“Haa ver bakalım bir tas tadalım” dedik 
Ispanak, mercimek, soğan, baharat, keş vs aklına ne gelirse katılarak yapılmış adeta aşure varyantı pek leziz bir çorbaydı.

 

 Yan masadaki Azeri çift Türk olduğumuzu anlayınca bizimle ilgilendiler, garsona seslenip keşkek gibi başka bir çorbadan da tattırtdılar

 

 Müzik aletleri satan bir pasaja girdik, 
Bingöl'ün tek alışveriş merkezine benziyordu.

 

 Kardeşim Tayfun için bir santur baktım. Orta kalitede olanlar 150 lira civarındaydı. 
Taşımak zor geldi, almadım.

 

 Türkiye’den gelip saz baktığımızı duyan bir tezgahtar bize santurla Tarkan'dan Asla Vazgeçemem çaldı.

 

 Halil’in verdiği kartı basarak otobüse bindik, semtimizin adını söyledik .

 

İn dedikleri yerde inip Halil’i aradık.
Arabayla gelip bizi aldı, okula götürdü. 
Okulun adı  Sokhansara. Halil çok azimli bir insan, kendisinin de İngilizceyi 10 yıl önce İsfahan’da öğrendiğine inanamadım, zira aksansız süper İngilizce konuşuyor. 
“Yani hiç İngiltere’ye gitmedin mi” dedim 
Bir kez Gürcistan'a, geçen sene de Türkiye’ye gitmiş; başka da yer görmemiş. 
Türkiye’de en beğendikleri yerler Van ve Konya olmuş. 
En çok arabaların temizliğine (ve tabi ki benzinin pahalılığına) hayret etmiş. 
Kendisinin de Bursa'da üretilmiş Megane 2 si var.

 

 Yaklaşık Türkiye’deki fiyata almış. Bizim benzinliklerdeki bedava otomatik yıkama sistemini keşfedene kadar arabası kirli diye epey utanmış. Ayrıca bunların arabaları nasıl bu kadar temiz olabiliyor diye kafayı yemiş.
Türkiye'de hiç içki içmemiş, zaten hayatta ağzına alkol değdirmemiş. 

Dersanede teneffüse denk geldik. Halil’in odası aynı zamanda öğretmenler odası. Çaylar tepsiyle geldi, kremalı bisküviler çıktı. Öğretmenler bizimle çok ilgilendiler, sürekli Türkiye ile ilgili sorular sordular. 
Uçaktan lazım olur diye aldığım bir Today’s Zaman gazetesini bırakıp “Türkiye gündemi hakkında merak ettiklerinizi buradan okur öğrenirsiniz” dedim. Ertesi gün gazete okunmaktan perişan olmuştu. 
Ahmedinejat'a açıktan giydirmekten hiç çekinmiyorlardı. Ortam gayet dostça ve disiplinliydi. Ders zili çalınca hepsi sınıflarına dağıldılar. Halil’in iki kız kardeşi kaldı, onlar da öğretmenmiş ama dersleri yokmuş.

 

Kızlar pek cabbardı. Sonradan Celil adında bir kardeşleri daha geldi. O da hem Mevlana üzerine edebiyat doktorası yapıyor, hem İngilizce dersi veriyormuş.

 

 Daha sonraki günlerde de görüştük.
Pek yakışıklı, duygusal bir adamdı. Evlenemedi, evde kaldı diye takılıyorlardı.

 

Dersler saat 9'da bitti. 
Ortalığı kapatmak, Hasti’yi uyandırıp arabayla eve varmak 10'u buldu.

 

 Azade de kabak kemane dersinden yeni gelmiş, yemek hazırlıyordu.
Halil hemen elini yıkayıp bize meyve suyu sıkmaya başladı. İran’dan almak istediğim tek şey bu meyve sıkacağı oldu ama denk getirip alamadım.

 

 Bizdeki sarımsak sıkacaklarına benzeyen alüminyum döküm bir aletti. Halil kaldığımız her gece yere örtü serip üzerinde bardak bardak meyve suyu sıktı, ayrıca önümüze kocaman meyve tabakları koydu.

 

Bu meyve tabaklarında da İran’da yediğim en şaşırtıcı şeyi buldum: Limu şirin – tatlı limon. Ben dünyada yemediğim, bilmediğim meyve kalmadı sanıyordum, yanıbaşımızda varmış. Bu meyve görünüş olarak aynen yuvarlakça bir limona benziyor, içinin dışının hiçbir farkı yok. Ama ısırınca sadece güzel bir koku var ekşilik hiç yok! 




Azade ıspanaklı bir yemek yaptı. İçinde kuru bakla ve değişik baharatların yanı sıra kurutulmuş bütün limonlar da vardı.
İyi ki akşamüstü çorba içmişiz, zira yemeğe oturduğumuzda saat 11 i geçiyordu. 

 

 İranlılar hemen her yemeğin yanında pilav yiyorlar. Pilav Pakistan basmati pirinciyle sıcak su dökülüp demlendirilerek yapılıyor.

 

 Yağı ve olmazsa olmaz safranı üzerine sonradan ekleniyor. Safran bir bardağın içinde ıslatılarak rengini vermesi için kaloriferin üzerine  bırakılıp, pilav sofraya gelirken üzerine dökülüyor. Nara benzeyen kırmızı taneler de tadı sumağa benzeyen zereşk adında bilmediğimiz bir baharat.

 

 Ekmek olarak çeşit çeşit lavaş var.

 

 Bir fırında gördüm, lavaşı eğimli çakıl taşlarının üzerinde pişiriyorlardı. Sıcak lavaş için sıra vardı.

 

 Yemekten sonra azcık sohbet edip tumba yatak yaptık. 
Ali bu kadar geç yemek yiyip yatmamızdan hiç hoşlanmadı. "Annem böyle yemeğe 'Ye, yat, geber yemeği' derdi" diye söylendi durdu. 
Yerde sırayla yatmaya karar verdiğimizden bu sefer Hasti'nin yatağında ben yattım.

 

 Sabah hava yağmurluydu. Yine de Halil  erkenden çıkıp taze lavaş almış. 
 Kahvaltıda Azade bize kemane çaldı.

 

 İşe gitmeden bir saat kadar vakitleri varmış. Size sallanan minareyi gösterelim dediler. Diğer görülecek yerler merkezdeyken burası biraz uzakmış. Arabayla gittik, giriş bileti 25 kuruştu, herkese ben ısmarladım. 
Eski güzel bir cami. Buradaki diğer camiler gibi üç duvarı bir kubbesi var, bir yanı tamamen açık. Tepesinde sağlı sollu iki minare var.

 

 Anlattıklarına göre binanın bir köşesindeki minarenin içine tırmanıp da sallarsan karşı köşedeki minare de sallanıyormuş. Gerçekten ilginç bir olay. İtalyanlar gelip araştırmışlar sebebini bulamamışlar. Minarelerin içinde kalaslar var, bir nevi süspansiyon görevi görüp esneklik sağlıyor. 
Minarelerden biri hasar görüp tamire alındığından sallamak yasaklanmış, yoksa her isteyen ücretsiz olarak dilediği kadar sallayabiliyormuş.

 

 Caminin içindeki turistik DVD satan adamın ekranında izledim, gerçekten iri yarı bir İranlı neşe içinde minareyi hayvan gibi sallıyordu. Sallamanın şiddetini görünce "Bunca yıldır  iyi dayanmış, kırılmamış" dedim.



 
Camin bahçesi de hoştu. Haliller turistik DVD den bir tane aldılar (10 USD), çıktık. 
Bizi merkezde Çelsu Tuun ’a (Chehel Sotun) bıraktılar. Buraya giriş de pek ucuzdu. 
400 yıllık bu bina da eskiden resepsiyonlar vermek için kullanılan konukevi gibi bir yermiş.

   

Bakımlı bahçesinde çok güzel bir havuz vardı.
Birkaç Japon dışında kimse olmadığından ortam, sessizlik, yağmurun tıpırtısı büyüleyici bir atmosfer yaratıyordu.

 

 Yağmura rağmen havuzun etrafından uzun süre ayrılamadım. 





Binanın girişindeki ahşap sütunların üzeride büyük bir sundurma vardı

 

 Sütunlar çok eski görünmesine karşın hala sapasağlamdı.



İçeride ise duvarlarda çeşitli minyatürler fresk şeklinde işlenmişti.

 

Açıklamaya göre en büyük tablo Çaldıran savaşında Osmanlılar ateşli silah kullanırken Acemler kılıçla savaştıkları için yenildiklerini tasvir ediyormuş.

 

 Ayrıca eski kitaplar vs de ilginçti. 
Yine de en güzeli havuz ve bahçe idi.

 

 Çıkınca bahçede biraz dolaştık, bir köşede turistik bir çayhane bulduk.

 

Burası halktan çok turistlere yönelik bir yer, zira ancak müze bileti alanlar girebiliyor. 
Ben kahve içecektim ama sadece Neskafe varmış, biz de çay söyledik.

 

Çayın yanında şeker iki çeşit geliyor. Birisi kristalize olmuş, kocaman parçalar ya da çubuğa yapıştırılmış şekilde, diğeri ise incecik zar gibi şekerleme gibi.

 

 Kristalize parça kıtlama içmek için, diğeri çaya mı karıştırılıyor bilmiyorum. Ben çıtır çıtır yedim, çocukluğumdaki horoz şekerler gibi sadece şekerdi, pek hoşuma gitti.

 

Şimdi bunu yazarken düşündüm de ben pek severdim o kırmızı şekerleri, çeşitli şekilleri olurdu ve hepsinin tadı farklı gibi gelirdi. Tıpkı büyük Amerikan düşünürü Jerry Seinfeld’in dediği gibi :
“Bonibonların tadı size aynı gelebilir ama çocuklar her rengin tadının farklı olduğunu bilir”

 

 İçerdeki tüplü sobada iyice ısınıp yağmur altında havuz sevdasıyla ıslanan kıyafetlerimizi  kuruttuk.

 

 Isındıktan sonra her turistin İsfahan’daki ana üssü olan Nakşi cihan meydanına döndük.

 

 İsfahan'da pek yabancı turist yok. Bir kaç Uzakdoğulu, bir de Yunan tur grubu gördük.



Bugün Batı yakasındaki Ali Qapu Palace denen binayı gezeceğiz.

 

 Anlamını düşününce buldum, Büyük kapılı saray anlamına geliyor. Meydana bakan 500 yıllık beş katlı bir konak.

 

 Pişmiş topraktan yapılmış çini süslemeli merdivenlerden tırmana tırmana katları gezdik.

 

 Üçüncü katta meydana bakan, havuzlu nefis bir teras vardı .

 

 Gerek havuzu, gerek manzarası ile bu terasa bittim.

 

 Ali’ye bu İranlılar zamanında pek sefa pezevengiymiş dedim.

 

Bu terasın üstündeki kat da müzik odasıymış. 
Akustik için duvarlar ince işlemeli tahta oymalarla süslenmiş. Oymalar da pek şık, minyatür müzik enstrumanları şeklinde.

 

 Çıkışta acıktık, yiyecek bir yer bulmak için çarşıya girdik.

 

 Bir halı mağazasına sorduk, önce oturtup bize halılarını gösterdiler. 


 

 Neşe de güzel halı bulursan al dediği için fiyat sordum. Ufak ipek bir halı 180 dolarmış. Bu saatte(16 00) açık restoran pek olmazmış. Halıcı çocuk bize açık bir restoranın yerini tarif etti, aradık bulduk. Gerçekten de bizden başka müşteri yoktu, personel akşam yemeği için hazırlanıyordu. 

 

 Restoranın sahibi Ömer Şerif ise bizi görünce gömlek cebinden çıkarttığı mızıkayla aşk hikayesini çalmaya başladı.

 

 Ali adamın bizi eşcinsel sandığını, dalga geçmek için çaldığını iddia etti. 
Gittim sordum değilmiş.

 

 Burada Şami kebap diye bir şey söyledik (3 USD), etli mücver gibi bir şey geldi, Mirza gaşmi diye yerel bir yemek önerdiler, baharatlı patlıcan közlemesiymiş, o da güzeldi.(2 USD) 
Salata, ayran vs 13 dolar hesap ödedik.

 

 Buradan Camiyi gezmek istedik ama saat 4 te kapanıyormuş.

 

 Çarşıda dolaştık, hediyelik tabak vs kabartmalara baktık.

 

 Eve dönmek üzere otobüs durağının yerini sorduk. 
 Bir parkın içinden geçen yolu işaret edip “Böyle piyade gidin” dediler.

 

 Bir  durak bulduk ama bizim otobüs gelmedi. Gelen bir otobüsün şöförüne sorduk. Anlatmaya çalıştı, anlamayınca binin dedi, bindik. Bir süre gittikten sonra otobüsü içindeki yolcularla sağa çekti. Bizi de alarak indi, sokağın öbür tarafındaki otobüsümüze kadar götürdü, bindirip kendi otobüsüne döndü!
Bizim otobüs tenhaydı.

 

 Durakta inince bu sefer dersaneyi kendimiz bulalım dedik ama yağmur altında karanlıkta yolumuzu kaybettik.



 Arabasına binmekte olan bir gence “Sokhansara okulu nerde biliyor musun?” diye sorduk Meğer okulun mezunuymuş, 
“Binin götüreyim” dedi, okulun kapısına kadar bıraktı. 
Halil derse girip öğrencilerle sohbet etmek isteyip istemediğimizi sordu. Memnun oluruz dedik. Öğrencilerin hoşuna gidiyormuş böyle öğrendikleri İngilizceyi pratikte kullanmak. 
Biri kız, biri erkeklerden oluşan iki ayrı sınıfa girdik.

 

 Halil’e "Öğretmenlerin öğrencilerle aynı cinsiyetten olması şart mı?" diye sordum. 
“Hayır ama genelde aynı cinsten olmasına gayret ediyoruz yoksa duygusal durumlar dikkati dağıtıyor” dedi 
Öğrenciler çok heyecanlıydılar. Bize mesleğimizi, maaşımızı, Türkiye’yi, hangi akla uyup İran’a geldiğimizi falan sordular.

 

Kısaca dedim ki: “İran hakkında medya bir sürü hikaye anlatıyor ama ben prensip olarak gözüme inanırım. Bu nedenle siz değerli komşularımızla tanışmaya, düşüncelerinizi öğrenmeye, bu ülkenin gerçekte nasıl bir yer olduğunu, nasıl yaşadığınızı görmeye geldik.



 Siz de bizim hakkımızda size anlatılanlara hemen inanmayın gelin bizim memleketi görün. THY İsfahan’dan direk uçmaya başladı, hem de 99 euro”

 

Gerçekten de gidip görmediğin, halkıyla tanışmadığın bir ülke savaşa girmiş, bombalanmış insan pek umursamıyor.  
CNN sağolsun canlı yayında düşen roketleri, patlayan bombaları bir bir gösteriyor ama insanda sanki orada, uzakta bir toz ülkesinde geçen animasyonu izliyorsun hissi uyanıyor. 
O roketin düştüğü yanan evde Halil ve ailesi gibi insanların yaşadığı hiç aklına gelmiyor. Diderot bunu 'Erdemin mesafeyle ilişkisi var' diye açıklamış.  
Birisini dürbünü tüfekle, hele bilgisayar ekranında öldürmek başka, yüzyüze iken başka.



Eve dönüşümüz yine saat 10'u buldu. Allahtan bu sefer Azade erken gelmiş yemeği hazırlamaya başlamış. Sabah kahvaltıda 15 sene önce İran’da çok pis bir lokantada yediğim patatesli, nohutlu, yağlı etli ve yanında ezmek için tokmak getirilen bir yemeğin lezzetini unutamadığımı, adını bilip bilmediklerini sormuştum. Adı Abguşt muş ve Halil’in annesinin uzmanlık alanıymış. 
Azade: "O zaman size akşama abguşt pişireyim ” demişti.



Hemen sofrayı hazırlayıp oturduk. Sofra hazırladık dediysem yere örtü serdik. 
Bu yere oturma meselesi benim için ciddi bir sorun.
Halillerin apartmanları şık bir kompleksin içinde.

 

 Gerek dış görünüşü, gerek iç dekorasyonuyla Türkiye’deki lüks siteler kalitesinde.

 

 Asansöründe müzik çalıyor.

 

 Girişte bekçiler ve otomatik kapı var. 
(Kapıyı sanırım bir Türk firması üretiyor)

 

 Evlerinin dekorasyonu da bizim evlere çok benziyor, ancak gel gör ki masa, sandalye yok, her iş yerde yapılıyor.

 

3 öğün yemek, meyve sıkma, 
hatta Hasti’nin ödevleri.

 

 Çocukcağız sürekli iki büklüm, ya da yüzükoyun yatarak yazıyor. 
(Ufacık kızın kargacık burgacık harfleri hızlı hızlı yazmasını hayranlıkla seyrettik.)

 

Yere oturmak ise benim gibi büyük şehirde doğup büyümüş biri için en büyük eziyet. Mecburi hizmette davet edildiğim köy evlerinde de bunun çok sıkıntısını çekmiştim. Bacağımı kıvırıp altıma almam söz konusu bile değil. Diz eklemleri ancak çocukluktan alışırsa o şekilde kıvrılabilecek esnekliğe ulaşıyor.

 

Genelde ayaklarımı uzatarak oturuyorum ama bu durumda da bir kolumdan destek alıp tek elimle yemem gerekiyor.

 

 Bu rahatsız pozisyonda da ya elim ya ayağım uyuşuyor, sofrayı bir an önce terk edip koltuğa geçmek için hızlı hızlı yiyip, kalkıyorum. Hep yer sofrasında yesem belki zayıflayacağım. 
Halil düdüklüyü açtı, yemeği ezilmiş isteyip istemediğimizi sordu.

 

 Ezilmiş olsun dedik. Her tabak için birer patates ve yemeğin suyundan ayırıp gerisini kepçe kepçe Borcam’a aktardı. Eline büyük bir tokmak alıp bütün malzemeyi hercümerç etti, adeta blenderdan geçirilmiş gibi oldu.

 

 Bence bu kadar ezilmese daha iyi olacaktı.

 

 Bu İranlıların yemek tarzı bir hoş , her şeyi birbirine karıştırıp pürüzsüz hale gelene kadar eziyorlar. Ya diş protezlerinin icat edilmediği çağdan kalma bir alışkanlık, ya da (bence daha bir yüksek olasılık) çiğnemeye üşeniyorlar. Üçüncü akşamki yemek daha acayipti. Kuzu kaburga etini haşlayıp tokmakla iyice döverek macun haline getirdiler.

 

 Sonra bunu yoğurtla iyice hemhal ettikten sonra içine safran ve şeker koyup puding gibi bir şey yaptılar.

 

 Daha sonra bu pudingleri sos olarak maklube gibi  bir yemeğin (bir kat didiklenmiş tavuk, patates, yumurta, bir kat pirinç koyularak tencerede pişirilip, dibi kızartılıp ters çevrilmiş) yanında sos olarak ikram ettiler. 
 Bir de her sofrada yerelması ve yabani sarımsak gibi bir şeyin turşusu ile yeşil zeytin vardı

 

 Sos yapılan et o kadar yumuşak güzel bir etti ki ona yapılan bu eziyete çok üzüldüm. Pudingi yiyen asla bunun içinde et var demezdi, yok oldu! 
Bu yazıyı yazarken Halil'e sordum
 sosun adı Khorest Mast (horeş mast) , yemeğin adı Tah Chin miş.
 Ayrıca bir de karakurut diye bir şey tattırdılar. Bizden önce ağırladıkları Türk kız Couchsurfing'e bıraktığı yorumda "Karakurutu benden uzak tutuuun" yazmış.
Herhalde evde siyah kurt köpeği var diye düşünmüştüm. Meğer pişmiş karamelize olmuş çok ekşi yoğurtmuş. Bıçakla kesilip yeniyor ve insanın ağzını çok buruyor.

 

 Yemekte İran’daki sosyal yaşam kadın hakları ve şeriat hukuku üzerine konuştuk.

 

 İran’da erkeğin değeri kadının iki katıymış.

 

 Mahkemelerde iki kadının şahitliği bir erkeğinkine eşit olduğu gibi olayı gören erkek şahit yoksa kadınların şahitliği yok hükmündeymiş.
 Reşit olma yaşı kadınlarda 9, erkeklerde 14 müş.

 

Yani teorik olarak 9 yaşındaki kız çocuğu idam edilebiliyormuş ancak evlenmek için ergenliğe girmiş olması şartmış. 
Bu cinsiyet ayrımcılığının bir de maddi boyutu varmış.

 

Şöyle ki; 
Eğer birisini öldürür de, öldürdüğün kişinin ailesi kabul ederse (her sene devlet tarafından enflasyon oranına göre miktarı belirlenen) kan parası (Kısas)  ödeyip kurtulabiliyormuşsun.

 

 Bu sene için bu miktar 40 bin dolar civarındaymış
(Kadın için 20 bin )
Bir erkeği öldürürsen cezası idammış, ama kadını öldürürsen yarım idam olmayacağı için asılmaktan kurtuluyormuşsun.

 

İstisnası, eğer katile çok hırslandın ve mutlaka ölmesini istiyorsan erkekle kadın arasındaki 20 bin dolar farkı maliye veznesine yatırarak katili kendi ellerinle öldürebiliyormuşsun.
Legal bir şekilde insanın hayatının elinden alınmasının böylece vezneye yatırılan bir paraya bağlı olması beni çok sarstı. 
Sonraki günlerde bu konuyu uzun uzun düşündüm. 

 

(Hatta inanamayıp araştırdım: Öğrendiklerime göre eskiden bu para katilin ailesine ödeniyormuş. İtirazlar üzerine bir iyileştirmeye gidilmiş ve para  kurulan bir sigorta fonuna aktarılmaya başlanmış . Benim gibi inanmayanlar için kaynak)

Halillerin evinde ise tam bir eşitlik vardı. 
Azade sosyoloji okuyup çalışacak iş bulamadığından vaktini kurslarda geçirdiği halde Halil ev işlerine çok yardımcıydı. 
Eşine saygı ve sevgi ile muamele ediyordu.



İdarecilerden çok şikayetçiydiler, ama muhalefet edilemediğini söylüyorlardı. Geçen sene Ahmedinejat'a göre nispeten liberal olan Musavi seçimlere hile karıştırıldığı iddiası ile yandaşlarını direnişe çağırdığında bir sokak hareketi olmuş, (Hatta şehirde gezerken Halil yeşile boyanmış bir duvarı göstererek, “Burada bir mollanın resmi vardı, olaylar sırasında üzerine ayıp yazılar yazıldığı için kaldırdılar yeri boş kaldı” dedi gülerek.)

 

O zamanki olaylar şiddetle bastırılmış, pek çok kişi öldürülmüş, Musavi de hala ev hapsindeymiş. 
Şehirde tanıştığımız herkes yönetimden şikayetçiydi ve alenen bunu ifade ediyorlardı. 

Ertesi sabah Halil'in boş günüymüş, “Bugün sizi ben gezdireyim “ dedi. 
Beraber çıktık, arabayı uygun bir yere park edip çarşıya taksiyle gittik.



Taksi dediğim de yoldan geçen özel arabalara el kaldırıyorsun, duran olursa gideceğin yeri ve fiyatı konuşup biniyorsun. Ücret de pek ucuz, yarım dolar gibi bir şey . Benzin fiyatı da tabii ki öyle, bir depo 10 liraya doluyormuş! 
Önce Jameh Camii ne gittik.

 

Burası geniş bir avlunun etrafını çeviren yüksek duvarlardan oluşuyor. Her duvarın içinde de kubbeli üç tarafı açık bir cami var.

 

 Bu duvarların her biri Selçuklular Moğollar gibi değişik birer dönemde yapılmış. 
 Tarzları ve süslemeleri de ona göre farklı.

 

Ortada geniş bir havuz ve bolca güvercin var. 
İkide bir pırrr diye havalanıp avlunun üzerinde dönüp dönüp tekrar konyorlar.

 

 Kanat şakırtısı ile su sesi bu güzel bir ortamda insanı çok etkiliyor. Öylece bakakaldım. 
Yerlerde çok güzel ve belki 1000 yıldır orada duran saydam yeşil kocaman mermer blokları vardı.


 

 Burada bir süre eğlendikten sonra caminin yanındaki kapalıçarşıya girdik. Bir yandan muhabbet edip bir yandan yürürken geçtiğimiz yerler tanıdık gelmeye başladı.

 Halil’e “Galiba Nakşicihanın etrafındaki çarşıya geldik” dedim “Yok canım, aralarında bağlantı yok" dedi ama birazdan İmam Meydanını görünce o da demek buradan böyle gelinebiliyormuş diye hayret etti. 
 Meydana bakan turistik dükkanlardan biri eski öğrencisine aitmiş. O sohbet ederken biz de ailelerimize hediyelik tabak aldık.

 

İsfahan’ın meşhur hediyeliği bu tabaklar. Uzaktan porselen gibi görünüyor ama çinko mu, bakır mı ne. 
Eline alınca hayal kırıklığı oluyor. 
Üzerine beyaz bir boya kaplanmış, genç kızlar ince ince çini rengi desenler işliyor .

 

Bizim aldığımız orta boy pasta tabağı büyüklüğünde olanlar 10 dolar civarında. 
 Ali ayrıca deniz kabuğuna yapılmış resimler aldı.

 

 Çarşıda bir de kakmacılar var. 
Bu da buranın ikinci meşhur sanatı. Kabartma bir kalıbın üzerine ince metal bir levhayı kaplıyor, sonra keski ve çekiçle desenin çizgilerini takip ederek oyuyorsun.

 

Ortaya çıkan delikli kabartma levhayı siyah kadifenin üzerine koyup çerçeveliyorsun, işte o. Bayağı zahmetli, ancak benim zevkime pek hitap eden bir şey değildi. 
İmam Meydanı'ndaki camileri bu sefer ziyaret edebildik. Halil'in biz mihmandarlık etmesi çok iyi oldu, bir sürü ayrıntıyı anlattı, mal mal gezip çıkmadık.

 

Meydanın en büyüğü olan İmam Camii meydana açılı olarak Kıble’ye dönük yapılmış.

 

 Meydandan girdikten sonra bir koridor ile Caminin girişine ulaşılıyor. Bu koridorun ışığı öyle ayarlanmış ki dışardaki aydınlıktan camiye vardığında  gözlerin karanlığa alışmış oluyormuş.

 

Bir de  yerde, kubbenin tam altında siyah bir kare var. 
Orada durup ses çıkartırsan kubbede 49 kere (13 tanesi duyulabiliyormuş) yankılanıyormuş.

 

 Burada da epeyce eğlendik. 
Meydanın uzun kenarındaki Şeyh  Lütfullah Camii ise İmam Cami'ne göre daha küçüktü. Haremdeki kadınlar için yapıldığından minaresi ve avlusu yokmuş ama çok etkileyiciydi.

 

Köprüyü saymazsak İsfahan'da en etkilendiğim yapı burası oldu.

 

Halil bize yine ilginç bir hikaye anlattı:
 Rivayete göre bu camiyi yapan mimar hayvan desenleri çizmek istemiş ama zamanın Şahı izin vermemiş. Bunun üzerine mimar pencereleri öyle tasarlamış ki sabah ışıklarıyla kubbenin içinde altın rengi bir tavuskuşu ortaya çıkıyor, güneş yükseldikçe de kanatlarını açıyormuş. 
Biz kanatları kapalı halini gördük, gerçekten etkileyici bir görüntüydü.

 

 Yorulunca bizim tek başımıza asla bulamayacağımız girinti bir avlunun üst katındaki bir kafeye oturduk.

 

 Fiyatlar İran’a göre pahalı olmasına rağmen içerisi ana baba günüydü.

 

 Yemek de vardı ama biz henüz acıkmadığımızdan sadece çay istedik. Demlikte geldi.

 

Yan kerevetteki kızlar abguşt istediler. 
Porsiyonluk abguştlar ince uzun çömleklerde geldi, garson onları hızlı hızlı tokmakla ezdi.

 

 Tekrar taksiye binerek arabayı koyduğumuz otoparka gittik. Halil son olarak bizi Ermeni mahallesine götürdü.

 

 Burası daracık parke taşlı yolları, tertemiz sokakları ve evleriyle adeta Avrupa’yı andıran bir yerdi.

 

 Mahallenin ortasında eski bir kilise varmış, bilet alıp oraya girdik. Bahçede patetik bir noel aranjmanı vardı, pamuktan yapılmış karlar, eskimiş ucuz bir Noel Baba kuklası... 
Bunu İran’da görmek ilginçti.


   
İranlılar da Noel Baba’nın önde fotoğraf çektiriyorlardı.

  

 Kilisenin içinde çok eski ikonalar ve freskler vardı.

 

 Yaşlı bir adam yabancı televizyoncuları gezdiriyordu.

 

 Halil bu kel adamı görünce çok heyecanlandı, "Bu bizim memlekette çok çok meşhur bir hocadır", deyip tanışmak için yanına seyirtti. Adamın boş anını yakalayınca selam verdi, bizi tanıştırdı, ve fotoğraf çekilmek için izin istedi. 
İran'ın Yaşar Nuri Öztürk'ü gibi biriymiş anladığım kadarıyla.

 

 Halilin cep telefonuyla ikisinin fotoğrafını çektim, hemen Facebook'a koydu. 

 Ayrı bir binadaki müzeyi de gezdik, çok dolu ve doyurucuydu. 
Eski kıyafetler, Ermeni komitacıların silahları, özel eşyaları,

 

 1915 tehcirinin anıları, fotoğrafları,

 

 Yüzlerce yıllık matbaa makineleri ve en yenisi 400 en eskisi 1000 (yazıyla bin!) yıllık el yazması kitaplar,

 

ve mikroskoplu bir köşede de saçın üzerine yazılmış yazı!

 

 Çıkışta Halil’in okula dönmesi gerektiğinden sizi nereye bırakayım dedi,

 

 "Köprüye bırak belki su gelmiştir" dedik.
Bu sefer bir yukardaki köprüye gittik, ama Si-o-seh'in yanında sönük kaldığından(ve üstünde kimse olmadığından 
yürüyerek orjinaline döndük.

 

 Su gelmemiş.
Biz de İsfahanlılar gibi köprünün çevresinde vakit öldürdük.

 

Gece (!) yemeğine daha çok saat olduğundan bir yemek yiyelim de gidelim dedik. 
Buradan bir kebap yemeden gitmeyelim dedim. 
Çok uğraştık kebap satan bir yer bulamadık.

 

 Hep ayak üstü sandviç türü şeyler satan büfeler var.
 İran’da ne güzel şeyler yiyip içeriz diye hayal etmiştim, ne doğru düzgün bir restoran ne kahvehane bulabildik. 
 Yürü yürü hava karardı, en sonunda bir felafelci bulduk da gece yemeğine kadar nefsimizi bastırmak için birer dürüm yedik. Gayet lezizdi.

 

Felafelcideki alkolsüz şampanya dekorasyonu

 

 Türkiye’de pek bilinmeyen felafel Arapların dünyaya yaydığı en meşhur fast food. İzmir’de de geçen ay Basmane Altınpark’ta otantik bir felafelci açıldı, ama ne otantik! Önünden yürürken Arapça tabelası dikkatimi çekti, içeri girdim , esmer, gözlüklü, memur havasında iki adam oturuyor 
“Kaça felafel” dedim, adam 
“La Türkçe” dedi. 
“Vahid felafel” diye sipariş verdim.



Kızartırken 20 yaşlarında bir genç elinde bir paket peçeteyle geldi, “Hoş geldiniz abi” dedi. Dükkanın sahibiymiş, Mardinliymiş. 
Suriyeli mültecileri işaret ederek “Bunlar burada çok perişan oldular, iyilik olsun diye açtım.” dedi. 
Sermaye bir çuval nohut, bir teneke yağ, bir kızartma ocağı. Üzerleri Arapça yazılı baharatları kavanozları Suriye’den gelmiş. Bu hafta yine gittim. Çeşidi arttırmışlar ama hala Arapça menüde sadece fiyatlar anlaşılıyor.  2,5 , 5, 8 yazıyor. Dükkanın sahibi olmadığından Arapça anlaştık, 5, 20 felafellik porsiyon, 8 de fulmüş (baklaymış) 

Her neyse Halillerin eve döndüğümüzde yemek hazırlıkları başlamıştı. Halil bize nar taneledi.

 

 Yemekte daha önce bahsettiğim Tah Chin ve Horeş Mast (etlikten çıkmış etli puding) vardı. 
Halil ve ailesi üç gün boyunca bizi gerçekten çok üst düzeyde bir konukseverlikle ağırladılar. Nasıl teşekkür edeceğimizi bilemedik.
Yemeğe Halil’in kardeşi Celil de geldi, biraz edebiyat konuştuk. Uçağımız gece 02 de kalkacağından çantalarımızı toplayıp gece yarısına kadar muhabbet ettik

 

 Ali ayfyonu ile Hasti'yi bir takım animasyonların içine soktu.
Aman bir hoşlarına gitti!

 

 Halil gitti video kamerayı buldu geldi, ayfondaki animasyonu videoya çekti.

 

Geceyarısını geçip de Azade ile Hasti hala yatmayınca “Neden yatmıyorsunuz, yarın Hasti’nin okulu yok mu?" diye sordum
”Yok biz sizi ailecek uğurlayacağız” dediler
Gece 1 de hep beraber giyinip bizimle çıktılar.

 

Yolda  radyoda çıkan neşeli bir şarkıya ailecek eşilik ettiler, güle oynaya havaalanına vardık.
Halil "Kusura bakmayın sizi ana otoparka bırakırsam polis görebilir" diyerek kullanılmayan karanlık bir otoparkta indirdi. Son bir fotoğraf çekilirken de flaş patlatmamamı rica etti. Sarıldık, vedalaştık.

 

 Soğuk, yağmurlu ve karanlık gecede ilerdeki terminal binasına yürüdük. Gelirken dikkat etmemişiz, terminalin önünde mini bir Kabe modeli varmış. 

 

Kapıdaki asker biletimize bakıp sokmadı, dışarıdaki başka bir binayı işaret etti. "Neler oluyor" dedim.
Kravatlı, takım elbiseli bir genç geldi THY memuruymuş, Türkçe olarak uçağın gecikeceğini, o binaya gidip beklememizi söyledi.

 

 Oraya gittik, banklar ve televizyon olan bir salon, Allah'tan sıcak. Bir süre sonra anons yaptılar, uçak 7 saat rötar yapacakmış, orada bekleyecekmişiz, kumanya dağıtacaklarmış.

 

Bir süre yatıp bekledik, sıkılınca gezmek için tekrar terminale gittim. Girişteki 17-18 yaşındaki laubali askere tuvalete gideceğimi söyledim.

 

Gitti üst araması yapan ayı gibi bir rütbeliye sordu. O da bana bir göz atıp, gitsin diye umursamaz bir el işareti yaptı. Yanından geçerken yaptığı üst aramasını gördüm.

 

Havalanına girmek isteyen herkes kollarını iki yana açarak bekliyor, iri kıyım da kabaca üstünü yoklamaktan başka adamın ceplerine elini sokup çıkarttığı kağıtları kartları cüzdanını inceliyordu. 
O anda İranlılara o kadar acıdım ki...

 

Bu polis mi, asker mi, kıyafetinden ne olduğunu tam anlayamadığım devlet görevlileri halka tam bir gardiyan havasında, sanki suçlularmış ve hakları kısıtlanmış gibi davranıyor, halk da çaresiz, bu gayri medeni aşağılayıcı uygulamaya ses çıkartamıyor.

 

Kafamda yavaş yavaş şekillenen İran imajı bu askerin muamelesini görünce yerine oturdu.

 

İran halkı adeta savunmasız bir genç kız.
İkitidarı elinde tutanlar kızı ensesinden bastırmış, zorla fiili livata uyguluyor, itiraz edene de tokadı basıyor! 
Tanıştığımız genç İranlıların kendi başlarına bu durumdan kurtulacaklarına dair hiç ümitleri yoktu ve Amerika veya başka bir ülkenin kendilerini kurtarmasını bekliyorlardı.



Sabaha kadar bu barakada vakit öldürdük.
Gece 3 gibi İran havayollarından temin edilmiş kumanya dağıttılar. İranair'in ikramları pek kalitesizmiş (kek, meyve suyu)

 

 Sabah 6 da ana terminale aldılar. 
Biniş kartlarımızı aldıktan sonra uçuş salonuna geçtik. Burada uzun, uyunabilecek koltuklar vardı.

 

 7 de Neşe’yi arayıp yanan İstanbul İzmir biletlerimizin yerine iki yeni bilet almasını rica ettim. 
Saatlerdir beklemenin, uykusuzluğun yanı sıra görevlilerin bakışlarından davranışlarından o kadar irrite olmuştum ki İran’dan hiç çıkamayacağım gibi bir duygu içindeydim. 
 Her an bir şey olacak uçuşunuz iptal edildi denecek diye uçak tekerleklerini pistten kesene kadar da rahatlayamadım.

 

Daha sonra Argo filmini seyredince Amerikalıların uçak kalktığı andaki ferahlamalarının aynısını hissettiğimi farkettim. 
İstanbul'a ilk defa giden İsfahan'lı hanımlar biniş salonunda yanıma gelip alışveriş merkezinin neresi olduğunu sordular, "Heryeri" dedim

 

Neşe ancak akşamüstüne İzmir bileti bulabildiğinden İstanbul'da geçirilecek 5 saatimiz vardı. Havaalanında pineklemektense Ali’nin önerisi ile bir taksiye atlayıp Yeşilköy’e gittik. (Taksi 15 lira tuttu, havaalanında gevrek çay parası) 
Güneşli deniz kıyısı, rüzgar, tekneler İran'daki son saatlerimizin verdiği sıkıntıyı dağıttı.

 

Balıkçı barınağını gezdik, sahilde oturup bir şeyler içtik. Kilisede Noel nedeniyle tören varmış, girdik onu da izledik.


 

 Yeşilköy’ü ilk defa gördüm, çok beğendim. 
Taksicinin söylediğine göre burada hep Kapalıçarşı esnafı gayrımüslimler yaşarmış ve emlak fiyatları uçukmuş. 
Bir apartman dairesi bir milyon dolara satılıyormuş.

 

İran nev'i şahsına münhasır komşumuz. Giriş ve çıkıştaki muameleyi göze alıp atlatınca içeride çok samimi, her türlü baskıya rağmen yaşama sevinçlerini kaybetmemiş kardeşlerimizin olduğu ülke.

   

Bütçe:  Uçak ve hediyeler dahil kişi başı 250 dolar
Kitap: İbni Sina'nın Talebesi Hekim - Noah Gordon
Müzik:  Astrud Gilberto


NOT: 
Sayfanın başındaki plaj fotoğrafını aynı promosyondan faydalanarak Şubat'ta İran'a giden arkadaşım Serdar Ateşer İran'ın Basra Körfezi'ndeki adası Kiş'te çekmiş.
Azcık okuyup da İran'ın adası olduğundan haberdar olsaydık biz de gider yüzerdik.