08 Şubat, 2012

KAZ DAĞLARI

ÇANAKKALE Kaz Dağları
(Aralık '11)





Cumartesi sabahı kahvaltı ederken haftasonu ne yapsak diye konuşuyorduk. Neşe:
“Kazdağları’ndaki bir kaplıca oteli için indirim maili geldi" deyince otele telefon ettim. İki kişi yarım pansiyon 90 lira, akşam yemeği açık büfeymiş. 
Telefondaki kız sormadan “Yalnız evlenme cüzdanınız yoksa ayrı odalarda kalmak zorundasınız, müessesemiz aile otelidir" deyince alkollü içki satıp satmadıklarını sordum. Satmıyorlarmış. Hatta kız kesin bir dille:
“Yasak! “ dedi.
“Hımm, o zaman ben bir düşüneyim “ deyip kapattım.


Ortama uyma konusundaki gelişmiş becerilerimizle düşününce, zaten epeydir içmediğimizi, bir gece daha içmemenin hiç bir fark yaratmayacağını düşünerek tekrar arayıp rezervasyon yaptırdım.
Bu tip şehir fırsatlarında hep olduğu gibi kupon, vs. almadan kapıda aynı indirimi yapmayı kabul ettiler.
Can ninesinde kaldığından bu seyahate katılamadı.

Saat 11 30 gibi kahvaltıdan artan çayı termosa doldurup İzmir’den çıktık, yolumuz kestirmeden 300 km.
Yoldan  biri yabancı, 3 sırt çantalı otostopçu genç aldık, Ayvalığa gidiyorlarmış. Artık kaç gündür soğuk öğrenci evlerinde konaklıyorlarsa feci kokuyorlardı ama olsundu. Yolumuzu değiştirip onları Sarımsaklı’ya bıraktık. 

Küçükkuyu’yu geçtikten sonra Kaz Dağlarının tiki tarafına tırmanan rampadaki çay bahçelerinde durduk.


Bilmeyenler için Kaz Dağları denince bunun üç parçası var.
1. İstanbulluların keşfedip, yıkıntı taş evleri alıp restore ettikleri Güney’e bakan sırt: Burada Yeşilyurt gibi Avusturya Alplerini andıran bakımlı, kahve istedin mi yanında likörü, kukisi ve kazığıyla gelen çok şık, hiç gübresiz, yolları sıfır Arnavut kaldırımı döşenmiş köyler var.
Tuncel Kurtiz’in henüz ev alıp restore edememiş İstanbulluları geceliği 300-500 liraya bafilediği oteli de bu sırtta.
(Helali hoş olsun, iş bilenin kılıç kuşananın)
2. Güre’nin üzerinde kalan milli park: Burayı rehbersiz ve biletsiz gezemiyormuşsunuz.
(Bu yüzden bu bölge ile ilgili bilgimiz bu cümleden ibaret)
 

3.Bayramiç’ten çıkılan Kuzey sırtları ve Ayazma piknik alanı: Burası halk tipi piknik yapılan, çok primitif bir iki otel olan ama tabiat güzelliği açısından diğer taraftan (2. bölgeyi bilemiyorum tabi) çok daha güzel bir bölge.


Günübirlik mangalcılığı saymazsan pratikte turizm yok denebilir. Gideceğimiz Koç Otel bu bölgedeki Küllükcü köyünde yeni açılmış. Yol Küçükkuyu’ya kadar duble olduğundan ortalama 75 km ile 5 saatte hava kararmadan köye vardık.
Otel köyün altındaki muhtarlığa ait koruluk sırtta, yap işlet devret modeliyle yapılmış iki basit binadan oluşuyor.



Girişte herhalde suyun sıcaklığını gösteren bir termometre var, 37,8 C dereceymiş.
Çantalarımız odaya bıraktıktan sonra otelin “sosyal tesis “ lerini gezdik.


Erkek kadın ayrı girilen iki havuz, erkek kadın için bisiklet içeren birer spor salonu (oda) . Havuzlar akşamüstünden sonra kaydolarak aile havuzu şeklinde kullanılabiliyormuş. Biz de resepsiyondaki kızın önerisi ile saat 20-21 arasına kaydolduk.
Dışarı çıkılıp soğukta 30 metrelik yürüyüşle ulaşılabilen ikinci binada yanyana odalardan oluşan ikişer kişlik Türk hamamları var. Dışarısı ile birlikte hamamlar da soğuktu. Yarım saat önceden haber verilirse onları da ısıtıyorlarmış. Zaten griple mücadele ettiğimizden sedece havuzda geçireceğimiz bir saatle iktifa etmeye karar verip ana binaya döndük. Akşam yemeği saati diye birşey yokmuş, ‘Açık büfe’ bütün öğleden sonra açıkmış!
Havalı havalı açık büfe dedikleri, bildiğin esnaf lokantası.


Çelik kapaklı sanayi tipi mutfakta sulu tencere yemekleri var: Mercimek çorbası, kuru, pilav, tas kebabı, tavuk, alabalık tava, leğenden standart sirkeli marul salatası, sütlaç. Dilediğin kadar yiyebiliyorsun, çay da bedava. Şahsen herşey dahil lüks gemiden sonra benim çok hoşuma gitti.
Az kuru-pilav, üstüne de az tas kebabı, üç salata, bir sütlaç yedim.


Yemeğin üstüne havuz saatine kadar odada kitap okuduk. Elimde son yıllarda okuduğum en heyecan verici kitaplardan biri, Dr. Tuğrul Pırnar’ın anıları olduğundan bu kısım çok zevkliydi. Kitap o kadar heyecanlı ve bağımlılık yapıcı ki uzun yollarda özlüyor, Opet gördüğüm zaman kolumun altına kıstırıp tuvalette iki sayfa okuyup yola öyle devam ediyorum. Havuzun suyu çok sıcak değildi ama eğlenceliydi, bir saat su gibi geçti.


Geceyi Yeteneksizsiniz'le taçlandırararak erkenden yattık.
Sabah saat 8 gibi çevreyi dolaşmak üzere aşağıya indik.


Lobide birer çay içerken TV’de Dolu Dolu Anadolu adlı güzide programdaki iri kıyım, akıllı gibi görünüp, değilmiş gibi davranan sunucunun Çanakkale’yi tanıttığını görünce biraz izledik.


Bu programın prekürsörü Akın Akın Anadolu benim Anadolu insanını kavramama çok yardımcı olmuştur. Onun sayesinde memleketimde insanların düğün bayram gibi özel günlerde ister Mardin’de, ister Edirne’de olsun eğlenmekten anladıklarının, çeşitli oyunlar uyudurarak birbirlerine acımasızca vurmak olduğunu öğrendim. Hele dayağı yiyecek ebeyi köye gelmiş memur, öğretmen gibi başına geleceği bilmeyen birinden seçebilirsen eğlenmenin tadına doyum olmuyor. Üstelik bu programcıların abartması değil. Şu anda TRT'de gösterilen Anadolu'da Zaman adlı nefis belgeselde de aynı dayak sahnelerinin Orta asya'dan geldiğini izledim.
Her neyse o programın izinden giden bu paradoksal kardeşimiz Çanakkale’deki balıkçı meyhaneleri tanıttıktan sonra Bayramiç civarında, dışardaki mallarını hiç toplamayan bir köy bakkalını ziyaret etti. Resepsiyondaki kızlar “Aaa bu bizim karşı köy “ diye TV'nin etrafına toplaştılar.
Köydeki bölüm bitince biz de kendi köyümüze doğru yürüyüşe çıktık.


Hava serin. 
Sonbahar sonu, kış başı; tabiatın en ölü zamanı ama kendine göre bir havası var.


Anayoldan ayrılıp tarlaların arasından geçerek, nar ağaçlarında kalan narlardan tadarak 45 dakikada Küllüce köyüne çıktık.


Köyün girişindeki evden çıkan teyze bize garip garip baktı. Kaplıca yeni açıldığından henüz turistle tanışmamış bu köy gerçekten el değmemiş halde duruyordu.


Teyze bize kimi aradığımız sordu.
Kaplıcadan yürüyüşe geldiğimizi söyledim, şaşkın şehirliler gibi:
“Ne güzelmiş köyünüz “ dedim
O da:
“Güzeldir, herkes kapaça “ dedi
“Kapaça nedir? “ dedim
“Herkes kapsını açaa “ diye açıkladı.


Köyün meydanında kahveye davet ettiler, yine şehirli olduğumuzu belli ederek “Acelemiz var sağolun “ dedik
Amcanın biri “Kaplıcadan mı gelyonuz, benim oğlan Mehmet’le gelin Gülşen orda lokantada çalışıyolar, selamımı söyleyin “ dedi


Dönüşte asfalttan döndük.
Yolun kıyısında uçaktan düşmüş jet motoru gibi bi alet, yanında da boş Ataol şişeleri vardı.


Önümüzde atıyla yürüyen bir amca yokuş aşağı rahvan, sigarasından derin nefesler çekip, havaya büyük duman bulutları bırakarak ilerliyordu.




Bir süre takip ettikten sonra bu kadar duman çıkartan ve bitmeyen sigarayı merak edip, yanına gittim, selam verdim. Kalınca bir sarma sigaranın daha yarısına gelmiş , baaçasına gidiyormuş.



Ne ekiyorsunuz dedim cahil ama ilgili şehirli olarak.
“Burala orman, ekim olmaz, elma va “ dedi
“Kaça elma bu sene “ dedim
“O daha belli değil ki buzaneye koyyoz “ dedi
80 yaşındaymış, 70 yıldır sigara içiyormuş, öldürmeyen Allah öldürmüyor.




Otelin önündeki bahçede çoğu başörtülü 10-12 kız, cıvıl cıvıl fotoğaf çekiliyordu. Bir tanesinin üzerindeki uzun yeşil palto dikkatimi çekti Neşe’ye gösterip, “Bak tam Prusya subayı gibi“ dedim. İçeri girip kahvaltı salonuna geçtik. Köydeki amcanın oğlu Mehmet sofrayı donattı, gerçekten süper bir kahvaltıydı.


Tahin helvası, ev tipi tepsi böreği bile vardı. 
Yavaş yavaş yedik, hepsini yedik.


Kahvaltı bitince ben odaya çıktım , Neşe aşağıda çay içmeye devam etti. Bir süre sonra geldiğimde Neşe beni uzaktan görünce hemen oturduğu yerden kalıp dur dur gelme diye önümü kesti. Meğer kahvaltı bitince aynı salonda dışarda fotoğraf çekilirken gördüğümüz kızların toplantısı başlamış. Benim kıyafetini Prusya üniformasına benzettiğim kız da konuşmacı bir üniversite öğrencisiymiş. Kızları rahatsız etmeyecek bir masaya geçip Tuğrul Bey’in anılarına daldığımdan pek fazla dinleyemedim.  Neşe baş tarafını sonradan anlattı. Dinlediğim kadarıyla ‘Neden cemaate katılmalıyız’ konulu, konuşma tekniği, konuya hakimiyet, espiri dozu, sıkmadan anlatma vs yönünden çok güzel bir konuşmaydı. Konuşmacı da okumak için ilk İstanbul’a gittiğinde piercing yaptırmış, az daha bara girecekmiş, kapıdan dönmüş kurtulmuş. 

(Tabela bizzat Kazdağlarında bir binadan)


Saat 10 gibi teşekkür edip otelden ayrıldık. Otelin imkanları sınırlıydı ama çalışan köylülerin güleryüzü ve iyi niyeti çok hoşumuza gitti. 
Az gitmiştik ki sabah TV’ de gördüğümüz Gedik Köyü’nün tabelasını görünce Neşe’ye:
“Gel gidelim şu bakkalı ziyaret edelim. Adam hayatında ilk defa televizyona çıktı, şimdi acaba beni görüp de gelen olacak mı diye ne kadar heyecanlıdır. ‘Sabah sizi seyreder seyretmez İzmir’den yola çıktık, ancak varabildik’ diyelim, sevinsin. “ dedim.


Yoldan ayrılıp üç kilometre tırmandık, köyün meydanına geldik. Kahvedekiler bize bakıyorlar, biz onlara. Bakkala geldik dedim, gösterdiler. Sahiden de mallar dışarda, kapısı kapalı, zile basın yazıyor.
Kahvedekiler “Bas bas zile, gelir “ dediler,
“Rahatsız etmeyelim, sizin bakkal biraz tembel galiba “ dedim, çok yanılmışım. Köylülerle konuşurken bakkal Rasim abi çıktı geldi. Arabayı geçerken görmüş emme elma ağacını budadığından elindeki işi bırakamamış.




Bizi buyur etti, dükkanın yanındaki evini bahçesini gezdirdi. Kendi yetiştirdiği marullardan ıspanaktan koparmamız için ısrar etti.
“Biz turistiz, ne yapalım ıspanağı, marulu “ dedim, ısrarını savuşturdum.


Köylerinde bağcılık varmış, suları olmadığından hep şaraplık üzüm olurmuş, Bu sene üzüm çok para etmiş, Sevilen hepsini 72.5 kuruştan toplamış ki görülmemiş fiyatmış, her sene 25 kuruştan fazla vermezlermiş. Ayrıca herkes kendi şarabını yaparmış.  İçinde zırnık kadar katkı yok dediği şarabından koca bir pet şişeyi  doldurup zorla bize hediye etti.



Programını seyredememiş, uyuyormuş, kızı telefon etmiş ama kaçırmış. Bu zaten kaçıncı TV’ye çıkışıymış, hatta köyün bağlı olduğu Jandarma komutanı “Sen bari buraya bir kamera taktır, bütün Türkiye’ye reklam edip duruyorsun mallar açıkta, birisi gelip hepsini götürcek “ demiş.
Gerçekten de sadece zerzevat değil, çitos-patos, kola-fanta gibi bilimum GDO lu ürünler, hatta bir dolap da donmuş tavuk açıkta duruyor. 
Dükkanın karşısındaki camı kırık kepiç viranede tüplü ocak varmış.


Gençten bir oğlan akşamları gelip orayı açar, köylüler de gelip kilitsiz dolaptan tavuğunu, ciğerini alıp ona pişirttirir, evlerinden getirdikleri kendi ürettikleri şaraplarıyla demlenirlermiş. Salataya ihtiyacı olan Ramis Abinin bahçesinden kopartırmış, 
 “Kopartmak için sorarlarsa kızarız “ dedi. Gece dükkandan mal alan sabah getirip parasını verirmiş.
“Bizim bu köyde hiç yabancı yoktur, töre falan da bilmeyiz. Akşamları buraya belki 20 kişi gelir, herkes içer muhabbetini eder gider, hiç vırt zırt olmaz “ dedi.

Aklım çıktı! 
Derin dondurucuyu ve tüpü saymazsan bu köylüler 1000 yıl önceki gibi ataları gibi yaşıyor.


Beyni bulanmış şehirli olarak, “Abi biz de sizin köye yerleşsek, kaça burda bir evlek arsa “ dedim, 5 bin liraymış. Ayrılırken Ramis abi 2 kilo da nar ve şaraplan iyi gider diyerek kendi yaptığı peynirden de verdi.

Karşıdaki daha turistik Evciler köyünün içinden geçerek Ayazma’ya doğru devam ettik. Ayazmaya varınca duygulandık, zira buraya son gelişimiz tam 8 yıl önce Can ile çıktığımız ilk şehirler arası seyahatteydi. Yine Aralık ayı idi ve Can henüz 7 aylıktı.


Piknik alanında ateş yakıp Evciler köyünden aldığımız çinekopları pişirmiştik.


8 sene önce piknik yaptığımız masa aynen duruyordu.


O zaman kaldığımız Keskin Otel biraz eskimekle birlikte hala yörenin tek turistik tesisi olarak duruyor. Geceliği oda kahvaltı kişi başı 35 liraymış. Alabalık çiftliğine ek olarak yapılmış bu mütevazi tesisin özelliği, elektiriğini yanında akan suya yaptığı bir hidroelektirik jeneratörden karşılaması. 
Allah durdurmasın; kocaman tekerlek 8 senedir aynı hızda, hipnotik bir şekilde dönmeye devam ediyor.


Günlerden Pazar ve hava yağışsız olmasına karşın sadece bir piknikçi masa vardı.



Keşke Can da olsaydı dedik.


Biraz fotoğraf çektikten eski günleri yadettikten sonra derenin üzerindeki köprüye çıktık.


Dağdan Bayramiç’e (24 km), oradan Çanakkale yoluna (+26 km) indik. 
Bayramiç Barajı'nın fotoğrafını çekmek hep hoşuma gidiyor.


Aslında ben izinli olmama rağmen Neşe Pazartesi çalışacağı için İzmir'e dönecektik. Havayı çok güzel görünce onu da kandırdım, bir gece de Çanakkale'de kalmaya karar verdik. 

Çanakkale’ye varmadan seyir tepesinde durduk.



Şehir merkezine varınca feribot iskelesinin orda arabayı kenara çekip bir iki otele baktım. Daha önce kaldığımız Çanak Otel'in geceliği 120 lira olmuş. İskeleye en yakın otel olan Grand Anzac’ın otoparkı da varmış, 70 liraya anlaştık. 
Hava kararmadan sahildeki piyasa yoluna çıktık.


Truva atını sahile getirip dikmişler. Ben ilk defa gördüğüm bu atın dizaynını çok beğendim. Filmi görmedim ama herhalade filmdeki ata benzetmişler. Betondan falan diye eleştiriyorlardı ama uzaktan aynı tahta.



Ayrıca Turva antik kentinin de bir maketini camekanın içine yerleştirmişler. Neşe illa da gidelim diyor ben üşeniyordum, bunu görünce sevinçle “Bak işte her tarafı görünüyor, hem de yıkılmamış hali, ben gidenlerden duydum, orda hiçbirşey yokmuş, atı da buraya getirmişler, gitmemize hiç gerek kalmadı “ dedim

Çanakkale modern, yaşaması kolay, denizi-balığı bol, tam bir öğrenci kenti. Burda okumak isterdim.


Akşam yemeğini yemeyi planladığımız Yalova Restoran’a uğrayıp cam kenarında bir masa ayırmalarını rica ettik. Otele dönüp biraz dinlendikten sonra restorana döndük.
Bu Yalova Restoran’a ben öğrenciliğimden beri gelirim. Eskiden sadece 2. kat ve terastan oluşan, şehrin ekabir esnafının takıldığı bu lokantanın altı balık haliydi. O zaman deniz mahsüllerinin çeşitliliği ile göz dolduran, akşamları tıka basa dolan, biraz salaş, süper bir yerdi. Son yıllarda her güzel ve salaş lokantanın başına geldiği gibi dekorasyonu değişti, alt katı da restoran haline getirip daha lüks bir görünüm kazanarak bu görünümün bedelini de hesaba yansıtmaya başladı.


Akşam gittiğimizde belki pazar akşamı olmasının da etkisiyle retoran nerdeyse bomboştu. Tarak haşlama,çiroz gibi deniz mahsülleri sipariş ettik. Restoranın sahibi balıklardan zargana haşlamayı tavsiye etti.


Bir de kendiliklerinden ve müesseseden koca bir tabak Yunan usulü çıtır kabak cipsiyle süzme yoğurt getirince tepeleme doyduk. Hesap 35’lik rakı ve tatlı ile 130 lira geldi.


Sabah kahvaltıdan önce çıkıp sahilde bir tur daha attık. Hava çok güzel, güneşli. Grand Anzac otelin kahvaltısı bol çeşitli ve güzel, kahvaltı salonu anzac askerlerinin fotoğraflarıyla süslüydü.


Saat 10 gibi otelden çıkıp İzmir yoluna revan olduk. Güzel bir çevre yolu yapmışlar. Güzelyalı’ya gelmeden önce bir Hasan Mavsuf şehitliği tabelasını görünce çevre yolundan ayrılıp sahile doğru gittik.


Buradaki topçu tabyasında mermi isabeti sonucu şehit olan subay ve erlerin mezarlarını ziyaret ettik. Hasan ve Mavsuf tabyada gemiden atılan top mermisinin isabeti sonucu şehit olan subayların adlarıymış.

Ezine’ye varınca Güney'e sahilden inmek için Şehir merkezine girdik. Pazar varmış, arabayı park edip peynir, mandalin aldık.
Geyikli'deki parka Ata Demirer'in adını vermişler, güzel bir davranış.


Yükyeri iskelesi’ne şöylelemesine bir baktık, anılarımızı tazeledik. (Gerçi benim gidişlerimin çoğu  Odunluk İskelesi'ndendi) Son on yıldır Bozcada’ya gitmedik, gitmeyi de pek düşünmüyoruz. Haluk Şahin adaya yerleşip iyi bir iletişimci olarak adanın reklamını yapmaya başladıktan sonra hızla İstanbullulaşan adanın anılarımızdaki gibi yaşamasını istiyoruz.


10 yıl önce Bozcada!da iskele meydanında bir kahve söyledim, yanında ufak kurabiye ve likörle geldi
Yan masada da Halil Ergün ve göbeği oturuyordu. 
O an bunun adaya son gelişim olduğunu anlamıştım.



Kıyı kıyı devam ettik. Koyunyeri adlı köyün çıkışında bir sürü otel tabelası görünce kavşakta dinelen köylü amcaya sordum, aşağıda sahildeymiş oteller.


İndik baktık sahiden güzelce bir sahil ve otel dolu.


Sahilin sonundan yukarı çıkarken bir köylü el kaldırdı, aldık. 
"Burası kalabalık oluyor heralde yazın" dedim.
"İğne atsan yere düşmez, hep İstanbul'dan geliyorlar, (tırmandığımız kıraç tepeleri göstererek) bu tepeleri hep aldılar, koyun ağıllarını damları ne varsa aldılar, ne yapacaklarsa..." dedi.
Yola devam edip Assos’a geldik. Yazın buraya arabayla inip park yeri bulamayıp ta yukarlara geri çıkmak ölüm ama şimdi merkezdeki Grand Assos’un önüne kadar inip arabayı bıraktık.


Şöyle bir tur attık. Merkezdeki eski iki taş otelde de kış fiyatları birbiriyle aynı, yarım pansiyon 150-160 lira imiş. (Döndükten sonra şehir fırsatından da aynı fiyatlar geldi) Kervansaray Oteli gezdik. Otelin iç dekorasyonu çok şıktı ama kapalı havuz diye klostrofobik bir yer gösterdiler, üstelik havuzun suyu da soğuktu.


Belki bir haftasonu geliriz diye kartlarını aldık. Otelden çıkarken kapıdaki kabuklardan yapılmış süslemeler dikkatimizi çekti.


 İzmir’de yaptırmışlar, adam tropik kabuklarla hazırlayıp burda duvara monte etmiş.


Hava daha Şakran'a varmadan karardı,
İzmir'e karanlıkta döndük.


Döndükten bir süre sonra akşam yemekte telefon çaldı, hemen kapandı. Baktık Ramis Abi'nin numarası. Herhalde yanlışlıkla aradı dedim. Üst üste 2 defa daha çaldırıp kapatınca yemeği bırakıp aradım. İzmir'e gelen bir köylüsü varmış da bize koli hazırlamış, hangi adrese getirsinlermiş diye soruyormuş.
Ertesi gün Çanakkale'den gelen biri Çiğli'de sözleştiğimiz bir dükkana içinde şarap, pekmez, badem, ceviz, kestane ve kuru üzüm olan bir koliyi bıraktı gitti.
Teşekkür etmek için Ramis Abi'ye tekrar telefon açtım,
"Hepsi kendi malımız, noolcek Doktor Bey. Sen yazın gel de güzel bir mangal yapalım" dedi.

Bütçe: 300 lira
Müzik: Swingle Singers , Erik Satie
Kitap: BABA OĞUL ANILARI / PRAVUŞTA 1894 - İZMİR 2010 / BİR CUMHURİYET AİLESİNİN 100 YILLIK ÖYKÜSÜ / 3 CİLT Tuğrul Pırnar