DONETSK
Nisan 2014
THY kış indiriminde önce Kırım’a gitmeyi planlayıp uçuş saatlerinin mesai ile uyumsuzluğu nedeniyle iyi ki vazgeçince (o zamanki) Ukrayna’da başka hangi kente gitsek diye araştırmaya başladığımızı yazmıştım. İzmir’de tanıdığım tek Ukraynalı olan, arkadaşım İbrahim’in eşi Yelena’ya dedim ki:
"Bu THY nin uçtuğu şehirlerden en az turistik, en çok Sovyet havasında olanı hangisidir?".
Yelena zeki kız, hemen anladı. Listeye bakıp
“Bunların en çirkini Dnyetepetrovsk, ikincisi Donetsk. Eskiden Donetsk daha çirkindi ama futbol kupası nedeniyle biraz bakım gördü” dedi. Bu iki şehirdeki Couchsurferları araştırırken Donetsk’de Dmitry adlı bir doktorun profil fotoğrafını çok beğendim.
Kendisine yazıp iki meslektaşını kabul ederse hemen bileti alacağımızı söyledim. Sağolsun kabul etti, Ocak ayında biletlerimizi aldık. Gel gör ki Şubat’ta Kırım krizi çıktı, Mart’ta gösteriler Rusya sınırındaki Donetsk’e sıçradı, bilet paralarımız yanacak diye çok korktuk.
Bu arada Dima mail atıp “Olaylardan korkmuyorsunuz, geleceksiniz di mi?” diye sordu
“Havaalanı kapanmadığı sürece geleceğiz!” diye cevap yazdım.
Kardeşim Tayfun ise ortalık çok karışık olduğundan gitmemizin delilik olduğunu düşünüyordu.
İş çıkışı Adnan Menderes yeni iç hatlar binasında buluştuk.
Havaalanı güzel olmuş, badana kokuyordu.
İstanbul’daki pasaport kontrolünden sonra 1 saatimiz vardı. Hızla Yapı Kredi Lounge’una gittik. Geçen seferki gibi içince buluşamayız diye aynı salonda içmek için Neşe’nin kredi kartını da yanıma almıştım. Kapıdaki kız kartları incelemediğinden sorun yaşamadık.
Hızla ve bolca viski içip iş stresinden uzaklaşarak seyahat havasına girdik.
Herkes kardeşim Tayfun gibi düşünüyor olacak ki uçakta bizden başka pek Türk yoktu.
Güleryüzlü hosteslerimizin ikram ettiği duble viskilerle o kadar çoştuk ki türkü söylemeye başlamışız (sonradan videoda gördüm) .
Dima bizi havaalanında karşıladı. Eve gider gitmez Yakup sızdı.
Ben "Kusura bakma ya, sarhoş geldik" falan diyerek muhabbet ettim. Dima:
“Gel mutfakta oturalım adam uyusun ama sadece çay içelim” dedi. Taze zencefil ve balla güzel bir çay yaptı. Genel konular üzerinden şöylece bir geçtikten sonra dayanamayıp ben de yattım.
Sabah erkenden kalkıp mutfakta bir süre kitap okudum. Kimse uyanmayınca dışarı çıkmaya karar verdim.
Bir şehirdeki ilk sabah, ilk karşılaşılan insanlar, kokular falan bana pek etkileyici geliyor.
Biranın ilk yudumunun kalanından tatlı olması gibi bir şey ...
Bu duygumu paylaştığım Can ticari bir fikri geliştirdi:
Sadece ilk yudumlardan oluşan bir şişe bira
(ve ayrıca son lokmalardan oluşan bir pizza!)
New York’a da gece varıp etrafı hiç görememiştim.
Sabah erkenden merakla Manhattan sokaklarına çıktığımda mahallenin marketinden alışveriş yapan filmlerden fırlamışa benzeyen bir polis görmüştüm, hala gözümün önündedir.
Evin kapısı kilitsizdi ama dış kapının nasıl açılacağını öğrenmek için aşağı inip baktım, şifreli bir sistem var. Sonradan Dima anahtarını verdi, Akbille açılıyormuş.
Şifreyi bilmediğimden tekrar yukarı çıkıp Yakup’u uyandırdım.
Saat tam 9 30 da aşağı inip bana kapıyı açmasını ama lütfen geç kalmamasını, çünkü havanın çok soğuk olduğunu söyledim.
Bulunduğumuz bölge şehir merkezinde toplu konutların bulunduğu bir yer. Birbirine benzer eski tuğla binaların ortasında bir de kocaman bacalı yapı var.
Sonradan öğrendiğime göre burası merkezi ısıtma binasıymış.
Donetsk’in kömür bölgesi olmasından mı yoksa tesisattan mı bilmiyorum ama dışarısı buz gibi olmasına karşın evin içi çok sıcaktı, hatta gece camlar aralık yattık.
Musluğu açar açmaz da sürekli sıcak su olması pek hoş oluyor.
Evin kirası 200 euro imiş, ısıtma için ayrıca para ödenmiyormuş.
Apartmanların arasından görünen suya doğru yürüyüp nehir kıyısına indim. Burası aslında suni bir gölmüş, nehirde ip gibi su varmış. Şehre çok hoş bir hava katmış. Kıyıda çok ince, un gibi kumlu ufak bir plaj, parklar, sazlıklar, yürüyüş yolları, oyuncaklar vardı.
Eski dönemden kalma oyuncaklar pek feci durumda.
Demir borulardan kıvrılarak yapılmış, paslı ve adeta korkunç!
Bir okulun bahçesinde gördüğümüz oyun parkında da askeri eğitim alanı havası vardı.
Ne gam, çocuklar dünyanın her yerindeki akranları gibi neşeyle oynuyorlardı.
Evin yakınındaki bir sahada liseli gençler bir spor yarışmasına hazırlanıyorlardı.
Öğretmenleri sahaya numaralar dizmişti ama hangi branş olduğunu çözemedim.
Yarım saati geçirmemek için fazla oyalanmadan geri döndüm.
Saat tam 9 30 da kapıyı Dima açtı, arabadan alacakları varmış.
Mutfakta kahvaltı ettik. O da benim gibi sabahları sütlü yulaf ezmesi yiyor, şeker olarak da bir hastasının hediyesi olan koca cam kavanoz dolusu şekerlenmiş balı kullanıyormuş.
Yulaftan başka mısır ve buğday çeşitleri de vardı. Benden farklı olarak sütle yulafı kapağı kırık mikrodalgasında ısıtıyordu.
Kahvaltıdan sonra hep beraber arabaya binerek şehrin öbür ucundaki muayenehanesine gittik. Donetsk 200 yıl önce kömür madenleri nedeniyle gelişen çelik endüstrisi sayesinde kurulmuş bir sanayi şehriymiş. Dümdüz bir ovanın ortasında öylesine kurulmuş.
Arkamızdaki Dima'nın muayanehanesinin bulunduğu bina 100 yıllıkmış.
Aynı koridora bakan iki oda tutmuş, birinde muayenehane, diğerinde jinekolojik muayene masası ve dinlenmek için kanepe, kahve makinesi ve içkiler var.
Ayrıca tuvalete yumuşak tuvalet kağıdı almış.
(Evde ise ne yazık ki eski usul Rus kağıdı kullanıyordu)
Aslında evdeki iyi bile sayılır. Doksanlarda Rusya'da tuvaletçiler bizim mahalle pidecilerinde bulunan pembe, dört köşe kaba kağıtlardan bir yaprak verip, artık ne işime yarayacaksa ikincisini istediğimde de surat yapıyor, bir tuvalet ücreti (10 kopek) daha istiyorlardı.
Bize hastalarından söz etti. Genelde erkeklerle ve cinsel fonksiyon bozukluğuyla uğraşıyormuş.
Bana “Ejaculatio anteporte (erken boşalma) vakalarında ne kullanıyorsun?” diye sordu.
Kullandığım ilaçları söyledim.
"Başka, başka?" dedi.
"Başka bir şey yok" dedim
Kendisi bu şikayetle gelen hastalara kuyruk sokumuna soğutucu sprey sıkarak bir tedavi uyguluyormuş. Bu tedaviyi Vasiliçenko adlı Rus bir doktor 1954 te Rusça yayınlamış, ama nedense dünya literatürüne girmemiş! Çok etkiliymiş, 6 seansta sorunu % 80 çözüyormuş.
“Benim hastalarım 6 ay dağ başında bir tesiste çalışıp, bir aylık izinle şehre iniyor. Antidepresanların etki göstermesini bekleyecek zamanları yok. Bir ay içinde işlerini halledip yine altı aylığına görevlerinin başına dönmeleri gerekiyor” dedi.
Yaptığımız bunun gibi tıbbi sohbetler sonucu Ukrayna'daki tıp eğitiminin pek iyi olmadığı izlenimini edindik. Nitekim Dima da ürolog olmak için intörnlük dahil 2,5 sene ihtisas yapmış. Yani tıp fakültesine girdikten 7.5 yıl sonra üroloji uzmanı olmuş. Bu süreç Türkiye’de en az 10 yıl sürüyor. Kendisi zaten hiç ameliyat yapmıyormuş, zira kullanabileceği ameliyathane yokmuş.
“Sünnet bile yapmıyor musun?” dedim
“Nasıl yapayım ameliyathane yok, ekip yok” diye sinirlendi.
(Çok iddiacı ve sinirli bir meslektaşımız)
Erişkin sünneti (Alman damat) çocuk sünnetine göre biraz kanlı olabilir ama bence çok da büyütülecek bir şey değil.
Askerdeyken bizim bir sağlıkçı Cumhur Başçavuş vardı. En büyük merakı sünnetsiz askerleri sünnetliler sınıfına kazandırmaktı. Süryani bir askere bir haftadan başlayıp, arttıra arttıra bir aya kadar istirahat teklif etti. Asker kabul etmedi.
Ukraynadaki sağlık sisteminden konuştuk, çok feciymiş.
Teorik olarak sağlık hizmeti ücretsizmiş ama rüşvet vermeden asla tedavi olamıyormuşsun.
Doktor maaşı 150 euroymuş ve hemşire maaşına eşitmiş. Herkes özel hastanelere gitmek zorunda kalıyormuş . Kendi muayene ücreti de 15 dolarmış, 25 dolara çıkarmayı planlıyormuş.
Randevulu hastası gelince biz izin isteyip ayrıldık. Bize internetten şehir planını gösterdi, yolları tarif etti. Şehrin bütün uzunluğu 10 km ve bu on kilometreyi Artema Caddesi boydan boya katediyormuş.
Bir ucunda Dima’nın muayenehanesi, diğer ucunda istasyon varmış. Düzenli ızgara planı ve kerteriz alınabilen nehri ile ile kaybolmanın zor olduğu bir şehir.
Donetsk yıllardır ilk kez haritasız gezdiğim bir şehir oldu.
Bir enformasyon bürosu bulduk ama kapalıydı. Açık turizm enformasyon bürosu dünya çapında çok nadir rastlanan bir şey olduğundan Ukrayna’lı kardeşlerimizin büroyu kapatıp gitmelerine hiç şaşırmadık.
Artema Caddesi'nden merkeze doğru yürümeye başladık.
Çorumlunun biri memleketini mücevherci markası yapmış
Bir çarşı görünce para bozdurma ümidiyle içeri girdik. İçerde son derece tapon mallar satılıyordu, pek müşteri de yoktu. Bir köşedeki Exchange yazısını görünce 20 euro bozdurduk. 1 dolar 10, bir euro 16 Grivni imiş (Grivna tekil, Grivni çoğul!)
Döviz bürosundaki ana oğul tek kelime İngilizce bilmiyorlardı. Burada kimse İngilizce bilmiyor ama döviz bürosunda çalışan kişi neden İngilizce rakamları öğrenmez anlamıyorum.
Restoranda kasaya iki bira deyip parasını ödüyorum, masaya üç bira geliyor. 3 yaşındaki yeğenim İngilizce ona kadar sayabiliyor ama 20 yaşındaki Ukraynalı garson kız üçe kadar sayamıyor.
Dövizcinin müşterisi çoktu.
Anladığımız kadarıyla yüksek enflasyon nedeniyle halk parasını eskiden bizde olduğu gibi dövizde tutup, harcayacağı kadar bozduruyor.
Hava gittikçe soğudu, kar sepelemeye başladı. Yanımda getirdiğim yün içlikleri evde unuttuğumdan üşümeye başladım. Adımlarımızı sıklaştırıp Lenin Meydanı'na geldik.
Meydana vardığın kocaman Lenin heykelinden anlaşılıyor
Burası şehrin merkeziymiş. Lenin heykeli görmek hoş oldu, dünyada pek örneği kalmadı. Heykelin altında bir takım insanlar çadır kurmuş oturuyorlardı.
İlk önce Meydancılar sandım ama sonradan anladık ki Rusya yanlıları.
İmza toplayıp çiçek falan satıyorlardı.
Heykelle yeteri miktarda fotoğraf çekildikten sonra meydandan aşağı sallanarak yemek yiyecek, Sovyet zamanından kalma döküntü bir restoran aradık, bulamadık.
Hep lüks, afili restoranlar vardı. Neşe matrioşka istemişti, gördüğümüz tek hediyelikçi olan ufak bir dükkanda sorduk, kız bir tanesine 60 lira istedi
Yağmurdan korunmak ve dinlenmek için bir tramvay durağına dineldik.
Lazım olur diye de iki tramvay bileti aldım. (1,5 Gr=30 kuruş)
Büfeci kadının bülbül gibi İngilizce konuştuğunu görünce ona restoran sorduk. Tirol Pub'ı tavsiye ve tarif etti. Araya taraya bulduk: Yeraltında Avusturya havasında bir mahzen. Avusturya kıyafetli oğlan ve kızlar hizmet ediyor, dekorasyon falan pek güzel de aradığımız bu da değil.
Yürümeye ve aramaya devam.
En sonunda açlığımız iyice tavana vurmuşken girdiğimiz bir restoranda karar kıldık. Burası da eski değildi, dışarısı gözükmüyordu ama havası ve içerde oturanlar hoştu.
Bir zamanlar Ankara'da gördüğüm sokak konseptli bara benziyordu. Yerler Arnavut kaldırımı, sokak lambalarına ceket asılıyor falan.
Pirzola ve Kiev köfte söyledik. Pirzolanın üstüne barbekü sos dökülmüş olarak gelmese fena değildi.
Ardından kaşar pane ve peynirli patates kızartması istedik
Üçer bira içtik, 260 Grivni= 26 dolar hesap geldi.
Restorandan çıkıp hepsi birbirine benzeyen toplu konut alanlarından geçerek göz kararı nehir kıyısına doğru iniyorduk ki ben park etmiş eski bir Moskoviç'ten bizim mahalleyi tanıdım.
Nehir kıyısına inip oryante olmaya gerek kalmadan evimize vardık.
Dima gelmiş bizi bekliyordu. Hangi restorana gittiğimizi sordu
Gittiği restoranın adına dikkat eden gurme havasında gururla,
"Nemiroff!" dedim.
(Hatta adı unutmamak için menün fotoğrafını çekmiştik.)
"Değildir. O votka markası" dedi.
Akşama bize borç çorbası yapacağını söyleyip markete gidip alışveriş yapmamızı önerdi.
Ürologika'ya (Dima arabasının her tarafını kliniğine verdiği ad olan Ürologika yazısıyla doldurmuş) binip Donetsk’in en büyük marketine gittik.
Adı Amstor.
Market çok büyük ve çeşit açısından zengindi.
Meyve sebzede de bolluk vardı.
25 yıl önceki Sovyet marketlerini anımsadım. Sovyetlerdeki ilk sabahımda markete gittiğimde satılan üç beş çeşit malın biri yumurtaydı, ben de 4 tanecik almıştım. Daha sonra bir ay boyunca hiç yumurta görmedim. Meğer bir mal ayda yılda bir gün gelir, o gün bitermiş.
Mal dediğim de mesela kibrit, ampul veya tuvalet kağıdı gibi şeyler. Tabi bunları karaborsada her zaman bulmak mümkündü de markete gelmiyor, gelirse de hemen sıra oluyordu.
Bu markette ise özellikle deniz mahsülleri ve bira çeşitliliği süperdi.
Taze deniz ve göl balıklarının yanı sıra Tayland'da bile görmediğim çeşitlilikte kurutulmuş, tütsülenmiş balıklar;
Belçika'da görmediğim kadar çok çeşitli biralar vardı.
Biz de etiketlerini beğendiklerimizden bir miktar bira ve yanında yemek için kurutulmuş ve tütsülenmiş balıklardan aldık.
"Biraları biz ödeyelim" dedik ,
"Hay hay" dedi, ödedik; ama pek büyük bir şey tutmadı.
Ukrayna biralarının şişesi 1 lira civarında. En pahalı ithal bira 5 lira.
Eve dönünce Dima birayla kuru balıklara girişti.
Balığın derisini soyup, kopartıp çiğniyorsun.
Bayağı uğraştırıcı olduğundan yavaş yeniyor.
Ben bir süre daha çay kahve ile idare edip daha sonra füme balıkla biraya geçtim.
Burda büyük balıkları parçalayarak füme etmişler.
Güzel bir torik karnı aldık, yağlı yağlı pek lezzetli çıktı.
Kapı çaldı, iki komşu July ile Johny geldi. Donetsk’deki Couchsurfing grubunda tanışıp kaynaşmışlar. Dima Couchsurfing işini pek sevmiş. Siteye bağış yapmış, onlar da çıkartma göndermişler, kapısına yapıştırmış.
Bir süre salonda politika falan konuştuk. Rusya'nın Doğu Ukrayna'yı işgal etmesi konusunda pek bir fikirleri yoktu, umursamıyor gibi görünüyorlardı. Dima Rus kökenliymiş. Tercihini sorduğumuzda "İkisi de aynı bok" dedi
Johny tam Rus yanlısı çıktı. Rusya’da her bakımdan Amerika'dan daha fazla özgürlük olduğunu iddia ediyordu. Verdiği örnek de; mesela Amerika’da trafikte polis seni durdurur da sen ona itiraz edersen hemen yere yatırıp üzerine basıyormuş. Oysa ki Rusya’da polise her türlü itirazını rahatlıkla yapabiliyormuşsun.
“Sen Amerika’ya gittin mi bilader?” diye sordum.
Gitmemiş ama duydukları öyleymiş.
“Rusya'da polise rüşvet veriliyor mu?” dedim
“E heralde yani” diye güldü
“Bence söylediğin farklılık buradan kaynaklanıyor. Amerikan sisteminde kuralları çiğnemedikçe kimse seni durdurup kontrol etmiyor. Çiğnersen de rüşvet almıyorlar. Burada ise sebepsiz yere seni durdurup rüşvet aldıklarından daha başka bir ilişki gelişmiş polisle aranızda” dedim
Yine duyduğuna göre gay hakları konusunda da Rusya Amerika'nın çok ilerisindeymiş.
O kadar abuk subuk fikirleri vardı ki "Biz seninle hiç politika tartışmayalım" diyerek yanımdaki Uykusuz ve Penguen dergilerinden bazı karikatürleri tercüme edip konuyu kapattım. Karikatürleri pek beğendiler, çok güldüler.
Acıkınca borş için mutfağa geçtik. Söylediklerine göre bu çorba imece ile hazırlanırsa daha güzel olurmuş.
Hazırlığa çok önem verdiler. Birer adet soğan, patates, pancar, havuç ve lahanayı ince ince doğrayıp ayrı bir tavada yağda çevirerek kavurdular. Bir tencerede iki saattir kaynayan kemikli eti çıkartıp didikleyip kavrulmuş sebzelerle birlikte hepsini tekrar et suyuna attılar. Bir kutu doğranmış domates ve en son olarak da taze sarımsak ekleyince yemeğimiz tamam oldu.
Bu yemek içine ekşi krema katılarak ve siyah ekmekle yenirmiş.
Yanında da sek votka içtik.
Bence harcanan emeğe göre tadı zayıf bir yemekti. Baharat eksiği vardı. İkinci gün yerken içine biraz kakule attım daha iyi oldu. Zaten borş çorbasının özelliği ikinci gün daha lezzetli olmasıymış. Eski zamanların gezi kitaplarında yazdığına göre hanlarda bir gün önceki borş 1 rubleye satılırken o gün pişen 10 kopekmiş. (Bu bana saçma geldi, 10 kopeğe al ertesi gün iç )
July moda tasarımcısıymış.
Dima'ya müzik festivallerde falan giymesi için etek dikmiş.
Onun provasını yaptılar.
Getirdikleri bir şişe votka sek olarak doldurup doldurup içince dakkada bitti.
Biralar da bitince gençler evlerine gitti, biz de yattık. Sabah Dima’ya arkadaşların evli mi diye sordum. İtalya vizesi alabilmek için evlenmişler. İkisinde de biraz eşcinsel havası vardı.
Dima'nın gerçeğe benzeyen oyuncak bir Kalaşnikof'u varmış (Öyle dedi ama bayağı ağırdı, inşallah oyuncaktır). Bunu görünce kardeşim Tayfun'a göndermek için bir asker pozu çektik.
Askerliğim sırasında elimize ilk piyade tüfekleri verildiğinde nerdeyse bütün bölük Rambo havalarında birbirine poz vermeye başlamıştı da silahtan tiksinen biri olarak doktorlardaki bu silah sevgisine çok şaşırmıştım. Yıllar sonra şaka amaçlı da olsa ben de aynı pozu vermiş oldum.
Fotoğrafı hemen Tayfun'a gönderdik, altına da
"Abicim haklıymışsın, burada durum çok fena. Silahsız sokağa çıkamıyoruz. Sabaha kadar silah seslerinden uyuyamadık" yazdım
Canım kardeşim bir endişelendi, bir endişelendi,
"Yapma abi ya! Ben söyledim sana, gitme dedim..." diye perişan oldu.
Şakayı uzatmadan bizi böyle düşündüğü için teşekkürlerimizi iletip gerçeği anlattık.
Kahvaltıdan sonra Dima bizim için hazırladığı planı anlattı:
Önce terakonlara , sonra da milli park gibi bir yere gidecekmişiz. Bu terakon denen naneyi Donetsk hakkında bilgi ararken okumuştum. En büyük turistik atraksiyon yazıyordu, ama ne olduğunu anlayamamıştım. Birisi 'Gün batımında nefis görünüyor' yazdığından
'Herhalde Kuzey ışıkları gibi bir şey' diye düşünmüştüm.
İlk sabah gezmekten eve dönünce Dima heyecanla "Terakonları gördün mü?" diye sormuştu, yine anlamamıştım. Yolda görünce anladım:
Buranın altı komple kömür madeni olduğundan yıllar boyu yer altından çıkartılan kömürün içine karışmış moloz ve taşlar madenin yanına dökülmüş ve koni şeklinde tepeler oluşmuş. (Terra=toprak, kon= koni ).
Bunlar gerçekten garip görünüşlü insan yapımı ufak tepeler.
Gittiğimiz terakon şehre 20 km mesafede kapanmış (tükenmiş) bir kömür madeninin yanında yer alıyormuş.
Yolda Dima bize gezdiğimiz yerlerde araba kiralayıp kiralamadığımızı sordu. Yakup bunu bir dokundurma gibi algılayıp
“Biz de yakıta katkıda bulunalım” dedi.
“Tabi olur” yanıtını aldı.
Dönüşte benzinciye girdik; indirim kartını mı ne unutmuş, benzin alamadık. Biz de istasyonun kafeteryasında kendisine pahalı kahve ısmarladık.
Ertesi sabah “Evet benzin katkı payı 100 grivni alayım” dedi (Ukrayna’da benzinin litresi 1 euro, bizim tükettiğimiz LPG 40 cent) Ben Yakup’a:
“Şaka mı yapıyor acaba, çıkartıp verirsek ayıp olmasın?” dedim
Yakup “Valla gayet ciddi görünüyor, ver bakalım” dedi
100 gr (20 lira) verdim, aldı cüzdanına koydu.
Bunu eleştirmek için değil bizzat turizm bu olduğu için burada anlattım.
İnsanların kültürleri farklı farklı. Bize çok ayıp gelen bir davranış, başka bir memlekette gayet normal olabiliyor.
Yol uzun olduğundan Dima da bu konuyu açtı:
“Sizce Türklerin en önemli özellikleri nedir?” diye sordu
Hiç düşünmeden “Misafirperverlikleri” dedim
“Başka?” dedi
“Kişisine göre çay veya rakıya olan düşkünlükleri” dedim
“Başka?” deyince düşünmek zorunda kaldım ve sonra şöyle dedim:
“Türkler çalışkandır, işten kaçmazlar. Fakat yasada bir boşluk varsa bundan faydalanmaktan da büyük zevk alırlar” dedim
“Türk ailesi nasıldır, erkekler eşlerine nasıl davranır?” diye sordu
“Bu konuda hastalarımın anlattıklarından epey fikrim olduğundan konu hakkında uzman sayılabilirim. Eskiden ben Türk erkeklerinin eşlerine kaba ve hoyrat davrandıklarını sanırdım. Kadınları dinledikçe büyük çoğunluğunun eşlerinden çok memnun olduğunu, erkeklerinin onları el üstünde tuttuklarını öğrendim” dedim
“Bizim erkekler berbat! Kadınlarına hiç saygı duymuyorlar, çünkü kendilerine saygıları yok” dedi.
Çamurlu bozuk yollardan terk edilmiş kömür madenine ulaştık.
Çok garip bir yerdi.
Yıkılmış binalar korkunç ve hüzünlü görünüyorlardı.
Dima’nın böyle yerlere ilgisi olsa gerek ki iki üç defa Çernobil’e gitmiş.
Elinde Geiger cihazıyla radyasyonun az olduğu yerlerde dolaşıyormuşsun.
Şehir terk edildiği günkü gibi kalmış. Profilindeki bir fotoğrafta Çernobil’deki bir sınıfta bulduğu çocuklar için radyasyondan korunma kitabını gösteriyor.
Ben de Kıbrıs'ta terk edilmiş şehir Maraş’ı gezmeyi çok istemiştim ama kapıdaki askerlere ne kadar yalvarsam da içeri almadılar. Askerliğimi yaparken akıl etsem içerdeki orduevine girebilirmişim
Arabayı park ettik, dışarıda buz gibi bir rüzgar.
Dima keçi gibi önden tırmanmaya başladı.
Biz de peşinden, soluk soluğa.
Çok sporcu bir çocuk, biz döndükten sonra ultramaraton gibi bir endurans yarışına katıldı.
Rüzgar, daha doğrusu fırtına uçuracak gibi olduğundan iki sırtın arasındaki oyuktan yürüyerek zirveye çıktık.
Dima zirvedeki düzlükte duman tüten yerleri göstererek
“Oralara yaklaşmayın, çöker de içine düşerseniz canlı canlı yanarsınız” dedi. Burası madenden çıkan taş toprakla yapıldığından araya karışan kömür parçaları yıllarca yanmaya devam ediyormuş. Hatta 1957de böyle bir koni için için yandıktan sonra patlayarak yanı başındaki köyü yok etmiş. O zamandan beri patlamasın diye konilerin tepesi düz yapılıyormuş.
Sivri olanlar eskiden kalmaymış. Bizim çıktığımız da yassı tepeliydi.
Manzara güzel, ortam etkileyici.
Dima taşları incelersek pek çok fosille karşılaşacağımızı söyledi. Gerçekten de kısa sürede bir sürü fosil bulduk. Çocukken bir arkadaşı burada 4,5 metrelik balık fosili bulmuş ama kimse ilgilenmemiş kırılmış gitmiş.
İniş biraz daha tehlikeliydi ama kazasız belasız indik. O, arabanın inen tekerleğini şişirirken biz de etrafı dolaştık. Bir binanın arkasında tamamen dağılmış bir Lada vardı. Bir köşede kilometre saati, bir köşede radyatörü.
Tekneye takarım, hatıra olur diye kapı tutacağını aldım .
Geldiğimiz yollardan dönüp milli park dediği yere yöneldik.
“Bu gittiğimiz yerde sizin ülkenizde de olan bir şey var ama söylemiycem, sürpriz olsun” dedi.
Köylerin arasından geçerek epeyce yol gittik.
Köyler çok güzeldi, tek katlı evler, bakımsız köy merkezleri .
Eski otobüsler yolcu bekliyor
Köylüler köyün bakkalının önünde masa atmış votka içiyorlar. Burdaki geleneksel içme şekli böyle zaten. Bakkaldan bir litre votka alıp, artık yanına ne bulursan peynir, ekmek, sucuk, börek ayaküstü içiyorsun.
Elbette alkolizm çok ciddi bir sorun.
İçkiyi fazla kaçıranlar için tuvaletin duvarına yastık bile yapmışlar.
Şehrin içinden geçerken yerel bir pazar yerine girdik.
Soğuk nedeniyle satıcı kadınlar iyice sarınmışlardı.
Slav kadınlarının gençken güzel olup sonra aniden yaşlandıkları hep söylenen bir klişedir ama aradaki farka insanın inanası gelmiyor.
Bunlar belli bir yaşta adeta metamorfoz geçirmişler.
Kimse sokaklardaki dal gibi ince kızların bir gün bu kadınlar gibi olacağını, ya da bu kadınların 30 yıl önce dal gibi olduğunu hayal edemez.
Bir kadının önündeki şişelerdeki zeytinyağına benzeyen sıvının ne olduğunu merak ettim.
Dima "Kvas, mutlaka tatmalısınız " diyerek bir litre aldırdı.
Turşu suyu ile boza arası fermente bir içecekmiş, pek hoşumuza gitmedi.
Kerevite benzer böcekler satılıyordu.
"Alsak evde yapabilir miyiz?" diye sordum
"Bunlar tatlı su böcekleri pek lezzetli değildir ve çok alerjenik olabilir" dedi
Can'a sosis almak istedim "Burda iyi olmaz" dedi.
Babam gibi; safi muhalefet !
İyi de yarın Pazar, her yer kapalı.
Çocuk dönünce elimize bakacak.
Gözüme kestirdiğim bir tezgahtan iki kangal sucuk aldım. Bu sefer de "Esas buranın at sucuğu çok iyi olur" dedi, kadına sordu. Kadın simsiyah bir sucuk çıkarttı. O kadar övdü ki ayıp olmasın diye vakumlu ufak bir paket aldık ama yemeye cesaret edemedim.
İnsan göz göre göre at yer mi!
Pazardan çıkıp sürprize doğru yola devam ettik.
Gide gide yol bitti, tarlaların arasından patikalardan devam ettik, en sonunda bir tepeye geldik.
O da nesi! Burada da yanartaş varmış.
“Bunun ateşi bizimkinden kuvvetli” dedim
“Sizinki doğal, bu delerek yapılmış” dedi.
Karşıda 10 km uzakta (üstteki fotoğrafta taa uzakta) görünen kömür madeninin galerileri yeraltından buraya kadar geliyormuş. Galerilerde oluşan fazla gazı tahliye etmek için bir delik delmişler.
Hava buz gibi soğuk olduğundan ateş pek makbule geçti.
Balıkçılar aşağıdaki baraj gölünden tuttukları balıklarla burada balık çorbası yapar içerlermiş.
Nehir ve barajın manzarası çok güzeldi.
Burada ne güzel yelken yapılır diye içimden geçirirken ortalıkta hiç tekne olmadığını farkettim. Sordum, alışkanlıkları yokmuş, herkes iskeleden balık tutarmış.
Rüzgar insanı ısırıyordu, fazla oyalanmadan dönüşe geçtik.
Yolda başka bir toprak yolun girişinde arabayı bırakıp "Arkadaşlarıma bakalım" diye bir patikaya daldı, biz de tabii peşinden...
Çevredeki düzenlemelere bakılırsa şehirden kaçıp gelenlerin sık uğradığı bir yer, kamp alanları falan var.
Yürü yürü kaya tırmanışı yapan bir gruba denk geldik.
Duvarın üstünde önceden çakılmış sağlam halkalar varmış.
Onlara halatlarını geçirip tırmanıyorlarmış.
Yakup’la birbirimize baktık, bize hiç akıllı işi gelmedi.
Dönüşte aklıma bir fikir geldi. Bizim oğlan arabayı Ürologika yazılarıyla donatmış ya, “Amerikada satılan tampon testisleri görmüştüm. Arabanın konseptine çok uyar, alıp taksana. Namın yürür Donetsk’de valla” dedim.
Aklına yatar gibi oldu.
Şehre vardığımızda epey yorulmuştuk ama bize kendi Tıp Fakültesini göstermek istedi. Arabayı park ederek hastane binalarından oluşan kampüse girdik.
Çayırlık alanlara bakarak “Buralar hafta içi öğrenci kaynıyodur di mi?” diye sordum Şaşırarak “Hayır öğrenciler binalarda dururlar. Çimlere oturmak yasaktır” dedi
“Neden yasak. Öğrenciler uymaz ki böyle yasaklara. Bizim okulumuzda öğlen tatilinde herkes çayırlara yayılır, gitar çalar” dedim.
Düşündü, “Haklısın valla, bizim üzerimizden Sovyet etkisi geçmemiş herhalde. Yasak dendi mi uyuyoruz. Aslında yazılı olarak böyle bir kural da yok” dedi
Anatomi dersliklerini gösterdi, eski günleri anımsadı.
Yakup da Nükleer Tıp binasını görmek istedi, önünde fotoğraf çekildi.
Tıp Fakültesinin tam adı Maxim Gorki Tıp Fakültesi.
Kapının önünde Gorki'nin heykeli var.
Eve dönerken havanın güzelliğinden faydalanmak için bizi Puşkin Parkı'na bırakmasını rica ettik. Burası Artema Caddesi'ne paralel, bakımlı güzel bir park.Cumartesi olmasına karşın pek kalabalık değildi.
Ana caddeye çıkıp bir kiliseyi gezdik. İçerde fotoğraf çekmek nedense yasakmış.
Biz de dışarıda çektik.
Şehir merkezinde panolarda Donetsk reklamları var. Ben böyle kendi kendine yapılan reklamlara çok gülüyorum. Bizim televizyonlarda da bazen Türkiye reklamı çıkıyor ya, aynı hesap. Şehirde hiç turist olmadığından bir tek 'Made in Donetsk'i İngilizce yazmışlar, gerisi anlaşılmıyor.
Donetsk'in de nesi meşhur olacak; işte köprüsünün, stadının falan resimlerini koymuşlar.
Yol üstündeki marketlerden birinin önünde ayakta bira içenleri görünce bizim de canımız çekti.
Burdaki usul böyle , bakkal fiyatına içerden aldığın birayı kapının önünde hızlı hızlı içip şişeyi çöp kovasına fırlatıp yoluna devam ediyorsun.
Biz tabi yavaş yavaş içip şişeyi de usulca bıraktık.
Donetsk'in Liverpool diye meşhur bir mekanı var.
Perişan bir binanın alt katını parlatmışlar.
Hem self servis restoran hem gece klübü hem otelmiş.
Girişinde Beatles heykelleri var ve sürekli Beatles çalıyor.
Güzel bir konsept. İçerisi de öğrenci işi bir yer, çeşitli yemekler kiloyla satılıyor.
Büfede uzunca bir yazıyla methettikleri bir sürahi dolusu baharatlı şifalı içecek vardı.
Çok tok olduğumuzdan bu içecekten ufak birer bardak koyup ödeme sırasına girdik.
Kasaya geldiğimizde o bedava diye bize güldüler.
Evin izdüşümünü kabaca bildiğimizden yokuş aşağı sallanıp evi bulduk. Eve vardığımızda Dima uyumuş, uyanmış. Heyecanla müjdeyi verdi: İnternetten tampon testislerini bulmuş, tanesi 20 dolardan 5 tane birden ısmarlamış.
“Ukrayna’da bunu satan yok, belki ben satarım, olmadı yedek olur” dedi.
Dünden kalan borş çorbasını ısıtıp yedik.
Dima’ya "Yiyecek misin?" diye sorduk,
"Ben yemiycem, bitirin" dedi.
Tabaklarımızı tepeleme doldurduk ama yine de tencerede azcık kaldı.
Hapur şupur yiyip uzanıp kitap okumaya başladık.
Biraz sonra bizim oğlan kalktı karnı acıkmış gitti, tencerede kalanı görünce
“Boys I dont have a dog” diye sinir yaptı, kendine pilav pişirmeye başladı.
Yakup tabağını çok doldurduğu için pek mahçup oldu, ben üzerinde durmadım. Uykudan uyanınca sinirli oluyor anladık.
Kendime çay koyarken “Sen de bir şey istiyor musun?” dedim.
Önünde durduğum dolaba uzanırken “Çekilmeni istiyorum” dedi.
Bu çocukla çok iyi anlaşıyoruz.
Karnı doyunca sakinleşti, uykusu açıldı.
Hep beraber dışarıya Ukrayna gecelerine akmaya çıktık.
Önce yürüyerek yakınlarda bir apartmanın bodrum katındaki sığınakta açılmış gerçek anlamda underground bir bara gittik.
Adı Ganja Buzz muş.
Ufacık bir sahnede amatör gruplar kendi şarkılarını ve Radiohead coverları çalıyorlardı.
Yaş ortalaması 20 lerin başlarıydı. Mekanın sıcak bir atmosferi vardı, herkes birbirini tanıyor gibiydi. Siyah birayı kapaksız kavanozlarda satıyorlardı. Biz de birer tane söyleyip gençlerin yanına sıkıştık. Biraz sonra canlı müzik bitince bir masa açıldı oraya geçtik.
Pek çok tıbbi ve havadan sudan konuşmanın yanı sıra gecenin anlam ve önemine uygun olarak Dima’ya Türkçe küfürleri öğrettik, pek sevindi.
Tıbbi konuları konuşurken kullanılan ortak terminoloji Dima’nın çok hoşuna gitti. Daha sonra bana referans bırakırken 'Bundan sonra sadece Türk doktorlarını ağırlayacağım' yazmış, bir iki Türkçe küfür eklemeyi de ihmal etmemiş. Gerçekten de iyi anlaşan doktorlar arasında böyle bir kardeşlik durumu oluyor.
Bardan bira alırken karışık turşu gibi bir kavanoz gördüm.
“Nedir bu?” dedim barmene
“Biberli baharatlı voka” dedi, bir şat doldurdu, pek leziz bir şeymiş,
Hemen biradan vazgeçip bu içkiye döndüm. Çok acı olmasına rağmen tıslaya tıslaya içtim. İçkiler bizim memlekete göre çok ucuz.
Yakup da bir masada kızarmış bir şeyler görüp istemiş. Tempura şeklinde yağda kızartılmış bütün mantarlar yanında koca bir kase sarımsaklı mayonez ile geldi.
Herkes bana kalmaz diye hızlı hızlı yiyince midemize oturdu.
Saat 10 gibi bu mekandan ayrılıp Dima'nın önerisiyle Virüs diye bir gece kulübüne gittik. Buraya giriş paralıymış, kişi başı 10 lira verdik. Bunun karşılığında sadece bedava vestiyer varmış (ki Yakup çıkarken orda çalışanlara da bahşiş verdi).
İçeriye bir girdik, aman Allah!
Çok yüksek sesle bir müzik çalınan iki katlı bir mekan.
Yukarda kurulu sahnede bir DJ ve dansçı kızlar var.
Hep televizyonlardaki magazin programlarında gördüğüm eğlence türüne ilk defa şahit oldum.
Üst kattan gördüğüm kadarıyla dans pistinde dekolte kıyafetli 15-20 hanım kız dans ediyor.
“Bunlar kadrolu dansçılar herhalde” diye Dima’nın kulağına bağırdım
“Hayır normal müşteriler” diye kulağıma bağırdı
Bizim gibi gençliği Türkiye’de askerlik şubesine benzeyen barlarda geçmiş biri için gerçekten inanılır gibi bir ortam değildi. Türkiye’de barlardaki ortalama kız oranı % 20 desek, burada tam tersi idi.
Bardaki fiyatlar yine çok makuldü. Bira 4 lirayken en pahalı atraksiyon olan bir şişe votka ve 6 Redbull kovası , veya bir şişe viski 70 liraydı. Ayrıca içerde nargile içiliyordu.
Biz Yakup ile bara tüneyip ortama hayret ederek içki çeşitlerini denedik.
En popüler içki üstü çakmakla yakılan alevli shot gbi bir şeydi, bütün gençler bunu içiyordu.
Dima ise kızların arasına karışıp biraz dans etmeye çalıştı.
Sanırım etmese daha iyiydi
Zira burdaki erkekler kendilerince havalı gibi bir dans yapıyorlar ama eski doğu bloğu modası gibi garip ve komik oluyor.
Gece yarısına doğru mekan iyice doldu.
Girişte sigara içilen geniş bir salon ve üst katında bir otel de var.
Ukrayna Türkiye'de fuhuşla anılıyor ve adeta gitmesi daha kolay bir Tayland muamelesi görüyor. Daha önce Dima'ya bu konudaki fikrini sorduk. "Bizde diğer ülkelerden daha fazla fuhuş yok ama kızlarımız fahişe gibi giyindiklerinden böyle bir izlenim uyanıyor" dedi.
Gerçekten biz de fuhuşa yönelik bir ortam görmedik.
Gece yarısından sonraya kadar bu canlı magazin programını izledik.
Localarda Türk gençler Ukraynalı kızlarla oturup deli para harcıyorlardı
Uykumuz gelince hep beraber dışarı çıktık.
Dima tanıdığı bir taksiciyi çağırdı, eve dönüp yataklarımızda sızdık.
Sabah erken kalktım. Biraz kitap okuyarak kahvemi içtim.
Baktım diğerlerinin uyanacakları yok, dolaşmaya çıktım.
Son günümüzde hava nefisti.
Cuma günü geldiğimizde ağaçların tomurcuklanmış olan yaprakları Pazar günü patladı.
Bir hafta sonra gelseydik her yeri yeşil görecekmişiz.
Göl kıyısında birisi balık tutmaya çalışıyordu.
Pazar sabahı yürüyüş yapan yaşlı Donetskliler vardı.
Geniş bir halka çizip otobüs duraklarının bulunduğu yerdeki büfeden börek ve marketten çay alarak eve döndüm.
Üstteki resimdeki büfede kiril alfabesiyle "çiböreki" yazıyor. Dima yağda kızaran etli çiğ böreğin Yunan icadı olduğunu sanıyordu. Kendisine etimolojik açıklamasını yaptık, artık öz be öz Türk icadı olduğunu biliyor.
Bizimkiler kapının sesine uyandılar. Hep birlikte çay ve börekle kahvaltı ettik.
Getirdiğim Bahadır Baruter kitabına kardeşlikle ilgili içli, güzel şeyler yazdım.
Dima okudu kalktı boynuma sarıldı.
Bu oğlanı kardeşimiz gibi sevdik. O da iki gün içinde bizi abisi gibi görmeye başladı.
Gereksiz sinir ve iddiacılığı bıraktı.
Döndüğümüzden beri de yazışıyoruz. Bana Amerika'dan ısmarladığı testisler eline geçince arabasının resmini ve erken boşalmayla ilgili Rus makalesinin İngilizcesini gönderecek.
Geçenlerde konuştuk, Donetsk'deki olayları izlemeye gelen bir Fransız gazeteci kadına mihmandarlık yapıyormuş, pek keyfi yerindeydi.
Kahvaltıdan sonra onun dağcılık çalışması varmış.
Akşamüstü evde buluşmak üzere çıkıp şehir merkezine yürüdük. Liverpool kulübünü geçtikten sonra güzel bir park bulduk.
Eskiden beri Doğu bloku ülkelerinin parkları pek güzel olur.
Moskova’dayken o parklarda oturmayı çok severdim.
Bu parkı görünce o günleri anımsadım.
Parkın bir köşesinde demirden heykeller sergileniyordu.
Genelede kızlı erkekli gruplar ya da çiftler vardı ve herkes fotoğraf çekiyordu.
Bu kadar ince uzun kızın arasında nasıl buldularsa esmer ve çok şişman iki kızla iki oğlan geldi önümde fotoğraf çekildiler.
Oğlanların ön dişleri alkollü bir kavgada kırılmış gibi duruyordu.
Kızların vücut orantıları bacaklar lehine bozuk olduğu halde ısrarla bir de sivri topuklar giyiyorlar ve bacaklar gövdenin nerdeyse 2/3ünü oluşturup garip bir görüntü ortaya çıkıyor.
Ukraynalı bir kızı dinimize kazandırmış başka bir Karadenizli kardeşimiz de fotoğraf çekmekle meşguldü.
Banklarda biraz geleni geçeni seyretdip güneşte mayıştık.
Kalkınca Artema Caddesinin sonunda olduğunu bildiğimiz tren istasyonuna gidip orda bulacağımızı umduğumuz eski usul Gar lokantasında yemek yemeye karar verdik. Bir süre yürüdük gar gözükmedi. Birine sorduk, daha 7-8 km ilerdeymiş. Daha önce aldığım biletlerle belediye otobüsüne bindik.
Otobüs gittikçe kalabalıklaştı
Gitgit son durakta garın önünde indirdi.
Heyecanla gara girdik:
Heyhat! Eskisini yıkıp yenisini yapmışlar. Bizim yeni otobüs terminalleri gibi parlak demirli, bol camlı, kişiliksiz bir bina.
Restoran olarak da Starbucks'ın çakması bir kafe var.
Tersyüz olup dışarı çıktık. Garın arkasında pazar yeri gibi bir yerler vardı oraya yürüdük. Dükkanlar yavaş yavaş kapanmasına rağmen Donetsk'de gördüğümüz en otantik, eski bölge burası oldu.
Garın hemen yanında görkemli de bir kilise var.
Bir büfeye oturup sosisli sandviçle bira içtik.
Sosislinin ekmeği tatlı, sosisi uyduruktu.
Açık bir sosisçi tezgahından çiğ yenebilecek cinsten sosis kestirdim.
Tüm dükkanlar kapanınca geldiğimiz yoldan gara döndük.
Garın önünden aynı otobüse binip Puşkin Parkı'nın hizasında indik.
Bugün Pazar olduğundan bu sefer park tıka basa doluydu. Gençler, aileler yürüyor, banklarda kitap okuyorlardı.
İleriden gelen bir grubun içinde Rus bayrağı taşıyan bir adam vardı.
Yanımızdan geçerken neden taşıdığını sormak istedim ama tipi ve surat ifadesi beni engelledi.
Biraz daha yürüyüp parkın sonun ayaklaştığımızda adamın nerden geldiğini anlaşıldı.
Önce atlı polisleri ve kalabalığı gördük.
Sonra önü park olan büyük bir binanın balkonundan hoparlör ile bağırıp çağıran, arada da gitar çalan insanların olduğu meydana geldik. Bu binayı o sırada tanımıyorduk ama o gün başlayan işgal günlerce sürünce bütün haber kanallarında göre göre ezberledik.
Binanın önündeki meydanda 300-400 kişi vardı, öylesine duruyorlardı, pek heyecan yoktu. Çoğunun yüzünde cerrahi maskeler, ellerinde kırık süpürge sapına benzeyen sopalar vardı. Polisler de öyle sakindi, pek hareket yoktu.
Biz elbette bayraklardan bunun Rusya yanlısı bir gösteri olduğunu anladık ama neden cerrahi maske taktıklarını merak ettik. Ortamın sakin olması hasebiyle birkaç kişiye yanaşıp
"Do you speak English?” dedik
Çoğu hiç cevap vermedi, verenler de Rusça bir şeyler homurdandı.
Kalabalığın içinde bir kişi bile bizimle konuşmadı, üstelik ben bakışlarda bir düşmanlık sezmeye başladım. Yakup’a:
”Bilader boşver sormayı biz buradan direk uzayalım, iş kötüye gidiyor” dedim
Soğukkanlılığımızı bozmadan yavaş yavaş yürüyerek meydandan uzaklaştık.
Allah muhafaza birisi “Vurun bunlar Amerikan ajanı” falan diye bağırsa, derdini anlatana kadar – ki nasıl anlatacasın zaten İngilizce bilen yok, eşek Moskova’dan gelene kadar dayak yersin.
Meydandaki ahalinin büyük çoğunluğu bizde apaçi dedikleri cinsten gençler ve onların orta yaşlı halleri gibiydi. Eli yüzü düzgün, zeki bakan bir kişi bile yoktu
Ayrıca pek kadın da görmedik, olanlar olaya ilgisizdi.
Zaten bütün Donetsk olaya ilgisizdi. Dima’nın veya arkadaşlarının bu konuda net bir fikirleri olmadığı gibi ne olacağını da merak etmiyor tartışmıyorlardı.
İşgal edilen ve o zamandan beri her gün dünya televizyonlarında gösterilen bu hükumet binasının 500 metre ötesinde Puşkin parkında hayat son derece sakin, huzurlu, olağan akışıyla devam ediyordu.
Parkın çıkışında makul görünüşlü bir aileyi durduran Yakup neden cerrahi maske taktıklarını öğrendi, polis tanımasın diyeymiş.
Biz de bunu akıl etmiştik ama memleketimizde bunun için poşu falan sarıldığından böyle steril maskele gezmek bana gülünç görünmüştü.
Eve gitmeden kalan paralarımızı bitirmek ve yemek yemek için sabah görüp aklımıza yazdığımız bir restorana gittik. Burası geldiğimizden beri aradığımız ‘yolda otur, geleni geçeni seyret’ tarzı bulabildiğimiz tek yerdi.
Self servis olduğundan ve çalışanlar İngilizce bilmediğinden zorlu bir sipariş sürecinden sonra bana verilen numarayı alıp masaya döndüm ama birkaç salata ve iki biraya verdiğim para fazla geldi. Biraz sonra sebebi anlaşıldı, kasiyer kız two’yu üç olarak anlamış ve üç bira parası almış.
Benim içecek halim kalmadığından ikisini Yakup içti, salataların çoğunu da o götürdü.
Eve dönerken son kalan paralarla İstanbul'da uğrayacağımız Sezgin'e biberli votka, bira, kendimize de ufak birer biberli votka ile sosis aldık.
Burada belki on çeşit bira denedik, son gün en beğendiğimiz bir markada karar kılıp onunla devam ettik. Sezgin'e de aldığımız aynı markanın etiketini okuyunca 'Efes Biracılık' markasını görmeyelim mi. Ağız tadımız ona alışmış demek ki.
Evde Dima ile biraz sohbet ettik. O araba kullancam diye bira içmedi, biz içtik.
Eşyalarımızı topladık, evden çıktık.
Hava kararıyordu.
Şakhtar Donetsk’in stadı Dombas Arena’nın yanından geçerek havalanına ulaştık.
Havaalanının adı Prokofiev.
Futbol turnuvası nedeniyle kocaman havaalanı yapmışlar ama içerde kimse yok.
Sebebini uçuş ekranına bakınca anladık:
Koskoca Pazar akşamı iki İstanbul uçuşundan başka uçuş yokmuş.
Yer hostesine iç hatlar başka havaalanından mı kalkıyor diye sordum.
Yoo buradan kalkıyormuş ama Donetsk’in bu Pazar gecesi tek bağlantısı İstanbul ileymiş.
Uçağın kalkmasına 1 saat olduğundan etrafta dolaştık, Duty Free’ye geçtik. İçkileri parfümleri incelerken bir anons duydum.
Sadece bizim uçuşumuz olduğundan kesin bize yapılıyordur diye dinledim. Gerçekten de kapıların kapanmak üzere olduğunu bildiriyordu. Anonsu da dinlemeden sakince parfümleri inceleyen Yakup’a seslendim, sen kapıya git ben geliyorum diyerek cebimde kalan son 30 grivni ile bir şişe şarap aldım. Koşarak kapının kapanmasına bir dakika kala uçağa bindik.
Bu sefer uçakta Türkiye'ye dönen epey Türk vardı.
Önümdeki kadın da Türk jetlerinin dülşürdüğü Suriye uçağı ile ilgili haberi okuyordu. Savaş her yerde...
İstanbul’da polis kontrolünde inanılmaz bir sıra vardı.
Gece yarısı dünyanın 72 milleti burada toplanmıştı. Sezgin'i arayıp indiğimiz ama geç kalacağımızı söyledim. “Oh içimiz rahatladı” dedi
Meper Yakup İstanbul'dan ayrılırken polis kontrolüne kadar yaptığı 10 dakikalık konuşmada her şeyi söylemiş, gece yarısı ineceğimizi söylememiş, merak etmişler.
Arnavutluk’a giderken bize sofra kurup bekleyen Serpilcim bir kez daha sofra kurup beklemiş, beklemiş yatmış.
Sezginle biraz hasret giderip yattık.
Sabah ilk uçakla İzmir'e dönüp havaalanından doğru işyerlerimize geçtik.
Ukrayna kafası çok karışık, güzel bir ülke.
İsmet İnönü "Büyük devletlerle ilişki ayı ile yatağa girmeye benzer" demiş.
Ukrayna'nın talihsizliği de Rusya ile komşu olması.
Umarım sonu iyi olur.
Donetsk'de dolaşırken aklıma gelen bir Yahya Kemal dörtlüğü ile bu geziyi kapatayım
...
Bütçe: 99+45 euro uçak biletleri,
Nisan 2014
THY kış indiriminde önce Kırım’a gitmeyi planlayıp uçuş saatlerinin mesai ile uyumsuzluğu nedeniyle iyi ki vazgeçince (o zamanki) Ukrayna’da başka hangi kente gitsek diye araştırmaya başladığımızı yazmıştım. İzmir’de tanıdığım tek Ukraynalı olan, arkadaşım İbrahim’in eşi Yelena’ya dedim ki:
"Bu THY nin uçtuğu şehirlerden en az turistik, en çok Sovyet havasında olanı hangisidir?".
Yelena zeki kız, hemen anladı. Listeye bakıp
“Bunların en çirkini Dnyetepetrovsk, ikincisi Donetsk. Eskiden Donetsk daha çirkindi ama futbol kupası nedeniyle biraz bakım gördü” dedi. Bu iki şehirdeki Couchsurferları araştırırken Donetsk’de Dmitry adlı bir doktorun profil fotoğrafını çok beğendim.
Kendisine yazıp iki meslektaşını kabul ederse hemen bileti alacağımızı söyledim. Sağolsun kabul etti, Ocak ayında biletlerimizi aldık. Gel gör ki Şubat’ta Kırım krizi çıktı, Mart’ta gösteriler Rusya sınırındaki Donetsk’e sıçradı, bilet paralarımız yanacak diye çok korktuk.
Bu arada Dima mail atıp “Olaylardan korkmuyorsunuz, geleceksiniz di mi?” diye sordu
“Havaalanı kapanmadığı sürece geleceğiz!” diye cevap yazdım.
Kardeşim Tayfun ise ortalık çok karışık olduğundan gitmemizin delilik olduğunu düşünüyordu.
İş çıkışı Adnan Menderes yeni iç hatlar binasında buluştuk.
Havaalanı güzel olmuş, badana kokuyordu.
İstanbul’daki pasaport kontrolünden sonra 1 saatimiz vardı. Hızla Yapı Kredi Lounge’una gittik. Geçen seferki gibi içince buluşamayız diye aynı salonda içmek için Neşe’nin kredi kartını da yanıma almıştım. Kapıdaki kız kartları incelemediğinden sorun yaşamadık.
Hızla ve bolca viski içip iş stresinden uzaklaşarak seyahat havasına girdik.
Herkes kardeşim Tayfun gibi düşünüyor olacak ki uçakta bizden başka pek Türk yoktu.
Güleryüzlü hosteslerimizin ikram ettiği duble viskilerle o kadar çoştuk ki türkü söylemeye başlamışız (sonradan videoda gördüm) .
Dima bizi havaalanında karşıladı. Eve gider gitmez Yakup sızdı.
Ben "Kusura bakma ya, sarhoş geldik" falan diyerek muhabbet ettim. Dima:
“Gel mutfakta oturalım adam uyusun ama sadece çay içelim” dedi. Taze zencefil ve balla güzel bir çay yaptı. Genel konular üzerinden şöylece bir geçtikten sonra dayanamayıp ben de yattım.
Sabah erkenden kalkıp mutfakta bir süre kitap okudum. Kimse uyanmayınca dışarı çıkmaya karar verdim.
Bir şehirdeki ilk sabah, ilk karşılaşılan insanlar, kokular falan bana pek etkileyici geliyor.
Biranın ilk yudumunun kalanından tatlı olması gibi bir şey ...
Bu duygumu paylaştığım Can ticari bir fikri geliştirdi:
Sadece ilk yudumlardan oluşan bir şişe bira
(ve ayrıca son lokmalardan oluşan bir pizza!)
New York’a da gece varıp etrafı hiç görememiştim.
Sabah erkenden merakla Manhattan sokaklarına çıktığımda mahallenin marketinden alışveriş yapan filmlerden fırlamışa benzeyen bir polis görmüştüm, hala gözümün önündedir.
Evin kapısı kilitsizdi ama dış kapının nasıl açılacağını öğrenmek için aşağı inip baktım, şifreli bir sistem var. Sonradan Dima anahtarını verdi, Akbille açılıyormuş.
Şifreyi bilmediğimden tekrar yukarı çıkıp Yakup’u uyandırdım.
Saat tam 9 30 da aşağı inip bana kapıyı açmasını ama lütfen geç kalmamasını, çünkü havanın çok soğuk olduğunu söyledim.
Bulunduğumuz bölge şehir merkezinde toplu konutların bulunduğu bir yer. Birbirine benzer eski tuğla binaların ortasında bir de kocaman bacalı yapı var.
Sonradan öğrendiğime göre burası merkezi ısıtma binasıymış.
Donetsk’in kömür bölgesi olmasından mı yoksa tesisattan mı bilmiyorum ama dışarısı buz gibi olmasına karşın evin içi çok sıcaktı, hatta gece camlar aralık yattık.
Musluğu açar açmaz da sürekli sıcak su olması pek hoş oluyor.
Evin kirası 200 euro imiş, ısıtma için ayrıca para ödenmiyormuş.
Apartmanların arasından görünen suya doğru yürüyüp nehir kıyısına indim. Burası aslında suni bir gölmüş, nehirde ip gibi su varmış. Şehre çok hoş bir hava katmış. Kıyıda çok ince, un gibi kumlu ufak bir plaj, parklar, sazlıklar, yürüyüş yolları, oyuncaklar vardı.
Eski dönemden kalma oyuncaklar pek feci durumda.
Demir borulardan kıvrılarak yapılmış, paslı ve adeta korkunç!
Bir okulun bahçesinde gördüğümüz oyun parkında da askeri eğitim alanı havası vardı.
Ne gam, çocuklar dünyanın her yerindeki akranları gibi neşeyle oynuyorlardı.
Evin yakınındaki bir sahada liseli gençler bir spor yarışmasına hazırlanıyorlardı.
Öğretmenleri sahaya numaralar dizmişti ama hangi branş olduğunu çözemedim.
Yarım saati geçirmemek için fazla oyalanmadan geri döndüm.
Saat tam 9 30 da kapıyı Dima açtı, arabadan alacakları varmış.
Mutfakta kahvaltı ettik. O da benim gibi sabahları sütlü yulaf ezmesi yiyor, şeker olarak da bir hastasının hediyesi olan koca cam kavanoz dolusu şekerlenmiş balı kullanıyormuş.
Yulaftan başka mısır ve buğday çeşitleri de vardı. Benden farklı olarak sütle yulafı kapağı kırık mikrodalgasında ısıtıyordu.
Kahvaltıdan sonra hep beraber arabaya binerek şehrin öbür ucundaki muayenehanesine gittik. Donetsk 200 yıl önce kömür madenleri nedeniyle gelişen çelik endüstrisi sayesinde kurulmuş bir sanayi şehriymiş. Dümdüz bir ovanın ortasında öylesine kurulmuş.
Arkamızdaki Dima'nın muayanehanesinin bulunduğu bina 100 yıllıkmış.
Aynı koridora bakan iki oda tutmuş, birinde muayenehane, diğerinde jinekolojik muayene masası ve dinlenmek için kanepe, kahve makinesi ve içkiler var.
Ayrıca tuvalete yumuşak tuvalet kağıdı almış.
(Evde ise ne yazık ki eski usul Rus kağıdı kullanıyordu)
Aslında evdeki iyi bile sayılır. Doksanlarda Rusya'da tuvaletçiler bizim mahalle pidecilerinde bulunan pembe, dört köşe kaba kağıtlardan bir yaprak verip, artık ne işime yarayacaksa ikincisini istediğimde de surat yapıyor, bir tuvalet ücreti (10 kopek) daha istiyorlardı.
Bize hastalarından söz etti. Genelde erkeklerle ve cinsel fonksiyon bozukluğuyla uğraşıyormuş.
Bana “Ejaculatio anteporte (erken boşalma) vakalarında ne kullanıyorsun?” diye sordu.
Kullandığım ilaçları söyledim.
"Başka, başka?" dedi.
"Başka bir şey yok" dedim
Kendisi bu şikayetle gelen hastalara kuyruk sokumuna soğutucu sprey sıkarak bir tedavi uyguluyormuş. Bu tedaviyi Vasiliçenko adlı Rus bir doktor 1954 te Rusça yayınlamış, ama nedense dünya literatürüne girmemiş! Çok etkiliymiş, 6 seansta sorunu % 80 çözüyormuş.
“Benim hastalarım 6 ay dağ başında bir tesiste çalışıp, bir aylık izinle şehre iniyor. Antidepresanların etki göstermesini bekleyecek zamanları yok. Bir ay içinde işlerini halledip yine altı aylığına görevlerinin başına dönmeleri gerekiyor” dedi.
Yaptığımız bunun gibi tıbbi sohbetler sonucu Ukrayna'daki tıp eğitiminin pek iyi olmadığı izlenimini edindik. Nitekim Dima da ürolog olmak için intörnlük dahil 2,5 sene ihtisas yapmış. Yani tıp fakültesine girdikten 7.5 yıl sonra üroloji uzmanı olmuş. Bu süreç Türkiye’de en az 10 yıl sürüyor. Kendisi zaten hiç ameliyat yapmıyormuş, zira kullanabileceği ameliyathane yokmuş.
“Sünnet bile yapmıyor musun?” dedim
“Nasıl yapayım ameliyathane yok, ekip yok” diye sinirlendi.
(Çok iddiacı ve sinirli bir meslektaşımız)
Erişkin sünneti (Alman damat) çocuk sünnetine göre biraz kanlı olabilir ama bence çok da büyütülecek bir şey değil.
Askerdeyken bizim bir sağlıkçı Cumhur Başçavuş vardı. En büyük merakı sünnetsiz askerleri sünnetliler sınıfına kazandırmaktı. Süryani bir askere bir haftadan başlayıp, arttıra arttıra bir aya kadar istirahat teklif etti. Asker kabul etmedi.
Ukraynadaki sağlık sisteminden konuştuk, çok feciymiş.
Teorik olarak sağlık hizmeti ücretsizmiş ama rüşvet vermeden asla tedavi olamıyormuşsun.
Doktor maaşı 150 euroymuş ve hemşire maaşına eşitmiş. Herkes özel hastanelere gitmek zorunda kalıyormuş . Kendi muayene ücreti de 15 dolarmış, 25 dolara çıkarmayı planlıyormuş.
Randevulu hastası gelince biz izin isteyip ayrıldık. Bize internetten şehir planını gösterdi, yolları tarif etti. Şehrin bütün uzunluğu 10 km ve bu on kilometreyi Artema Caddesi boydan boya katediyormuş.
Bir ucunda Dima’nın muayenehanesi, diğer ucunda istasyon varmış. Düzenli ızgara planı ve kerteriz alınabilen nehri ile ile kaybolmanın zor olduğu bir şehir.
Donetsk yıllardır ilk kez haritasız gezdiğim bir şehir oldu.
Bir enformasyon bürosu bulduk ama kapalıydı. Açık turizm enformasyon bürosu dünya çapında çok nadir rastlanan bir şey olduğundan Ukrayna’lı kardeşlerimizin büroyu kapatıp gitmelerine hiç şaşırmadık.
Artema Caddesi'nden merkeze doğru yürümeye başladık.
Çorumlunun biri memleketini mücevherci markası yapmış
Bir çarşı görünce para bozdurma ümidiyle içeri girdik. İçerde son derece tapon mallar satılıyordu, pek müşteri de yoktu. Bir köşedeki Exchange yazısını görünce 20 euro bozdurduk. 1 dolar 10, bir euro 16 Grivni imiş (Grivna tekil, Grivni çoğul!)
Döviz bürosundaki ana oğul tek kelime İngilizce bilmiyorlardı. Burada kimse İngilizce bilmiyor ama döviz bürosunda çalışan kişi neden İngilizce rakamları öğrenmez anlamıyorum.
Restoranda kasaya iki bira deyip parasını ödüyorum, masaya üç bira geliyor. 3 yaşındaki yeğenim İngilizce ona kadar sayabiliyor ama 20 yaşındaki Ukraynalı garson kız üçe kadar sayamıyor.
Dövizcinin müşterisi çoktu.
Anladığımız kadarıyla yüksek enflasyon nedeniyle halk parasını eskiden bizde olduğu gibi dövizde tutup, harcayacağı kadar bozduruyor.
Hava gittikçe soğudu, kar sepelemeye başladı. Yanımda getirdiğim yün içlikleri evde unuttuğumdan üşümeye başladım. Adımlarımızı sıklaştırıp Lenin Meydanı'na geldik.
Meydana vardığın kocaman Lenin heykelinden anlaşılıyor
Burası şehrin merkeziymiş. Lenin heykeli görmek hoş oldu, dünyada pek örneği kalmadı. Heykelin altında bir takım insanlar çadır kurmuş oturuyorlardı.
İlk önce Meydancılar sandım ama sonradan anladık ki Rusya yanlıları.
İmza toplayıp çiçek falan satıyorlardı.
Heykelle yeteri miktarda fotoğraf çekildikten sonra meydandan aşağı sallanarak yemek yiyecek, Sovyet zamanından kalma döküntü bir restoran aradık, bulamadık.
Hep lüks, afili restoranlar vardı. Neşe matrioşka istemişti, gördüğümüz tek hediyelikçi olan ufak bir dükkanda sorduk, kız bir tanesine 60 lira istedi
Yağmurdan korunmak ve dinlenmek için bir tramvay durağına dineldik.
Lazım olur diye de iki tramvay bileti aldım. (1,5 Gr=30 kuruş)
Büfeci kadının bülbül gibi İngilizce konuştuğunu görünce ona restoran sorduk. Tirol Pub'ı tavsiye ve tarif etti. Araya taraya bulduk: Yeraltında Avusturya havasında bir mahzen. Avusturya kıyafetli oğlan ve kızlar hizmet ediyor, dekorasyon falan pek güzel de aradığımız bu da değil.
Yürümeye ve aramaya devam.
En sonunda açlığımız iyice tavana vurmuşken girdiğimiz bir restoranda karar kıldık. Burası da eski değildi, dışarısı gözükmüyordu ama havası ve içerde oturanlar hoştu.
Bir zamanlar Ankara'da gördüğüm sokak konseptli bara benziyordu. Yerler Arnavut kaldırımı, sokak lambalarına ceket asılıyor falan.
Pirzola ve Kiev köfte söyledik. Pirzolanın üstüne barbekü sos dökülmüş olarak gelmese fena değildi.
Ardından kaşar pane ve peynirli patates kızartması istedik
Üçer bira içtik, 260 Grivni= 26 dolar hesap geldi.
Restorandan çıkıp hepsi birbirine benzeyen toplu konut alanlarından geçerek göz kararı nehir kıyısına doğru iniyorduk ki ben park etmiş eski bir Moskoviç'ten bizim mahalleyi tanıdım.
Nehir kıyısına inip oryante olmaya gerek kalmadan evimize vardık.
Dima gelmiş bizi bekliyordu. Hangi restorana gittiğimizi sordu
Gittiği restoranın adına dikkat eden gurme havasında gururla,
"Nemiroff!" dedim.
(Hatta adı unutmamak için menün fotoğrafını çekmiştik.)
"Değildir. O votka markası" dedi.
Akşama bize borç çorbası yapacağını söyleyip markete gidip alışveriş yapmamızı önerdi.
Ürologika'ya (Dima arabasının her tarafını kliniğine verdiği ad olan Ürologika yazısıyla doldurmuş) binip Donetsk’in en büyük marketine gittik.
Adı Amstor.
Market çok büyük ve çeşit açısından zengindi.
Meyve sebzede de bolluk vardı.
25 yıl önceki Sovyet marketlerini anımsadım. Sovyetlerdeki ilk sabahımda markete gittiğimde satılan üç beş çeşit malın biri yumurtaydı, ben de 4 tanecik almıştım. Daha sonra bir ay boyunca hiç yumurta görmedim. Meğer bir mal ayda yılda bir gün gelir, o gün bitermiş.
Mal dediğim de mesela kibrit, ampul veya tuvalet kağıdı gibi şeyler. Tabi bunları karaborsada her zaman bulmak mümkündü de markete gelmiyor, gelirse de hemen sıra oluyordu.
Bu markette ise özellikle deniz mahsülleri ve bira çeşitliliği süperdi.
Taze deniz ve göl balıklarının yanı sıra Tayland'da bile görmediğim çeşitlilikte kurutulmuş, tütsülenmiş balıklar;
Belçika'da görmediğim kadar çok çeşitli biralar vardı.
Biz de etiketlerini beğendiklerimizden bir miktar bira ve yanında yemek için kurutulmuş ve tütsülenmiş balıklardan aldık.
"Biraları biz ödeyelim" dedik ,
"Hay hay" dedi, ödedik; ama pek büyük bir şey tutmadı.
Ukrayna biralarının şişesi 1 lira civarında. En pahalı ithal bira 5 lira.
Eve dönünce Dima birayla kuru balıklara girişti.
Balığın derisini soyup, kopartıp çiğniyorsun.
Bayağı uğraştırıcı olduğundan yavaş yeniyor.
Ben bir süre daha çay kahve ile idare edip daha sonra füme balıkla biraya geçtim.
Burda büyük balıkları parçalayarak füme etmişler.
Güzel bir torik karnı aldık, yağlı yağlı pek lezzetli çıktı.
Kapı çaldı, iki komşu July ile Johny geldi. Donetsk’deki Couchsurfing grubunda tanışıp kaynaşmışlar. Dima Couchsurfing işini pek sevmiş. Siteye bağış yapmış, onlar da çıkartma göndermişler, kapısına yapıştırmış.
Bir süre salonda politika falan konuştuk. Rusya'nın Doğu Ukrayna'yı işgal etmesi konusunda pek bir fikirleri yoktu, umursamıyor gibi görünüyorlardı. Dima Rus kökenliymiş. Tercihini sorduğumuzda "İkisi de aynı bok" dedi
Johny tam Rus yanlısı çıktı. Rusya’da her bakımdan Amerika'dan daha fazla özgürlük olduğunu iddia ediyordu. Verdiği örnek de; mesela Amerika’da trafikte polis seni durdurur da sen ona itiraz edersen hemen yere yatırıp üzerine basıyormuş. Oysa ki Rusya’da polise her türlü itirazını rahatlıkla yapabiliyormuşsun.
“Sen Amerika’ya gittin mi bilader?” diye sordum.
Gitmemiş ama duydukları öyleymiş.
“Rusya'da polise rüşvet veriliyor mu?” dedim
“E heralde yani” diye güldü
“Bence söylediğin farklılık buradan kaynaklanıyor. Amerikan sisteminde kuralları çiğnemedikçe kimse seni durdurup kontrol etmiyor. Çiğnersen de rüşvet almıyorlar. Burada ise sebepsiz yere seni durdurup rüşvet aldıklarından daha başka bir ilişki gelişmiş polisle aranızda” dedim
Yine duyduğuna göre gay hakları konusunda da Rusya Amerika'nın çok ilerisindeymiş.
O kadar abuk subuk fikirleri vardı ki "Biz seninle hiç politika tartışmayalım" diyerek yanımdaki Uykusuz ve Penguen dergilerinden bazı karikatürleri tercüme edip konuyu kapattım. Karikatürleri pek beğendiler, çok güldüler.
Acıkınca borş için mutfağa geçtik. Söylediklerine göre bu çorba imece ile hazırlanırsa daha güzel olurmuş.
Hazırlığa çok önem verdiler. Birer adet soğan, patates, pancar, havuç ve lahanayı ince ince doğrayıp ayrı bir tavada yağda çevirerek kavurdular. Bir tencerede iki saattir kaynayan kemikli eti çıkartıp didikleyip kavrulmuş sebzelerle birlikte hepsini tekrar et suyuna attılar. Bir kutu doğranmış domates ve en son olarak da taze sarımsak ekleyince yemeğimiz tamam oldu.
Bu yemek içine ekşi krema katılarak ve siyah ekmekle yenirmiş.
Yanında da sek votka içtik.
Bence harcanan emeğe göre tadı zayıf bir yemekti. Baharat eksiği vardı. İkinci gün yerken içine biraz kakule attım daha iyi oldu. Zaten borş çorbasının özelliği ikinci gün daha lezzetli olmasıymış. Eski zamanların gezi kitaplarında yazdığına göre hanlarda bir gün önceki borş 1 rubleye satılırken o gün pişen 10 kopekmiş. (Bu bana saçma geldi, 10 kopeğe al ertesi gün iç )
July moda tasarımcısıymış.
Dima'ya müzik festivallerde falan giymesi için etek dikmiş.
Onun provasını yaptılar.
Getirdikleri bir şişe votka sek olarak doldurup doldurup içince dakkada bitti.
Biralar da bitince gençler evlerine gitti, biz de yattık. Sabah Dima’ya arkadaşların evli mi diye sordum. İtalya vizesi alabilmek için evlenmişler. İkisinde de biraz eşcinsel havası vardı.
Dima'nın gerçeğe benzeyen oyuncak bir Kalaşnikof'u varmış (Öyle dedi ama bayağı ağırdı, inşallah oyuncaktır). Bunu görünce kardeşim Tayfun'a göndermek için bir asker pozu çektik.
Askerliğim sırasında elimize ilk piyade tüfekleri verildiğinde nerdeyse bütün bölük Rambo havalarında birbirine poz vermeye başlamıştı da silahtan tiksinen biri olarak doktorlardaki bu silah sevgisine çok şaşırmıştım. Yıllar sonra şaka amaçlı da olsa ben de aynı pozu vermiş oldum.
Fotoğrafı hemen Tayfun'a gönderdik, altına da
"Abicim haklıymışsın, burada durum çok fena. Silahsız sokağa çıkamıyoruz. Sabaha kadar silah seslerinden uyuyamadık" yazdım
Canım kardeşim bir endişelendi, bir endişelendi,
"Yapma abi ya! Ben söyledim sana, gitme dedim..." diye perişan oldu.
Şakayı uzatmadan bizi böyle düşündüğü için teşekkürlerimizi iletip gerçeği anlattık.
Kahvaltıdan sonra Dima bizim için hazırladığı planı anlattı:
Önce terakonlara , sonra da milli park gibi bir yere gidecekmişiz. Bu terakon denen naneyi Donetsk hakkında bilgi ararken okumuştum. En büyük turistik atraksiyon yazıyordu, ama ne olduğunu anlayamamıştım. Birisi 'Gün batımında nefis görünüyor' yazdığından
'Herhalde Kuzey ışıkları gibi bir şey' diye düşünmüştüm.
İlk sabah gezmekten eve dönünce Dima heyecanla "Terakonları gördün mü?" diye sormuştu, yine anlamamıştım. Yolda görünce anladım:
Buranın altı komple kömür madeni olduğundan yıllar boyu yer altından çıkartılan kömürün içine karışmış moloz ve taşlar madenin yanına dökülmüş ve koni şeklinde tepeler oluşmuş. (Terra=toprak, kon= koni ).
Bunlar gerçekten garip görünüşlü insan yapımı ufak tepeler.
Gittiğimiz terakon şehre 20 km mesafede kapanmış (tükenmiş) bir kömür madeninin yanında yer alıyormuş.
Yolda Dima bize gezdiğimiz yerlerde araba kiralayıp kiralamadığımızı sordu. Yakup bunu bir dokundurma gibi algılayıp
“Biz de yakıta katkıda bulunalım” dedi.
“Tabi olur” yanıtını aldı.
Dönüşte benzinciye girdik; indirim kartını mı ne unutmuş, benzin alamadık. Biz de istasyonun kafeteryasında kendisine pahalı kahve ısmarladık.
Ertesi sabah “Evet benzin katkı payı 100 grivni alayım” dedi (Ukrayna’da benzinin litresi 1 euro, bizim tükettiğimiz LPG 40 cent) Ben Yakup’a:
“Şaka mı yapıyor acaba, çıkartıp verirsek ayıp olmasın?” dedim
Yakup “Valla gayet ciddi görünüyor, ver bakalım” dedi
100 gr (20 lira) verdim, aldı cüzdanına koydu.
Bunu eleştirmek için değil bizzat turizm bu olduğu için burada anlattım.
İnsanların kültürleri farklı farklı. Bize çok ayıp gelen bir davranış, başka bir memlekette gayet normal olabiliyor.
Yol uzun olduğundan Dima da bu konuyu açtı:
“Sizce Türklerin en önemli özellikleri nedir?” diye sordu
Hiç düşünmeden “Misafirperverlikleri” dedim
“Başka?” dedi
“Kişisine göre çay veya rakıya olan düşkünlükleri” dedim
“Başka?” deyince düşünmek zorunda kaldım ve sonra şöyle dedim:
“Türkler çalışkandır, işten kaçmazlar. Fakat yasada bir boşluk varsa bundan faydalanmaktan da büyük zevk alırlar” dedim
“Türk ailesi nasıldır, erkekler eşlerine nasıl davranır?” diye sordu
“Bu konuda hastalarımın anlattıklarından epey fikrim olduğundan konu hakkında uzman sayılabilirim. Eskiden ben Türk erkeklerinin eşlerine kaba ve hoyrat davrandıklarını sanırdım. Kadınları dinledikçe büyük çoğunluğunun eşlerinden çok memnun olduğunu, erkeklerinin onları el üstünde tuttuklarını öğrendim” dedim
“Bizim erkekler berbat! Kadınlarına hiç saygı duymuyorlar, çünkü kendilerine saygıları yok” dedi.
Çamurlu bozuk yollardan terk edilmiş kömür madenine ulaştık.
Çok garip bir yerdi.
Yıkılmış binalar korkunç ve hüzünlü görünüyorlardı.
Dima’nın böyle yerlere ilgisi olsa gerek ki iki üç defa Çernobil’e gitmiş.
Elinde Geiger cihazıyla radyasyonun az olduğu yerlerde dolaşıyormuşsun.
Şehir terk edildiği günkü gibi kalmış. Profilindeki bir fotoğrafta Çernobil’deki bir sınıfta bulduğu çocuklar için radyasyondan korunma kitabını gösteriyor.
Ben de Kıbrıs'ta terk edilmiş şehir Maraş’ı gezmeyi çok istemiştim ama kapıdaki askerlere ne kadar yalvarsam da içeri almadılar. Askerliğimi yaparken akıl etsem içerdeki orduevine girebilirmişim
Arabayı park ettik, dışarıda buz gibi bir rüzgar.
Dima keçi gibi önden tırmanmaya başladı.
Biz de peşinden, soluk soluğa.
Çok sporcu bir çocuk, biz döndükten sonra ultramaraton gibi bir endurans yarışına katıldı.
Rüzgar, daha doğrusu fırtına uçuracak gibi olduğundan iki sırtın arasındaki oyuktan yürüyerek zirveye çıktık.
Dima zirvedeki düzlükte duman tüten yerleri göstererek
“Oralara yaklaşmayın, çöker de içine düşerseniz canlı canlı yanarsınız” dedi. Burası madenden çıkan taş toprakla yapıldığından araya karışan kömür parçaları yıllarca yanmaya devam ediyormuş. Hatta 1957de böyle bir koni için için yandıktan sonra patlayarak yanı başındaki köyü yok etmiş. O zamandan beri patlamasın diye konilerin tepesi düz yapılıyormuş.
Sivri olanlar eskiden kalmaymış. Bizim çıktığımız da yassı tepeliydi.
Manzara güzel, ortam etkileyici.
Dima taşları incelersek pek çok fosille karşılaşacağımızı söyledi. Gerçekten de kısa sürede bir sürü fosil bulduk. Çocukken bir arkadaşı burada 4,5 metrelik balık fosili bulmuş ama kimse ilgilenmemiş kırılmış gitmiş.
İniş biraz daha tehlikeliydi ama kazasız belasız indik. O, arabanın inen tekerleğini şişirirken biz de etrafı dolaştık. Bir binanın arkasında tamamen dağılmış bir Lada vardı. Bir köşede kilometre saati, bir köşede radyatörü.
Tekneye takarım, hatıra olur diye kapı tutacağını aldım .
Geldiğimiz yollardan dönüp milli park dediği yere yöneldik.
“Bu gittiğimiz yerde sizin ülkenizde de olan bir şey var ama söylemiycem, sürpriz olsun” dedi.
Köylerin arasından geçerek epeyce yol gittik.
Köyler çok güzeldi, tek katlı evler, bakımsız köy merkezleri .
Eski otobüsler yolcu bekliyor
Köylüler köyün bakkalının önünde masa atmış votka içiyorlar. Burdaki geleneksel içme şekli böyle zaten. Bakkaldan bir litre votka alıp, artık yanına ne bulursan peynir, ekmek, sucuk, börek ayaküstü içiyorsun.
Elbette alkolizm çok ciddi bir sorun.
İçkiyi fazla kaçıranlar için tuvaletin duvarına yastık bile yapmışlar.
Şehrin içinden geçerken yerel bir pazar yerine girdik.
Soğuk nedeniyle satıcı kadınlar iyice sarınmışlardı.
Slav kadınlarının gençken güzel olup sonra aniden yaşlandıkları hep söylenen bir klişedir ama aradaki farka insanın inanası gelmiyor.
Bunlar belli bir yaşta adeta metamorfoz geçirmişler.
Kimse sokaklardaki dal gibi ince kızların bir gün bu kadınlar gibi olacağını, ya da bu kadınların 30 yıl önce dal gibi olduğunu hayal edemez.
Bir kadının önündeki şişelerdeki zeytinyağına benzeyen sıvının ne olduğunu merak ettim.
Dima "Kvas, mutlaka tatmalısınız " diyerek bir litre aldırdı.
Turşu suyu ile boza arası fermente bir içecekmiş, pek hoşumuza gitmedi.
Kerevite benzer böcekler satılıyordu.
"Alsak evde yapabilir miyiz?" diye sordum
"Bunlar tatlı su böcekleri pek lezzetli değildir ve çok alerjenik olabilir" dedi
Can'a sosis almak istedim "Burda iyi olmaz" dedi.
Babam gibi; safi muhalefet !
İyi de yarın Pazar, her yer kapalı.
Çocuk dönünce elimize bakacak.
Gözüme kestirdiğim bir tezgahtan iki kangal sucuk aldım. Bu sefer de "Esas buranın at sucuğu çok iyi olur" dedi, kadına sordu. Kadın simsiyah bir sucuk çıkarttı. O kadar övdü ki ayıp olmasın diye vakumlu ufak bir paket aldık ama yemeye cesaret edemedim.
İnsan göz göre göre at yer mi!
Pazardan çıkıp sürprize doğru yola devam ettik.
Gide gide yol bitti, tarlaların arasından patikalardan devam ettik, en sonunda bir tepeye geldik.
O da nesi! Burada da yanartaş varmış.
“Bunun ateşi bizimkinden kuvvetli” dedim
“Sizinki doğal, bu delerek yapılmış” dedi.
Karşıda 10 km uzakta (üstteki fotoğrafta taa uzakta) görünen kömür madeninin galerileri yeraltından buraya kadar geliyormuş. Galerilerde oluşan fazla gazı tahliye etmek için bir delik delmişler.
Hava buz gibi soğuk olduğundan ateş pek makbule geçti.
Balıkçılar aşağıdaki baraj gölünden tuttukları balıklarla burada balık çorbası yapar içerlermiş.
Nehir ve barajın manzarası çok güzeldi.
Burada ne güzel yelken yapılır diye içimden geçirirken ortalıkta hiç tekne olmadığını farkettim. Sordum, alışkanlıkları yokmuş, herkes iskeleden balık tutarmış.
Rüzgar insanı ısırıyordu, fazla oyalanmadan dönüşe geçtik.
Yolda başka bir toprak yolun girişinde arabayı bırakıp "Arkadaşlarıma bakalım" diye bir patikaya daldı, biz de tabii peşinden...
Çevredeki düzenlemelere bakılırsa şehirden kaçıp gelenlerin sık uğradığı bir yer, kamp alanları falan var.
Yürü yürü kaya tırmanışı yapan bir gruba denk geldik.
Duvarın üstünde önceden çakılmış sağlam halkalar varmış.
Onlara halatlarını geçirip tırmanıyorlarmış.
Yakup’la birbirimize baktık, bize hiç akıllı işi gelmedi.
Dönüşte aklıma bir fikir geldi. Bizim oğlan arabayı Ürologika yazılarıyla donatmış ya, “Amerikada satılan tampon testisleri görmüştüm. Arabanın konseptine çok uyar, alıp taksana. Namın yürür Donetsk’de valla” dedim.
Aklına yatar gibi oldu.
Şehre vardığımızda epey yorulmuştuk ama bize kendi Tıp Fakültesini göstermek istedi. Arabayı park ederek hastane binalarından oluşan kampüse girdik.
Çayırlık alanlara bakarak “Buralar hafta içi öğrenci kaynıyodur di mi?” diye sordum Şaşırarak “Hayır öğrenciler binalarda dururlar. Çimlere oturmak yasaktır” dedi
“Neden yasak. Öğrenciler uymaz ki böyle yasaklara. Bizim okulumuzda öğlen tatilinde herkes çayırlara yayılır, gitar çalar” dedim.
Düşündü, “Haklısın valla, bizim üzerimizden Sovyet etkisi geçmemiş herhalde. Yasak dendi mi uyuyoruz. Aslında yazılı olarak böyle bir kural da yok” dedi
Anatomi dersliklerini gösterdi, eski günleri anımsadı.
Yakup da Nükleer Tıp binasını görmek istedi, önünde fotoğraf çekildi.
Tıp Fakültesinin tam adı Maxim Gorki Tıp Fakültesi.
Kapının önünde Gorki'nin heykeli var.
Eve dönerken havanın güzelliğinden faydalanmak için bizi Puşkin Parkı'na bırakmasını rica ettik. Burası Artema Caddesi'ne paralel, bakımlı güzel bir park.Cumartesi olmasına karşın pek kalabalık değildi.
Ana caddeye çıkıp bir kiliseyi gezdik. İçerde fotoğraf çekmek nedense yasakmış.
Biz de dışarıda çektik.
Şehir merkezinde panolarda Donetsk reklamları var. Ben böyle kendi kendine yapılan reklamlara çok gülüyorum. Bizim televizyonlarda da bazen Türkiye reklamı çıkıyor ya, aynı hesap. Şehirde hiç turist olmadığından bir tek 'Made in Donetsk'i İngilizce yazmışlar, gerisi anlaşılmıyor.
Donetsk'in de nesi meşhur olacak; işte köprüsünün, stadının falan resimlerini koymuşlar.
Yol üstündeki marketlerden birinin önünde ayakta bira içenleri görünce bizim de canımız çekti.
Burdaki usul böyle , bakkal fiyatına içerden aldığın birayı kapının önünde hızlı hızlı içip şişeyi çöp kovasına fırlatıp yoluna devam ediyorsun.
Biz tabi yavaş yavaş içip şişeyi de usulca bıraktık.
Donetsk'in Liverpool diye meşhur bir mekanı var.
Perişan bir binanın alt katını parlatmışlar.
Hem self servis restoran hem gece klübü hem otelmiş.
Girişinde Beatles heykelleri var ve sürekli Beatles çalıyor.
Güzel bir konsept. İçerisi de öğrenci işi bir yer, çeşitli yemekler kiloyla satılıyor.
Büfede uzunca bir yazıyla methettikleri bir sürahi dolusu baharatlı şifalı içecek vardı.
Çok tok olduğumuzdan bu içecekten ufak birer bardak koyup ödeme sırasına girdik.
Kasaya geldiğimizde o bedava diye bize güldüler.
Evin izdüşümünü kabaca bildiğimizden yokuş aşağı sallanıp evi bulduk. Eve vardığımızda Dima uyumuş, uyanmış. Heyecanla müjdeyi verdi: İnternetten tampon testislerini bulmuş, tanesi 20 dolardan 5 tane birden ısmarlamış.
“Ukrayna’da bunu satan yok, belki ben satarım, olmadı yedek olur” dedi.
Dünden kalan borş çorbasını ısıtıp yedik.
Dima’ya "Yiyecek misin?" diye sorduk,
"Ben yemiycem, bitirin" dedi.
Tabaklarımızı tepeleme doldurduk ama yine de tencerede azcık kaldı.
Hapur şupur yiyip uzanıp kitap okumaya başladık.
Biraz sonra bizim oğlan kalktı karnı acıkmış gitti, tencerede kalanı görünce
“Boys I dont have a dog” diye sinir yaptı, kendine pilav pişirmeye başladı.
Yakup tabağını çok doldurduğu için pek mahçup oldu, ben üzerinde durmadım. Uykudan uyanınca sinirli oluyor anladık.
Kendime çay koyarken “Sen de bir şey istiyor musun?” dedim.
Önünde durduğum dolaba uzanırken “Çekilmeni istiyorum” dedi.
Bu çocukla çok iyi anlaşıyoruz.
Karnı doyunca sakinleşti, uykusu açıldı.
Hep beraber dışarıya Ukrayna gecelerine akmaya çıktık.
Önce yürüyerek yakınlarda bir apartmanın bodrum katındaki sığınakta açılmış gerçek anlamda underground bir bara gittik.
Adı Ganja Buzz muş.
Ufacık bir sahnede amatör gruplar kendi şarkılarını ve Radiohead coverları çalıyorlardı.
Yaş ortalaması 20 lerin başlarıydı. Mekanın sıcak bir atmosferi vardı, herkes birbirini tanıyor gibiydi. Siyah birayı kapaksız kavanozlarda satıyorlardı. Biz de birer tane söyleyip gençlerin yanına sıkıştık. Biraz sonra canlı müzik bitince bir masa açıldı oraya geçtik.
Pek çok tıbbi ve havadan sudan konuşmanın yanı sıra gecenin anlam ve önemine uygun olarak Dima’ya Türkçe küfürleri öğrettik, pek sevindi.
Tıbbi konuları konuşurken kullanılan ortak terminoloji Dima’nın çok hoşuna gitti. Daha sonra bana referans bırakırken 'Bundan sonra sadece Türk doktorlarını ağırlayacağım' yazmış, bir iki Türkçe küfür eklemeyi de ihmal etmemiş. Gerçekten de iyi anlaşan doktorlar arasında böyle bir kardeşlik durumu oluyor.
Bardan bira alırken karışık turşu gibi bir kavanoz gördüm.
“Nedir bu?” dedim barmene
“Biberli baharatlı voka” dedi, bir şat doldurdu, pek leziz bir şeymiş,
Hemen biradan vazgeçip bu içkiye döndüm. Çok acı olmasına rağmen tıslaya tıslaya içtim. İçkiler bizim memlekete göre çok ucuz.
Yakup da bir masada kızarmış bir şeyler görüp istemiş. Tempura şeklinde yağda kızartılmış bütün mantarlar yanında koca bir kase sarımsaklı mayonez ile geldi.
Herkes bana kalmaz diye hızlı hızlı yiyince midemize oturdu.
Saat 10 gibi bu mekandan ayrılıp Dima'nın önerisiyle Virüs diye bir gece kulübüne gittik. Buraya giriş paralıymış, kişi başı 10 lira verdik. Bunun karşılığında sadece bedava vestiyer varmış (ki Yakup çıkarken orda çalışanlara da bahşiş verdi).
İçeriye bir girdik, aman Allah!
Çok yüksek sesle bir müzik çalınan iki katlı bir mekan.
Yukarda kurulu sahnede bir DJ ve dansçı kızlar var.
Hep televizyonlardaki magazin programlarında gördüğüm eğlence türüne ilk defa şahit oldum.
Üst kattan gördüğüm kadarıyla dans pistinde dekolte kıyafetli 15-20 hanım kız dans ediyor.
“Bunlar kadrolu dansçılar herhalde” diye Dima’nın kulağına bağırdım
“Hayır normal müşteriler” diye kulağıma bağırdı
Bizim gibi gençliği Türkiye’de askerlik şubesine benzeyen barlarda geçmiş biri için gerçekten inanılır gibi bir ortam değildi. Türkiye’de barlardaki ortalama kız oranı % 20 desek, burada tam tersi idi.
Bardaki fiyatlar yine çok makuldü. Bira 4 lirayken en pahalı atraksiyon olan bir şişe votka ve 6 Redbull kovası , veya bir şişe viski 70 liraydı. Ayrıca içerde nargile içiliyordu.
Biz Yakup ile bara tüneyip ortama hayret ederek içki çeşitlerini denedik.
En popüler içki üstü çakmakla yakılan alevli shot gbi bir şeydi, bütün gençler bunu içiyordu.
Dima ise kızların arasına karışıp biraz dans etmeye çalıştı.
Sanırım etmese daha iyiydi
Zira burdaki erkekler kendilerince havalı gibi bir dans yapıyorlar ama eski doğu bloğu modası gibi garip ve komik oluyor.
Gece yarısına doğru mekan iyice doldu.
Girişte sigara içilen geniş bir salon ve üst katında bir otel de var.
Ukrayna Türkiye'de fuhuşla anılıyor ve adeta gitmesi daha kolay bir Tayland muamelesi görüyor. Daha önce Dima'ya bu konudaki fikrini sorduk. "Bizde diğer ülkelerden daha fazla fuhuş yok ama kızlarımız fahişe gibi giyindiklerinden böyle bir izlenim uyanıyor" dedi.
Gerçekten biz de fuhuşa yönelik bir ortam görmedik.
Gece yarısından sonraya kadar bu canlı magazin programını izledik.
Localarda Türk gençler Ukraynalı kızlarla oturup deli para harcıyorlardı
Uykumuz gelince hep beraber dışarı çıktık.
Dima tanıdığı bir taksiciyi çağırdı, eve dönüp yataklarımızda sızdık.
Sabah erken kalktım. Biraz kitap okuyarak kahvemi içtim.
Baktım diğerlerinin uyanacakları yok, dolaşmaya çıktım.
Son günümüzde hava nefisti.
Cuma günü geldiğimizde ağaçların tomurcuklanmış olan yaprakları Pazar günü patladı.
Bir hafta sonra gelseydik her yeri yeşil görecekmişiz.
Göl kıyısında birisi balık tutmaya çalışıyordu.
Pazar sabahı yürüyüş yapan yaşlı Donetskliler vardı.
Geniş bir halka çizip otobüs duraklarının bulunduğu yerdeki büfeden börek ve marketten çay alarak eve döndüm.
Üstteki resimdeki büfede kiril alfabesiyle "çiböreki" yazıyor. Dima yağda kızaran etli çiğ böreğin Yunan icadı olduğunu sanıyordu. Kendisine etimolojik açıklamasını yaptık, artık öz be öz Türk icadı olduğunu biliyor.
Bizimkiler kapının sesine uyandılar. Hep birlikte çay ve börekle kahvaltı ettik.
Getirdiğim Bahadır Baruter kitabına kardeşlikle ilgili içli, güzel şeyler yazdım.
Dima okudu kalktı boynuma sarıldı.
Bu oğlanı kardeşimiz gibi sevdik. O da iki gün içinde bizi abisi gibi görmeye başladı.
Gereksiz sinir ve iddiacılığı bıraktı.
Döndüğümüzden beri de yazışıyoruz. Bana Amerika'dan ısmarladığı testisler eline geçince arabasının resmini ve erken boşalmayla ilgili Rus makalesinin İngilizcesini gönderecek.
Geçenlerde konuştuk, Donetsk'deki olayları izlemeye gelen bir Fransız gazeteci kadına mihmandarlık yapıyormuş, pek keyfi yerindeydi.
Kahvaltıdan sonra onun dağcılık çalışması varmış.
Akşamüstü evde buluşmak üzere çıkıp şehir merkezine yürüdük. Liverpool kulübünü geçtikten sonra güzel bir park bulduk.
Eskiden beri Doğu bloku ülkelerinin parkları pek güzel olur.
Moskova’dayken o parklarda oturmayı çok severdim.
Bu parkı görünce o günleri anımsadım.
Parkın bir köşesinde demirden heykeller sergileniyordu.
Genelede kızlı erkekli gruplar ya da çiftler vardı ve herkes fotoğraf çekiyordu.
Bu kadar ince uzun kızın arasında nasıl buldularsa esmer ve çok şişman iki kızla iki oğlan geldi önümde fotoğraf çekildiler.
Oğlanların ön dişleri alkollü bir kavgada kırılmış gibi duruyordu.
Kızların vücut orantıları bacaklar lehine bozuk olduğu halde ısrarla bir de sivri topuklar giyiyorlar ve bacaklar gövdenin nerdeyse 2/3ünü oluşturup garip bir görüntü ortaya çıkıyor.
Ukraynalı bir kızı dinimize kazandırmış başka bir Karadenizli kardeşimiz de fotoğraf çekmekle meşguldü.
Banklarda biraz geleni geçeni seyretdip güneşte mayıştık.
Kalkınca Artema Caddesinin sonunda olduğunu bildiğimiz tren istasyonuna gidip orda bulacağımızı umduğumuz eski usul Gar lokantasında yemek yemeye karar verdik. Bir süre yürüdük gar gözükmedi. Birine sorduk, daha 7-8 km ilerdeymiş. Daha önce aldığım biletlerle belediye otobüsüne bindik.
Otobüs gittikçe kalabalıklaştı
Gitgit son durakta garın önünde indirdi.
Heyecanla gara girdik:
Heyhat! Eskisini yıkıp yenisini yapmışlar. Bizim yeni otobüs terminalleri gibi parlak demirli, bol camlı, kişiliksiz bir bina.
Restoran olarak da Starbucks'ın çakması bir kafe var.
Tersyüz olup dışarı çıktık. Garın arkasında pazar yeri gibi bir yerler vardı oraya yürüdük. Dükkanlar yavaş yavaş kapanmasına rağmen Donetsk'de gördüğümüz en otantik, eski bölge burası oldu.
Garın hemen yanında görkemli de bir kilise var.
Bir büfeye oturup sosisli sandviçle bira içtik.
Sosislinin ekmeği tatlı, sosisi uyduruktu.
Açık bir sosisçi tezgahından çiğ yenebilecek cinsten sosis kestirdim.
Tüm dükkanlar kapanınca geldiğimiz yoldan gara döndük.
Garın önünden aynı otobüse binip Puşkin Parkı'nın hizasında indik.
Bugün Pazar olduğundan bu sefer park tıka basa doluydu. Gençler, aileler yürüyor, banklarda kitap okuyorlardı.
İleriden gelen bir grubun içinde Rus bayrağı taşıyan bir adam vardı.
Yanımızdan geçerken neden taşıdığını sormak istedim ama tipi ve surat ifadesi beni engelledi.
Biraz daha yürüyüp parkın sonun ayaklaştığımızda adamın nerden geldiğini anlaşıldı.
Önce atlı polisleri ve kalabalığı gördük.
Sonra önü park olan büyük bir binanın balkonundan hoparlör ile bağırıp çağıran, arada da gitar çalan insanların olduğu meydana geldik. Bu binayı o sırada tanımıyorduk ama o gün başlayan işgal günlerce sürünce bütün haber kanallarında göre göre ezberledik.
Binanın önündeki meydanda 300-400 kişi vardı, öylesine duruyorlardı, pek heyecan yoktu. Çoğunun yüzünde cerrahi maskeler, ellerinde kırık süpürge sapına benzeyen sopalar vardı. Polisler de öyle sakindi, pek hareket yoktu.
Biz elbette bayraklardan bunun Rusya yanlısı bir gösteri olduğunu anladık ama neden cerrahi maske taktıklarını merak ettik. Ortamın sakin olması hasebiyle birkaç kişiye yanaşıp
"Do you speak English?” dedik
Çoğu hiç cevap vermedi, verenler de Rusça bir şeyler homurdandı.
Kalabalığın içinde bir kişi bile bizimle konuşmadı, üstelik ben bakışlarda bir düşmanlık sezmeye başladım. Yakup’a:
”Bilader boşver sormayı biz buradan direk uzayalım, iş kötüye gidiyor” dedim
Soğukkanlılığımızı bozmadan yavaş yavaş yürüyerek meydandan uzaklaştık.
Allah muhafaza birisi “Vurun bunlar Amerikan ajanı” falan diye bağırsa, derdini anlatana kadar – ki nasıl anlatacasın zaten İngilizce bilen yok, eşek Moskova’dan gelene kadar dayak yersin.
Meydandaki ahalinin büyük çoğunluğu bizde apaçi dedikleri cinsten gençler ve onların orta yaşlı halleri gibiydi. Eli yüzü düzgün, zeki bakan bir kişi bile yoktu
Ayrıca pek kadın da görmedik, olanlar olaya ilgisizdi.
Zaten bütün Donetsk olaya ilgisizdi. Dima’nın veya arkadaşlarının bu konuda net bir fikirleri olmadığı gibi ne olacağını da merak etmiyor tartışmıyorlardı.
İşgal edilen ve o zamandan beri her gün dünya televizyonlarında gösterilen bu hükumet binasının 500 metre ötesinde Puşkin parkında hayat son derece sakin, huzurlu, olağan akışıyla devam ediyordu.
Parkın çıkışında makul görünüşlü bir aileyi durduran Yakup neden cerrahi maske taktıklarını öğrendi, polis tanımasın diyeymiş.
Biz de bunu akıl etmiştik ama memleketimizde bunun için poşu falan sarıldığından böyle steril maskele gezmek bana gülünç görünmüştü.
Eve gitmeden kalan paralarımızı bitirmek ve yemek yemek için sabah görüp aklımıza yazdığımız bir restorana gittik. Burası geldiğimizden beri aradığımız ‘yolda otur, geleni geçeni seyret’ tarzı bulabildiğimiz tek yerdi.
Self servis olduğundan ve çalışanlar İngilizce bilmediğinden zorlu bir sipariş sürecinden sonra bana verilen numarayı alıp masaya döndüm ama birkaç salata ve iki biraya verdiğim para fazla geldi. Biraz sonra sebebi anlaşıldı, kasiyer kız two’yu üç olarak anlamış ve üç bira parası almış.
Benim içecek halim kalmadığından ikisini Yakup içti, salataların çoğunu da o götürdü.
Eve dönerken son kalan paralarla İstanbul'da uğrayacağımız Sezgin'e biberli votka, bira, kendimize de ufak birer biberli votka ile sosis aldık.
Burada belki on çeşit bira denedik, son gün en beğendiğimiz bir markada karar kılıp onunla devam ettik. Sezgin'e de aldığımız aynı markanın etiketini okuyunca 'Efes Biracılık' markasını görmeyelim mi. Ağız tadımız ona alışmış demek ki.
Evde Dima ile biraz sohbet ettik. O araba kullancam diye bira içmedi, biz içtik.
Eşyalarımızı topladık, evden çıktık.
Hava kararıyordu.
Şakhtar Donetsk’in stadı Dombas Arena’nın yanından geçerek havalanına ulaştık.
Havaalanının adı Prokofiev.
Futbol turnuvası nedeniyle kocaman havaalanı yapmışlar ama içerde kimse yok.
Sebebini uçuş ekranına bakınca anladık:
Koskoca Pazar akşamı iki İstanbul uçuşundan başka uçuş yokmuş.
Yer hostesine iç hatlar başka havaalanından mı kalkıyor diye sordum.
Yoo buradan kalkıyormuş ama Donetsk’in bu Pazar gecesi tek bağlantısı İstanbul ileymiş.
Uçağın kalkmasına 1 saat olduğundan etrafta dolaştık, Duty Free’ye geçtik. İçkileri parfümleri incelerken bir anons duydum.
Sadece bizim uçuşumuz olduğundan kesin bize yapılıyordur diye dinledim. Gerçekten de kapıların kapanmak üzere olduğunu bildiriyordu. Anonsu da dinlemeden sakince parfümleri inceleyen Yakup’a seslendim, sen kapıya git ben geliyorum diyerek cebimde kalan son 30 grivni ile bir şişe şarap aldım. Koşarak kapının kapanmasına bir dakika kala uçağa bindik.
Bu sefer uçakta Türkiye'ye dönen epey Türk vardı.
Önümdeki kadın da Türk jetlerinin dülşürdüğü Suriye uçağı ile ilgili haberi okuyordu. Savaş her yerde...
İstanbul’da polis kontrolünde inanılmaz bir sıra vardı.
Gece yarısı dünyanın 72 milleti burada toplanmıştı. Sezgin'i arayıp indiğimiz ama geç kalacağımızı söyledim. “Oh içimiz rahatladı” dedi
Meper Yakup İstanbul'dan ayrılırken polis kontrolüne kadar yaptığı 10 dakikalık konuşmada her şeyi söylemiş, gece yarısı ineceğimizi söylememiş, merak etmişler.
Arnavutluk’a giderken bize sofra kurup bekleyen Serpilcim bir kez daha sofra kurup beklemiş, beklemiş yatmış.
Mahçubiyetten ne diyeceğimi bilemedim.
Sezginle biraz hasret giderip yattık.
Sabah ilk uçakla İzmir'e dönüp havaalanından doğru işyerlerimize geçtik.
Ukrayna kafası çok karışık, güzel bir ülke.
İsmet İnönü "Büyük devletlerle ilişki ayı ile yatağa girmeye benzer" demiş.
Ukrayna'nın talihsizliği de Rusya ile komşu olması.
Umarım sonu iyi olur.
Donetsk'de dolaşırken aklıma gelen bir Yahya Kemal dörtlüğü ile bu geziyi kapatayım
...
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden... Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden. Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
...
Bütçe: 99+45 euro uçak biletleri,
55 euro harcama
Kitap: Sadece Anı Değil- Nermidil Erner Binark
Müzik: Tito Puente
Kitap: Sadece Anı Değil- Nermidil Erner Binark
Müzik: Tito Puente