20 Ocak, 2009

BREZİLYA II
Salvador de Bahia (Aralık 2008)




Çıkan kısmın özeti:
Brezilya'ya geldik. İlk sabahımızda, evinde kaldığımız Andrea bizi şehir merkezinde bıraktı, işe gitti.




Havaalanında acil gerekir diye 20 euro bozdurmuştum. Havaalanındaki kurla şehirdeki pek farklı değilmiş: USD 2.25, Euro 2.80 real . Banko do Brasil'in kurları daha kötü, bir de komisyon alıyorlarmış. Bizim memleketteki çapraz kura göre dolar daha avantajlı olduğundan döviz büfesinde 100 dolar bozdurdum. Burası Amerika’nın hinterlandı sayıldığından dolar biraz daha kıymetli sanırım.
Pelorinho’yu (Pelorinyo okunuyor, Portekizce çok hoş bir dil, çaya da 'şa' deniyor) dolaşmaya başladık.



Arnavut kaldırımı yollar, siyah beyaz taşlarla döşeli kaldırımlarla sevimli bir yer. Bu siyah beyaz desenli kaldırımlar tüm Brezilya’da, hatta Murat Belge’den öğrendiğime göre tüm Portekiz’de karakteristikmiş.



Pelorinho’da önce asansörün üstündeki turizm bürosunu ziyaret ettik. Aynen İzmir'deki asansör gibi şehrin üst kısmını deniz kıyısına bağlayan bir asansör var: “Elevador”



Eskiden İzmir’de olduğu gibi para ile çalışıyor ama çok ucuz, kişi başı 5 kuruş
(İzmir'de 1 liraydı).
Özellikle çıkışta epey sıra da var.


Turizm bürosunda Salvador'la ilgili broşür harita vs sorduk, dün havaalanında verdikleri kuzey sahilini ve eski şehir merkezini gösteren iki harita ve bir buklet dışında başka birşey yokmuş.



Brezilya, ya da Salvador’la ilgili ikinci el rehber bulmak için eski kitapçı aradık. Bir tane kitapçı bulduk ama sadece Portekizce rehber vardı, Brezilya haritaları da kalitesiz ve pahalıydı, almadık (sonradan başımıza bu yüzden işler geldi).
Pilleri şarj etmek için 110 voltluk bir şarj aleti aldım(25 Real). Markası Elgin, sanki Türkçe gibi geldi. Buranın popüler bir markası ama içinden çıkan 2 tane 4700 amperlik pil şarj ettikten sonra maşallah, 15 dakika dayanmıyor.
Yarım saat yürüdükten sonra Can, “Yoruldum, eve ne zaman döncez" diye mızıldanmaya başladı.



Kendisine seyahatte eve dönülmeyeceğini, sabahtan akşama kadar dışarıda dolaşacağımızı, yorulursak bir yerde dinlenip yine dolaşmaya devam edeceğimizi, baştan pazarlığımızda yoruldum diye vızıldamanın olmadığını anlattım; anladı; bir daha da on gün boyunca hiç sorun çıkartmadı.



Salvador’da bulunduğumuz ilk günlerde hava genelde kapalıydı, sabahları ara ara yağmur indirdi, sonraki günler hiç yağmadı.



15-20 dakikalık yağmurdan sonra yerler 5 dakikada sıcaktan kupkuru oluyor. Hava bulutsuz olunca ise güneş dayanılmaz bir hal alıyor, çok yakıyor.
Can güneşin tepemizde olduğu bir an “Biraz daha güneşin altında kalırsak biz de zenci olcaz herhalde” dedi.



Salvador Brezilya’nın Afrika etkisindeki bir bölgesi. Nüfusun çoğunluğu ataları Afrika'dan getirilmiş karaderililer.



Afrika’nın adetleri, dini törenleri, yemekleri bu bölgenin karakteristiğini oluşturuyor.



Karayipler havası belirgin, arada esmerler, sarışınlar da var ama sokakta çoğunluk zenci.



Brezilya çok kozmopolit bir ülke, her renkten, her cinsten insan var ve çok iyi kaynaşmışlar. Brezilya’lı tipi denebilecek belli bir tip olmadığından bize de hep Brezilya’lıymışız gibi davrandılar, Portekizce konuştular.



Pelorinho’nun arka sokaklarında dolaşırken aniden şiddetli bir yağmur bastırdı, biz de şemsiyemiz olmadığından hemen önünde bulunduğumuz binanın açık kapısından içeri dalıverdik.



Meğer girdiğimiz yer bir müzeymiş, hem de giriş bedavaymış.
Böylece Brezilya’daki ilk ve tek müze gezimizi gerçekleştirmiş olduk.
Abelardo Rodrigues diye bir adamın yıllar boyunca topladığı Hristiyanlıkla ilgili biblolar, tapınma dolapları, ikonalar vs. eski bir evde sergileniyordu.



Bizim çok ilgimizi çekmedi ama Can, İsa’yı çarmıhta gösteren fildişi biblolara çok ilgilendi, ben de öğreten adam olarak konuyu ayrrıntılı bir şekilde açıklamak zorunda kaldım. Yağmur dinince müzenin bahçesine de çıktık. Pırıl pırıl parlayan güneşin altında çok bakımlı, güzel bir bahçeydi.



Müzeden çıkınca Pelorinho’dan yokuş aşağı indik, kemeraltı gibi bir yere geldik.



Salvador’da da esnaf Kemeraltı gibi iş kollarına göre belli bölgelerde toplanmış. Elektronikçilerin hepsi bir sokakta, yanındaki sokakta müzik malzemeleri, bir başka bölgede kumaşçılar, züccaciye vs.
Bir köşedeki açık lokantaya girdik. Tropikal iklimden dolayı burada cam çerçeve kullanılmıyor, köşeyi demir kafesle çevirdin mi havadar bir dükkan oluyor.



Oturanların tabaklarına, ve köşedeki büfeye baınca buranın açık büfe bir yer olduğunu tahmin ettik. Tahmin ettik diyorum, zira Brezilya’lılar pek İngilizce konuşmuyorlar.



O kadar konuşmuyorlar ki yes-no’yu bile anlamıyorlar. Ben evden çıkmadan Andrea’ya sorarak merhaba , teşekkür ederim, kaç para gibi esansiyel kelimeleri , ve sayıları okunuşlarıyla defterime yazıp ezberlediğimden iletişim kurabiliyoruz.
Kurduğum iletişim sonucu buranın gerçekten açık büfe olduğunu, duvardaki ecza dolabından tabak, çatal, kaşık alıp, istediğimiz yemekleri tabağa doldurduktan sonra kilo üzerinden para ödeyeceğimizi öğrendik.



Yemeğin kilosu et olsun, makarna olsun 14 realmiş. (10 lira) Birer tabak doldurduk, bu tabak 6 real (4 lira) tuttu.



Büyük bira da 3 real (1 Euro). Burada belli başlı üç bira markası var. Skol ve Nova Schin her yerde bulunan iki marka, 33 ve 66’lık şişelerde satılıyor ve ısınmasın diye her yerde bir termos içinde servis ediliyor.



Bir de Brahma var biraz daha kaliteli. İşin ilginç yanı Brezilya’da bira fiyatı en lüks restoranla en salaş arasında pek farketmiyor, 3-4 real arası. Öte yandan su çok pahalı, ufak şişe su markette bile 1,5 real( 1 lira)
Yemekler lezzetliydi, ben körili, taze kişnişli biftekle pilav, bir de buraya özgü ufak barbunyaya benzer esmer fasulyeden aldım, ahaliyle yemekhane usulü masalarda yedik.



Yemekten sonra biraz daha çarşı pazar dolaştık.
Bizdeki 1 milyoncunun Brezilya versiyonu olan 1 realciyi gezdik.



Aynı kalitesiz Çin mallarıyla dolu dükkanda Can hakkını kullanabileceği bir oyuncak buldu. Pilsiz tetris gibi, suyun içindeki ufak halkaları suyu pompalayarak direğe geçirmeye çalıştığın bir şey aldı, çok işe yararadı, bu oyuncakla epey oyalandı.
Can’la uyguladığımız bir hak sistemi var, olumlu davranışlarında istediği gibi harcayabileceği 1 lira değerinde bir hak kazanıyor, olumsuz davranışlarında, burnunu karıştırırsa falan ise bir hak kaybediyor, sonuçta bir balans oluşuyor.



Brezilya tatili boyunca hakları biraz bol keseden dağıttık, hatta son günlerde havuzda yüzmeyi öğrenirken havuzu baştan başa kolluksuz yüzerek kazandığı haklarla bir ara balansı 15 ‘e kadar çıkarttı.



Neşe’nin sandaleti ayağını vurduğundan ona İpanema marka bir parmak arası terlik aldık (15 real) Burada spor ayakkabı giyenlerin dışında erkek olsun, kadın olsun istisnasız herkes bu terliklerden giyiyor. Gerçekten Brezilya’lıların alameti farikası gibi bir şey!



Plajda yürürken de terliği ellerinde taşımayıp halkasından ayak bileğine geçirip yalınayak yürüyorlar. Ben de bunun, ve Neşe’nin gazına gelerek Türkiye’de böyle terlik giyen erkekleri hakir gördüğüm halde kimsenin görmeyeceği bir köşede denedim, parmaklarımın arasını, sanki gözüme bir şey kaçmış kadar rahatsız etti.
Neşe’ye kesin bir dille, benim bu terlikleri hayatım boyunca asla giymeyeceğimi tebliğ ettim.
Pelorinho’ya doyunca asansörle aşağıya, deniz kıyısına indik.



Hemen asansörün altındaki turistik Pazar Mercado Modelo’ya şöyle bir baktık. Çarşının çıkışındaki kafede hanımlar müşteri bekliyorlardı.



Yüzecek bir plaj bulmak üzere sahil boyunca yürümeye başladık.
Hava bunaltıcı derecede sıcaktı, şapkalarımızı giydik.



Elimizdeki haritaya göre biraz kuzeyimizde Porto de Barra plajı var ama ne kadar kuzeyimizde kestirmek mümkün değil.
Yol tırmanmaya başladı. Manzara güzeldi ama yolun sonu görünmüyordu.



Yürü yürü bir duvarla yoldan ayrılmış beton bir yola geldik, ama yol iyice ısssızlaştı, duvar diplerinde insan yadigarları görünmeye başlayıp, bir de köşede yere oturmuş bir zencinin yola serdiği sigara kağıtlarına alenen fabrikasyon esrar sardığını görünce iyiyce tırstık, duvarın öbür tarafına atlayıp bir taksi durdurduk, çek praiayaya (plaja) dedik.



Taksici taksimetreyi gece tarifesiyle 3,45 ten açtı.
Neden böyle açıyorsun dedim, arka kapının camına yapıştırılmış bir tarifeyi gösterdi. Elbetteki Portekizce yazılmış olan yazıda 15 December dışında anlaşılan bir taraf yoktu, ama çat pat anladığım kadarıyla bu tarihten sonra yüksek tarife açılacağını iddia ediyordu.
Tipini sevdiğimden itiraz etmedim, taksimetrede yazan 15 reali ödeyip Faroe de Barra (Barra feneri) plajında indik.



Şimdi Brezilya’daki plajları anlatmak için bir örnek vermek gerekirse Çanakkale’den Adana’ya kadar bir sahil şeridi tamamen kaliteli plajlardan oluşuyor.



Bu plaj bandı şehirlerin içinde de devam ediyor ve altyapıları sağlam olsa gerek ki ( ya da direk okyanusa açıldığından) şehir içinde de denize giriliyor.



Örneğin İzmir’in içinde Kuzey'den Güney'e gelirken Bostanlı, Karşıyaka, Bayraklı, Alsancak, Konak, Karataş, Güzelyalı, Narlıdere gibi adlandırılan yanyana bir sürü plaj var.



Hepsi aynı kalitede, şemsiyesi, şezlongu, büfesi, birası mevcut. Bu plajların hemen üzerinden de işlek bir yol geçiyor, sahil boyunca devam ediyor.



Bu yolu kullanan belediye otobüslerine milet bikiniyle, ıslak pareoyla biniyor, kimse de garipsemiyor. (belediye otobüsü 2 real)



Brezilya’da açık saçık giyinmek garipsenmiyor ancak hiç çıplak görmedim. Plajlarda bikinisinin altını araya kaçırmayanı (tek parça mayo diye birşey zaten bilinmiyor) dövüyorlar ama hiç kimse üstsüz güneşlenmeye kalkmıyor.



Taksinin indirdiği yerden plaja girdik. Şezlongcu parça başı 2 real olamak üzere üç şezlong ve bir şemsiyeye 8 real istedi, 2 ye anlaştık.



Önce Neşe okyanusa daldı, biz de Can’la mayolarımızı giydik. Can’ı burada, Brezilya’da plajda soyunurken görünce içim sevinç doldu, gözlerim yaşardı.



Plaj hafta arası olduğundan tenhaydı, gerçi o kadar büyüktü ki kalabalıklaşması da zor göründü bana. Okyanus hemen her saat çok ve sert dalgalı, su ılık, yer yer sıcak bile denebilir. Hava kararana kadar plajda şezlong, bira keyfi yaptık.
Ben Murat Belge’nin Güney Afrika seyahatini okudum. Gezi yazısı açısından uslubumuz oldukça benziyor. O elbette ki benden fersah fersah ilerde ve bilgili, müzeleri de kaçırmıyor.



Can da haklarıyla bol bol gazoz içti.



Bütün plajlarda olduğu gibi burada da dolaşan bir sürü satıcı kajudan meyve salatasına herşeyi ayağına getiriyorlar.
İlk defa gördüğümüz peynir ızgarasını tattık. Bizim İzmir tulumunu uzun parçalar halinde çöp şişe takmışlar, ellerinde taşıdıkları ufak mangalda eritip, istersen kekikleyip, ya da pekmez gibi bir sos döküp veriyorlar (tanesi 2, pazarlıkla 1 real) . Çok popüler birşey.



Plajda ayrıca ayak masajı hizmeti var.



Gündüz feneri gibi bir arkadaş denizden su taşıyıp ayakları yıkayıp bol bol ovuşturuyor, bize de teklif etti, reddettik.



İki genç gelip önümüzde kızlara caporeira şovu yaptılar.



Bu Bahia’ya (bulunduğumuz eyaletin adı ) özgü bir dans egzersiz karışımı, aikidoya, gölge boksuna falan benziyor, bol bol da amuda kalkılıyor.



Kadınlar tek parça mayoyu tanımadıkları gibi erkekler için de şort mayo burada henüz icat edilmemiş.



Bütün erkekler kalın kenarlı slip mayo giyiyorlar, ve hepsi çok yapılı, kadınlara göre erkekler daha yakışıklı.



Kadınlar P harfi şeklinde. Hatta mankenleri bile buraya uyumlu üretmişler.



İnsan şort mayo ile sanki 80'lerde Çeşme Şantiye plajında donla denize giren inşaat işçileri gibi hissediyor. Allah'tan benim yanımda slip mayom vardı, zaten son yıllarda güç bela ısındığım şort mayoyu mümkün mertebe kullanmadım.



Akşamüstü Neşe ben yüzerken yanımızdan geçen bir grubun Türkçe konuştuğunu söyledi.
Burası Türkiye’den uçuş olmayan bir bölge olduğundan biraz şaşırdım ama dünyanın heryerinde bir Türk'le karşılaştığımdan olağan karşıladım.
“Ne diyorlardı?” dedim
“Taş gibi diyorlardı" dedi.



Havanın kararmasına yakın biz de kalkıp fenere doğru yürüdük, baktık fenerin dibinde bir kalabalık var, biz de sokulduk.



Tam batıya bakan bir tepede fenerin altında güneşi batırmak buranın adetiymiş.



Nemrut misali 100 kadar kişi burada toplanmış grubu seyrediyordu, gitar çalıp şarkı söyleyen Elis Regina havasında kızlar,



öpüşen sevgililer vardı, güzel bir ortamdı.



Brezilya'da sokakta sevişme işini bazen abartanlarda oluyor, ama kimse garipsemiyor.



Biz de güneş iyice batıncaya kadar oturduk, sonra kalkıp sahil yolundan yürüdük.



Bahia kıyafetli (kabarık beyaz etekli elbise ve kafaya sarılmış beyaz sarık)
seyyar satıcıdan herkesin yediği felafel gibi bir şey aldık.


Hamburger ekmeğinden biraz küçük boyutta felafel misali kızarmış nohut unundan bir ekmeğin içine fıstık ezmesine benzer bir şey sürüp, çok küçük, kabuğuyla kızarmış çimçim karidesleri doldurdu, salata ekledi (3 real).



Can’la ben beğendik, Neşe iştahını methini duyduğumuz yengeçlere sakladı.
Sahilde kalabalık güzel bir restorana oturduk, menüden anlayabildiğimiz kadarıyla iki çeşit yengeç söyledik. Önce pate gibi baharatla ezilmiş yengeç eti geldi, pek damak tadımıza uygun değildi, ayrıca içinde kalan ufak tefek kabuklar dişimizi acıttı.


Sonra ikimize de birer tahta çekiç, kesme tahtası ve çöp kovası getirdiler, büyük bir tabakta yengeçler geldi (tanesi 2, bira 4 real).


Bizim Dalyan'dakilere benziyordu ama bütün bütün haşlamışlar, ayıklaya ayıklaya güzelce yedik .
Bu sırada Can çoktan sandalyeleri birleştirip uyumuştu.



Bir taksi bulalım diye bakınırken, plajdaki Türkler beraberlerinde zenci kızlarla gelip yanımızdaki masaya oturdular, kızlarla iletişim kurduklarına bakılırsa Portekizce'de biliyorlardı.
Kısa bir tereddütten sonra “Siz Türk müsünüz?” dedim.
Evet dediler, konuşmaya başladık.
Ufuk (uzun saçlı olan) İzmir Üçkuyular’danmış ama Almanya’da yaşıyormuş.



Serdar ise İstanbul’luymuş, benzin istasyonu işletiyormuş. Yıllardır, yılın altı ayını Brezilya’da geçiriyorlarmış ( tabii ki kış aylarını, ne akıllılar var!) 5 yıl önce burada tanışmışlar. Şimdi her yıl birlikte ev tutuyorlarmış.
Ufuk daha tecrübeliydi, annesini falan da getiriyormuş. Rio’da da yaşamış ama Salvador’u daha çok seviyormuş, yaşamak daha rahatmış, daha güvenliymiş. Adresini "Yahudi hastanesine yakın oturuyorum, oraya gelin kime sorsanız gösterir" diye tarif etti.
Gezilecek yerler konusunda biraz fikir aldıktan sonra bir taksi durdurduk, Serdar bizim için “Amigo, amigo” diyerek Portekizce pazarlık etti, 25 reallik yolu 15 reale gittik.



Ben nedense taksiler pek düzgün gözüktüğünden taksimetre açtırmadan pazarlık edilebileceğini düşünmemiştim, herhalde yaşlanmaktan olsa gerek. Oysa ki 10 yıl önce bir gece New York taksileriyle epey pazarlık etmiş, 7 dolarlık yolu 2 dolara gitmiştim.
New York’lu taksiciler pazarlık edilince çok şaşırıyor, anlayamıyorlar.
Evi kazasız belasız bulduk. Andrea dışarda arkadaşlarıyla buluşmaya çıkmış, Alanna uyukluyordu, kapıyı Brezilya dizisi izleyen zenci hizmetçi kız açtı. Biz de yatıp uyuduk.



Sabah Andrea’nın acelesi vardı, hizmetçi kız izinli olduğundan bize anahtarı verip çıktı.
Yanımızdaki poşet çaylarla termosta çay demledik.





(Andrea’nın evinde su ısıtacak ne demlik, ne de kettle olmadığından suyu mikrodalgada ısıtıyoruz) Yanımızdaki börek, kurabiyelerle kahvaltı edip çıktık, evin önündeki otobüs durağından merkeze giden bir otobüse bindik. Dün sabah Andrea bizi götürürken geçtiğimiz civcivli bir caddeyi (adı 7 Eylül’müş, Salvador’un Portekiz’lilerden kurtuluş günü mü neymiş) çok beğenmiştim ama Andrea burası sizin için tekin değil demişti.


Otobüsten geçerken iyice baktım, gayet normal geldi, inip Pelorinho’ya kadar yürümeye karar verdik. Özellikle fotoğraf çekerken (her ne kadar bozuk, kapağı selobantla tutturulmuş perişan görünse de) makinemi kaparlar diye sıkı sıkı tutuyorum, çıkartmadan önce de etrafı kolaçan ediyorum.
Söylemeye gerek yok, Can’ın fotoğraf çekme işi de Brezilya’da yattı (Onun makinesi daha parlak).
Yılbaşı alışverişi yapan halkın arasına karıştık, biz de biraz ıvır zıvır aldık.
Bir adam kola kutularından yaptığı envai çeşit oyuncağı satıyordu.



Pelorinho’ya çıkan yokuşun altında sandaletçiler loncasını bulduk, biraz da sandalet terlik aldık.



Praça Se’ye çıkınca yağmur yağmaya başladı, meydana bakan bir kafeye oturduk.



Biz Küba’nın Mohitosu misali hep adını duyduğumuz buranın meşhur kokteyli Caipirinho (Kaypirinya diye okunuyor) , Can da limonata söyledik.



Bu kokteyl mohitonun nane yerine limonlusu denebilir, diğer komponentler aynı, şeker rom ve buz. Buradaki lime denen yeşil kokulu ufak limonlarla yapılıyor, plajlar dahil her yerde satılıyor, çok lezzetli (5 real).



Meydanda dolaşan hamakçılardan birsi masamıza musallat oldu, 'İlla da, al illa da al, abi bir bak ne kadar şahane’ diye o kadar ısrar edip hamaklarını açıp gösterdi ki, gitsin diye evde iki hamağımızı olduğu halde 95 dediği çift kişilik bir hamağa 30 real verdim.



Sırasıyla 60, 50, 40, 35, 34’e indi, acıdım ama taşımak da istemediğimden teklifimi değiştirmedim. En sonunda gitti geldi, verdi. Güzel işlemeli falan bir hamak ama hem gerçekten ihtiyacımız yoktu hem de bütün öğleden sonra plajda sırtımızda taşıyacağız.
Bu fotoğrafı alışveriş bittikten sonra çektim, herhalde içinden beddua etmiş olacak ki, daha kafeden kalkmadan Can tuvalette gözlüğünü kırdı. Allah'tan çantada bir yedek vardı.



Bugün şehir merkezinden 25 kilometre kadar uzaktaki meşhur İtapua plajına gitmeye niyetlendik.



Yine kiloyla satılan yemeklerle karnımızı doyurduktan sonra meydandan kalkan belediye otobüslerine bindik.
Otobüslere arka kapıdan biniliyor, biletçinin önünde bir turnike var, kişi başı 2 real verip geçiyorsun. Yalnız bu sefer Can turnikeden tek başına geçtiği için biletçi üç kişi parası aldı. Para vermemek için kucağımıza alıp geçirmemiz lazımmış.
Otobüste cam kenarına oturdum, açılan camdan makineyi kaptırma korkusu olmadan yol boyunca fotoğraf çektim.



Yol sürekli deniz kıyısından, plajların üzerinden gidiyor. Belediyenin 'Farol a farol' diye ilanları asılı (fenerden fenere demek olduğunu tahmin ediyorum) bir projesi var, dün yüzdüğümüz Barra'daki deniz fenerinden İtapua’daki fenere kadar 25 kilometrelik sahil şeridini islah edip mevcut binaları yıkarak yürüme yolları, parklar falan yapıyorlar.
Yalnız bu kadar mesafede klasik siyah beyaz mozaik zor gelmiş olacak ki ince bir granit bant koyup şaplı beton döküyorlar.



Anlattıklarına göre bu büyük tartışma konusu olmuş, sivil toplum örgütleri siyah beyaz kaldırımdan vazgeçilmesine itiraz ediyorlarmış. Burada çevrecilik falan epey kuvvetli bir akım. Bu noel çamlarının biri teneke kutulardan, biri yeşil pet şişelerden yapılmış.



Yoldaki zenci işçiler üzerlerinden dökülen işçi kıyafetleriyle, tepelerine oturttukları baretleri, ve eksik etmedikleri güneş gözlükleri ile evlere şenlikti.



Kanımca zencilere hiç bir üniforma olmuyor, naturalarına uygun değil!
İçlerinde olmayınca da üzerlerinden dökülüyor, sakil duruyor.
Yaklaşık 1 saatte İtapuna’ya vardık.
Köyün merkezinde otobüsün bıraktığı yerden adını bir türlü öğrenemediğimiz tropikal meyvelerden biraz aldıktan sonra hemen sahile çıktık.



1 kilometre kadar uzunluktaki plajda yan yana pek çok baraka ( Onlar da barraca diyorlar plajdaki kafe restoranlara, bunlar bira, caipirinha vs dışında yemek de satıyor) var.



Biz de yüksek müzik çalmayan birine oturduk. Kıyıdan açıktaki mercan kayaları nedeniyle burada dalga biraz daha az.



Hafta içi olması nedeniyle kalabalık değildi. İşs,z güçsüz Brezilyalılar bira içerek keyif yapıyorlardı.



Neşe’yle ben caipirinhaları götürürken (burada 2 lira) Can da bol bol yüzdü,



Gazoz isterken garson kızla ahbap oldu.



Ben fenere doğru yürüdüm. Önünde kırmızı mayolu küçük bir kızla fenerin fotoğrafını çekmiştim ki kızın babası arkadan yetişip "Sen bizim fotoğrafımızı niye çektin" diye takaza etti.



Onların değil fenerin resmini çektiğimi, kızının da kırmızı mayo ile güzel göründüğünü söyledim ( Portekizce ve panik içindeki bedenin diliyle konuşuyoruz).
Allah Allah, hemen ikna oldu, bir de özür diledi.



Akşam olunca geldiğimiz yollardan geçip otobüs durağına geldik.
Buradaki evlerin yüksek duvarlarının üzerine keskin bıçaklar koyup bir de elektrikli tel çekmişler.



Eve dönmeden önce şehir içindeki Rio Velmeho plajına da bir uğrayalım, yemek yiyip eve çıkarız diye plan yapmıştık.



Şehire girince otobüsün Andrea’nın evinin bulunduğu Candeal’den geçip geçmediğini merak ettim. Biletçiye sordum, o da elimdeki kağıda herhalde bunlar Candeal’de inmek istiyorlar gibi bir şey yazıp beni şöföre gönderdi. Şöförün yanına gittim, şöför çat diye durdu, bu arada biletçinin boşboğazlığı yüzünden bütün otobüs ahalisinin tek amacı bizi Candeal’e göndermek oldu. Hep bir ağızdan burada inin burada inin diye bağırdılar, eleriyle gideceğimiz yönü işaret ettiler. Mecburen paldır küldür hiç bilmediğimiz bir yerde indik, kaldırımda kalakaldık.


Yolcuların ortak iradesiyle otobüsten indirilmiştik, nerede olduğumuz hakkında hiç bir fikrimiz yoktu, uykumuz vardı. Rio Velmelho’yu boşverip bir taksiyle pazarlık edip 10 real‘e eve döndük. Evde pek yiyecek olmadığından aşağıdaki benzinliğin marketinden süt ekmek aldık. Benzincinin çalışanları Noel Baba kukuletası giymişler.



Burada noel hep yazın göbeğinde kutlandığı halde bu nasıl bir Kuzey yarıküre egemenliğidir ki Noel Baba mayolu değil paltolu, kukuletalı tasvir edilmeye devam ediyor.



Andrea ile kapıda karşılaştık, çıkıyormuş, yarın Cumartesi olduğundan birlikte plaja gidebileceğimizi söyledi.



Evde yine Brezilya dizisi seyreden hizmetçi kızla uykusu gelen Alanna vardı.
Andreanın bilgisayarından internete girdim, Hospitality club’da Salvador’dan psikolog bir hanım da mailimi yeni gördüğünü, bizi mutlaka evlerine beklediklerini yazmış.
Verdiği telefon numarasını aradım. Onların da Can yaşında oğulları varmış ve heyecanla gelmemizi bekliyormuş.


Yarın, ya da öbür gün geliriz dedim.
Bizden önce Andrea’nın evinde kalan Avustralyalılar bir hafta kalmışlar, Andrea bize de istediğimiz kadar kalabileceğimizi söylemişti ama 3 günden fazla misafirlik bence çok.



Sabah Andrea öğleden sonraya kadar çalışmak zorunda olduğunu söyleyince ikinci ev sahibimiz olacak olan Lucia’yı aradım. Adresi aldı, yarım saat sonra geliyorum dedi. Gerçekten de yarım saat sonra aşağıdan bekçi telefon etti, Andrea ve Alanna ile vedalaştık, indik. Andera ile çok vakit geçirememize karşın birbirimizi sevdik, bir daha görüşeceğimizi düşünüyorum.
Bu Alanna'nın küçüklüğüne ait duvardaki fotoğrafları.



Çantalarımızı Lucia’nın bagajına yerleştirip evlerine doğru yola koyulduk.



devamı ve sonu yakında burada...