Ümit ile bu bloga yazdığı yorumlar sayesinde tanıştık.
Söylediğine göre 16 yaşındayken benim otostop hikayelerimi okuyarak otostop yapmayı keşfetmiş.
Şimdiyse hayatımda gördüğüm en azılı otostopçu.
Hiç unutmuyorum bir gece İstanbul'dan telefon edip
"Abi yarın Yunan vizesi için İzmir'e geleceğim. Orda mısın?" diye sordu. Telefonu kapattıktan sonra geceyarısı otostopla yola çıkmış, sabah İzmir'deydi. Pasaportunu konsolosluğa verip, geri almak için beklerken görüştük. Öğleden sonra 3'te tekrar otostopla yola çıktı.
Ertesi sabah Selanik'teydi.
Benim kırkımdan sonra blogumdan mülhem onsekizimden sonra diye bir blog açtı.
Üniversite hayatı boyunca (Üniversite hayatı da az değil 7 yıl sürdü. Tembel bir öğrenci olduğunda değil, aksine seçme sınavında çok başarılı olduğu için kendisine en uzun süre karşılıksız burs verecek üniversiteyi araştırmış.
Bizzat rektörle konuşup 7 yıl boyunca bursunun kesilmeyeceği sözünü aldıktan sonra İstanbul'da iyi bir özel üniversiteye kaydolmuş. İlk üç yıl sadece gezip, son dört yılı ise okuyup gezerek 7 senede İşletme fakültesinden mezun olmayı başarmış.
Şimdi Danimarka'da işletme mezunlarının iş bulmasının zor olduğunu görünce üstüne bir de kimya mühendisliği ve biyoteknoloji okumaya başlamış. Danimarka'da üniversite eğitimi ücretsiz olduğu gibi haftalık 10 saatlik çalışma karşılığında her öğrenciye ayda 800 euro ödeme yapılıyormuş.)
Facebook'ta organize olup her isteyenle 'mikro macera' diye adlandırdığı haftasonu otostop seyahatlerine çıkmaya başladı.
Seyahat dediysem haftasonu için 4 kişi otostopla İstanbul'dan Gaziantep'e gidip baklava yiyip dönmekten bahsediyorum.
Bu turlar sırasında Istanbul'da arkeoloji eğitimi gören Girit'li Virginia ile tanıştılar ve okulları bitince evlendiler.
Hatta balayına da otosopla çıktılar
Virgina'nın Danimarka'da bir doktora programına kabul edilmesi ile oraya yerleştiler.
Yıllar içinde birbirimizi o kadar sevdik ki onu da evlatlığa aldım. Sık sık görüşüyoruz.
İzmir'de yelkene de bulaştılar
Hatta Virginia'nın kuzeninin düğünü için Girit'e bile gittik ama o başka hikaye...
Bu basit blog Ümit, Gökhan ve onlarınki gibi pek çok paha biçilmez dostluğu bana kazandırdı.
Blogu yazmaya başlarken dost kazanmak gibi bir fikrim hiç yoktu, ancak Ümit gibi parasız gençlerin içindeki gitme dürtüsünün dışarı çıkmasına yardımcı olmak, seyahat etmek için para gerekmediğini, isteğin yeterli olduğunu göstermek gibi bir hedefim vardı.
Bu iki konu için şimdi gerçekten çok sevinçliyim.
Bu yazı Ümit ve Virginia'yı Danimarka'daki ilk ziyaretimizin hikayesidir.
İzmir'den İstanbul'a hesapta erken vardık ama yarım saat pasaport kuyruğunda bekleyip sıra bize geldiğinde kulübenin camındaki bir kağıttan yeşil pasaport belgelerimizi havaalanının ortasında koyulan bir konteynırda damgalatmamız gerektiğini öğrenince yine uçağı kaçırma riski doğdu. (Yeşil pasaport sahipleri yurt dışına çıkabilmek için çalıştıkları kurumdan sakıncasız olduklarına dair resmi bir kağıt almak zorunda)
Neşe sırada beklerken ben bir koşu gittim konteynırı buldum. Önce biniş kartımızın ve pasaportumuzun fotokopisini çektirmeliymişiz. Bu sefer onu çektirmeye koştum, fotokopicide uzun bir sıra vardı.
Sırada bekleyenler "Bu devirde her şey dijitalken fotokopi mi kaldı" veya "Dijital pasaportun fotokopisi mi çekilir ya" diye söylenmiyorlardı. "Bir dahaki sefer havaalanına gelmeden önce fotokopimizi çektirelim de gelelim" diye tevekkül gösteriyorlardı. Nitekim ben de hiç söylenmedim ve geçen hafta Almanya'ya giderken fotokopimi ve biniş kartımı İzmir'den hazırlayıp da gittim. (Be like water my friend)
Neyse biniş kartımız sakıncasız damgası vurdurduktan sonra polisten sorunsuz geçtik.
Duty freeden Ümitler'e rakı aldık .
Yol 3 saat civarında sürdü.
Leonardo di Caprio'nun ayıyla boğuştuğu filmini izledim,
(Yiyip içmekten ancak yarısına gelebildim, kalanını da dönüşte bitirdim).
Kopenhag havaalanından gideceğimiz Esbjerg şehri 3 saat mesafedeymiş.
Ümit bizim için en ucuz ulaşım yolu olan rideshare (bir nev'i paralı otostop) sitesi Go-more dan bir araba ayarlamış. Normalde havaalanından alacak araba zor bulunurmuş, çok şanslıymışız. Bize gönderdiği rezervasyonda arabanın markası, plakası, şöförün fotoğrafı yanı sıra yolda benzinlikte kullanılabilecek bir şişe su veya bir poğaçalık kupon da vardı.
Bir şişe su deyip geçmemek lazım, Danimarka o kadar pahalı bir ülke ki Duty freede her köşede koca koca 'ufak su 10 kron' (5 lira) diye promosyon vardı.
Promosyonlusu bu ise promosyonsuzu kaçadır dedik. Çıkışta gördük 23 kronmuş (11,5lira) Üstelik musluk suyu hem temiz hem lezzetli.
Ümit'in ayarladığı araba 2 saatlik beklemeden sonra randevulaştığımız otoparktan bizi aldı.
Gümrükçülük yapan Glenn liman ziyaretleri için Audi'siyle yılda 150 bin kilometre yapıyormuş. Benzin şirketten olduğundan yanına yol arkadaşı bulmak için fiyatı düşük tutuyormuş. 3 saatlik yol kişi başı 150 kron (75 lira). Yoldan bir oğlan daha aldık, daha çok onlar aralarında Danca konuştular.
Glenn çok efendi bir çocuk, doğma büyüme Esbjergliymiş, Kopenhag'da yaşayamazmış, çünkü orda çok otopark sorunu varmış. Esbjerg'de arabasını evine park etmeye çok alışmışmış.
Otobana girmeden navigasyon ile bulduğu benzinciye gittik. Benzinci kapalı, ortalıkta in cin top oynuyordu. Cep telefonundaki bir programla pompanın kilidini açtı, benzin doldurdu, fatura direk şirkete gidiyormuş.
Danimarka'da cep telefonuyla online işlemler çok yaygınmış. Virginia gebelik kontrolü için hastaneye gitmiş, randevusuz muayene etmemişler. Ancak cep telefonundan randevu aldıktan sonra doktoru görebilmiş.
Kopenhag'a dönerken bindiğimiz şehirlerarası otobüse de yoldan ördek gibi binmek mümkün değildi. Bilet sadece internetten alınıyor, otobüse binerken cep telefonundaki kodu gösteriyorsun. Şöför de kendi cep telefonundan ismini kontrol ediyor. Yaşlılar cep telefonu kullanamadıkları için ellerinde yazıcı çıktılarıyla otobüse biniyorlar.
Glenn 390 kilometrelik yolu maksimum hız sınırı olan 130 ile tam 3 saatte aşarak bizi Ümitlerin kaldığı öğrenci yurdunun önüne getirdi, adeta taksiyle gelmişiz gibi oldu.
Ümit'ler bir senedir Esbjerg'in hemen karşısındaki turistik Fanø (Bu harf ö okunuyor, Fenö) adasında denize sıfır nefis bir evde ucuz bir kiraya (800 euro) kalıyorlardı ancak biz gidemeden evlerini boşaltmak zorunda kalmışlar zira eşyaları döküntü olduğundan içerdeki görüntü evi satmak isteyen ev sahibinin işine gelmemiş. Şimdi kaldıkları öğrenci yurdundaki iki odalık dairenin kirası 400 euro imiş. Odanın ufak bir mutfağı olduğu gibi yurdun her türlü kap kacak bulunan genel mutfağından da faydalanabiliyorlarmış.
Bu evdeki eşyalarını da ikinci el almışlar, çoğu bedava. Örneğin 42 ekran Lcd TV ye 10 euro vermişler.
Daha sonra keşfedeceğimiz gibi Danimarka'da aşırı zenginlikten mülhem ikinci el mallar bedavaya yakın satılıyor. Ayrıca buranın esas olayı dumpster diving dedikleri marketlerin attıklarından faydalanmakmış.
Ümit Danimarka'ya yerleşmeden önce yaptığı keşif ziyaretinde bunu öğrenip bana ballandırarak anlatmıştı. Yine aşırı refahtan kaynaklı olsa gerek, marketler tarihi yaklaşmış ya da ambalajı bozulmuş ürünleri olduğu gibi atıyorlar. Ümit'in mikro gezilerinden tanışıp evinde kaldığı arkadaşının derin dondurucusu bu marketlerden çıkan etten içkiye çeşitli malzemelerle doluymuş.
Bu Danimarka'da herkesin yapmadığı ama yapılmasının da kültürel olarak ayıp karşılanmadığı bir şeymiş. Daha sonraki günlerde tanıştığımız emekli bir doktor hanımın da sürekli market atıklarından geçindiğini söyledi Ümit.
Birer kadeh hoşgeldin uzosu içtik.
Daha sonra biz de bu en ekstrem Danimarka aktivitesini gerçekleştirmek için yakınlardaki 3 marketi ziyaret ettik.
Bir saatten kısa sürede 3 kasa dolusu ananas, muz, füme balık, krem peynir, tereyağ, kvark, yoğurt, bir koli portakal suyu, ekmek, iki koca sosis, hazır pizzalar, tavuk, köfte, bütün bir somon bulduk.
Bunların hepsi ambalajında ve gayet iyi durumdaydı. Çoğunluğu az satıldığından olsa gerek pahalı organik yiyeceklerdi.
Füme balıklar bile organikti.
Ümit de bulduklarını stoklamak için ikinci el bir derin dondurucu edinmiş. Normalde odalarında duran buzluğu bize yer açmak için yurdun mutfağına koymuşlar. Millet de boş buzluk bulunca hemen doldurmuş.
Dondurulacakları yerleştirdikten sonra hemen bir pizza yedik, şiş göbeklerle bizim için şişirdikleri şişme yatakta yattık.
Sabah Ümit erkenden derse gitti, 11 de döndü.
Bizim için 2 bisiklet tamir etmiş. İşçilik pahalı olduğu için bütün tamirleri Youtube'dan bakarak kendisi yapıyormuş (ikinci el arabalarının tamirini de)
Yurdun bisiklet garajında kimisi hibe, kimisi başka yollarla edinilmiş toplam 9 bisikletleri varmış.
En ilginci gece bardan dönen sarhoşların şehir merkezi ile yurt arasındaki ormanda devrilip bisikletlerini bırakmalarıymış. Bisikletler de harcıalem değil, ince, spor jantlı, göbekten 7 vitesli canavar şeyler. Bir tane de parayla almış ama o da 250 lira.
Vardığımızda birinin lastiğini bizim için değiştiriyordu.
O dersteyken biz de dün aldıklarımızla güzel bir kahvaltı ettik.
Hep beraber tamir ettiği bisikletlerle ormandan geçerek merkeze gittik.
Ormanın içi çok hoşumuza gitti, serbest dolaşan geyikleri uzaktan gördük.
Ümit beslemeye çalıştı, daha doğrusu elinde bir şey varmış gibi uzattı. Daha önce de aynı numarayı çok yapmış olacak ki geyikler hiç ırgalanmadı.
Ormanın içindeki toprak patikalar koşanlarla doluydu.
Danimarka'da CHP li belediye olmadığından orman içindeki yollara parke taş döşenmemiş, öyle toz toprak olduğu gibi bırakmışlar.
Oysa ki İzmir'deki Homeros Vadisi'nde belediyemiz dağın tepesindeki vadiye bile taş döşemeyi başardı.
Ayağın hiç tozlanmadan dağcılık yapabiliyorsun.
Mahallemizde son yapılan kırk dönümlük parkta ise betona acımayarak, kendini aştı toprağı hiç göstermedi.
Çalıların altında mecburen görünecek toprağa bile kolormix denilen, kömür cürufu gibi bir malzeme döktüler. Çiçekleri de betonun üzerinde saksılara diktiler.
Eğer İzmir'de nefis beton dökülmemiş, iki renkli parke taşı döşenmemiş bir toprak parçası görürseniz endişeye mahal yok, henüz sırası gelmediğindendir!
Şehir merkezinde bisikletleri bağlayıp ana caddede yürüdük, Esbjerg küçük sakin bir şehir.
Ana gelir kaynağı denizcilik ve balıkçılıkmış.
Yıllarca ağır balık kokusu varmış ama şimdi fabrikaları mı taşımışlar ne koku gitmiş.
Her yer pırıl pırıl, herkes şıkır şıkır aksansız İngilizce konuşuyor.
Şehir merkezinde annemin istediği bir ilaç için eczaneye girdim.
Eczanede sıra numarası alınıyor.
Turizm bürosunda çalışan kimse yoktu, ama şehir hakkında envai çeşit broşürün yanında kocaman bir dokunmatik ekranlı harita vardı.
Laf arasında Ümit'e 30 yıl önce Bodrum'da otostop yaparken tanıştığım Danimarkalı arkadaşlarımdan bahsettim.
O zaman bizden 3-5 yaş büyük olan bu Danlarla o kadar kaynaşmıştık ki bir süre beraber gezdik.
Birlikte tekne turlarına çıktık.
Bize Danca çok ayıp küfürler öğrettiler.
At kuyruğu saçı bir erkekte ilk defa 1986 yılında Ole'de gördüm, hatta onlar gittikten sonra biz de 18 yaşın heyecanıyla saçımızı uzatıp onlar gibi küçük bir at kuyruğu yaptık.
(Bu fotoğrafta İzmir Fuarı'mda makarna ile bira içiyoruz. Ole tepesindeki zıplayan tavşanı Basmane'de görür görmez satın aldı. Abisiyle aralarında gittikleri yerden bulabildikleri en kitsch şeyi alma yarışması varmış)
Plajda havluya sarınmadan mayo değiştirmeyi de onlarda gördük. Durur muyuz, tabi hemen biz de uyguladık.
(Şaşılacak şey 1986 Bodrum'unda buna kimse laf etmiyordu)
Paraları bittiği için otostop yaparak kamyon kasalarında Yeşilköy Havaalanı'na kadar birlikte gittik. Tiplerimiz saç sakal, o kadar kayıktı ki son bindiğimiz arabanın şöförü ısrarla (biraz da aldığı alkolün etkisiyle)
"Ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz" deyip durdu.
"Abi biz Türküz, İzmir'liyiz, bu arkadaşları getirdik, onlar yabancı" diyoruz, ama abi :
"Yine de Türkçeyi çok iyi öğrenmişsiniz, bravo!" demekten vaz geçmiyordu...
Bir sonraki sene İzmir'e geldiler, misafir ettik gezdik, sonra bağlantımız koptu.
İnternet çağında da kendilerine ulaşamadım.
Birinin adı Ole Ritz Møller hiç sonuç vermedi, diğerinki ise ne yazık ki meşhur bir teknik direktörle aynı; Morten Olsen idi. Rastladığım Danimarkalı bir kaç kişiye (Danları Fjallraven kanken etiketli çantalarıyla hemen her yerde ayırt etmek mümkün)
Kopenhag telefon rehberinden bakıvermelerini ve ulaşabilirlerse mail adresimi iletmelerini rica etmiş ancak bir sonuç alamamıştım.
Danimarka seyahatine çıkmadan önce bir kez daha şansımı denemek istedim.
Bu sefer Facebookta Ritz Møller soyadlı bir kadına rastladım. Kendisine mesaj atıp Ole'yi tanıyıp tanımadığını sordum.
Hemen yanıt geldi,
"Evet kardeşim olur, siz nerden tanıyorsunuz?"
Heyecanla 30 yıl öncesinden iyi arkadaşım olduğunu söyleyip kendisine nasıl ulaşabileceğimi sordum.
"Ole 1991 de AİDS'ten öldü" cevabını verdi
Ümit'e bu hikayeyi anlatınca kendine iş edindi, Kopenhag telefon rehberindeki bütün Morten Olsen'lere (5-6 kişi) mesaj attıp "1986'da Türkiye'den Bora diye bir arkadaşınız var mıydı?" diye sordu, kimse yanıt vermedi.
Merkezde bir ikinci el dükkanına girdik. Bizdeki vintage dükkanları gibi kıyafetler pırıl pırıl askılarda, hepsi iyi durumda, bardak, çanak, ev aletleriyle doluydu, pek güzeldi. Ben sıfır gibi güzel bir bot buldum 75 krondu ama azcık bol geldi. Ümitler 10 krona hiç kullanılmamış bir seyahat tavlası aldı .
İkea'ya benzer bir mağazaya girdik, yapıştırıcı, bisiklet farı ve Can'a sosis şeklinde oyuncak aldık.
Bu sefer Virginia okula gitti, biz yurda dönüp genel mutfakta dün bulduklarımızı pişirdik, yedik.
Bir sürü köfte, pizza, sosis, cordon bleu, hem hazır vakumlu, hem taze maruldan salata.
Portekizli Theresa diye bir kızla aynı buzdolabını kullanıyorlarmış, yanlışlıkla kızın bir domatesini salataya koymuşuz. Ümit sonra söyleyince kız
"A, lafı mı olur" falan demedi.
"Onun yerine sana mandalin koydum" deyince ise çok sevindi "Ne önemi vardı" dedi.
Theresa çok zilliymiş, çok içiyormuş, Virginia gıcık oluyordu buna.
Patlayacak gibi yedik, üzerine tatlılar da götürdük. Yediklerimizin hepsi lezizdi ve bir kuruş masraf etmedik. Burda tatlı sağlığa zararlı diye aşırı vergilendiriliyormuş.
Bir Milka çikolata 10 lira idi.
Yemekten sonra tekrar bisikletlere binip feribotla Fanø Adası'na geçtik.
Feribot gidiş dönüş 35 kron. Burada geldiğimizden beri ilk 70 kronumuzu harcadık. İzmir'den çıkmadan bir döviz bürosundan euro yerine 1700 D.Kronu almıştım, yarısını geri getirdik.
Feribotta bisiklet için özel biniş rampası ve park yerleri vardı.
Bisikletlerimizi bağladık.
Biz Türkiye'de bisikletlilere saygı gösterilmiyor diye yakınırken orda durum tersine dönmüş.
Bisikletliler daha imtiyazlı, yayalara azcık yol kalmış.
Herkes çok güleryüzlü, her şey çok sakin, düzgün, düzenli. Ümit:
"Abi meğer Türkiye'de ne çok şeyle uğraşmam gerekiyormuş. Burda hiçbir şey düşünmene gerek yok, gelecek kaygısı yok! Öğrencilere kişi başı 800'er euro veriyorlar ama insanlar üniversite okumak bile istemiyor. Herkes hayallerinin peşinden gidiyor" dedi.
Feribot yolculuğu 15 dk kadar sürüdü.
Limanda denize vantilatör döşeyen gemi vardı
Danimarka'da karaya ve denize o kadar çok rüzgar jeneratörü koymuşlar ki enerji fazlası varmış.
Elektriği hiç sakınmıyorlar.
Arazi düz olduğundan olsa gerek, karadakiler bodur
Fanø'da limanın hemen yanında güzel bir plaj var, yazın yüzülüyormuş.
Önce eski evlerine gittik.
Gerçekten denize sıfır, çok güzel bir evmiş.
200 yıllık falan, tuğladan yapılmış, tavanı alçak.
Çok da güzel bir bahçesi, bahçede barbeküsü var.
Yazın güzelmiş ama kışın zor ısınmışlar.
Çatılar sazla kaplanmış ve üzerlerinde yosun bitmiş.
Hava çok nemliymiş.
Daha sonra konuştuğumuzda Ümit evin 300 bin euroya satıldığını söyledi.
Yollarda eski komşuları ile karşılaştık.
Charlotte ve Jan ile ayaküstü sohbet ettik .
Haloween haftasında olduğumuzdan oyulmuş kabaklar sokakları süslüyordu.
Ümit adada yaşayan birisinden Virginia için internette gördüğü bir LG D 3 telefon aldı (280 liraya)
Evden alıp çıkması 5 dakika sürmedi, kutuyu çıktıktan sonra açtı.
Gıcır gıcır bir telefondu, satan tüm aksesuarlarıyla birlikte kılıfını da vermiş.
"Burda insanı kandırma adeti yok abi, ondan kontrol etmeden aldım" dedi.
Marinaya gittik.
Marina diyorum ama bizim balıkçı barınağının daha düzenlisi. Bir köşede yelken kulüplerinin eğitim tekneleri sıralanmış.
Yelkenciliğe bulaştıktan sonra almaya niyetlendikleri satılık teknelere baktık.
Tekne fiyatları da Türkiye ile kıyaslandığında bedavaya yakın.
Ümit'in en büyük hayali ordan aldığı tekneyle Türkiye'ye gelmek.
Dönüşte adanın en yüksek tepesine çıktık.
Rakım 17 metre.
Ümit tırmanırken yolda mola verelim diye espri yaptı.
Burada THY'nın yanımıza verdiği şarapları içtik.
Teşekkürler THY, seni seviyoruz.
Karşı kıyıdaki şehir çok yakın görünüyor
Havanın kararmasına yakın daha önce yolda tanıştığımız komşu Jan'ın evine gittik.
Eskiden Kopenhag'da sokak çocuğuymuş, kirli işlere bulaşmış. Sonra yelkenciliğe sarmış, dünya denizlerinde dolaşmış, bilgisi görgüsü artmış.
Viking tipli, tatlı bir adamdı.
Bahçesinde güzel bir viski ikram etti.
Jan'ın bahçesindeki bu mangal da Ümit'e aitmiş.
Bedavaya almış, yurtta koyacak yeri olmadığından adada bırakmış
Jan'ın da niyeti Türkiye'ye tekne götürüp satmakmış.
Karadan Venedik'e kadar transfer 1000 euroya mal oluyormuş.
"Bu eski teknelerle Ege'de seyir zor olur" dedim,
"Hava durumuna bakarsın" dedi.
"Değişebilir, en kötüsünü düşünmek lazım" dedim.
O kaygısızdı, belki ben iyice yaşlandım, fazla temkinli oldum.
Üşüyünce içeri girdik, içerde de viskiye devam ettik.
Şişe yarılandı, muhabbet ballandı, Neşe uyudu,
Virginia arabayla geldi bizi Jan'ın evinde buldu.
Ümit hediye aldığı telefonu verdi, Virginia teşekkür etmedi, kızdı. Niye kızdığını sordum.
"Telefonum idare ediyor, istemediğim söylemiştim" dedi. (Kendi telefonunu antika olduğu gibi ekranı da kırık, yarısında görüntü yok. Rabbim herkese böyle tutumlu kadın versin)
Jan Airbnb ile oda kiralayarak geçiniyormuş,
Biz otururken iki genç geldi
O onlarla ilgilenirken biz çıktık.
Kızlar arabayla, biz bisikletle ıssız Fanø sokaklarından geçerek bir binaya gittik.
Burada mahallelinin halk dansı gecesi varmış.
Gözlerime inanamadım
Arada gençler de olmakla birlikte 70-80 yaşlarında gayet dinç bir sürü çift hep beraber neşeli ama büyük bir ciddiyetle Amerikalıların Barn Dansına benzer el çırp, eş değiştir, dön gibi karışık hareketlerden oluşan dansı çalışıyorlardı.
Bir köşede yine amatör köylülerin çaldığı iki keman ve bir gitardan müteşekkil canlı orkestra aynı ezgiyi defalarca çalmaktan hiç yüksünmüyordu.
Ümit büfeden bize yeşil Tuborg aldı, tadını unutmuşum.
Dansı izleyenler ya da yorulanların oturduğu, salonu çevreleyen masalara yerleştik.
Ümit ve Virginia bir yılda asimile olmuşlar, dansa katılıp o karışık figürleri yapmaya başladılar.
(Gerçi Ümit'in onca viskiden sonra sergilediği danstan ziyade komediydi. Herkes sağa dönerken o sola dönüyordu, bir ara parmak bile şıklattı. Şaka bir yana ikisiyle de bu girişkenlikleri nedeniyle çok gurur duyuyoruz. İskandinavlar gibi tutucu bir toplumda böylesine kabul görmek kolay değil)
Neşe'nin midesi ağrıdı.
İlaç bulabilir miyiz acaba diye soruşturduk.
Emekli bir doktor kadın üşenmedi, aldı bizi ıssız sokaklardan geçerek evine ilaç vermeye götürdü.
Kadının evi bambaşka bir alemdi, müzeye girmiş gibi olduk.
Girişte müzelerde bulunacak büyüklükte bir camekanda ninesine 1848 de İngiltere'den gelmiş çeyiz porselenler vardı.
Evin salonu da 1899'dan beri değişmeden koltuk, halı, tablo öyle duruyormuş.
Duvarda upuzun bir yılan derisi asılıydı.
Bu hanım da marketlerin attıklarını topluyormuş.
Yaş haddinden emekli olmak zorunda kalmış yoksa Danimarka'da doktor açığı varmış.
Neşe'ye ilaç dolabından bolca antasit verdi, ben de kendisine sarıldım, mesleki samimiyet gösterdim.
Daha sonra Virginia "Para teklif etseydiniz ilacın parasını alırdı" dedi. Hiç aklıma gelmemişti.
Bizimkiler buranın köylüsü gibi olmuşlar; herkesi tanıyor, her dedikoduyu biliyorlar.
Hata yapanları uyaran, dans polisi dedikleri bir kadın vardı. Kadının dansettiklerinden kel olan kocası, diğeri sevgilisiymiş.
İnsan ister istemez bizim memleketteki mandalin yiyip çekirdek çitleyerek evlenme programı izleyen emeklileri düşünmeden edemiyor,
Bir de psikopat vardı, sürekli soru soruyordu, benim gençliğime benziyordu.
Dans 20-22:30 arasındaymış.
Bitince Neşe bisikletini adada bırakıp Virginia'nın arabasıyla, biz ise yine bisikletlerle döndük.
Eve dönerken bir markete uğradık. Biraz daha et, balık, peynir ve ve 4 şişe nefis şarap bulduk. Başka bir kız bizden önce gelmiş 7-8 şişe şarabı çantasına yerleştirmişti. Bizi görünce kendi aldıklarından birini bize verdi.
Virginia gelirken süt alın demişti, onu da ben buldum almamıza gerek kalmadı.
Eve döndük, kızlar yatmış
Odada gürültü olmasın diye yurdun merdiven sahanlığındaki masada epeyce daha yiyip içtik.
Yurt çok hareketliydi, resmen 72 milletten öğrenci vardı.
Sanki bütün turistlerin birbirini uzun süredir tanıdığı bir hostel gibiydi.
Herkes yarınki Haloweene hazırlanıyordu.
Vietnamlı, car car konuşan şortlu bir oğlana "Sen hiç ezik değilsin, burda mı doğdun? dedim, öyleymiş. Yurttaki yasadışı işler de bundan soruluyormuş.
Lüksemburglu Matthew diye bir çocuğu sarakaya aldık. Chicago'nun adının chick-a -go dan geldiğine inandı.
Yakışıklı ama saf çocuk...
"Senden ve futbol takımından başka Lüksemburglu var mı?" diye sordum, 500 bin kişilermiş.
Ümitle babalık kontratı yaptık, gece ikide yattık.
Sabah teşkilatlı bir kahvaltıdan sonra Ümit okula gitti geldi
Hep beraber arabayla 50 km mesafedeki tarihi bir şehir olan Ribe'ye gittik.
Yolda bu civarın en büyük ikinci el mağazasına girdik, hangar gibiydi.
Bardakları çok beğendim, mobilyalar da vardı ama bir şey almadım.
Ribe'de hava soğuktu
Evler çok eskiydi.
Katlar yamuk yumuk olmuştu
Şehir merkezinde dolaştık. Katedrale girdik.
Danimarka o kadar düz ki katedralin çatısı Fanø'den görünüyormuş.
Bizde satılan suni yılbaşı çiçeklerinin doğalı varmış
Kaleyi çevreleyen bahçelerde, dere kıyısında dolaştık.
Danimarka'nın tabiatı çok canlı her yer yemyeşil çayırlarla, ormanlarla kaplı.
Bahçeler çok bakımlı
Dalından ahududu, böğürtlen, elma, minyatür elma, armut yedik.
Minyatür elmayı ilk kez burada gördüm.
Görünümü çalı gibi, meyvelerin tadı ise aynı Amasya elması
15. evlilik yıl dönümümüzü de burada kutladık.
Ribe'de de bir ikinci el dükkanına girdik.
Zemin kattaki bir daireyi yaşlı kadınlar çalıştırıyordu, ev gibi döşenmişti.
Ümit burdan da ekmek kızartma makinası aldı.
Eve dönünce Virginia okula, biz de yurdun karşısındaki havuza gittik, giriş 75 kron (10 euro)
Ümitler yıllık 400 euroya paso almışlar.
Neşe Virginia'nın kartı ile girdi, ben bilet aldım.
Duşlara mecburi donsuz giriliyormuş, Allahtan kadın erkek ayırmışlar. İçerde 25'er metrelik 2 yüzme havuzu, sıcak havuz, bebekler (çocuklar değil, 1 yaş altı bebekler) için yüzme eğitmenli havuz, dalga havuzu, 2 tane sürat ölçen radarlı kaydırak, 2 jakuzi, 3 sauna vardı.
Burada 3 saat kadar kaldık, dün gece bulduğumuz şarapların bir şişesini içtik, ikinci elciden aldığımız tavlayı oynadık. Ümit çok şanslı idi.
Yurda döndüğümüzde Virginia'yı bize yemek hazırlamış olarak bulduk.
Fırında somon pişirmiş yanına da hindistan cevizi yağıyla yapılmış pilav ve salata.
O sırada mutfağa gelen Moldavyalı bir kıza da ikram ettik, pek sevindi. Karışık meyve çilek, kavun, ananas, elma vs.ye geçtiğimizde diğer öğrenciler mutfağı doldurdu.
Herkes kendince bir şeyler pişirdi.
Suriyeli bir kız vardı babası savaş çıkmadan az önce buraya göç etmiş. Etmeseydi hali nic'olurdu insan düşünmeden edemiyor.
Neşe,
"Bizdeki öğrenciler olsa dışardan hazır yerlerdi" dedi.
Ben de "Burda tavuk döner yok" dedim
Herkeste geceki Haloween partisinin heyecanı vardı.
Gençler makyaj kostüm işini çok ciddiye almışlar.
Yemekten sonra herkes odasına gidip hazırlanmaya başladı.
Koridorlar ağzı yüzü kan içinde ölü yürüyesilerle doldu.
Bu Haloween'in olayı korkutmakmış.
Yurdun bodrum katı böyle günlerde ve haftasonları bara dönüştürülüyormuş. Barın üstüne denk gelen bizim odadan wifi aldılar, ses düzeni kurdular.
İsteyen kendi içeceğini getirdi, isteyen bir köşede kurulan bardan aldı. Öğrenciler Almanya'dan getirdikleri biraları 10 krona (5 lira) sattılar. Kokteyller ise 10 liraydı.
Barmen milli kahramanları Drakula kılığındaki Romen öğrenci Sorin idi.
Danimarka'da alkol pahalı olduğundan herkes yakındaki Hamburg'a gidip ordan kasa kasa bira getiriyormuş.
Bizim kızlar da eldeki imkanlarla kıyafete girdi, Neşe falcı oldu.
Her şeyde olduğu gibi bu olayı da çok ciddiye aldı, taytını yırtmayı, dişini boyamayı düşündü, vazgeçirdim.
Biz önce bir şey giymeyecektik ama baktık bizden başka herkes bir kıyafete bürünmüş.
Biz de mecburen maymun gibi bornoza, doktor önlüğüne girdik.
Gece 11'e kadar pek bir olay olmadı, koridorlarda dolaşıldı. Biz de mutfakta oturduk sohbet ettik.
Tavla oynadık.
11'de dans müziği başladı, bara indik.
Biz de epeyce dans ettik, en sonunda yorulup yattık.
Bar tam odamızın altındaydı, sabah 4 e kadar çaldılar.
Tam 4 te tuvalete kalkmıştım ki sustular.
Neşe'ye ben susturdum dedim
Yatmadan Kopenhag için sabah erken saate bilet aldık 2x200 kron. Firmanın adı Rodbilet otobüsleri kırmızı.
Sabah Ümit bizi otobüs durağına götürdü.
Şöföre cep telefonumuzdan biletimizi gösterip bindik.
İki katlı otobüsün önündeki rezerve koltuklara oturduk
Sonradan sahipleri gelince kalktık.
Kah uyuyarak, kah Duolingo çalışarak Kopenhag'a geldik.
Otobüste self servis kahve, su ve güzel uçak tuvaleti vardı, bir kere de mola verdi.
İnternet de vardı ama şöför açamadı. Önümüzde oturan Brezilyalı çocukların internetinden Kopenhag'daki ev sahibimiz Learke'ye varış saatimizi bildirdim.
Yolda evden hazırladığımız sandviçlerimizi yedik. Yanımıza aldığımız son kullanma tarihi geldi diye marketten atılmış muzlar elmalar İzmir'e kadar geldi, hatta mutfakta bir hafta daha durdu.
Kopenhag'ın bulunduğu adaya upuzun bir köprüden geçiliyor.
Learke'nin eşi Carsten bizi otobüsten indiğimiz yerde karşıladı.
"Nereyi görmek istersiniz?" diye sordu.
"Christiania" dedim, sevindi.
Zorla Tivoli'ye götürür diye korkuyordum, hiç öyle olmadı.
(Tivoli okuduğum kadarıyla Kopenhag'ın Disneyland gibi meşhur bir parkı. Giriş bilet fiyatları da Disneyland'i aratmıyor. Christiania ise hippilerin kurduğu kocaman bir başka park)
Carsten çok hoş, benim yaşlarda, sakin bir adam. Danimarka'nın en eski punk rock grubu (30 yıllık) President Fetch'in davulcusumuş. Aynı zamanda pedagoji ve idarecilik okuduğundan otistiklere eğitim veren bir okulun da müdürüymüş. Arabası da pek hoş, dökülen bir Volvo 850 idi.
Danimarka'da araba fiyatları komşu Almanya'nın iki katıymış ama Alman plakalı araç kullanmak yasakmış.
Christiania'ya popüler olan ön kapıdan değil ormanlık alandaki arka kapıdan gidik.
Yine güzel ormanlar.
Parke taşın burada da ihmal edildiği gözümüzden kaçmadı.
Hippiler 1971 de askeri bölge olan İzmir Fuarı kadar büyük ve şehrin göbeğindeki bu alanı işgal edip bir komün hayatı kurmuşlar. İçerde bir göl de var.
Carsten'in bir kız arkadaşı bu göle sarhoş girmiş boğulmuş, anısına bir taş kazımışlar.
Geri dönüşümlü malzemeden kulübeler yapmışlar.
Bu bank eski bir tekne salmasından yapılmış.
İçerde uyuşturucu satışı ve kullanımı yıllardır serbestmiş ancak geçenlerde bir cinayet işlendiğinden polis kontrolü sıkılaştırmış. Satıcılar da tezgahlarını kapatıp gelene geçene fısıldamaya başlamışlar.
Satıcıların olduğu bölgede fotoğraf çekmek hoş karşılanmıyormuş.
Parkın yönetiminde tam demokrasi varmış, her karar uzun uzun tartışılarak alınıyormuş. Biz de bir tuvaletin kapısında toplantı ilanı gördük.
Parkta yaşamak için dışardan adam almıyorlarmış, mutlaka bir tanıdığının olması lazımmış.
Carsten'in kızı Athena'nın liseden Hüda diye Faslı bir kız arkadaşı varmış. Sonradan evde kızın fotoğrafını da gördük, lisedeyken türbanlıymış. Sonradan Danimarka'nın meşhur bir reggae solisti ile çıkmaya başlayıp evlenince Christiania'ya taşınmış.
Carsten'in kızı Athena da Arjantinli eşi Federico ile Barcelona'dan memleketine döndüğünde bir sene kadar Christiania'da yaşamış. (Bu kısmı anlatırken sanki içime annem kaçmış gibi oldu)
Parkta çok rahat bir hayat varmış. Gençler yaşlılara destek oluyorlarmış.
Komünal bütçeyi desteklemek için içerde işlettikleri çok lüks restoranları varmış, DK prensi bile yemek yemeye buraya geliyormuş.
Ayrıca burda imal edilen çok meşhur bisikletler varmış
İçerdeki bir mağazada bunların çeşitli modellerini gördük.
Güzel bir kafe
Ufak tefek butik gibi dükkanlar da vardı.
Carsten eşi Laerke'nin yaptığı bir sokak sanatını gösterdi.
Eskiden askeri banyo olan binanın borusuna el işi bir şey yapmış.
Kalmak için anlaştıktan sonra Laerke'nin adını internette aratmıştım. İMDB de bir filmde oyuncu olarak çıktı. Gay niggers from outer space diye 90'larda çekilmiş, uzaydan gelen zencilerin korktukları dünyalı kadınları öldürmelerini konu alan, bol folyo kullanılmış bir kısa film.
Dünyayı kurtaran adamı sevenlerin kaçırmaması gereken bir prodüksiyon.
Parkın çıkışında şimdi Avrupa Birliği'ne giriyorsunuz yazıyor.
Parktan çıkınca merkeze gittik.
Şehrin tam göbeğindeki bir kanalın içinde Paris'teki gibi büyük, ancak yelkenli tekneler vardı.
Carlsten'e :
"Buraya bağlanmak herhalde çok pahalıdır" dedim.
"Yo aksine aylık 100 kron ödüyorlar ama aktif kullanılan ahşap yelkenli olma şartı var" dedi.
Bizi bir arkadaşının teknesine çıkardı, diğer yelkencilerle sohbet ettik.
Daha sonra eve gittiğimizde ormandan arkadaşına yelken direği yapmak için ağaç seçip kestikleri videoyu gösterdi
Kanalın yanındaki bir müzede Gana'lı genç bir sanatçının gemilerde kullanılmış çuvallardan yaptığı bir enstalasyon vardı
Çuvallar kömür tozu kan ve göz yaşını simgeliyormuş.
Fikri bulduktan sonra altını doldurmak kolay.
Bir başka enstalasyonu ben dışardan futbolla ilgili bir şey zannettim.
Meğer tekneleri açık denizde devrilip uzun süre mahsur kalan Danimarkalı denizcilerin anılarından yola çıkarak yıldızlı geceyi simgeleyen içi ayna döşeli bir işmiş.
Taban da ayna olduğundan ayakkabılar çıkartılarak giriliyordu
Carsten bizi Paper Island diye bir yere götürdü.
Madrid'deki çarşı gibi yeme içme dükkanlarıyla dolu bir yerdi. Dışarda Yoko Ono'nun sergisi vardı. Herkes dileğini yazıp ağaçlara asacakmış.
Osur osur, ipe diz; tam Yoko Ono işi.
Can çıkıyor, huy çıkmıyor.
Burda birer kahve içtik (20 kron, Danimarka'da yeme içmeye verdiğimiz tek para bu oldu)
Hava güzel adeta İzmir gibi, caddeler kalabalıktı. Danimarkalılar güneşi görünce sokağa dökülüyorlarmış. Bilmiyorlar ki bugünkü güneş bizim güneş gözlüğü getirmememiz sayesinde bu kadar parlak...
Şehir merkezindeki 1650 den kalma binanın dışını gezdik.
Kulenin tepesindeki rüzgar gülü dikkatimi çekti.
Carsten'e;
"Bu denizci bir ulus olmanızdan heralde dedim"
"İlk defa farkediyorum" dedi
Akşam çökerken eve döndük.
Evleri şehir dışında tek katlı evlerden oluşan sessiz bir mahalledeymiş.
Laerke ile de tanıştık.
"Nerde yemek istersiniz?" diye sordular
"Evde" dedik
"Ne yemek istersiniz?" dediler
"Ne pişirirseniz" dedik.
Carsten gitti alışveriş yaptı, bize en sevdiği yemeği pişirdi. Kuru köfte, yanında kremalı lahana haşlaması.
Parmaklarımdaki siyahlık kullandıkları Güney Amerika tuzundan. Bu tuz çılgınlığını hiç anlamıyorum:
Bence tuzlar arasında kesinlikle tat farkı yok.
benim farkedemeyeceğim kadar hafif bir fark olsa bile bir çimdik şeyin koca yemeğin tadını etkilemesi mümkün değil. Yine de insanlar kendi kendilerini gaza getirip "Hımm, yemek Himalaya tuzu ile daha lezzetli oldu " diyorlar.
Bir şişe onlardan, bir şişe bizim yanımızda hediye getirdiğimiz market şarabından içtik. Bizimki daha iyiyidi. Laerke 68'li, Carlsten 63'lüymüş.
Çok güzel sohbet oldu, bize çok benzeyen bir çiftti.
Yemekleri Carlsten'in yapmasının yanı sıra diğer benzerlikler de şaşırtıcıydı.
Tarihe özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'na meraklılarmış. Duvarda 1945 yılından kalma Danimarka haritası vardı
Savaş sonucunda yeni oluşan sınırı öğretmen kırmızı kalemle haritanın üzerine çizmiş. Müzelik bir parçaydı.
Oturdukları evin tadilatını kendileri yapmışlar.
Carlsten konser turnesindeyken Laerke beğenmediği eve giriş merdivenini tek başına yıkmış.
Turne dönüşünde birlikte yeniden yapmak zorunda kalmışlar.
Carlsten'nin babası el işlerinde benimki gibi çok usta olduğundan Carlsten nasıl olsa babamı geçemem diye bu işlere benim gibi hiç heves etmemiş. İş başa düşünce önce eşiyle merdiveni yapmışlar, sonra çatıyı yenilemek için babasından yardım istemiş
Evin çatısını 14 günde beraberce yapmışlar.
"Babam ölse de bu çatıya baktıkça hatırası hep kalacak" dedi.
Evleri havaalanına yarım saat, yazlıklarına 100 km imiş.
Bahçelerinde gingko biloba ağacı vardı.
Kitapları güzeldi,
Carsten bize kendi plaklarını dinletti. Yeni baskıları da çıkmış, 700 euroya müziğini plak olarak bastırabiliyormuşsun.
"Nasıl popüler bir grup musunuz Danimarka'da?" diye sordum
"Eh kemikleşmiş bir dinleyici kitlemiz var ama çok sayılmaz" dedi
"Konserlere kaç kişi geliyor?" diye sordum
"100 kişi falan geliyor. Yalnız bir keresinde küçük bir şehirde sadece 4 kişi gelmişti" dedi
"Ne yaptınız paralarını iade mi ettiniz?" diye sordum
"Olur mu bizim prensibimizdir, tek kişi olsa da çalarız. Nitekim çaldık da" dedi
Damatları Federico da evdeydi. Karısı eve kız arkadaşlarını çağırdığından bunu evden atmışlar, o da kaynanasının evine gelmiş. Bu Danlar gerçekte tuhaf.
Federico ile Duolingo'dan öğrendiğimiz İspanyolca'nın pratiğini yaptık.
Oğuları Fabian da bir ara uğradı, bizden kalan yemeği yedi.
Havalı yakışıklı bir çocuktu, kendi evinde yaşıyormuş.
Sonradan fotoğraf albümlerine bakarken çocukluk fotoğraflarını gördük, Can'a benziyordu, duygulandık.
Hediye olarak lokum, kuru meyve, pişmaniye falan götürmüştük. Ruhaltı kitabını da götürsem iyiymiş. Her ev sahibi kitap sevmiyor, kırışır diye yanıma almamıştım.
Ismarladıkları saz telini verdim, parasını teklif ettiler, elbette istemedik.
Ev çok sade ama şık ve zevkli detaylarla döşenmişti, Bu İskandinavlardaki sadelik çok hoş.
Bir duvarda şehrin eski sinemasından sökülen koltukları kullanmışlar.
Gece alt katta yattık, yatak biraz dardı.
Sabah onların saatler geri alındığından ama bizimkisi alınmadığından bir saat kazandık.
Hıyar soyacağı gibi bir telle peynir kesip kahvaltı ettik. Carsten dünden kalan ekmekleri olduğu gibi çöpe attı, yenisini çıkarttı.
Az daha "Dur, ne yapıyorsun!" diye planjon yapacaktım, kendimi tuttum "Atmasaydın, yenirdi onlar" diye mırıldandım.
Neşe ile markete gidip son kalan bozuk paralarımız olan 30 kron ile Can'a sosis aldık.
Marketten dönüşte mahallenin kıyısındaki ormana girdik.
Böyle bakımsız parkları gördükçe belediyemizin kıymetini daha iyi anlıyoruz.
İkinci Dünya Savaşından kalma bunkerları gördük, foto çekildik.
Mahallede eski arabalar da vardı.
Carsten bizi havaalanına bıraktı. Havaalanının dışına Samsung kocaman S7 reklamı asmış. İnsanlarla alay mı ediyorlar, bu reklamı buraya Apple mı astırıyor anlamadım zira içerde S7 lerin kabine alınmayacağı her çekin deskinde yazıyor.
Duty Free de Moschino'nun obsesif ev kadınları için çıkarttığı parfümü gördüm, çok hoş bir fikir.
Benim de, obsesyonun derecesini haftalık kullanılan Domestos miktarıyla kantitatif olarak ölçmek gibi bir tıbbi fikrim var.
Ümitlerden aldığımız margarin kıvamındaki katı hindistancevizi yağlarını kabine sokmak sorun çıkartabileceği için çekinde gösterdim, kimse karar veremedi. Güvenliğe gönderdiler, onlar da karar veremedi, amirlerini çağırdılar.
Amir bakar bakmazİ
"Bu katı görünüyor ama sıvı" dedi.
Mecburen çantayı bagaja verdik.
Dış hatlardan bir içki alabilirdim ama Neşe uçakta çok içtin diye kızdı kartını vermedi; babasına alacaktım oysa ki...
Bütçe: Toplamda 950 kron (125 euro) harcadık ki bunun 700 ü (100 euro) Esbjerg-Kopenhag arası ulaşıma gitti
Uçak bileti 2x119 euro
Toplam kişi başı harcama 180 euro