18 Ağustos, 2008

GÜRCİSTAN

OTOSTOPLA GÜRCİSTAN
Batum, Tiflis (Mart 2000)






Geçmişe dair düzenli yazı yazan, ve sağlam arşivi olan insanlarda bir süre sonra gündemi yakalama konusunda bir heves gelişiyor. Örneğin sauna çetesi mi yakalandı, Murat Bardakçı hemen o hafta tarihimizdeki hamam çeteleri diye bir yazı attırıyor, ya da ilk defa bir orgeneral mi tutuklandı, ertesi gün Soner Yalçın 'Hayır efendim daha önce şunlar da tutuklanmıştı' diyerek ziyayı üzerimize çeviriyor.
Bende de sanırım bu heves gelişti ki, Kerala seyahatinin son bölümünü yazmaya üşenirken Saakaşvili’nin Deve Dilaver'e bulaşan Avanak Avni misali savaşı patlatmasıyla, geçen hafta Gürcistan, olimpiyatları da sollayarak gündemin ilk sırasına oturunca, bundan sekiz yıl önce bir Kurban Bayramı tatilini geçirdiğim Gürcistanı yazmaya karar verdim.


Değerli dostum ve Tıp Fakültesinden sınıf arkadaşım Yakup’la komşularımızı ziyaret babında otostopla pek çok seyahat gerçekleştirdik. Gitmediğimiz bir Irak bir de Gürcistan kalmıştı.
2000 yılının soğuk bir Mart günü Gürcistan’a gitmek amacıyla İzmir’den Ankara otobüsüne (bayram kalabalığı nedeniyle daha uzak bir noktaya bilet bulamadığımızdan) bindik.
Akşamüstü vardığımız Ankara otogarından Kuzey'e giden otobüslerde ayakta dahi yer bulamadık, otostop çekmeye başladık. Gece yarısı önümüzde duran külüstür ve ağzına kadar dolu bir Pejo minibüs 5 er milyon lira karşılığında bizi Samsun’a kadar götürmeyi önerince soğuktan donduğumuzdan hemen atladık. Genelde askerlerden oluşan yolcuların kolileri üzerinde, askerlerin barsak gazlarıyla ısınarak sabah 5’te Samsun’a vardık.
Oradan da Trabzon-Artvin yönüne bilet yokmuş.
Naapalım dedik, güneş doğunca otostopa başladık, bütün gün aralıksız otostop yaparak gece Hopa’ya vardık. Sınırı gece geçmemek için bir otele yerleşmeye karar verdik.
Hopa’da epeyce otel vardı ama bizi parkalı ve sırt çantalı gören her otel katibi ağzımızı açmadan “Yer yok!” dedi. 6-7 otel gezdikten sonra meseleyi anladık:
Bu oteller bütün gece yatılıp uyunan cinsten değil, bir iki saatlik kiralanan cinstenmiş.
Bir iki otelden daha refüze olduktan sonra ben iki günün, soğuğun ve saatlerdir sırt çantasıyla dolaşmanın yorgunluğu ile son otel katibine
“Allahaşkına bu Hopa’da kalabileceğimiz şöyle namuslu bir aile oteli yok mu yani” diye bağırdım. (Böyle bir istekte bulunacağımı hiç ummazdım, hayatta insanın başına her şey geliyor).
Utanıp bir otel tarif ettiler, gittik yattık.

Sabah erkenden otelden çıkıp sınır kapısına doğru otostopa devam ettik. Mesaiye giden bir gümrük memuru Tempra’sıyla bizi aldı.
Sınır kapısı Hopa’ya epey uzak ama yol çok manzaralı, bir taraf Karadeniz, karşı tarafta sarp kayalardan şelaleler akıyor.

Sınırdan sorunsuzca geçtik. Vizeyi İstanbul'dan kardeşim Tayfun'a aldırmıştık, ama sınırdan da veriliyormuş. Gürcistan tarafına geçince Batum’a giden bir dolmuşa atladık.
Batum’a girer girmez kovadan boşalırcasına bir sağanak indirdi. İlk bulduğumuz restoran-bara girdik ve uzun süredir hasret kaldığımız Doğu Bloğu yemek ve içkilerine kavuştuk.
(Bunlar tümü ucuz olmak üzere lezzetli ızgaralar ve sulu yemekler, kaliteli votka, konyak, şarap ve kalitesiz biradan oluşmaktadır) Restoranı işleten ablalar bize iyi baktılar.

Konyaklarla ısınıp sulu köfteyle karnımızı doyurduktan sonra ben her yurtdışına çıkışımda eninde sonunda memlekette bırakmış olduğum sigaraya başladığımdan Yakup’a ”Ben hiç kastırmadan şuradan iki paket sigara kapıp geleyim” dedim, bir mentollü, bir filtresiz sigara aldım, içmeye başladım, Yakup içmedi (şimdi içiyor).
Akşama kadar Batum’da dolaştık, kapalı Pazar yerini gezdik, tüysüz haşlanmış domuzlara hayret ettik.
Gürcü pazarcı kadınlar bize çok yakınlık gösterdi, seyyar satıcıdan Türk kahvesi ikram ettiler.
En son ,Bulgaristanda içtiğim Kırcaali gazozlarından içtik.
(Bir bardağa kalitesiz, suni aromalı, boyalı şuruptan bir ölçek koyulup üzerine ev yapımı soda basılıyor)

Gece treni ile Tiflis’e geçtik.
Trende içtiğimiz votka ve Jack Daniels’lardan sonrasını pek hatırlamadığımdan burada geçenlerde izlediğim bir videomuzdan bahsetmek istiyorum: 4 yataklı lüks kompartımanımızda yemiş içmişiz ve oda arkadaşımız olan 50 yaşlarındaki Gürcü’yle birlikte ‘Sorma bana kimim, nerden geldim buraya’ adlı Yeni Türkü şarkısını söylüyoruz. Kompartman arkadaşımız sözleri yazdığı kağıttan okuma çalışıyor, biraz ürkmüş, ama hoşuna da gidiyor gibi.
Daha ziyade ben pazularımı gösterip gösterip ”I’m doktor! Türk doktor!” diye horozlandıkça ürküyor.
Sabah uyanınca karşımdaki yerdeki boş şişeden ve daha sonra video kayıtlarından anlaşıldığı üzere ben sızdıktan sonra Yakup yan kompartmandaki kızlı erkekli gençlerin eğlencesine katılmış, şarkılar türkülerle bizim Jack'i iyi etmişler.
Doğu bloğunda trenlerde sigara içmek zinhar yasak ama içki içmek serbest
(O zaman bizim trenlerde tam tersi geçerliydi)
Kompartmanlarda genellikle gençler trenin hareketi ile içmeye başlayıp gece dağıtana kadar içip çok şamata yapıyorlar. Bir tarihte Sovyetler’de 4 kişilik bir grubun altı şişe votka içtiğini gözümle gördüm.

(Eskiden Rus votka şişelerinin kapakları hem fakirlikten, hem de yarım bırakıp da kapatma ihtiyacı duyan olmadığından, vidalı değil bizim şişe suları gibi yırtılarak açılan alüminyum folyodandı)
Sabah kafamız kazan gibi indiğimiz Tiflis tren garında kafamızı toparladıktan sonra kalacak yer sormaya başladık, ama yabancı dil bilen kimse yoktu. En sonunda bir öğrenci bize bir öğrenci yurdunun bulunduğu metro istasyonunun adını yazdı. Sırt çantalarını yüklenip metroya bindik, bir saat kadar gittikten sonra son durak olan istasyonda indik. Etrafta değil öğrenci yurdu doğru düzgün bina bile yoktu, tren bakım istasyonu gibi bir yerdeydik.
Biraz dinlenip, bizi merakla izleyenlere derdimizi anlatınca bizi 1,5 km kadar uzaktaki yurda yönlendirdiler. İzmir’den beri sırtımızda yer etmiş çantalarla o mesafeyi de yürüyüp yurda vardığımızda buranın uzun süreli kalan öğrenciler için pansiyon gibi bir yer olduğunu gördük.
Türkiye’de Polis Akademisine devam eden genç irisi, mafya tetikçisi kılıklı bir arkadaş kırık türkçesiyle iletişim kurmamıza yardımcı oldu, silahını da gösterdi.
Gürcüler sert mizaçlı bir Kafkas ırkı

Özellikle gençler pek şaka kaldıracak gibi durmuyorlar. Ayrıca şimdi durum nedir bilemiyorum ama o zaman Tiflis oldukça tekinsiz bir yerdi, 50 dolar için cinayet işlenildiğini pek çok kişiden duydum.
Bizim üstümüz başımız çok döküldüğünden pek bir tehlike ile karşılaşmadık.
Yurtta kalmamızı binbir nazla kabul edip 40 Lari (1 dolar=1.7 Lari) gibi olmayacak bir fiyat söylediler. Merkeze gitmek için sabah akşam 1 saatlik metro yolculuğunu da düşününce kös kös çantaları sırtlanıp geri döndük. Metro istasyonuna geldiğimizde benim askerlikten kalma botum 3 gündür ayağımda olmanın da etkisi ile ayağımı feci vurmuştu. Merkezde bir taksiye binip bizi ucuz bir otele götürmesini söyledik. Şehir merkezinde zamanında lüks otel olarak yapıldığı belli olan ancak şimdi mültecilerin yerleştirildiği, sanki bombalanmış gibi duran çok karakteristik bir binaya götürdü.Otelin içi, asansörleri dışından beterdi, yayları fırlamış koltuklu kat sahanlıklarında çamaşır kurutuluyordu. Mültecilerle biraz sohbet ettik, orada kalmamıza imkan yokmuş, bunu öğrendik. Ben botumu çıkartıp ayağımı yıkadım, ilaç sürdüm, çorabımı değiştirdim.
Aşağıda bekleyen taksicinin götürdüğü ikinci otel sokak arasındaydı, parasına bakmadan sanıyorum 50 Lari gibi bir fiyata yerleştik.
Güzelce yıkanıp, uyuyup, dinlenip, şehri gezdikten sonra akşam yemeğinde koca bir tabak ızgara et ile karnımızı doyurduk. Etlerin üzerine nar taneleri ve kıyılmış taze kişniş serpilmişti, yanında salatalık turşusuyla çok lezzetliydi.

Gece fazla ara sokaklara girmeden şehri dolaşmaya çıktık, sokaklar tenhaydı, bar mar yoktu.
Bir köşeden gelen sesi takip ederek yer altında kırmızı ışıklı bir bar bulduk, tırsarak içeri girdik, fiyatını sorup birer votka kola söyledik.
Masa komşularımız Türk olduğumuzu öğrenince bizi bardaki diğer Türklerle tanıştırdılar. Zaten barın sahibi de Kürtmüş. Aslında Kürt de değilmiş de Yezidiymiş, güneşe mi ne tapıyorlarmış, o gürültüde o kadar anlayabildim.
Ortamda yüksek volümlü müzik, pek çok kadın, ve bunları bir araya getirecek bir de dans pisti vardı. Masamızdaki Türkler bize çok ilgi gösterdiler, hemen hepsi oraya çalışmaya gelmiş arkadaşlardı, bir sürü içki ısmarladılar, çok içtik, çok dans ettik, çok güldük. Bizden sonra masaya gelip karşımıza oturan upuzun saçlı-sakallı, sarışın bir Gürcü aniden Türkçe konuşmaya başlayıp divan edebiyatından beyitler okuyunca Titrek Peygamber Hüdaver ile tanışmış olduk.
Yüksek müziğin elverdiği ölçüde sohbeti koyultup birbirimizden hoşlanınca, ertesi gün onun evinde kalmak üzere anlaştık.
Hep beraber bardan çıktığımızda içtiğimiz içkilerin etkisiyle iyice acıkmıştık. Hüdaver’den bize yiyecek bir şeyler bulmasını istedik, ancak saat gece yarısını çoktan geçmiş her yer kapanmıştı.
Hüdaver “Ben böyle durumlarda Türklerin işlettiği kumarhaneye gidiyorum, geceyarısından sonra güzel çorba çıkarıyorlar” dedi, üçümüz hep beraber kumarhaneye yollandık.
Kapıdaki Gürcü badigard arkadaşlara Türk olduğumuzu ve müdürle görüşmek istediğimizi belirttik. İçeriye telefon açtılar, müdür geldi, kendimizi tanıtıp şehirde misafir olduğumuzu ve yiyecek bir şey bulamadığımız söyledik.
“Buyrun” dedi, bize izzet ikramda bulunmalarını söyledi.
İçersi sıcacık, ve tenhaydı.
Güzel halıların üzerinden çorba tenceresinin bulunduğu köşeye yürüdük, kana kana sıcak domates çorbası içtik, ekmek de istedik bandık, bandık, bandık!
Karnımız doyunca Hüdaver rahat bir havada, etrafta dolaşan mikro etekli Gürcü garson kızlardan viski istedi,
“Siz de içer misiniz?” diye bize de sordu.
Biz de içtik. Sigaramı yakmak için çakmak istedim, kumarhanenin adı yazılı çakmaklardan verdiler. Uykumuz gelinceye kadar içip sonra tekrar buz gibi soğuğa çıkıp otele yollandık.
Şimdi bu yazıyı yazarken eski kamera çantamın içinde o zamandan beri sakladığım çakmağı buldum, üzerinde 'CASINO ASTORIA, 14 Rustaveli Ave. Tiblisi' yazıyor. Demek adı buymuş, o zamanki Türk müdürü tanıyan varsa konukseverliği için teşekkür etmek isterim.

Sabah otelle hesabı kesip Hüdaver’le sözleştiğimiz yerde buluştuk, çantaları evine götürdük.
Evi mültecilerin kaldığı otelin karşısındaki sokaktaymış, gide gele otelin görüntüsü beynimize kazındı. Bina o kadar karakteristikti ki yıllar sonra TV’de zap yaparken bir anda CNBC-e’de binayı görüp çakıldım kaldım, üstelik gördüğüm sahnede kızla erkek Hüdaver’in evinden otele doğru sabah akşam geçtiğimiz Arnavut kaldırımı sokaktan iniyorlardı. Güzel bir Gürcü filmiydi.
Hüdaver Ordu’lu, bizim yaşlarda bir kardeşimiz. Türkiye’de gazetecilik tahsil etmiş, bir baltaya sap olamamış (aslında böyle dememek lazım, Hüdaver’in olayı bambaşka) , gelmiş 2-3 yıl önce nedense Tiflis’e yerleşmiş.
Anadili olan Lazca’ya çok benzeyen Gürcüce’yi şıkır şıkır konuşuyor ama geçimi için bir işte çalışmıyor, prensip olarak çalışmıyor.
(Benim bildiğim orada yaşadığı yıllar içinde sadece Ali Özgentürk'ün Balalayka filminin setinde tercümanlık yaptı, bir de otobüslü bir sahnede Gürcü rahip figürasyonuna çıktı, 300 dolar vermişler)
Ucuz bir gecekonduda oturuyor, para Türkiye’den gelirse ne ala, gelmezse borç arıyor. Gecekondu dedim ama evde faal bir duvar piyanosu var, (burada her evde standart olarak bulunurmuş) başka da pek bir şey yok: İki koltuk, bir yatak, girişteki mutfak olarak kullanılan masanın üzerinde kirli iki tencere, bir bardak ve kolilerce kitap.
Ha bir de satranç takımı. Hüdaver iyi bir satranççı, en son İzmir’de turnuvaya geldiğinde görüştük.

Hüdaver hiç susmuyor, sürekli konuşuyor, biraz fikir uçuşması da var. İlk gün gece yarısına kadar sohbet ettik satranç oynadık, hayali olan Trans-sibirya ekspresi ile Sibirya’ya gitme konusunda ilke birliğine vardık ama ben Sibirya’ya kadar ne kadar çok konuşacağını düşündükçe zamanla olaydan soğudum.
Gece yarısı biz çantalarımızdaki matları uyku tulumlarını çıkartıp aynı odada yattık, O "Ben biraz daha okuyacağım" dedi. Sabaha karşı uyandığımda hala gaz lambasının ışığında okuyordu- O tarihte Tiflis’te elektrik ve su sadece belli saatlerde veriliyordu ve geceyarısından sonra ikisi de kesikti. Sonuçta sabah biz kalktık o uyudu. Sabah temizliği sırasında Yakup’la burunlarımızın içinin gaz lambasının isinden simsiyah olduğunu görüp şaşırdık.
Tiflis’te iki gün daha kaldık, genelde kendi başımıza gezdik, lokal barlara takıldık, Gürcülerle ahbap olduk kadeh tokuşturduk, birbirimizin resmini çizdik.
Hüdaver de bizi gezdirdi; eskiden kiracı olduğu eve götürdü,
platonik aşık olduğu ev sahibinin kızı ile tanıştırdı; pek tanıştırdı da denemez aslında çünkü kızı görünce eli ayağına dolaştı. Kızın ablası Sofi İngiliz dili edebiyatı okuyormuş, çok hanım bir kızdı, bize Tiflis’i tanıttı, tepedeki kiliseye çıktık, bir ayine katıldık. Tiflis güzel bir şehir.

Son gün Tren saatine yarım saat kala Hüdaverin evinden birlikte çıktık, çantaları bir taksiye yükleyip gara doğru yola koyulduk ki ben aniden video kameramı evde unuttuğumu fark ettim. Panik içinde taksiciye geri dönmesini söylerken Hüdaver gayet sakin, kendisinin kamerayı bana dayılarının otobüs firması ile göndereceğini söyledi.
Şimdi; Titrek Peygamber Hüdaver’i anlatabilmek çok zor ama bu örnekten yararlanmaya çalışacağım:
Hüdaver kamerayı göndereceğini söylerken buna gerçekten inanıyordu, ama adım gibi biliyorum ki asla göndermeyecek , evden para gelmediği bir ay satıp kirayı ödeyecek, ve bunun için de en ufak bir suçluluk duygusu duymayacaktı.
Tren garında ayrılırken de “Abi 5 Lari varsa versenize” dedi, gülerek verdik.
Hüdaver benim hayatım boyunca tanıdığım en saf, en temiz, gerçekten peygamber gibi dünyevi meselelerle ilgisi sınırlı bir insandır (kolunun altında hep bir gazete olur o ayrı).
Daha sonraki yıllarda memlekete döndü, en son birlikte Tepekule’deki satranç turnuvası çıkışında Bayraklı’da uykuluk yedik, rakı içtik .
Her görüşmemizde ben kendimi onun yanında çok kirli, dünyevi meselelere gark olmuş, onulmaz derecede hesapçı, çıkarcı, bencil hissediyorum. O ise hiç şaşmadan:
“Bora yaa, abi bi ellilik çıksana, dün otobüsü kaçırdım verdiğinin hepsi taksiye gitti “ diyor.
Neyse hikayeye dönüyorum; unuttuğum kamerayı almak için eve döndük, ama kapının kilidi bozuldu. Tren kaçmak üzere, günde tek tren var, biz Pazartesi hastanede olmak zorundayız, kamera içerde kilitli. Ben can havliyle tuvaletin vasistasını açtım, tırmanıp içeri girdim, kameramı alıp kapıdan çıktım.

Kilitlenemeyen kapıyı olay yerine toplanan komşulara emanet edip taksiciye ekstra bahşiş vaat ederek son sürat gara gittik ama tren gözümüzün önünde kaçtı. Taksiciye 20 Lari daha vererek bir sonraki istasyonda treni yakaladık, Batum’a vardık.
Sabah Batum Limanı’na bakan bir çay bahçesinde alttan ısıtılan kumda pişirilmiş birer Türk kahvesi içtikten sonra sınıra vardık.
Gümrük görevlisi KGB kılıklı Gürcü, video kameramı görünce çektiğim kasetleri izlemek istedi, ancak kameranın pilinin şarjı bitmişti ve yanımda şarj aleti yoktu.
"O zaman kasedi bırakacaksın" dedi Putin .
Aklım gitti, “Bırakamam içinde kız arkadaşımın görüntüleri var, bizim meşrebimizce siz namahrem sayılırsınız” anlamında bir şeyler uydurdum. Karakoldan bir kamera buldular , biraz seyrettiler, baktılar hep yeme içme; rüşvet istemeden saldılar geçtik.
Otostop ve kısa otobüs yolculukları ile Ankara’ya kadar vardık ama bu kez de Bayramın son günü olduğundan İzmir’e otobüs yoktu.

Mecburen Eskişehir yoluna çıkıp otostop yapmaya başladık. Sabahın köründen akşama kadar ancak Uşak-Banaz’a gelebildik.
Sırtımızda külçe gibi ağır çantalar (içleri Gürcü votkaları, kılıç şeklindeki süslü şişelerde Ermeni konyakları dolu) sürekli yağan sulu sepkenin altında perişan olduk.
Banaz'da üç saat bekleyip kimse durmayınca Yakup isyan etti, “Bu son abicim ben artık otostop yapmıyorum” dedi, garaja doğru yürümeye başladı. Ben de ne yapayım peşinden gittim, bir dolmuş bulduk kendimizi İzmir’e getirdik.

Tiflis'ten İzmir'e ulaşmamız, hiç durmadan tam 51 saat sürdü.
Yakup’un anlattığına göre kapıyı açıp da kendisini o halde gören annesi içeriye girmeden kapının önünde soyunmasını istemiş.

Yakup: O günden sonra bir daha otostop yapmadı, kürsü başkanı oldu.

Hüdaver: İstanbul'da satranç kulüplerine takılıyor, çok projesi var. En son bir gazetede köşe yazacağını düşünüyordu.
Bora: Hala arada sırada otostop yapıyor ama sadece sıcak havalarda.