01 Ekim, 2010

MİDİLLİ ADASI - YUNANİSTAN Eylül 2010







Yazın son günlerinde Can’ın okulu açılmadan son bir kaçamak yapalım ( bu kaçıncı son) dedik.
Yunanistan yaz başında yeşil pasaporta vizeleri kaldırdığından rotamızı Yunan adalarına çevirdik.




Önce Kos ile Midilli arasında kararsız kaldık. Ben öğrenciliğimde yıllarca ve yazlarca Bodrum mendirekte, gümrük binalarının tepesinde uyuduğumdan, sabahları yattığım yerden Kos’a giden ecnebileri seyreder, gittikleri yeri çok merak eder, ancak bize yasak olduğundan giden gemilerin ardından bakakalırdım.



Şimdi fırsat eşitliği olunca ilk oraya gitmeyi düşündüm ama Yunan adalarını avcunun içi gibi bilen komşumuz Ahmet Abi ve Burcu,
"Kos’ta bir numara yok, Midilli’ye gidin, hatta arkasındaki Limnos daha da şahane" deyince rotamız belli oldu.

Midilli’ye (Yunanlar bu adaya Lesvos diyor, alfabelerinde B, V okunduğundan Lesbos yazıyorlar. Adanın merkezindeki en büyük şehrinin adı ise Mytillini) Ayvalık’tan hergün tekne var ama sezon sonu olduğundan genelde akşam gidip sabah dönüyor.


Neşe acente ile konuşarak Çarşamba sabahı gidip Cumartesi akşam dönecek şekilde iki sefere rezervasyon yaptırdı.




Dikkat: Bu yazı ayrıntılı yemek betimlemeleri içerir

(Memlekette bu kadar işsiz, yoksul varken gittikçe yaygınlaşan yeme içme konusunu fetişleştirip ballandırarak anlatma modasına çok gıcık oluyorum. Ancak ayıptır söylemesi biz bu seyahate daha ziyade yemek içmek için ve Özlemaki’yi, Löplöpçü’yü falan okuyup bilenerek çıktığımızdan bu yazıda affınıza sığınarak biraz detaya gireceğim.
Peşinen çok çok özür diliyorum)




Tekne saat 8 30 da kalkacağından ve 1 saat önce orada olmamız istendiğinden sabah 5 30 da İzmir’den çıktık. Yollar bomboş olunca 1,5 saat sonra, saat 7 de iskelenin yanındaki, arabayı 4 gün bırakacağımız bedava park yerine girdik.
(İskelenin sağı paralı, solu bedava)



Acente daha açılmamıştı. 7 30 gibi açılınca gidip biletleri aldım. (Kişi başı gidiş-dönüş 25, çocuk 12,5 euro)



Bilet satan kız halimi, tavrımı beğenmiş olacak ki içerden Lesvos Belediyesi'nin bastırdığı nefis bir rehber kitap ve yol haritasını da getirip verdi, “Benden aldığınızı söylemeyin” dedi. Ordaki başka bir adam da ada hakkında gezi tavsiyelerinde bulundu.



Saat 8'de bir pasaport polisi, bir kapı polisi, bir de çıkış pulu satan adam geldi, iskele açıldı. Dedektörlü kapıyı tutan röfleli bayan polis bizimle hiç ilgilenmedi. Dedektörden her geçen cayır cayır öttü, dönüp bakmadan esnemeye devam etti.
Uçak yolculuklarında alışık olduğumuz sert kurallar Ege Adalarına giderken geçerli değil. İskelede Duty Free de yok.



20-30 kişilik bir Rus grubu da bizim teknede olduğundan tek pasaport polisinin herkesin işini görmesi uzun sürdü, tekne ancak 9 30’da kalkabildi.



Cunda'nın önünden, adaların arasından geçtik.



Yolda adadan gelen tekne ile karşılaştık. İlginç bir şekilde tekne seferleri sadece Türk teknelerince gerçekleştiriliyor.



Yol arkadaşlarımızın anlattığına göre bir kaptan Dikili Esnaf Odasına giderek herkes 3-5 atsın bana mazot parasını verin, ben Midilli'den Yunanları bedavaya buraya getireyim, haftada bin kişi getiririm demiş.



Oda bu konuda toplantı yapmış, sadece bir tostçu katılmış. Ayvalık'ta da benzer bir durum olsa gerek ki, Ayvalık- Midilli gidiş dönüş 25 euro iken Midilli-Ayvalık gidiş dönüş 6 euro. Bir sezonda birden fazla gidilip gelinecekse bileti karşıdan açık tarihli olarak almak daha mantıklı.
1.5 saatlik yolculuktan sonra Mitillini Limanına yanaştık.



Rus grubun arkasına kalıp bir saat daha kaybetmemek için kapak iner inmez gümrüğe koştuk.
Polis önümüzdeki lacivert pasaportlu adamın vizesini lupla iki saat inceledi arkadaşlarına inceletti, ama bize hiç sorun çıkartmadı pasaportlarımızı hemen damgaladı, çıktık. Bu tarafta Duty Free varmış ama akşamüstü 6 da açılıyormuş.



Neşe ile Can’ı iskelenin karşısındaki parka oturtup araba kiralamaya gittim. Şehir meydanına kadar 10-15 araba kiralama şirketini dolaştım.



Burada sınırlı sorumluluk sigortası uygulanıyormuş, yani eğer kendi hatan nedeniyle araba hasar görürse şirketine göre ilk 500-750 euroyu sen ödüyor, sonrasına karışmıyormuşsun. Birisinin şartları ve arabası çok uygundu ama adam o kadar suratsız, o kadar meymenetsizdi ki onunla bir alışveriş yapmak beni vicdan azabına sokacağından vazgeçtim. Daha önceden yazıştığım Lesvos Car Rental’den günlüğü 30 eurodan 3 günlük Kia Picanto kiraladım. Arayı getiren Stratis güler yüzlü bir adam olduğu gibi araba da trafiğe çıkalı daha 2 ay olmamış.



Stratis de bize bir harita ve rehber verdi, gitmemizi önerdiği yerleri haritanın üzerinde işaretledi, arabayı aldığımız saatten 2 saat geç getirmemize de razı oldu.
Saat 13 gibi şehirden çıkıp Kuzey’e doğru kıyı kıyı yol almaya başladık. İlk durağımız 50 km kadar ilerde Mandamados köyü oldu.



Ben burayı daha kuzeydeki en turistik yer denen Molivos’la karıştırdığımdan köy zırt diye bitince ne kadar küçükmüş diye şaşırdım, geri döndüm, yokuşları çıkarak köyün merkezine vardık.



Çok acıktığımızdan arabayı ufak meydana parkedip köşebaşındaki bir ailenin işlettiği sevimli restorana oturduk.



Menüden pirzola seçtik, porsiyonu 6 kilosu 14 euro yazıyordu Etin kilosunun. Tansaş'ta 20 euro olduğu memleketten geldiğimizden bize fiyat bedava geldi, çocuğa sen en iyisi biz bir kilo getir dedik (işaretle).



Neşe de hastası olduğu Greek Salad’dan söyledi. Bu Grek Salat denen; domatesi, hıyarı, dolmalık biberi, soğanı eşeğin önüne doğrar gibi kocaman kocaman kesip, üzerine de bir dilim orta kalite beyaz peynir koyuyor ve bunu 5 euroya (10 TL!) satıyorsun, o oluyor. Bana kalsa hayatta yemem ama Neşe pek seviyor diye gezi süresince günde iki kez bu salatayı (kazığı) yedik.



Garsonluk yapan çocuk biraz sonra gelerek et sadece yarım kilo kalmış dedi (menüyü ortadan ikiye katlayarak anlattı) .
Biz de “İyi ne yapalım, o zaman bir de peynir kızartması getir” diye menüden işaret ettik.
Künefe peyniri gibi tuzsuz bir keçi peynirini yumurtaya bulayıp kızartmışlar, fena değildi, beğendik (3,5 euro).
Etler gelince iyi ki bir kilo getirmemişler diye sevindik zira bu kadarı bile fazla geldi. Bu lezzetli yemeğe bir bira dahil 19 euro verdik.



Lokantanın içinde içen ağabeyler tuvalete giderken yolumu çevirdiler, Türk olduğumu öğrenince bildikleri Türkçe kelimeleri sıraladılar.



Birinin adı Kostas Çorbacıoğluymuş, babası Bafra’da polis(?)miş, hakkı yenmiş buraya göçmek zorunda kalmış. Masamıza gelip ‘Haydi be, Pırak peni’ gibi bildiği Türkçe kelimelerle bütün bu hikayeyi anlattı, cep telefonundan kendi tabiriyle Türk müziği (Rembetiko) dinletti.
Yemeğin ardından sıra yüzmeye geldiğinden yolda gördüğümüz ilk plaj tabelasına saptık.
Tsonia adlı, kırmızı kumlu bir plaja indik.



Birkaç kapalı yazlık ev, üç beş yaşlı turist ve mavi masalı bir taverna içeren küçücük bir koya indik. Sanırım Ada’daki her plajda ücretsiz soyunma kabini ve duş var. Deniz temizdi, biraz yüzdük, Can ile oynadık.



Türk filmlerinden fırlamışa benzeyen meyhaneye girip balıklara baktım.



Geçen hafta İzmir’de çifti 15 liraya satılan yarım kiloluk Palamutların aynısı burada da vardı. Tanesini 10 euroya pişiriyorlarmış.
Koyda fazla oylanmadan tekrar ana yola çıktık.
Yola çıkmadan okuduğum gezi notlarında yolların çok bakımlı ve benzinin litresinin 1 euro olduğunu görüp sevinmiştim. Kriz Yunanistan’ı fena vurmuş olacak ki yollar dar ve bakımsız, benzin ise 95 oktan 1,52, 100 oktan 1,75 euro idi.
Adanın Doğu kıyısını takip ettiğimizden Avea hele Kuzeydoğu’da çok net çekiyor, arabanın radyosundan da Yunan’dan çok Türk kanaları çıkıyordu.




1995’te Kardak Krizinin yaşandığı geceyi vatani borcumu ödediğim Anamur Radar Üssünde geçirmiştim.



O gece üssün revirinde Yunan jetlerini bekleyerek sabaha kadar ne olup bittiğini öğrenebileceğimiz bir Türk radyosu bulmak için çabalamış, onlarca Yunan radyosuna karşın çok cızırtılı bir TGRT FM dışında Türk radyosu bulamayınca hırsımdan yumruğumu ısırarak “Bir gün gelir, bu devran döner” demiştim. İşte bugün, o gündü!



Yunanistan topraklarında en tarafsız TRT haberlerini, tanıtıcı reklamlarını dinlemek , en doğru dini bilgileri kaynağından almak, Çanakkale'nin en neşeli yerel DJ’leriyle coşmak mümkündü ama bende bizim radyolara karşı bir soğukluk geliştiğinden biz zar zor da olsa Yunan müziği çalan kanalları arayıp, bulup, dinledik.

Bu fotografta görünen karşı kıyı Assos olsa gerek.



Tsonia’dan az sonra Stratis’in tavsiye ettiği Skala (iskele anlamına geliyor) Skaminia adlı kıyı köyünün yoluna saptık. Kıvrıla kıvrıla dağdan köye inerken yolun kıyısında tel örgü ile çevrilmiş bir alana atılmış güzel bir kayık dikkatimi çekti. Kayığın böyle dağ başında durması çok garip geldi. Üzerinde Fatih Reis yazısını okuyunca durup fotoğrafını çektim. Kimbilir hangi gariban Çanakkaleli balıkçının kayığı bu dağın başında bir restoranın bira kasalarının bulunduğu alana hapsedilmiş.



Belki de ismine gıcık olmuşlardır diye düşündüm. Ne olursa olsun sapasağlam bir kayığın denizden böylesine ayrı kalıp çürümeye terk edilmesini üzücü buldum.
Skaminia İskelesi pek şirin yermiş. Ufacık bir balıkçı mendireği, limanda kayaların üzerinde tarihi bir kilise, kiliseye bağlanmış ipte sallanan, ortadan açılıp tuz ve kekiğe bulanmış uskumrular,



Köyün deniz kıyısındaki meydanına masa atmış üç beş küçük taverna. (Taverna deyince, Türkiye’deki gibi canlı müzikli bir yer anlaşılmasın, burada meyhanelere ouzeria, ya da taverna deniyor. Ne farkı var tam bilmiyorum, ama uzeria daha kahvehane gibi, taverna daha restoran gibi oluyor.)



Köyün havasını sevince kalmaya karar verdik. Zaten gördüğümüz kadarıyla topu topu bir otel, bir de pansiyon var. Otelin giriş kapısını bulamayınca pansiyona gittik.



Niki Pansiyonun sahibi Niki iki yataklı bir odaya 35 euro istedi. Can’a da yer yatağı yapması şartıyla 30 euroya anlaştık.



Hava kararmadan köyün yanındaki Kagia (Kaya) plajına gittik, yarım saat kadar yüzdük. Burası da Tsonia ve hemen diğer tüm ada plajları gibi Ilgın ağaçlarıyla bezeli (Bizim Palamut Bükü’nü andırıyor) çakıllık bir plaj.



Deniz temiz , bizim kıyılara göre daha çok balık var. Genelde sarıkulak kefaller ve sarpalar büyük sürüler halinde geziyor.



Bir sabah küçük de olsa 300 kefallik bir sürü etrafımı çevirince daha önce tropik balıklarla olan maceralarımın da etkisi ile paniğe kapılıp hızla ortamdan uzaklaştım.



Birkaç tane de, kıyıya yakın dolaşan, yarım kiloluk çupra ve sargos a rastladım.
Güneşin batması ile köye döndük, üzerimizi değiştirip kiliseye balık asan restorana oturduk.



Peynirli meze(5), (acı sivri biberle beyaz peyniri blenderdan geçirmişler), güneşte kurutulmuş balık (10), kalamar dolma (12) ve elbette greek salat (5) söyledik. Uzo’larda ufak-büyük yok, sadece 20’lik mevcut. Onun da ayrı menüde isimleri, dereceleri yazıyor, En pahalısı 46 derecelik mavi etiketli Barbayanni idi, onu seçtik(6).



Elbete rakının yerini tutmaz ama başarılı bir Uzo idi. Güneşte suyunu kaybetmiş uskumruyu ızgarada ısıtıp getirdiler, başarılıydı. Izgara kalamar dolmasının içindeki domates biberler çiğ, peynirler ısınmıştı, beklediğimiz bu değildi ama hoşumuza gitti.



Hesap 37.5 geldi, müesseden meyve de getirdiler. Ben de Türk’ün namı yürüsün diye 2.5 euro bahşiş bıraktım.
Odadaki TV’de Antenna kanalında Yunanca altyazılı Türkçe bir dizi vardı, uyumadan önce biraz seyrettim. Zengin çocuk fakir kız arkadaşıyla dolmuşa biniyor ve şöförle bu kaç motor diye geyik yapıyordu.



Sabah kahvaltı için köyün merkezine gittim.
Köyde restoranlar dışında 3 tane dükkan var: Bir bakkal, bir fırın ve bir de kilim satıcısı.



Bakkal saat 9’a kadar açmadı, fırında sadece ekmek ve kurabiye vardı. Bir somun ekmek 2 euro!



Yunanlılara acımamak elde değil.
(Gerçekten de acıdık. Eskiden Yunanistan'a gidince bunlar bizden çok ilerideler diye düşünürdüm.
Bu sefer onların ekonomi çuvallamışken bizimki coşmuş. Ayvalık'a gelirken radyodaki haberlerde yılın ilk iki çeyreğinde üstüste çift haneli büyüme rakamlarının yakalandığından bahsediyordu. Gerçekten de aynı günlerde Yunanistan'a giden Gökhan'ın da yazdığı gibi Yunanlar çalışmaktan hiç hazzetmiyor, yarım gün çalışalım, öğleden akşama kadar uyuyalım, sabah kadar içelim, nasıl olsa AB bize para veriyor havasındalar. Deniz bitti ama pek farkında değillermiş gibi görünüyor)



Köy meydanı çok sakindi, balıkçılar balıktan dönmüş ağları temizliyorlardı.



Dün yediğimiz restoranlarda artan ekmekleri yanımıza aldığımızdan sadece Neşe’nin doğumgünü için pasta niyetine biraz kurabiye alıp çıktım.
Pansiyonun mutfağında ekmekleri tavada kızarttık.



Türkiye’den yanımızda getirdiğimiz çay, peynir, zeytin ve taze ceviz ile odamızın balkonunda bir güzel kahvaltı yaptık.




Pansiyoncu Niki’ye de taze ceviz verdim, çok sevindi o da bana üzüm verdi. Yabancı dili olmamasına karşın epeyce sohbet ettik, küçük oğlunu 20 yıl önce motosiklet kazasında kaybetmiş onu anlattı, fotoğraflarını gösterdi.



Pansiyonun “İzlenimler Defteri”ni ailemiz adına Can yazdı.



Daha önce yazanlar hep iki günlüğüne gelip üç hafta kaldıklarından bahsetmişler. Bizden önce hiç Türk gelmemiş (ya da yazmamış).



Öğleye doğru Skala Skaminia’dan çıktık. Geldiğimiz dağ yolundan değil, kıyı kıyı giderek sahideki toprak yoldan bir sonraki belde Eftalou’ya çıktık. Bu Efthalou’ya girişte yol ikiye ayrılıyor. Golden Beach tabelasını takip edince yan yana sıralanmış 4-5 koya iniliyor. Tepeden göründüğü kadarıyla bu koyların özelliği çıplak denize girmenin yaygın olması.



Hatta koya indikten sonra müşahede ettiğimiz kadarıyla ilk koy dışında mayo giyen kimse yok!
Can için bu gerçek bir deneyim oldu, çok hoşuna gitti.
Plajda taşlar ve dallarla yapılmış bir sürü numara vardı, daha sonra gördüğümüz başka çıplak plajlarda da aynı numaraların olması insanların soyununca dalları taşları dizmeye merak sardıklarını akla getiriyor.





Burada güzel manzaralı bir restoran ve bungalow tarzı odalar mevcut. Oda fiyatı gecelik 35 euro imiş.
Çıplak plajlar Yunanistan için bir turizm atraksiyonu. Kartpostallara çıplak kadın resimleri basıp altına 'No Problem-Greece' vs. yazmışlar.



Yola devam edince kısa süre sonra halkın Molyvos dediği(Mollalardan geliyormuş galiba) resmi adı Mithimna olan adanın en turistik kasabasına geldik. Önce dağın tepesindeki kalenin etrafındaki sokakları gezdik.



İncir ağaçlarının üzerinde terk edilmiş, kimi dalında kurumuş minyatür incirlerden yedik.



Sonra daracık sokaklardan merkeze indik.




Gerçekten güzel şirin bir yermiş.
Dar sokaklar sarmaşıkla kapanmış.



Hediyelikçiler, pastaneler, reestoranlar vs. epeyce dükkan vardı



Dağın yamacından aşağıya doğru inen sokağa sıralanmış restoranların terasları gerçekten hoştu.



Biz öğlen yemeği için daha fastfood tarzı bir açıkhava lokantası seçtik. Gyros(döner), Souvlaki(Şiş kebap), Patates kızartması ve iki Kaiser birasına 12.5 euro ödedik.
Dünür dörem 1.5 euro idi.



Yemekten sonra yürüyerek rıhtıma indik.



Güzel restoranların arasında şöyle bir dolaştık.



Çok havalı güzel bir kasaba ama bana fazla turistik geldi. İyi ki burada kalmamışız.



Saat öğleden sonra üç olmasına karşın sabahtan beri daha 20 kilometreden fazla gidememiştik. (İlk gün 70 km yapmıştık).
Burada kalma fikrinden soğuyunca 5-6 km daha gidip Petra’ya geldik. Burası güzel büyük bir plajın arkasında yerleşmiş Cide benzeri bir köy. Plajdaki şemsiyeler palmiye yaprakları ile süslenmiş.



Arabayı parkedip arka sokaklarını dolaştık, bir kilisenin içine girip baktık, biraz hediyelik Uzo aldık.
Burayı da gözümüz kesmeyince kalmak için 36 km mesafedeki büyük içdenizin yanındaki Kalloni’ye gidelim dedik.



Kalloni’nin iskelesi (Skala Kalloni) pek sakindi. Birkaç yabancı turist güneşleniyordu. Deniz, her tarafı kapalı olduğundan adeta göl gibi ve çok sığdı.



Havası hoşumuza gitmedi.
Ben Adanın en Batı ucundaki Erasou’ya gitmek istiyor, Neşe saat geç oldu diye üşeniyordu. En sonunda gitmeye ikna ettim. Çorak dağları aştık.
Adanın bu bölgesi volkanikmiş. Yol zaman zaman çam ormanlarının içinden geçse de özellikle Kalloni çıkışı epeyce çoraktı.



Burada volkan patlayınca taşlaşmış ağaçlardan oluşan bir de açık hava müzesi varmış ama bizim korsan PDF Lonely Planet bu müze ile taşlaşmış çöl diye dalga geçmiş. Ben de daha önce Brindisi’de böyle tarlanın kenarına toplanmış gibi duran taşların antik dönem kalıntıları diye kuşe kağıda broşürlerle methedildiğini gördüğümden pek önemsemedim.
Yolda Agra diye bir dağ köyünden geçtik. Köy meydanındaki Türkçe radyo çalan kahvede pinekleyen Papazın söylediğine göre burası eskiden Türk köyüymüş.



Saat 5 gibi adanın Batı'sındaki Skala Erasou’ya vardık.





Daha otoparka arabayı parkedip ( köylerde otoparklar ücretsiz) sokaklarına adım atar atmaz Neşe buraya gelmek için ısrar etmeme teşekkür etti.



Gerçekten de köyün havası adanın diğer bölgelerinden farklı.




Aslında sadece havası değil, popülasyonu da,
nasıl desem biraz analı-kızlı...



Bu köy Sapho’nun adada yaşadığı rivayet edilen yermiş. Bu nedenle dünyanın dört bir yanından gelen lezbiyenlerin kutsal mekanı gibi bir şey oluyormuş.



Her yaştan kısa saçlı kadınlar elele dolaşıyor, restoranlarda romantik yemekler yiyorlar.



Ben kabadayılar gibi kostaklanarak yürüyen kadınlardan biraz tırstım. Köydeki erkeklerin oranı da % 20’nin üzerinde değildi. Neşe’ye “Yeterince sakalım var di mi, beni kadın sanmazlar di mi?” diye sordum.



Bugün Neşe’nin doğumgünü olduğundan Can ile ikisini plajda yüzmeye bırakıp şöyle janjanlı, mavi panjurlu, resimli, testili, havalı bir otel aradım, bulamadım.



Köyün merkezinde eski bir otele girdim. Yaşlı otelci kadın odaya önce 25 euro dedi, çıktığımı görünce 20ye sonra yalvarır tarzda 15'e indi. Bir başka ev pansiyonunda da yine yaşlı bir kadın ile uzun süre konuşmaya çalıştım.



Bana doktor olduğumu bilmemesine rağmen dizindeki ağrılarını anlattı, ameliyat izlerini gösterdi, fakat oda konusunda anlaşamadık. Oda fiyatı 11 euro imiş (Ya da oğlu saat 11 de gelecekmiş ) Plajın hemen arkasında mini marketçi bir ailenin işlettiği Johanna Pansiyon 30 euro istedi, 25’e anlaştık. Burada oda kahvaltı usulü yok, ama en dandik otel odasında bile ufak bir elektrik ocağı ile bardak çanak var. Bu oda hiç olmazsa geniş ve arkasında bir de terası var.




Dönüşte Can ile Neşe'yi kumlarla oynarken buldum
Plajın kumunu çok değişikti:
Volkanik olduğundan olsa gerek, insana hiç yapışmıyor ama çok emici, kuma yatınca hemen kuruyorsun.
Çantaları bırakıp güneşin batışını kaçırmamak için plajın üzerindeki tavernalara koştuk.



En hoşumuza giden en sondaki diğerlerine göre biraz daha salaş havalı Sardali oldu. Güleryüzlü bir kadın buyur etti, kuruması için tele takılmış ahtapotun altına oturduk.



Yunanlılar öğleden sonra paso uyuyup, akşamüstü kalkıyor, akşam yemeğini gece yarısına doğru yiyorlar ama turistler güneşin batmasıyla birlikte restoranı doldurdu. Siparişi almaya Ali Nesin tipindeki çizgili tişörtlü restoran sahibi Kostas geldi. Gayet suratsız ve neredeyse azarlayacak havada siparişi aldı. Ben acaba kalksak mı diye düşünmedim değil ama bazen olur ya; karakterli meyhane sahipleri vardır, yeni gelene böyle yaparlar, denerler, ama içleri aslında insan sevgisi ile doludur ve mezeleri başka yerlerden daha lezzetlidir, öyle sandım.




Mezelerden kabak çiçeği dolması lezzetliydi (5 tanesi 5 euro). Çiçeklerin içini beyaz peynirle doldurup yumurtaya bulayıp yağda kızartmışlar.
Patlıcan salatası da fena değildi, içinde yoğurdun yanında mayonez ve hardal vardı.
Ara sıcak olarak kalamar tava söyleyince Kostas hiçbir şey demedi, elini kolunu sallayıp fosurdandı gitti. Biraz sonra yanımızdan geçerken
“Bilader kalamar yiyebilecek miyiz yiyemeyecek miyiz, ne bu tavırlar?” dedim



“Bütün siparişleri baştan vermediğinizden karışıklık oluyor, gecikebilir” dedi
"Eh acelemiz yok bekleriz" dedim ama gelen kalamar da donmuş eşek kalamarı olunca buranın ümit ettiğimiz gibi asında insan sevgisi ile dolu bir mekan olmayıp bayağı kötü bir yer olduğuna karar verdim. Hesabı isteyip iki yandaki restorana geçtik. (39 euro, haram olsun)



Burada güleryüzle karşılandık, üstelik fiyatları Sardali’ye göre daha makuldü. Tarama ve ızgara ahtapot söyledik. Tarama (3.5) kocaman bir tabakta geldi ama patates püresi ile sulandırılmıştı, yine de lezzetliydi. Ahtapot ızgara’yı beğenmedik, hem sertti, hem de üzerine sirke gezdirilmişti. (7.5)



Halihazırda dünya üzerinde yenebilecek en lezzetli ahtapotu Çeşme Dalyan’daki Balıkçı Hasan’da yediğimiz için benim fazla beklentim yoktu ama buralara her gelen bu ahtapot işini pek methediyor. 20 yıl önce Atina’nın arka sokaklarında bir kahvenin önündeki mangalda görüp de yediğim kurumuş ahtapottan da pek bir farkı yoktu. Bence ne Yunanlar, ne de onların yaptığını methedenler ahtapottan anlamıyorlar. (Kaptırdım kendimi, baştaki özrüme sığınarak yazıyorum ama bir yandan da utanıyorum. Bu kadar çok lüks yemeklerden bahsettiğim için tekrar özür diliyorum)




İkinci restorana oturduğumuzda Yunan müziği çalıyordu, bir süre sonra Türkçeye döndü, ve acıklı uzun havalar çalmaya başladı. Biraz sabrettim baktım devam ediyor, garsona ellerimi şıklatarak “İçimiz kararttınız ağabeycim, yok mu şöyle neşeli bir şey” dedim. (Restoran değiştirince bir şişe daha rakı içmemiz gerekti) Müzikle ocakçı ilgileniyormuş, söyleyip değiştirtti. Gece yarısına doğru hesabı isteyip kalktık (21 euro). Köyün merkezindeki tatlıcıdan ev baklavası aldık (kilosu 14, dilimi 2 euro).
“Sahiden ev baklavası mı bu?” diye sordum,
“Annem açtı” dedi kız. İçine limon kabuğu rendelenmişti ve bizimkinin yanında çok sönüktü.
Sabah önce yüzüp sonra odanın mutfağındaki tost makinesinde yaptığımız tostlarla terasta kahvaltı ettik.



Mini marketten feribotun Midilli’deki ofisine telefon edip yarın akşam için çek-in yaptırdım. Yolcu fazla olmadığı için akşamüzeri tekne kalkıp kalkmayacağı kesin belli olmuyormuş, mutlaka arayın diye Ayvalık’tan kart vermişlerdi.
Market ve Pansiyonun sahibinin tipi tam Urfa’lıydı.
“Sende Türk tipi var” dedim
“Tabi benim atalarım İstanbul’dan göç etmiş zaten” dedi
“İstanbul’a da Urfa’dan gelmiş olsalar gerek” dedim
“Yaaa, Urfa, Urfa” dedi



Köyü tekrar dolaştıktan sonra Mitillini’ye dönmek üzere yola koyulduk.
Yolda Tavari diye bir sahil beldesine girdik. Sık sık gördüğümüz gibi hoperlörlü kamyonetle balık satılıyordu. Balık tarttırmış giden birine bakayım ne aldınız dedim, nasıl olsa sardalyadır diye laubali Türk olarak elimi torbanın içine atıp bir tane çektim.



Adam hemen balığı elimden aldı, meğer tepesinde zehirli dikeni olan trakonya imiş.Beni Allah korumuş!



Öğlen yemeğini yemek üzere, gelirken girmediğimiz Kalloni merkezine girdik. Merkezde güzel ve kalabalık bir tavernaya oturduk, steak (6,5) söyledik. Garson kız gidip sokağın karşısındaki kasaptan aldı geldi.



Burası meze yemek çeşitliliği açısından bizden geri olmakla birlikte istenen her şeyi taze hazırlıyorlar. Meyhanelerde mezeler söyledikten sonra yapılıyor. Patlıcan kızartması istersen kızartıp da getiriyorlar. Bizdeki gibi meze dolabı-tepsisi usulü yok. Yemeğin yanında bu kez Yunanlıların meşhur Retsina (reçineli) beyaz şarabından söyledik. Menüde iki üç çeşidi vardı, garson kızın sevdiği cinsten(Malamatina) söyledik.



Bu şarap, eski zamanlarda şarap fıçıları hava almasın diye reçine ile kaplanmasından ortaya çıkmış,hafif bir reçine kokusu hissediliyor. Restoranlarda 50 lik gazoz kapaklı şişede, fiyatı 3,5-4,5 euro arası.
Yemek süperdi ama soğuk şarabı su gibi içince bayağı çarptı.
Merkezde biraz dolaşıp ayıldıktan sonra yola devam ettik.
Son gece kalmak için Güney’deki Plomari’yi gözümüze kestirdik.



Yolda güzel bir dağ köyü diye tavsiye ettikleri Agiassos’a saptık.


Gerçekten dağların tepesinde süper şirin bir köymüş.


Daracık yokuşları tırmanıp arabayı bırakacak bir ara sokak bulduk



Ahali kahvelerin dükkanların önünde öylece oturup muhabbet ediyor.



Buraya geniş zamanlarda gelip öyle bir şey yapmadan, gevşek oturmak lazım.



Buradaki bütün kahve fotoğraflarını aynı ufacık köyde çektim.



Turistik hediyelik satan dükkanlardan hediyelik uzo aldık. 20’lik şişeler 2,5-5 euro arasında.



Ayrıca çok zarif,neşeli şişelerde de 50 cclik uzolar var. Yunanlılar her işte olduğu gibi bu konuda da sunumdan kazanıyorlar. Aslında bizim rakımız uzodan, çoban salatamız greek salattan, kızlarımız onlarınkinden güzel



ama onlar nasıl yapıyorlarsa her şeyi süsleyip püsleyip daha güzelmiş gibi göstermeyi başarıyorlar.



Bir kere hemen bütün tabelalar özensiz gibi ama çok özenle ve elle yazılmış.
Ortama başka bir hava katıyor.



Hediyelikleri buradan aldığımız iyi olmuş zira limandaki Duty free mağazasında sadece litrelik uzo mevcutmuş.
Agiassos’tan Plomari’ye dağ yollarından inen bir kestirme varmış, geldiğimiz yoldan geri dönmeyelim de oradan inelim dedik. Çok bozuk ve dolambaçlı bir yolmuş.



25 km yi neredeyse 1 saatte indik, tepeden Plomari göründü. Dağın eteklerine yaslanmış şirin bir kasaba.



Girişte yol çalışması nedeniyle yolu kurumuş dere yatağına verdiler.



Dere yatağından gide gide en sonunda deniz kıyısındaki meydana vardık. Tüm köylerdeki gibi burada da ücretsiz otoparka arabayı bırakıp dolaşmaya başladık. Meydanda bizim Ayvalık Cunda’daki Taş Kahveye çok benzeyen bir kahve var.



Zaten Rum bir hastamın söylediği gibi; Midilli Adası sanki Ayvalık’ta kopup denize açılmış gibi. Havası, insanı dışından kıyının şekli de Dikili’den Saroz körfezine kadar bir yapbozun parçaları gibi birbirine uyuyor.
Kıyıdan ilerleyince deniz kıyısındaki kaldırıma yan yana dizilmiş tavernalara geldik.



4-5 tavernanın biri (Hermes) bayağı kalabalık olduğu gibi hemen yanındaki daha güzel dekorasyonlu olanda hiç kimse yoktu. Boş olanın sahibi için gerçekten çok üzücü bir durum ama biz de bu durumda gece yemek için Hermes’e gelmeye karar verdik.



Arabayı alıp otel bakarak sahilden bir sonraki köy İsithoros’a doğru devam ettik. Bu iki köy aslında deniz kıyısında, yüksekten giden bir yolla birleşmiş. Arada seyir terasları ve denizi yukardan gören oteller var.



Yine yaşlı bir kadının işlettiği otele girdim. Kadın yavaş hareketlerle vasat bir odayı açtı gösterdi. Ne kadar dedim
“40 euro” dedi
“25 olmaz mı?” deyince
“Hadi be!” diye sinirlenip cart diye perdeyi kapattı, gözümdeki numaralı güneş gözlüğüyle karanlıkta kalakaldım, el yordamı ile odadan ve otelden çıktım.



Plajın üzerindeki bir otelde 25 euroluk odayı bulunca hemen sahile koştuk, güneş batmadan deniz banyomuzu aldık. Plaj fındık büyüklüğünde mermer çakıllardan oluşmuştu, bizden başka kimsecikler yoktu. Can ile oynarken elimdeki şnorkeli kıyıya atıp unutunca gitti güzelim şnorkel.



Ertesi sabah erkenden yüzmeye giderken kaybolduğunu fark ettim ama ne sahilde ne denizin içinde bulabildim. Bir önceki gün Skala Erasou’da sabah yüzerken sahilde bir kolluk bulmuş, sahibi gelir ararsa diye bir düşünce aklımdan geçmiş olsa da Can’ın bu ganimeti almasına izin vermiştim. Kanımca 24 saat geçmeden karma, Earl misali beni de vurdu. İşin kötüsü insanın yüz hatlarına uyan rahat ettiği bir maske bulması da gerçekten zor oluyor. Bu olaydan da gerekli dersi almış olduk.


Akşam yüzmesinden sonra planladığımız gibi Hermes Taverna’ya gittik. Gündüz müşterisi boşalmış, akşamcılar daha gelmemişti. Bizim arkamızdan her gelen, yerli, yabancı Hermes’e oturdu, yan taraf yine bomboş kaldı.



Menüyü incelerken mezeler arasında ‘Uzo variety’ diye bir şey gördüm. Garsona sorduk, azar azar 4 çeşit meze getiriyormuş, 4 ü birden 4 euro imiş. Aman ne güzel deyip söyledik. Zaten ben uzo erbaplarını hep önlerinde 3-5 tabakta azar azar yemek çeşitleriyle demlenirken görüyor,



böyle çeşit çeşit az meze nasıl söyleniyor acaba diye merak ediyordum, bu vesileyle öğrenmiş olduk. Bize söğüş, beyaz peynir, et suyunda haşlanmış nohut ve zeytinyağlı bamya geldi.



Ayrıra patlıcan kızartması söyledik. Patlıcan taze kızarmıştı, üzerine peynir rendeleyip getirdiler (Yunan süslemesi, 4 euro). Bir ufak uzo ile hesap 38 euro geldi.
Kalkıp köy meydanında dolaştık, çok kalabalıktı. Canlı müzik yapan restoranların yanında yerli halkın doldurduğu kafeler de vardı. Biz de bir kafeye oturduk, dondurmalı waffle, ve yanında kaliteli bir şişe retsina söyledik, geleni geçeni seyrederek geceyi noktaladık. (Eşantiyon yer fıstıklarıyla birlikte 10 euro)



Dondurmayı görünce Can'ın gözleri parladı! Zaten onun için yurt dışına gitmenin en güzel yönü değişik dondurma markalarını tatma şansı.



Sabah börek almak için Can ile birlikte merkeze gittik. Yolu şaşırınca bir mahallenin içinde kaldık, arabayı parkedip yürüdük. Yollarda hep siyah giyinmiş elinde yiyecek taşıyan kadınlar vardı.



Pazar olsa ayin diyeceğim ama günlerden Cumartesi idi. Köşedeki manava sordum.
Boğazını işaret ederek “Death, death” dedi
Cenaze evine taziye yemeğine gidiyorlarmış.



Talaş böreği (1,60) kurabiye (10/kg) ve Can'a kakaolu süt (Kahvaltıda ne içileceği de elbette çok önemli bir konu) alıp otele döndük.



Odanın önündeki balkonda demlediğimiz çay ile kahvaltımızı ettik. Köyün tepelerinde arka sokaklarında dolaştık.



Plomari’den ayrılmadan buranın meşhur uzo müzesini gezmek için Barbayanni Uzo Fabrikasına gittik. Plomari Kasabası tüm dünyada üretilen uzonun yarısının üretildiği yermiş. Deniz kıyısındaki fabrika mis gibi kokuyordu. Müzeyi bize gezdiren adamın iddia ettiğine göre Ada’nın küçük denizinin çevresinde yetiştirdikleri anasonlar çok kaliteliymiş. Ayrıca anasonu kullanmadan önce bir süre denizde beklettiklerinden uzoya tuzlu bir tat ve koku veriyormuş. Müzede eski şişeler, presler, fotoğraflar, kadehler falan vardı.



Pek müze gibi değil de fabrikanın öylesine bir koleksiyonu demek daha doğru olur. Zaten kapısı hep kilitli olduğundan alt kattaki üretim alanına gidip açtırmak gerekiyor.
Kapıyı bize açıp bilgi veren adama
“Uzo ile rakının ne farkı var?” diye sordum
“Biz uzoyu hazır aldığımız alkole anason ekleyerek yapıyoruz, rakı ise üzümden damıtılırken içine anason koyuluyor” dedi.
Fabrikanın satış büfesinden en övündükleri ürünleri Afroditten ufak bir 20’lik şişe alarak (5,70) Mitillini’ye dönmek üzere fabrikayı ve Plomari’yi terk ettik.
Arabayı öğleden sonra saat 3’te teslim etmek üzere anlaşmıştık ama yolda küçük körfez dışında oyalanacak fazla bir şey olmadığından saat 1 gibi merkeze geldik. Toplam 350 kilometre yaptığımızdan göz kararı 35 euroluk benzin aldım.



Stratis arabayı bize ¾ depo ile teslim edip aynı miktarla geri verirsek sevineceğini söylemişti. Normalde depo ya boş, ya dolu verilir. Aradaki bir noktayı tutturmak zor olduğundan her kiralamadan sonra arabada kalan benzin miktarı artıyor olsa gerek. Baktım 1-2 litre fazla almışım, vaktimiz de var Mytillini’nin içinde şöyle bir tur atıp Güney'ine, havaalanı yoluna doğru uzandık. Havaalanı denize sıfır. Güney Hindistan’da Thiruvanandapuram Havaalanı da böyle deniz kıyısındaydı ama bu kadar da değildi. Havaalanının kapısından çıkıp yolun karşısına geçince plajdasın! Havaalanından geri dönüp arabayı kiralamamıza aracı olan acentenin önüne çektik, erken geldiğimizi söyledik. Stratisi aradılar, tamam arabayı bıraksınlar demiş.



Götürüp bir ara sokağa koydum, anahtarı ve çantaları acenteye bırakıp, adadaki son yemeğimizi yemek üzere çarşıya girdik. Demin açık olan Ermou caddesindeki dükkanlar bir anda kapanmış, Cumartesi saat 2den sonra tatil oluyormuş. Sadece bir iki turistik eşya saatn dükkan ve sahildeki tiki kahveleri açıktı (Burada en ucuz içecek olan espresso kahve 6 euro) .



Hediyelik uzo vs alıp yemek yemek üzere bizim gurmelerin çok methettiği Kaldırimi Restorana gittik. Ben Türkler, hele İstanbullular keşfettiyse artık o restoran mundar olmuştur, sahibinin de huyu bozulmuştur dediysem de Neşe’ye dinletemedim. Sarmaşık kaplı güzel bir sokağa atılmış masalarıyla şirin bir yermiş.




Feribot saati yaklaşmasına karşın hiç Türk müşteri yok, orta halli yerliler çeşitli mezelerle demleniyor. Menüye baktık, fiyatlar makul, henüz mundar olmuşa benzemiyor, oturduk.



Menüde yazmamasına rağmen garson kıza
"Sizde uzo variety var mı?" dedim.
Varmış ama burada 10 euro imiş. Olsun dedik bir variety ve belki Erasou’dakiler becerememiştir diye bir şans daha vermek için ahtapot ızgara söyledik. Ahtapot öncekinden daha iyi olmakla birlikte (en azından üzerine sirke, yağ dökülmemişti) yine sertti. Meze olarak hamsi turşusu, ızgara boklu sardalya, taze bakla favası ve salata geldi.



Birinci şişe Barbayanni’yi bitirip daha feribotun kalkmasına epey vakit olunca bir şişe de Smiyrnio (İzmirli) uzosu ile kalamar tava söyledik(10). Orta boy kalamarı kıçını biraz yararak bütün kızartmışlar, çok beğendik.



Hesap 40 euro geldi. Hesapla birlikte birer dilim de eşantiyon pasta getirdiler. Salana sallana restorandan çıkıp ıssız ara sokaklarda kaybolduk. Açık bir market bulup 5-6 kilo biftek, pirzola, sosis, füme balık vs paketlettik.



Sora sora feribot iskelesini bulduk, pasaportlarımızı damgalatıp Duty free’den babalarımıza birer litrelik iki Plomari uzosu (2x10) alıp tekneye geçtik.



Yunan polisi hızlı çalışınca tekne bir saat erkenden yükünü aldı, saat 19 yerine 18’de kalktı, 1,5 saat sonra Ayvalık’taydık.



Polis’e giriş damgalarını vurdurduk, gümrük kontrolü olmadı, çantaları kapının önündeki arabamızın bagajına attık.
Ben hala Kaldırimi’nin (ve orda bitiremeyip teknede hakladığım uzonun)etkisinde olduğumdan araba kullanmak istemedim. Ayvalık merkezde daha önce de iki üç kez kaldığımız Kıyı Otele gittik. 50 lira dedi, devamlı müşteriyiz diye 40’a anlaştık. İskelede bir bira içip erkenden yattık.
Pazar sabahı arabayı bıraktığım yerden almak için giderken tekne turcular yakaladı. Bütün gün danslı, müzikli, kaydıraklı yiyebildiğin kadar ızgara balıklı tur 15 liraymış. Sürümden kazanmak için üç katlı kocaman gemiler yaptırmışlar.



Kahvaltı için Cunda’ya gittik. Ayvalık tostu ve seyyar kıymalı börek ile hızlıca bir kahvaltı edip öğlen saatlerinde İzmir'e, evimize vardık.



Midilli gezisi çok zevkli ve rahat geçti, bu kadar kolay gidip gelebileceğimizi ummamıştık.



Evinin hemen yakınından, İstanbul havalalanında saatler geçirmeden yurt dışına gidip gelmek çok zevkliymiş.
Vizeyi kaldırararak bize bu seyahat fırsatını veren Yunan komşularımıza teşekkür ederiz.



Bütçe: herşey dahil 3 kişi, 3 gece, 4 gün 450 euro