25 Mart, 2010

TAYLAND II
(Ko Samui, Ko Pha Ngan)




Çıkan kısmın özeti:
12 saatlik yorucu bir tren yolculuğu ile Bangkok'tan Surat Thani şehrine, oradan otobüsle iskeleye, iskeleden de tekne ile Samui adasına ulaştık.



İskeleden bindiğimiz dolmuş kamyonetin kasasında komşularımız olan iki Avustralyalı adam , iki İskandinav kızla hiç durmadan muhabbet ettiler, bütün hayatlarını, felsefelerini, seyahat tecrübelerini öğrendik.



Samui’ye balayı adası yakıştırması yapıldığını duymuştum ama gördüğüm kadarıyla bu adalara kimse çift gelmiyor.



Çoğunluk iki/dört kişilik aynı cinsten arkadaş grupları, 20-25 yaş arası Amerikalı oğlanlar, İskandinav kızlar.



Burada çeşitli atraksiyonalarla tanışıp arkadaş oluyorlar.



Hızlı bir yolculukla 20 dakika sonra şöför bizi Lamai plajının çarşısının ortasında indirdi.
Uykusuz ve yorgun, denize dalıp uyuma halleri kuruyorduk ama yönümüzü iyice şaşırdık. Birine denizin ne tarafta olduğunu sorduk ve o yöne doğru yürüyerek plaja çıktık:
ŞOK!
Deniz çok dalgalı, girilecek gibi değil.



Oracığa çöküp kaldık. Plaja yürürken bir araba kiralama şirketinin önünden geçtiğimiz farkedip jip kirasını sormuştum. Dükkana bakan çocuk 24 saati 800 deyip, pazarlıkla 700’e (35 lira) inmişti.
Bari jip kiralayıp adanın rüzgar almayan tarafına geçelim dedim. Gidip Jipi kiraladık. Çocuk kredi kartı, ehliyet falan sormadı, sadece depozit olarak 5000 baht ya da pasaportumu istedi. Pasaportu verdim, aracı kiraladım.
Jip yaşlıca bir Suzuki Samurai’di.



Sağına soluna baktık, binip 100 metre kadar ötedeki ana yol kavşağına geldik.
Baktım bende araba kullanacak kafa yok. Hele tanımadığım bilmediğim yollarda, soldan trafikte hiç yok. Ayrıca araba da çok dökülüyor, direksiyonda büyük bir boşluk var, frenler Allah’lık, ve arka koltuk niyetine yapılmış olan yerde emniyet kemeri yok.
Uykusuz kafayla yanlış karar vermişim.



Geri dönüp arabayı geri vermeye ve ilk gördüğümüz otelde uyuyup sonra ne yapacağımızı belirlemeye karar verdik. Aradan beş dakika geçmiş olmasına rağmen dükkan kapanmıştı. Komşu dükkanları dolaştım, çocuğu sordum.
Yemeğe gitmiştir dediler.
Bana verdiği karttan numarasını aramak istedim, patron kızıyor dediler, izin vermediler.
Ankesörlü bir telefon buldum, bozuk çıktı. Sıcakta çarşının içinde yürüyüp başka bir telefon buldum, bunun da tuşları eserli basıyordu. 40. denememde oğlanın telefon numarasını doğru çevirmeyi başardım, telefonu bir kadın açtı. Gai (çocuğun adı) dükkana gelsin bekliyoruz dedim.



Biraz sonra Gai geldi. Arabayı geri vermek istediğimizi söyleyince
‘Tamam, ama patronuma sormam’ lazım dedi.
Telefonu açan kadın patronuymuş, illa da arabayı geriye almam diye tutturdu.
Telefonu ben aldım:
‘5 dakika sonra döndük’ dedim,
‘Hayır siz neredeyse bir saat sonra aradınız’ dedi
Ankesörlü telefon aradığımı söyledim.
Velhasılı kadın en sonunda ödediğimiz paranın yarısını geri vermeye razı oldu. Ben de sinirlendim kalktım, jipe binip tekrar ana yola çıktım.



Böylece bir saat daha kaybedip saati 13 30 yaptık. Gördüğüm otellere baka baka Kuzey'e doğru ilerlemeye başladım.
Lamai Beach’in kuzey ucunda arabayı park edip plajdaki bungalovları dolaştım.



En sonunda Lamai Resort adlı otelde denize sıfır güzel bir bungalovu 600 bahta tuttum.
Koy Kuzeye doğru kıvrıldığından burası fazla dalga da almıyordu. (Daha sonra bütün adayı dolaşınca en ideal yeri bulduğumuzu anladık)



Arabayı otoparka çekip açık bagajdaki çantaları odaya taşır taşımaz kovayla yağmur boşandı. Beş dakika daha geç kalsak sırt çantaları suya düşmüş gibi ıslanacaktı. 18 saatlik yolculuğumuzun sonunda çantaları omzumuzdan atar atmaz sağanak yağmurun altında plaja koştuk. Deniz de, yağmur da çok ılıktı, çok zevk aldık.



Çıkışta birer soğuk bira da içince moralimiz yerine geldi. Yarım saat kadar uyuyup ertesi gün öğlen 12 ye kadar kadar mecburen kiraladığımız jiple adayı keşfetmek üzere dışarı çıktık. Kuzey’deki Chaweeng Plajında durduk, kumsaldaki restoranlara oturduk.



Sarımsaklı kalamar, karidesli pilav ve tom yum çorbasıyla karnımızı doyurduk



Bir ailenin işlettiği bu restoran pek ucuzdu, yemeklerin herbiri 50, büyük bira 80 baht.



Buna rağmen hesabı eksik getirdiler. Ben tekrar topladım, gösterdim.
"Ağğğğ, ağğğğ" diyerek sevindiler.
(Taylar bizim haa, ya da hı hı dediğimiz ünlemler için bu garip ve komik sesi çıkartıyorlar)

Kıyı kıyı giderek en Kuzeydeki Mae Nam koyuna kadar çıktık. Rüzgar ve dalga genelde her yerde aynıydı.



Mae Nam biraz daha sakindi ama ortalıkta in cin top oynuyordu.



Burada girdiğimiz Lolita Villas’da oda fiyatı 800 baht idi, odalar doluydu, plaj bomboştu.
Bizim Lamai de kalabalık olmasa da yine insan var.
Genelde bütün plajarda odalar dolu ama ortalıkta turist görünmüyor, herhalde gençler odadan dışarı pek çıkmıyorlar.



Geri dönüşümüz karanlığa kaldı, yolda bir pazar yerine girip meyve aldık( Muz 15/kg, Mangosteen 50/kg, ananas20/a, bir de Langsat 60/kg baht)



Pazar yeri meyve sebze, deniz ürünleri ve et olarak bölünmüştü.



Deniz ürünleri kısmında yayın balıkları ve canlı kurbağalar vardı.
Kurbağalar zıplayıp kaçmasın diye üzerlerine ağ germişler



Köyün girişinde hurda metallerden yapılmış heykellerin sergilendiği bir galeri gördük.
Heykeller gerçekten etkileyici idi de kim bunları alıp da taşır ki?



Odamızın verendasında votka kola ile biraz oturup 9 gibi yattık. Bir saat uyudum uyumadım havai fişek sesleri ile uyandım. Sesler fasılalarla devam edince kalkıp dışarı çıktım, uyanık olan Can’da beni takip etti.

,

Beraber arabaya binip seslerin geldiği yöne doğru yola çıktık. Köyün içinde açık bir sokak lokantasında noodle çorbası içtik. Plajın arkasındaki sokak turistik dükkanlar ve barlarla oldukça hareketlitydi. Arabayı parkedip baba oğul yürüyerek dolaştık, sohbet ettik.



Karıştırdığı ‘Ucu ucuna, hemen hemen, ve tam tamına’ nın nasıl kullanıldığını anlattım.
Bir bölgede Tay kızların masaların üzerinde dans ettiği Pattaya türü barlar vardı ama müşteriler Pattaya’dakiler gibi perişan yaşlılardan ziyade çiftlerdi.




Sabunları oyarak renkli çiçekler yapan bir kadını izledik.



Plaja çıkıp havai fişeğin nereden atıldığını sorduk.
Vakay-ı adiyedenmiş, her gece bir sürü atılırmış böyle.
Anladığım kadarıyla belli bir amacı da yokmuş.
Gerçekten daha sonraki geceler de atıldı ama sabah ezanına alışıp da uyanmadığımız gibi buna da alıştık.



Sabah 9 da kalktık, odada demlediğimiz çayla verandada kahvaltı ettik.
Arabayı teslim etmeden önce adanın karşı kıyısını da görelim istediğimizden hemen fırladık, Güney’den Batı’ya doğru yol aldık.



Samui’de meşhur bir şelale varmış.
’Şelaleye beş km’, ‘Az kaldı’, ‘Döneceksiniz ha’ gibi tabelaları o kadar çoktu ki merak ettik, yoldan ayrılıp 2 km kadar içeriye girdik.
Şelaleye yürüyerek yarım saatte tırmanılıyormuş. Fil sırtında çıkmak da mümkünmüş. Kişi başı 700 bahtmış. Fillere binmek için bir yükleme istasyonu yapmışlar. Merdivenle iskeleye çıkıyorsun, üzeri koltuklu fili önüne getirip bindiriyorlar.
Yürüyerek çıkabilirdik ama arabayı teslim etmeden daha çok yer görebilmek için geri döndük.



Can da file binmek istedi,
“Ben seni sonra bindiririm” dedim.
Batı kıyısında gezdik. Adanın bu tarafında poyraz estiğinden deniz dalgasızdı ama plaj pek güzel değildi, ve yüzen kimse de yoktu.
Ipıssız plaj da sezon dışı gibi kötü oluyor.



Sahilde bir akvaryum vardı, içerde hayvanlarla bir takım sirk gösterileri yapıyorlarmış. Önünde de bir fili gezdirme ve fotoğraf çektirme amacıyla sergiliyorlardı. Fotoğraf çektirme 300, gezme 600 bahtken ben tur için 200 baht teklif ettim. Oğlan hemen kabul edince keşke 100 deseymişim dedim.
Can’ı benzer bir platformdan filin ensesine bindirip 15 dk kadar gezdirdiler.



Biraz tedirgindi ama çok hoşuna gitti. İndikten sonra
“Öbür file binseydim gerçekten binmiş sayılmazdım çünkü onun sırtında koltuğa oturacaktım” dedi




Saat 12 de arabayı teslim ettik, pasaportumu aldım. Plajdan yürüyerek odamıza dönerken çok acıktık, kahvaltı etmediğimiz aklımıza geldi.



İnsan çok acıktığında en güzel şeyi yemeyi hayal eder ve hiçbir şeye karar veremez ya, işte o duruma düştük. Bir türlü doğru düzgün yiyecek bir şey bulamadık. En sonunda kıyıda bir restoranın ikinci katına oturup İngiliz kahvaltısı tost meyve suyu falan söyledik, lezzetsiz olduğu gibi neredeyse içkili akşam yemeği kadar, 450 baht tuttu.



Aslında hatamız Tayland’da yerel kahvaltıya (noodle soup) burun kıvırıp, alışkın olduğumuz ekmek peynirle kahvaltı etmeye çalışmaktı.
Deniz bugün de dalgalı, hava rüzgarlı, oysa iki gün öncesine kadar hiç esinti yokmuş, deniz çarşaf gibiymiş; kısmet.
Koyun en uzak ucu iyice az dalga aldığından oraya yürüdük.



Plajda Mauritius'taki minik midyelerden toplayan bir adam vardı.



Elindeki kopmuş bisiklet sepeti ile olayı iyice mekanize etmişti.



Ben bir dalıp çıktım, su bulanık ve dibi taşlıydı, yine odamızın önüne döndük. Neşe kaju fıstıklarla bira içip yattı. Ben balkonda Cem Kozlu’yu okudum,
Can da bütün gün dalgalarla boğuştu.



Bu tip tatillerde Can, ilk günlerde bir bocalama evresi geçiriyor, mızıldanıyor falan.
2. günden sonra normal ritmini yakalayıp çok eğlenmeye ve hiç sorun çıkartmamaya başlıyor,



İzmir’deki ‘Low maintenance’ haline dönüyor.



Cem Kozlu’nun THY anılarını okurken daha önce burun kıvırdığım CEO’luğun da hiç fena bir iş olmadığını düşündüm. Yaratıcılığa açık, manevi tatmini yüksek. Ancak işini iyi yapmak, gelecekteki eğilimleri iyi tahmin etmek gerekiyor, yoksa kazancı büyük olduğu gibi çuvallaması da fena.
Küçük şirketleri bünyeye katıp Swissair’i büyüteceğim diye yola çıkıp yanlış stratejiler sonucunda batıran CEO’su İsviçre’de hapisle yargılanıyormuş.




Tabi ki bu bizim ülkede büyük bir risk sayılmaz.

Saat 16 da Neşe uyandı, Can’ı da çağırdık.
Bütün gün deniz kıyısında, pek eğleniyor.



Rüzgar dinecek gibi gözükmediğinden bir sonraki ada olan Ko Pha Ngan’a bilet almaya karar verdik.
Plajdan yürüyerek, sağlı sollu barlar, restoranlar, kıyafet-hediyelik dükkanları ve bolca seyahat acentesinin yanyana sıralandığı Lamai çarşısına gittik.



Seyahat acentelerinden fiyat aldık, genelde otelden iskeleye trafnsfer ve tekne bileti için 300-350 baht istiyorlardı.
Bir acentede teknenin Phangan’ın hangi iskelesine yanaştığını sordum.
Kız bilemedi, aynı dükkanda interneti kullan bir turiste sordu. Turist anlamadı türk aksanıyla “What?” dedi
“Türk müsünüz?” dedim
Üç aylık bir seyahate gelmiş iki arkadaşlarmış, keyifleri yerindeydi.



Gökhan Abi size daha iyi yardımcı olabilir dedi, kıza bilgisayarı kaptırma döneceğim diyerek bizi bir yandaki giyim kuşam dükkanına geçirdi.
İçerden Necdet Yaşar’a çok benzeyen güleryüzlü orta yaşlı biri çıktı, bizi karşıladı oturttu. Necdet Yaşar’a benzeyince ben ta Gaziantep’ten Samui’ye diye düşünmüştüm ama Gökhan Abi İstanbul’lu emekli emniyet müdürüymüş. Turistik ilçelerde emniyet müdürlüğü yaptıktan sonra özel hayatının düzeni bozulunca erkenden (46 yaşında) emekliliğini isteyip kendini uzaklara vurmuş.



Önce yerleşmek için Avustralya’ya gitmiş ama oradaki kuralcı yaşamdan bunalmış.
Tayland’ı gezerken Samui adasına hayran kalmış, yerleşmiş.
Bir süre sonra kitap oku, yemek ye, bira iç, masaj yaptır döngüsünden sıkılınca



(Emekli üst düzey bir devlet memuru aldığı maaşıyla burada hiç çalışmadan çok rahat ve lüks yaşayabilir) bir iş kurayım deyip bu dükkanı tutmuş. Penye, çanta falan satıyor.
Dükkan 15 bin dolara malolmuş, işlerden gayet memnunmuş. Tay kadınlar kıyafete meraklıymış, ellerindeki eskimeden yenisini alıyorlarmış.



Yabancılar vergi ödemiyorlarmış, vize için de üç ayda bir Kamboçya ya da Türkiye’ye gidip geliyormuş.
“Elimde yanmak üzere olan Türkiye biletim var, gitmeye üşeniyorum” dedi
Phangan adasını sorduk, hiç geçmemiş. Bize güzel bir restoran tarif etti. Sıkıntımız olursa diye telefonunu verdi, kendisine buradan teşekkür ediyor, mutluluklar diliyoruz.
Sadece Lamai çarşısında dört Türk esnaf varmış.
Bar işleten Beyazıt ile de tanıştık.
Bir de Tay yemekleri satan Efes Restoranı gördük.



Yemekte tom yam çorbası, kalamar, patates kızartması ve sarımsaklı et yedik.



İki birayla 840 tuttu. Bira pek ucuz gelmedi bana bu sefer .
Fiyatları şöyle:
En ucuz yerli bira Chang -ki sadece fiyatından değil tadından ötürü de favorim; markette (33/66 cl) 30/45 baht, restoranlarda 50-60/100-140 baht. (20 baht =1 lira)



Yemekten sonra Phangan Adası için feribot bileti aldık. Buraya gelirken geerekmemişti ama bu sefer Can için de çocuk bileti almamız gerektiğini söylediler. 5 ayrı acenteyi dolaştıktan sonra kandırılmadığımıza ikna olduk, ve kişi başı 250 bahttan 625 baht ödeyerek biletlerimizi aldık, odaya döndük.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltı için pancake (gözleme )almak için Can’la plajdan çarşıya yürüdük.



Plajdan yürürken aşağıdaki fotoğrafı çektim.



'Olmazböyleşey' adını taktığım babam yaşındaki bu abi önden Mehmet Güleryüz havasında.



Seksen yaşlarında olmasına karşın fit vücudunu her sabah odamızın önünden geçerek bütün plajı hızlı hızlı yürümesine borçlu olsa gerek.



Saat 9 olmasına karşın merkezde her yer kapalıydı.
Seven Eleven’dan kruvasan türü şeyler aldık.
Dönüşte çarşının ortasında kocaman havalı bir bina dikkatimi çekti. Üzerinde ‘ibed’ yazıyordu.



Elegan sırtçantalılar için (ipod dinleyen) düzenlenmiş bir hostelmiş.
İçine girdik, pahalı bir dekorasyon, restoran, şezlonglar falan var, ama odalar yurt odası şeklinde düzenlenmiş.



Ufacık, kıç kadar odada iki kişilik ranza ve ufak bir masa var.
Fiyatını sordum kişi başı 800 bahtmış. 10 kişilik yatakhanelerde kalırsan kişi başı 600’e düşüyormuş. Burasının çarşının içinde denize 250 metre uzaklıkta betonarme bir bina olduğunu düşünürsen fiyatlar bana gülünç geldi, zira biz denize sıfır duşlu tuvaletli bungalovun tamamına 600 baht ödüyoruz.



Odanın balkonunda kahvaltımızı yaptık, biraz yüzüp kitap okuduktan sonra 13 30 daki tekne için bizi 12 de alacağı söylenen servisi beklemek için çantaları toplayıp restorana geçtik.



Restorandaki kitap dergileri karıştırırken birden 31 aralık tarihli Sözcü Gazetesinin sürmanşetinde bana ‘Memleket elden gidiyor sen buralarda keyif çatıyorsun’ der gibi sinirli sinrli bakan Emin Çölaşan’ı gördüm, başım döndü.
"Burada da kaçamadık!" dedim.



Servis bizi adanın güney ucundaki iskeleye götürdü, burada yarın akşam Ko Phangan’daki Full Moon Party’e gidecek gençlerle birlikte teknenin gelmesini bekledik.



İskele havaalanına yakın olduğundan beklediğimiz yarım saat içinde adaya 2 uçak indi. Youtube’da hep gördüğümüz şekilde uçak neredeyse tepemize değecek kadar alçaktan geçti.



Söylediklerine göre adaya günde 40 uçak iniyormuş. Küçücük ada ama neredeyse Sabiha Gökçen kadar trafiği var.



Yol yarım saat dediler, bir saat sürdü. Yolda şiddetli bir yağmur indirdi.



Tekne yine balık istifiydi.



Yağmurla birlikte yerler ıslanınca herkes ayağa kalktı belediye otobüsü gibi oldu.



Biz Can ile ıslanmayı göze alarak kenardaki yerimizden kalkmadık, sucuk gibi olduk.
Phangan Adasına varınca iskeledeki otelcilere hiç bakmadık, doğru merkeze yürüdük. Burada 3 gün kalacağız, niyetimiz araba kiralayıp kalacağımız koyu gezerek seçmek. Önce bir yemek yiyelim dedik. Saat 14 30 olmasına karşın açık doğru dürüst bir restoran yoktu. Benim ısrarımla kaldırım kıyısındaki bir yerli restoranına oturduk.



Bu tip Tay restoranlarını ben çok seviyorum; üç beş çeşit yemek ve masanın üstünde salata niyetine yenecek bir sürü yeşillik, kelek, ıvır zıvır oluyor.



Müşteri bir kızın tercümesi ile ki çeşit yemek ve 2 pilav söyledik.



Bir de yeni pişmiş muz yaprağında patates ezmeli balıklı acılı bir şey vardı, ondan yedik. Hepsi 100 baht tuttu. Bence güzeldi ama Neşe pek beğenmedi.



Benim bir terorime göre nominal bir yemek ne kadar ucuz ise erkeklere, ne kadar pahalı ise kadınlara o denli tatlı geliyor.
Yemekten sonra Neşe ile Can’ı iskelenin karşısındaki kafelere oturtup kiralık araba aramaya başladım. Merkezde jip kiralayan en az 10 dükkanı dolaştım. Yarın Dolunay Partisi olduğundan çoğunun elindeki arabalar tükenmişti.
Tabi esas bizimki büyük enayilik:
Katılmayacağın Dolunay Partisinin bulunduğu adaya tam o günlerde niye geliyorsun!
Samui’de 700 olan jip kirası burada 800’e çıktı. Kapalı kasa yeni bir Samurai jip için pazarlıkla 900 bahta anlaştık.



“Sigortası var tabi di mi?” dedim.
Kadın “Hayır, Ko Phangan’anda sigortalı kiralık taşıt bulunmaz” dedi
“Kaza yaparsak ne olacak?” dedim
“Ödersiniz!” dedi
“Mesela farı kırsak ne kadar?” diye sordum
“Tamirciyi çağırıyoruz, ne isterse ödüyorsunuz” dedi
Böyle muğlak bir anlaşma hiç aklıma yatmadı. Gözümün önüne arabada oluşan bir çizik için istenecek fahiş fiyat ve dönüş teknesinin kalkma saati gelmişken pasaportumu geri alabilmek için vereceğim canhıraş mücadele geldi.
(Daha sonra başkalarından duyduğuma göre gerçekten de arabada hasar olursa fahiş tamir fiyatları isteniyor ve olay polise taşınırsa da polis Tayların tarafını tutuyor, 'Öde de git' diyormuş)
Değmez dedim, araç kiralamaktan vazgeçip taksicilerin durağına yöneldim.
Taksiciler dediğim arkası açık kamyonetler.



Acenteleri dolaşırken, “Sakin, çocukların yüzebileceği denizi adanın neresinde bulabiliriz?” diye sormuştum.
Herkes Kuzey batıda Mae Haad’ı önermişti.



Kamyonetçilere Mae Haad’a kaça gideceklerini sordum.
Ellerindeki kendi bastırdıkları kartondaki fiyat tarifesini göstererek (sanki basılı olunca kazıklanmıyorsun)
"Kişi başı dolmuş 200 ama başka yolcuları beklemeniz gerekir, hemen gitmek isterseniz 500 baht" dediler. Kamyonet kasasında 5-6 kilometrelik yol için bir günlük araba kirasına yakın bu fiyatlar hiç aklıma yatmadı. Mutlaka başka bir yolu olması lazım dedim.
Yarım saat daha dolaştım sordum soruşturdum, sonuç:

1. Başka yol yokmuş
2. Sahiden Phangan’da sigortalı kiralık araç yokmuş



Bir kamyonetçi ile kişi başı 150’den anlaştık,
“10 dakika sonra tekne yanaşacak, ondan inenleri de alıp gideriz” dedi
İskelede abur cubur yiyerek geminin gelmesini bekledik.



Milkşeyk yapmak için seyyar satıcılar jeneratör kullanıyorlardı. Meyveyi doğruyor, jeneratörün ipini çekip 2 dk çalıştırıp susturuyor, ilginç geldi.
Teknenin gelmesi, yolcuların boşalması 40 dakikayı buldu.
Beklemekten sıkılınca, okuduğum Cem Kozlu’nun kitabının etkisiyle hemen bir maliyet hesabı yaptım ve bunu Neşe ile paylaştım.
Dedim ki:
“Şimdi biz bu kadar uğraşıp 1 saat harcayıp sonunda kişi başı 50, toplamda 100 baht indirim elde ettik. Bu seyahatte bizim toplam harcamamız aile bazında yaklaşık 4000 lira. Bunu 9 güne bölersek günde 450 saatte 20 lira, yani 400 baht. 400 baht harcayarak,(ve güneşin altında 1 saat dolaşarak) 100 baht tasarruf ettik, hiç akıllıca değil. Bir daha böyle yapmayalım!”
Neşe baktı, baktı, “Sen çıldırmışsın” dedi
Adanın yolları aynı Karadeniz dağları gibi inişli çıkışlı, daracık beton .



20 dakika kadar süren bir yolculuktan sonra Mae Haad’a vardık.



Dolmuştan inip sahile çıktığımızda doğru yere geldiğimizi anladık. Güneş batıyordu, nefis bir manzara vardı ve ortalıkta pek çok insan olmasına karşın hiç gürültü yoktu.



Kıyıda masaj yapılan beş altı gölgelik ve bir kaç restoran dışında birşey yok.



Bu koyun özelliği akşam saatlerinde denizin çekilmesiyle ana karaya bağlanan Ko Ma adlı küçük ada.



Sabahları da Gümüşlüğün karşısındaki adaya gider gibi diz seviyesinde suda yürüyerek ulaşılabiliyor.



Adada kumsala bakan kıyıda bir restoran ve daha ilerlere yürünürse marihuana içilmek için yapılmış izlenimi veren bir bar var.


(Can'ın elindeki vileda değil yaprak)

Vakit geçirmeden kıyıdaki bungalowları dolaşmaya başladık. Zaten tüm koyda 4 otel var. En baştaki yarımadanın öte yanında kalan Orchid’de basit odalar 600 baht idi, ancak önündeki su çekilince dipteki taşlar ortaya çıkmıştı.



Hem görüntüsü güzel değildi hem de yüzerken ayağımızı acıtır diye odayı tutmadık. Çantalarımızı Orchidin Bob Marley çalan barına emanet edip devam ettik. Tam yarımadanın karşısına denk gelen Island view’de odalar güzeldi, hatta içinde plazma tv bile vardı ama fiyatları 1300 bahttı. Bir sonraki Wat Sai’dearkadaki dağa yaslanan kule gibi nefis odalar yapmışlar.



Geceliği 1000 baht idi ama hepsi doluydu. Sondaki iki otelde ise yaşantı izleri olmasına rağmen ne turist ne çalışan kimseyi bulamadık. Yeni geliştirdiğim Cem Kozlu teorimden hareketle en pahalı olan Island View’e yerleşmeye karar verdik.



Resepsiyondaki nursuz kız ne dediysem beş kuruş indirim yapmadı. Bir de 1000 baht deposit istedi. Hava kararmadan denize girebilmek ve yorgunluğumuzu atmak için resepsiyoncusunu beğenmediğimiz otele yerleşmeme prensibimizi bir geceliğine çiğneyerek odayı tuttuk.



Neşe ile Can denize girerken ben köyün içindeki marketten bira çerez aldım. Issız bir koyda olduğumuzdan marketteki bütün fiyatlar şehre göre en az bir buçuk kat pahalı.



Odanın önündeki verandada güneşi batırdık.
Sahilde pek çok kişi güneşin batışını izliyordu ama hiç kimseden çıt çıkmıyor, köpekler bile havlamıyordu.



Bu sessiz ve güzel ortamda insan nasıl dinleniyor anlatamam.
Biz de gürültü çıkartmaktan korkarak fısır fısır konuşup sohbet ettik.



Güneş batınca çantalarımıza güler yüzle bakan Orchid’e gidip yemek yedik. Ben Hindistan cevizli green curry yedim fena değildi. Neşe fried rice yedi pek beğenmedi. İzmir’de benim yaptığım füzyon pilavlara (hint esintili fried rice) alıştığından buradakiler biraz yavan geldi sanırım.




Can da çıtır kızarmış tavuk yedi. Tavuk o kadar başarılıydı ki bundan sonra hep aynı şeyi yedi.



İki bira ve bir Fanta ile 540 baht (27 lira) hesap geldi.
Odaya döndük, votka meyve suyu içerek mehtabı seyrettik.
Karanlıkta çakmakla yazılar yazıp oyun oynadık. Can’ın çok hoşuna gitti.



DEVAMI VAR