02 Kasım, 2009

İZMİR

7 Şubat 2008





7 Şubat 2008 günü sabahtan hava çok soğuktu.
Akşamüstü işten çıktığımda ise hayretle, günlerdir süren soğuğun kırıldığını, tatlı ılık bir meltemin estiğini farkettim.
İş çıkışı bisikletimin üstünde eve doğru yol alırken dilime bir Coşkun Sabah şarkısı takıldı

’Bu aksam icimde hüzün var
Gözümde canlandi anılar’


Eve gitmek için fazla güzel bir hava olduğunu düşünerek ön tekerleğimi Alsancak istikametine çevirdim.
Yıllar önce otostop yaparken tanıştığım kadim dostum Harun’a uğradım. Kordon'daki balkonunda güzel havanın tadını çıkardık, çayırda güreşen, gitar çalan gençleri izledik, sohbet ettik.
Ben buraya Büyük Kordon Lisesi diyorum.



Diğer okullarla birlikte sonbaharda açılıyor.
Ders saatleri sabah 7 den güneş batana kadar, kıyafet serbest. Bira, şarap serbest. Sigara serbest. Öpüşmek, sevişmek serbest.


İzmir'in en büyük karma lisesi:
Büyük Kordon Lisesi!

İşin kötüsü ben artık kendimi bu gençlere bakarken , sanki ben hiç yapmamışım gibi, içimden 'Anaları babaları da bunları okulda biliyor' diye söylenirken yakalıyorum.


Havanın kararmasına yakın eve gitmek üzere kalktım ama aşağıya inince bisiklet kullanmak için biraz fazla sarhoş olduğumu fark edip açılmak için yürümeye karar verdim.
Bornova Sokağı'ndan Kıbrıs Şehitleri'ne çıkarken caddenin köşesinde bir hareketlilik dikkatimi çekti.


Kocaman bir minibüsü yolu tıkayacak şekilde park etmişler, başka bir kocaman cip de geçemediğinden yolu tıkamış, içinde kalantor bir beyle yabancı uyruklu havasında bir hanım hiç istiflerini bozmadan oturuyorlar.
Mahallenin gençleri minibüsü kucaklayıp kenara çekmek için hep beraber ıkınıyorlar. Karşı kaldırımdaki tekel bayiinin yanında sandalyede oturan, aynı Sürü filmindeki Tuncel Kurtiz gibi kafasını sarmış, sakallı, bimekan amca da minibüsün sahibine, ona buraya parketme cesareti veren polislere, ve polisleri bu davranışa iten sisteme gayet sunturlu küfürler sallıyor.



Ben de dikilip seyrettim.
Gençler çikolata reklamındaki gibi yolu açtıktan sonra olay hakkında yorumlar yaparak ( boş olunca hafif tabi, zıplatınca kalktı vs) gururla dağıldılar.


En son amcayla ben kaldık.
Amca bir ülkede herkese eşit davranılması gerektiğini, bak Almanya’da bunu yapsan öyle bir ceza yiyeceğini, arabayı satsan ödeyemeyeceğini ortaya bağırmaya devam etti. Sonra baktı benden başka kimse kalmamış, gözgöze geldik.



















Konuşmaya başladı:
‘Ben onbeş sene Almanya’da kaldım’ dedi.
‘Ya öyle mi’ dedim
‘Onbeş sene Almanya’da kaldım’
‘Neden geri döndün peki amca?’
‘Karım öldü orada’
‘Ölünce mi döndün?’
Ağır hareketlerle şeffaf plastik bardaktaki beyaz şarabından bir yudum aldı,



‘Hıfff’ diye bir ses çıkardıktan sonra dişlerinin arasından
‘Zurückweisung, Zurückweisung’ dedi
‘O ne demek amca?’ diye sordum, sinirlendi
Zurückweisung’u bilmiyo musun, sınırdışı demek’ diye bağırdı.
Omuzları düştü,
‘İtalyanı öldürdüm, çok üstüme geldi, bıçakladım öldü’ dedi
Yoruldum, yanındaki telefon kutusuna oturdum.
Biraz sessiz durduk, beni unuttu, sonra başını çevirip de hala orada olduğumu görünce şarap ikram etti.




















Almanya’da altı yıl hapis yatmış, adı Sabri’ymiş, esasen Tunceli’liymiş. Burada kızı varmış. Kızı evli barklıymış, ama bir adam ters yapmış kızına, o da çekmiş vurmuş, yirmi gün sonra tahliye oluyormuş.
Tunceli’deki köyünde beş sene muhtarlık yapmış.
‘Yüz dönüm tarlam var orada!’ diye bağırdı.
Karşı kaldırımdaki dükkanın önünde elleri cebinde müşteri bekleyen yaşlı garson müstehzi, laf attı:
‘İçme bak Mayer, Sevdanım gelecek şimdi, çok üzülecek içiyorsun diye’
‘Sevdanım kim?’ diye seslendim garsona
’Kızı; yakında hapisten çıkacak’ dedi.
O sırada minibüsün daralttığı yoldan içinde travestilerin olduğu kocaman bir Sportage cip daha zorlukla geçti.
‘Hep haram para bu arabalar’ diye bağırdı Sabri amca.



Garson bu sefer sesini fazla yükseltmeden
‘Davul parası o Mayer’dedi.
Amca ‘Ne gavur parası, haram para haram’ diye celallendi.
Garson bizim kaldırıma geçti,
‘Gavur değil davul diyorum, davul. Davula vurduruyorlar, parasıyla cip alıyorlar!’
Amca homurdandı, cevap vermedi.
Garson sıkıldı gitti.
‘Sana neden Mayer diyorlar’ diye sordum.
Dişlerinin arasından ‘Futbolcu, futbolcu Maier, hıff’ dedi.
Nerede uyuduğunu sordum,
‘Orada burada’ dedi, hemen ardından ‘Yüz dönüm tarlam var benim, beş sene muhtarlık yaptım ben’ diye bağırdı.

İçkiyi nasıl aldığını sordum,
Döndü yüzüme baktı, gözlerini kırpıştırdı,
‘Ne kadar çok soru soruyorsun sen, benim yüz dönüm tarlam var!’ diye bağırdı.
Özür diledim, biraz daha sessiz oturduk, herkes kendi dünyasına daldı.
Biraz sonra uyanmış gibi tekrar bana döndü, parmak uçları kesik yün eldiveninden çıkan kirli parmaklarıyla bana kışt kışt yaparak
‘Uzaklaş’ dedi.
Anlayamadım, tekrarladı:
‘Uzaklaş, uzaklaş sen benden’
‘Peki amca’ dedim, kalktım Kıbrıs şehitlerinde yürümeye başladım.




















Sağ taraftaki sokakların birinden güzel bir müzik geldi, sesi takip ederek hiç görmediğim yeni açılmış bir bara vardım. Kapıda Bira 3,5 yazıyordu, girdim.
Alt katta bir grup camdan dışarı bakarak sohbet ediyorlardı, oyalanmadan üst kata çıktım.
Eski Alsancak evinin ufak salonunda 7-8 masa ufak bir sahne , sahnede 20’li yaşlarda, saksofon da içeren bir grup, neşeli çalıyorlar. Biraz ayakta dinledim,

Margot Tenenbaum havasındaki siyah giyinmiş hüzünlü garson kız önce bir şey söyleyecek gibi yanıma sokuldu, sonra vazgeçti.

Orkestra ‘Cant take my eyes off you’ çalmaya başlayınca oturdum, parmağımla 1 işareti yaptım Gwyneth’e , hemen bir bira getirdi.
Köşe başından aldığım antepleri yiyerek beş şarkı dinledim, hepsi de güzeldi, Break on through’yu değişik çaldılar, hoşuma gitti.



Kalkarken masa arkadaşlarıma konuşmadan bir avuç antep bıraktım. Biri başıyla teşekkür etti, diğeri hiç tepki vermedi.
Tekrar caddeye çıktım, Kordon'daki bisikletime doğru yürürken yerlerde açılan sergilere de göz gezdiriyordum. Afrika işi, çerçeveli, ince uzun resimler satan bir satıcının önünde durdum,
"Kaça?" dedim,
"1,5 lira" dedi.
Aynı resimleri geçen ay Tanzanya’da çerçevesiz olarak 5 dolara satıyorlardı. Biraz karıştırdım, hoşuma gitti,
‘Dört tane alsam beş olur mu’ dedim.
‘Olsun, zaten zararına satıyoruz’ dedi.
Dün gece zabıta bütün malını almış.
Malı geri veriyorlarmış, ama cezası 40 liraymış, rüşvet de kabul etmiyorlarmış.
‘Erketen yok mu?’ dedim,
Karşıdaki satıcının kardeşi hesapta yolun başında erketeye duruyormuş, ama O da Allah'lıkmış, uyumuş.
Önündeki bir Klimmt resmini işaret ederek "Şu en alttakini verir misin’ dedim
O mu, bu mu derken
"Haa Klimmt’i mi istiyosun" dedi, verdi.
"Klimmt’i nereden biliyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Öğrendik artık hepsini, zaten bunların bir kısmını ben internetten kendim indiriyorum, bastırıyorum" dedi.
Kendi evinde eski İstanbul manzaraları asılıymış.

Dört resim seçtim parasını verip aldım.
Sabri amca’nın yanından geçtim, şarabı bitirmiş, pozisyonunu hiç bozmadan kaşkoluyla yüzünü biraz daha kapatarak başını hafif koluna yatırmış, mışıl mışıl uyuyordu.
Bisikletimi çözdüm , artık tenhalaşmış olan otobandan eve dönerken belediyenin, arkasına bisiklet geçemeyecek şekilde sıraladığı ve azcık aralamaları için yaptığım binbir türlü başvurumu kaale almadığı beton blokların önünden geçerken yine bir aracın virajı alamayıp blokları dağıttığını gördüm ve o anda sırada olmadığım için dua ettim.



Ertesi gün Çankaya’da bir çerçevecinin önünde aynı resimleri gördüm.
"Kaça?" diye sordum,
Kaşkoluna sarınmış dükkancı eliyle 1 işareti yaptı.

10 Ekim, 2009

ATINA 1990













Son zamanlarda en severek okuduğum gezi yazılarının bulunduğu Löplöpçüler sitesinde Kamboçya’yı okurken Semih Diken’in Angkor Wat’a taş toprak deyip, yeme içme faslına önem verdiğini açık yüreklilikle itiraf ettiği güzel yazısı aklıma eski bir anımı getirdi. Yorum yazsam çok uzun olacaktı, buraya yazdım:



1990 yılında Çekoslovakya'da 1 aylık Cerrahi stajından dönerken Aşık Avusturyalı Hans ile Selanik’e kadar gelişimizi daha önce anlatmıştım.
Eski ev arkadaşım Yücel Demiral ile Doğu Avrupa’da (Macaristan, Çekoslovakya ve transit Yugoslavya) 40 gün geçirdikten sonra otostopla Selanik'ten Atina’ya kadar inmiştik.
Selanik’ten sonra Platamonas ve adını hatırlayamadığım başka bir kıyı kasabasında deniz kıyılarında yattık, ama Atina’da yatacak uygun bir yer ya da ucuz bir otel bulamadık.



Koca sırt çantalarımızla sakin bir mahallede, sokak arasında kaldırıma oturmuş, litreyle aldığımız açık şarabı içip ayaklarımızı dinlendirerek nerde yatsak diye düşünüyorduk. Yanımızdan geçen, rahmetli dedeme benzeyen, onun gibi giyinmiş çok yaşlı (belki de değildi, eskiden 50 yaşındakiler bana çok yaşlı gelirken şimdi orta yaşlı diye düşünüyorum) bir amcaya “Merhaba” diye laf attım.
“Yasses” dedi geçti.
Ben ısrarla “Ben merhaba dedim” deyince elektrik çarpmış gibi döndü:
“Vre siz Türk müsünüz be yav! Ne işiniz var burda, bu gavur memleketinde” dedi
Türküz dedik, yanımıza oturdu, şaraptan ikram ettik.
Stelyo Amca Antalya’nın Demre ilçesinden 1922 mübadelesinde küçük bir çocukken ailesiyle göç etmiş. (Olay 20 yıl önce cereyan ettiğine göre demek ki o sırada 75 yaşlarındaymış)
Bize uzun uzun köyünü, nerden dönünce çeşme var falan hep anlatı.



Elindeki alışveriş torbasından gazete kağıdına sarılı, tütsülenmiş bir ringa balığı çıkarttı. Aynısı dedemde de olan eski bir çakı ile karın tarafından keserek bize ikram etti. İlk defa tattığım bu lezzete anında vuruldum, ama kokusu 2 gün elimden çıkmadı.
Şarap bitince gidip açık şarap satan mahzenden biraz daha doldurttum.

(Bardaki Yücel)




Stelyo Amca sürekli kendini Türk (ve hatta Müslüman) olarak görerek
“Ne işiniz var bu gavurların arasında, hep kahpe bunlar, eşyalarınıza dikkat edin” diye nasihat ediyordu.
Şarap bitince kalacak yerimiz olmadığını söyledik.
“Gelin bizim evde kalırsınız” dedi
İkiletmeden takip ettik.
Oğlunun merkeze yakın, güzel bir muhitteki evine vardığımızda evde kimse yoktu.
Stelyo Amca bize “Aç mısınız?” dedi, tavuklu bamya yemeği çıkardı.
1.5 aya yakındır Çekoslovakya’da et patates yemekten imanımız gevrediğinden midir nedir, o yemeğin ekşili lezzetini hiç unutamadım.



Bir süre sonra oğlu eve gelince bizim varlığımızdan haklı olarak hiç hoşlanmadı. Biz bahçede yatarız dedik, çantaları bırakıp biraz dolaştıktan sonra gece gelip bahçe duvarının dibine matlarımızı serip yattık.
Sabah Stelyo Amca oğlundan şiddetli bir azar yemiş olacak ki, bizim bu gavurların arasında çok tehlikede olduğumuza ve derhal Türkiye’ye dönememize dair yeni bir diskura başlayınca bu tatlı amcamızı daha fazla üzmemek için teşekkür edip evden (bahçeden) ayrıldık, yürüye yürüye merkeze gittik.
Yollarda grev nedeniyle çöp dağları yığılıydı. Yine grev nedeniyle bütün gece boyunca elektrikler de kesikti.



Yorulup kahve içmek için oturduğumuz bir ara sokak kahvesinde yan masada gazete okuyan komşumuzla sohbet ettik.
Ben şuursuz 80’ler gençliği olarak “Nasıl dayanıyorsunuz bu grevlere, ne kadar sinir bozucu di mi karanlıkta durmak” dedim.
Adam okuduğu gazetesinden başını kaldırıp, “Yoo, çok hoşumuza gidiyor, haklarını arayacaklar elbette” dedi.
İçimden “Sizde saça sürülecek akıl yok! Bizim memlekette olsa o işçileri iyice bir benzetirler, elektrik falan da kesilmez” diye geçirdim.
Yürü-sor, yürü-sor ucuz otel bulunur dedikleri Omonoia Meydanına geldik.



Birisinin tavsiyesiyle meydanın hemen köşesindeki eski bir iş hanının 5. katındaki Athens House Hostel’e (4, ARISTOTELOUS str )çıktık. İşhanının bir katını kapatmış otelin kapısı açıktı, kimse yoktu. Dolaştık, seslendik, sakallı 40-45 yaşlarında bir adam geldi.
Ben Türkçe olarak “Oda var mı?” diye sordum
Bıyık altından müstehzi gülerek “Var” dedi, bir oda açtı.
Mütevazi odaya çok bir para istemedi ama ben
“Daha ucuzu yok mu?” dedim.
“Var, çatıda” dedi
Hep beraber asansörle binanın çatısına çıktık. Kenarları duvarla çevrili teras uyumaya gayet müsait olduğu gibi yağmur yağarsa (Eylül sonuydu) bir kişinin yatay, iki kişinin dikey olarak uyuyabileceği ufak bir çamaşırlık da vardı.
“Burası çok güzel, ne kadar?” dedim
Gülerek “Bedava” dedi ve böylece Vasiliu ile tanışmış olduk.
Çantalarımızı otelin lobisine indirdik, sohbete başladık, birbirimizi sevdik.


(fotografını çekmeme izin vermediğinden yaşlı bir komşusu ile çektirdiği bu fotografını hatıra diye almıştım)

Eskiden sık sık ticaret ve gezme amaçlı İstanbula gider gelirmiş, Türkçe'yi ordan biliyormuş. 70’lerde Atina-İstanbul arasında taksi dolmuşlar çalışıyormuş.
Bize uzo ikram etti, dolaptan taze fasulye çıkardı. Böyle güzel ortamı bulunca Atina'daki bu şahane otelde (çatıda) bir haftadan fazla kaldık, ancak Atina’yı pek göremedik:
Bütün gün otelin lobisinde Vasiliu’nun içkilerini içtik, dolabını boşalttık, siyah beyaz televizyonunda anlamadığımız programlar, yarışmalar seyrettik, FM kanallarına hayran olup radyo dinledik
( O sırada Türkiye’de FM kanalında sadece 88 bandında de TRT 3 vardı, gerisi sessizlik) Otelde bizden başka Sergei adında bir Rus tıp öğrencisi ve iki de Rus kız çalışan vardı.
Kızlarla Vasiliu’nun arası iyiydi.
Sergei mert bir çocuktu. Para ödeyerek odada kalmasına rağmen bizim odada (çatıda) yağlıboya Akropol resimleri yapıp bunları turistik hediyelik dükanlarına satarak seyahatini finanse ediyordu. Bir gece Sergei'yi bizim odaya davet edip uzo içmesini öğrettik
(hep votka içiyordu).



Atina’da 1 hafta kalmamıza karşın Akropol’ü sadece Sergei’nin resimlerinde gördük. Bir gün (radyosunun antenini kazayla kırınca) Vasiliu bizi “Siz ne biçim turistsiniz, burda oturup duruyorsunuz. Şuracıkta yürüme mesafesinde dünyaca meşhur Akropol var, millet görmeye nerelerden geliyor, gidip gezin” diye kovaladı.



Gerçekten de yakınmış.
Yürüye yürüye Akropole çıkan yokuşun altına kadar geldik, ama ikimizde de öylesine bir bezginlik vardı ki kısa yokuşu çıkmayı gözümüz yemedi, oralarda kurulmuş olan bit pazarını dolaşıp, açık şarap alıp otelin lobisindeki koltuklarımıza döndük.



Sergei’in bir takıntısı vardı: Yengeç yakalayıp yemek!
Ancak bunu gerçekleştirecek ekipmanı olmadığı gibi yengeçin İngilizce'sini de bilmiyordu!
Biz de bilmiyorduk.
Sürekli ellerini kıskaç gibi açıp kapatarak ve yan yan yürüyerek bize yengeç taklidi yapıyor, bir zıpkınımız olsa bu taklidini yaptığım hayvandan vurur yeriz diyordu.



Bir gün bize de bir enerji geldi, zıpkın almak için çarşıya çıktık.
Sergei av malzemesi satan dükkaların yerini sormak için durdurduğu insanlara kibar bir Rus olarak “Dobri den” in tam tercümesi olan “Good day sir” diye yanaşıp yengeç taklidi yapıyor, biz de onu izleyip gülüyorduk.
Azimli çocuk sonunda bir dükkan buldu.
Dükkancı Sergei’in taklidini görünce “Haa Pavurya” dedi, ve Sergei’ye uzun şiş gibi, ucu keskin basit bir metal çubuk verdi.
Doğruca trenle Pire’ye gittik.
Biz yüzdük , Sergei heyecanla dalıp yengeç aradı. Hava kapalı, deniz bulanıktı ve su pis görünüyordu. Kısa sürede sudan çıktık, kıyıda Sergei’i beklemeye başladık.
Bu arada ben bir büfeden bir ilk defa gördüğüm tetrapakta çikolatalı süt aldım ve Yunanistan’ın gelişmişliğine hayret ettim.
Bizim ısrarlarımıza ve bir yengeç bile bulamamış olmasına rağmen Sergei sudan çıkmamakta direniyordu.
Hava kararmaya başlayınca onu suda bırakıp Atina’ya döndük.
Dışarda birşeyler yedik içtik, saat 9 gibi otele döndük ki bir de ne görelim: Sergei koca bir torba yengeç avlamış, hem de koca koca yengeçler tencerede kaynıyor.



Rus kızlar ve Vasiliu ile boş bir odanın balkonundaki masanın etrafında toplandık, Rus kızların votkaları ve Vasiliu’nun uzo ve beyaz şarapları ile patlayana kadar yengeç yedik, bayıldım.
Sergei’in o güne kadar dalga geçtiğim (taklidi dalga geçilmeyecek gibi de değildi ya...) yengeç takıntısına hak verdim.
Bir yıl önce Berlin Duvarı yıkılana dek yurt dışına çıkmaları yasak olan bu Rus gençlerle Atina’da, Vasiliu’nun otelinde geçirdiğimiz bu gece, sohbetin kıvamı ve ilk defa yediğim yengeçler çok hoşuma gitti.
Atina’daki bu yeme içme ve yayılma haftasının sonunda THY ofisinin önünden geçerken farkettiğimiz bir imkanla öğrenci kimliklerimizi göstererek (o zaman sadece Türk öğrencilerine sağlanan bir ayrıcalık) kişi başı 50 dolara yarım saatlik bir uçuşla İzmir’mize kestirmeden döndük.



50 günlük seyahatte kişi başı her şey dahil harcama 300 dolar
Alınan kilo 12

18 Eylül, 2009

İKİYÜZYETMİŞYEDİ GÜNDE DEVRİALEM (Bisikletle, 2004)






Erden Eruç'un dünyayı kas gücüyle dönme projesini anlattığı sitede eski bir dost, Steve Strange ile karşılaşınca "Ne oldu bizim Stiv acaba" diyerek sayfasına girdim, baktım.
Bir kısmına iştirak ettiğim bisikletle dünya seyahatini tamamlamış,
'Dünya turu yapan ilk bisikletçi' olarak adını Guiness Rekorlar kitabına yazdırmış.



2004 yılının Ekim ayında bir Cuma öğleden sonra Alsancak-Kemeraltı arasında bisikletle avare dolaşıyordum.
Cumhuriyet Meydanı'nda haritasını inceleyen bir uzunyol bisikletçisi görünce yanına gittim, tanıştım.



Dünya turu yaptığını söyleyince Pasaport kahvesini işaret edip
"Gel sana şurada bir çay ısmarlayayım da soluklan" dedim.
Steve Kanada'da yaşayan bir İngilizmiş. Çalışma hayatına kuryelikle başlamış. İşi geliştirip büyük bir kargo şirketinin taşradaki dağıtım ağını kurmuş, eski binaları satın alıp yenileyerek satan bir şirketi daha varmış. Bu sayede genç yaşında epey zengin olmuş.



Sonra eşinden ayrılmış, bir bunalıma düşmüş, şirketlerini satıp parayı bankaya koyup sadece hayır işlerinde çalışmaya başlamış. Kışları Kanada'da özürlülere kayak öğretmenliği yapıyor, yazları geziyormuş. Para kazanmak için çalışmasına gerek kalmamış, çünkü şirketlerini 2 milyon Pound'a satmış!

01 Eylül, 2009

ENDONEZYA-SİNGAPUR 3 (Şubat 2009)





Çıkan kısmın özeti: THY'nin sevgililer günü kampanyasından faydalanarak Endonezya'ya gelen Bora ve Levent'i Sumatra açıklarındaki ıssız Pagang Adası'na bırakan Carlos ve adamları hava bozmaya başlayınca apar topar geri dönerler.





Adada yalnız kaldık. Bize odayı hazırlayan yerli gençlerin İngilizceleri sıfır, sadece işaret dili ile anlaşabiliyoruz. Zaten yemek saatleri dışında hiç ortalıkta görünmüyorlar.


Almanlar da kendi havalarında takılıyorlar, hiç bulaşmadılar.
Biz de onlarla konuşmadık, rastlaşırsak kibar kibar gülümsedik.


Bütün gün balkonlarında tavla oynuyorlar.
Kendi aramızda da konuşmayı iyice azalttık.


Survivor adası gibi bir yerdeyiz, ama o yarışmadaki kadar kalabalık değil.


Dalga ve kuş sesinden başka bir şey duyulmuyor.


Sahilde, hamaklarda, suyun içinde yattım. Kabuk topladım, üzeri yosunlu büyük kabukları uzun uzun kuma sürterek zımparaladım, temizledim, sakinleştim, muhallebi gibi oldum.


Buradaki bir numaralı fiziksel aktivite kabuk ve mercan toplamak zaten.
Levent tembelliği, tembellikten zevk almayı bilmiyormuş. Pek beğendi,
"Bunu da öğrenmek lazımmış" dedi



Dönüşte arkadaşlarıma birer parça mercan götürdüm.


Rutubetlenmiş kirlenmiş tişörtlerimi güneşe serip temizledim.


Tamamı bize ait genişçe bir plajdayız, her köşesinde ayrı ayrı yüzdüm, mercan kayalıklarında daldım.


Buradaki mercanlar Kızıldeniz’deki kadar renkli olmamakla birlikte balıklar daha çeşitli ve daha canlı renklerde.



Balıkları ve diğer deniz canlılarını uzun uzun seyrettim.
Bir kayanın köşesini dönmüştüm ki ilk görüşte aşkı yaşadım:



Daha önce gördüğüm hiç bir şeye benzemeyen bir balık suyun akıntısında dalgalanan tavuskuşu gibi tüyleriyle karşımdaydı.


Rengi kahverengi bej tonlarındaydı. Bir şeye benzetmek gerekirse modifiye büyükçe bir barbuna benziyordu. Sırtından çıkan tüyler akıntıyla dalgalanırken gözlerinin üstünden de çubuklar çıkıyordu.


Uzun süre izledikten sonra sahile çıkınca Levent’i buldum, balığı anlattım “Ben aşık oldum” dedim, gayet doğal karşıladı.
Öğleden sonra yağmur indirdi, hava çok sıcak olduğundan canımıza minnet dedik, yüzmeye devam ettik.



Yağmur dinip de güneş açınca arkamızdaki adanın tepesine çıkmaya karar verdik. Cangıl gibi büyümüş otların arasındaki patikadan epeyce tırmandık.


Yağmurdan sonra yerler çamur olduğundan ayağım kaydı, köyden aldığım Endonezya malı parmakarası terlik koptu, yalınayak kaldım. Tepeye ulaşınca karşıdaki adanın güzelliği bizi çok etkiledi, yüzülebilecek mesafede görünüyordu.


Levent’e yüzelim diye teklif ettim. “Neme lazım bilmediğimiz deniz, akıntısı vardır, hayvanı vardır” dedi.
Hak verdim, yüzmedik.
Plajın köşesinde ağaçlara bağlı maymunlar vardı.


Daha önce de insanların tasma taktıkları maymunları motorsikletlerle taşıdıklarını görmüş bir anlam verememiştik.


Ağaçların altında bulunmalarından anladığım kadarıyla bunlar ağaçlardan hindistan cevizi koparttırmakta kullanılıyor. Hindistan cevizi normalde satılan bir meta olmakla birlikte adada mebzul miktarda yerlere dökülmüş olarak mevcut.


Canın çektiğinde kıyıdaki banka bırakılmış masatla tepesini uçurup, suyunu içip, kabuğundan kaşık yapıp etini yiyorsun. Buradaki hindistan cevizlerinin içleri belki de daha tam olmadıklarından sert değil, erimiş dondurma kıvamında, çok lezzetli.
Diğerleri gibi azcık yiyince insanın boğazına dizilmiyor.
Kitap okurken bol bol kesip yedim.


Akşama kadar konuşmadan kendi başımıza takıldık.


Bize hiç bir şey söylemeden plastik taslar içinde öğlen yemeğini getirdiler: Patatesli pilav !


Sosla biraz yenir hale gelse de pilav yemekten biraz sıkıldık. Hem pek güzel yapamıyorlar, hem de buraya gelirken kocaman karidesler, istakozlar, okyanuıs balıkları yemeyi hayal ederken, her öğün az yağlı pilavla haşlama noodle'a talim etmek hayal kırıklığı yaratıyor.


Akşam yemeğinde de pilav geldi.
Bu sefer yanında biraz haşlanmış patates havuç vardı.
Acı sos ve kalan biralarla götürdük.


Elektrik olmadığından karanlıkta biraz sohbet edip yattık.


Sabah kalkar kalkmaz duşumuzu denizde aldık.
Biz yüzerken sabah kahvaltımız geldi.



Hiç olmazsa sıcak çay beklerken yine bir tas sade pilav görünce hiç sinirlenmedik. Ada bize çok yaradığından uzun uzun güldük, kahvaltımızı ettik.

Kabuk toplayıp, denizde aslan balığının peşinde, bir kez daha görüp uzun uzun seyretme umuduyla dolaşıp biraz da kitap okuyunca saatler su gibi geçti.



Saat 12 gibi Almanları alacak olan tekne geldi, çantalarını yükleyip gittiler, ada bize kaldı.



Odalara bakan çocuklardan biri elindeki bir kağıda yazdığı
60 bin rupiyi gösterip pilav paralarını istedi.


Bomboş odada bir gece için 250 bin rupi verdik daha ne pilav parası dedim, vermedim.
Saat 3 gibi de bizi almaya gelen tekne uzaktan göründü.


O teknenin gelmesini hiç istemedim, adadan ayrılmak hiç istemedim, daha yeni gelmiştik dedim, ama çaresiz tekneye bindim,



zira iki gün sonra İzmir'de işimin başında olmam gerekiyordu.



Pagang adasını hiç unutmayacağım.


Bungus'a dönüş iki saat sürdü, yolda son kez denge çubuklarını çektim, uyudum.



Denize açılan balıkçı tekneleri yanımızdan geçti.


Birbirinin aynısı en az elli tekne vardı. Hepsinin üzerinde çepeçevre tabak gibi projektörler yerleştirilmişti. Sanırım gece bunları yakıp ortalığı gündüz gibi aydınlatarak balıklar toplanınca ağı atıyorlar.


Kıyıda yine ağ çekiyorlardı.


Levent'in kıyıya yaklaşırken çektiği Bungus Beach'in bu fotoğrafını sonradan çok inceledim, en sonunda datadaki saate bakarak yağlıboya resim değil gerçek fotoğraf olduğuna karar verdim.

Otelde Carlos yoktu, Dave bizi bekliyordu.


Desi giderken aldığımız biralara 160 bin rupi hesap çıkardı, bir de ben toplayayım dedim 125 bin çıktı. Özür dilemedi, ben de Carlos'a tekne kirasından kalan 100 bin rupi borcumuzu bırakmadım.
Beraberce Dave'in balıkları sakladığı binaya gittik. Bize akvaryumları gezdirdi, balıkları anlatı, irssaliyeleri gösterdi.



Uçak yolculuğu balıklar için daha travmatik olsa gerek ki Japonya'ya varana dek % 10 fire normal kabul ediliyormuş, ve parası istenmiyormuş.



Kayıp Balık Nemo da akvaryumlardan birindeydi, gerçek adı Palyaço balığı imiş. Pek pahalı değilmiş 10-20 dolar arası birşeydi.


Otelin ve köyün tek taksicisi Paganag'a kadar 200 bin rupi istedi. 80 bine geldik dedim, kimse inanmadı, başka araç yok dediler. Levent'in 'verelim gidelim' ısrarlarına karşın çantaları yüklenip yola çıktık, gelen geçene sol elimizle (ters trafik) otostop yaptık, bir minibüs durdu.


Kaç para vereceksiniz dedi, 70 bin teklif ettim, tamam dedi. Yolda başka yolcular da bindi, onlardan 5-10 bin rupi aldı. Meğer bu dolmuşmuş, da boş ve mavi olunca ben özel sanmışım. Neyse bizi şehir merkezinde bir otelin kapısına kadar götürdü, ben de söz verdiğim 70 bini verdim.



İmmanuel Otel temizdi, iki kişilik odaya 150 bin istedi. Bir de lüks oda vardı o 225 bindi. Ben sorumluluğu üzerimden atmak için Levent'e git sen bak, hangisini beğenirsen onda kalalım dedim.



Gitti bir fark yok dedi, 150 liği tuttuk, ama aslında fark varmış: Birinde sıcak su yokmuş! Ben bu sıcakta olsa da kullanmazdım ama Levent odaya yerleşip çantaları dağıttıktan sonra bu durumu fark edince yıkıldı, bir araba söylendi.


Soğuk duşumuzu aldıktan sonra dışarı çıktık, hava kararmıştı. Otelin koridorunda bizim adadaki Alman komşu kadınla rastlaştık. O selam vermese ben onun duş alıp saçını taramış halini tanımamıştım.
Resepsiyona 30 dolar bozdurduk, balık yiyebileceğimiz restoran sorduk, hemen yanda bir yer tarif ettiler ama karaoke barmış. Bizim Almanlar da orada yiyorlardı, selamlaşıp çıktık, sokaklarda dolaşmaya başladık.


Bulunduğumuz bölge sırtçantalı turistlerin kadığı bir yer olsa gerek ki etrafta tek tük de olsa turist var. ( Sumatra'da bulunduğumuz süre içinde hemen hemen hiç turist görmedik) Yürüdüğümüz yol boyunca yanımıza sayısız taksi yanaştı, camlardan sarkan Endonezyalı genç kızlar mütebessim makyajlı çehrelerle "Mister du yu layk çiki çiki bum bum?" diye sordular.



"No tenk yu" dedik, en sonuda 20 kadar arabanın hepsini refüze edince sormaktan vazgeçtiler.

Yürü yürü lüks bir restoran bulduk. İçerisinin dekorasyonu, garson kızların önlüklerinden başka kapının önündeki pahaı jipler ve yemek yiyen mafyöz tiplerden buranın epey pahalı olduğu anlaşılmakla beraber girip bir balık fiyatlarını soralım dedim.
Levent yorgunluktan , açlıktan , ve üç gündür sürekli pilav yemekten kaynaklanan vitaminsizlikten yine durgunlaşmış, konuşması azalmıştı.



Balıkların onsu 100 bin rupiymiş. Biz ikimiz de bir onsun kaç gram olduğunu bilemedik. Garson kızlara sormaya çalıştık ama bir türlü anlaşamadık. Levent'in parlamasından çekindiğimden yarım ağızla "İstersen oturalım" dedim. Hayatından bezmiş bir şekilde iyi oturmayalım diye homurdandı, yürümeye devam ettik.



Biraz ilerde mutfağı sokağa açık nefis bir balık lokantası bulduk. Kendimize kiloluk bir mercan türü balık, kocaman bir yengeç ve kalamar, patates kızartması sipariş ettik. Yengeç tartılırken onsu öğrendik, 100 grammış. (5 ons gelen yengeç 50 bin, balık 76 bin, pomfrit 7 bin, bira 17,500, hepsi 258 bin= 23 euro tuttu)


Otele dönerken son kalan paramızla karpuz ve annas suyu içtik (2x6bin).
Namuslu bir taksici ile sabah bizi havaalanına götürmesi için 80 bin rupiye anlaştık.
Sabah 6 30 da kalktık. Otelden çıkmadan fiyata dahil olan kahvaltıyı almak istedim. Bir bardak çayla, yumurtalı totu hızla mideye indirip kapının önünüdeki koltuklarda anlaştığımız taksiciyi bekledik, gelmedi.
Yoldan geçen bir taksiyi durdurdum, geç kaldığımızdan lafı uzatmadan direk
"Havaalanına 80 bin rupiye götürür müsün?" dedim.
"70 bine olur" dedi.
Yarım saatte havaalanına vardık.
Bu taksicinin yüzünde fazla düşünmeyen insanlara özgü bir mutluluk vardı.


Kişi başı 75 bin rupi havaalanı harcını yatırıp, kalan son rupilerle çay içtik, çocuklarımıza şeker aldık.

Küçük havaalanının beklme salonunda otururken Türk bir çift geldi. Kadın geç kaldık diye adamın başının etini yiyordu.


Biz de oturduğumuz yerden Türkçe "Geç kalmadınız, biz de o uçağı bekliyoruz" diyerek sakinleştirdik.
Dünyanın bu kadar uzak bir köşesindeki bir kasabanın havalanında bir Türkle karşılaşmak çok sırdan bir şey gibi uçak saati dışında bizimle hiç konuşmadılar. Biz de onlarla konuşmadık.



Tiger Airways diye bir havayolu gerçekten varmış. Biletler bedavaya yakın fiyatta olmasına karşın uçak boştu.


Hostes yanımıza gelip exitteki geniş koltukta oturmak isteyip istemediğimizi sordu, olur dedik. Sonra bize iki saat uçak düşerse ne yapmamız gerektiğini, kapıyı nasıl sökeceğimizi falan gösterdi. Bana bu kadar sorumluluk fazla geldi, neredeyse vaz geçecektim.


Uçak Singapur'un Budget havaalanına indi. Bence yine de lüks bir havaalanıydı, ama Levent benim havaalanı reklamıyla fotoğrafımı çekti, sonra İzmir'de çerçeveletip hediye olarak getirdi, salona astım.


Kendisi ise Budget (Bütçem) kelimesiyle görüntülenmekten imtina etti.


Singapur'da ben yine Carlo'ya gitmek istiyordum Levent ise gezmek. Havaalanında akşamüzeri uçak saatinde buluşmak üzere ayrıldık.
"Ne yapacaksın ?" diye sordum
"Hamama gitcem, masaj, manikür, pedikür yaptırcam, sonra da Couchsurfingden bir arkadaşla buluşcam" dedi.


Metro ile havaalanında Carlo'nun evine ulaşmam 2 saat sürdü. Evde arkadaşları ile oturuyorlarmış, beni gördüğüne çok sevindi. Biraz muhabbet ettikten sonra postaneye gitmesi gerektiğini söyledi, beraber çıktık, evden 100 metre uzaklaşmıştık ki yağmur çiselemeye başladı. Dönmeye üşendik devam ettik.



Kısa süre sonra kovadan boşalırcasına bir muson indirdi. Ben sadece bel kemerimdeki pasaport ve kamerayı korumak için naylona sardım, postaneye kadar duş yaparak gittik. Orada da anlaşıldı ki Carlo kimliğini evde unutmuş. Postanenin yanındaki marketten cebimdeki son bozukluklarla İzmir'e götürmek üzere bir kilo mangosteen aldım
(3 SD/kg)

Yağmur altında eve döndük, kendimizi biraya ve geyiğe vurduk. Bir fotograf çekeyim dedim, makinem çalışmadı.
Gelirken otobüste dengemi kaybedip koltuğa çarpınca objektifi yamulmuş.



Carlo'nun evine daha önce tanışmadığım, başka memleketlerden başka zeki çocuklar da geldi. Uçak saatine kadar evde bira içip erkek geyiği yaptık, çok eğlenceli bir Singapur günü oldu.
(Bu fotoğrafı sonra maille gönderdiler)


İnternetten Neşe'ye mesaj atıp pilav pişirme demek istedim ama balkonda yağmur yağdığından internet kesikti.



Evden salanarak çıktım, son Singapur dolarlarımla otobüse bindim. Müzik dinleyeyim diye MP3 çalarımı çıkarttım, ama kulaklık yok!
Levent'ten ödünç aldığım 80 euro değerinde altın kaplama Boose kulaklıkları Carlo'da unutmuşum.
Hemen otobüsten indim, eve döndüm, beni görünce çok sevindiler.
Kulaklıkları aldım, tekrar otobüse binmek için bozuk para verdiler, uyuyarak havaalanına geldim.
Levent'i bekleme salonunda çarşaflı bir kızla kahve içerken buldum.


Couchsurfing arkadaşı Lisa imiş. Yeni mezun bir öğretmenmiş, Levent'e şehri gezdirmiş. Levent biraz sıkılmış görünüyordu. Derhal kızı bana bırakıp havaalanında dolaşmaya gitti.


Sonradan söylediğine göre türbanlı öğretmenlik konusunda kızın epey kafasını karıştırmış. Ben de Singapur'daki kamusal alanda türban yasakları hakkında epey soru sordum ama hiç kafa karıştıracak konulara girmedim. Kız herhalde bu Türkler de türbana ne kadar takık diye düşünmüştür. Biraz havadan sudan sohbet ettik, sonra uçak saati gelince vedalaştı gitti.

Carlo'da içtiğim onca biraya rağmen bu sefer kitabımı unutmadım. Levent'in imkansız bulamazsın demesine karşın havaalanının danışma deskine gidip geldiğimiz uçuşun numarasını ve Orhan Pamuk'un adını verdim. İnformasyondaki kızlarla 10 dakikalık sohbetin ardından bir görevli kitabımı sapasağlam getirdi, imzamı aldı, teslim etti.
Kızların biri Rus, biri Arapmış. Singapur havaalanında her ülkeden (her dilden) danışma görevlisi çalşıyormuş, ama Türk yokmuş. "Başvurulsa alınır mı?" dedim
"Alınır!" dediler.
İngilizce bilen işsiz genç kızlara duyurulur.

Uçağa biniş salonundaki telefonların bozuk para kabul ettiğini görünce cebimdeki artan paralarla şansımı deneyeyim dedim, İzmir'i aradım, olabiliyormuş. Neşe'ye uçağa binmek üzere olduğumuzu, pilavdan başka bir yemek yapmasını söyledim, ama ne yazık ki pilavı çoktan pişirmiş.

Sabaha karşı İstanbul'a indiğimizde beni blogtan tanıyan bir okurumla, Can Murat'la karşılaştık. Onlar da ailecek Hong Kong'dan dönüyorlarmış.
Beni övücü sözler söyledi, Levent'e havam oldu.
Karılarımıza parfüm alarak iç hatlara geçtik.


İzmir havalanında Levent'le giderken verdiğimiz aynı pozu tekrarlayarak ayrıldık, evlerimize döndük.
Evde yemek olarak güveç ile pilav vardı.
Değerli kardeşim Levent'e bu gezide bana eşlik ettiği için teşekkür edip, bir haftada arayla, ilki akşamüstü, ikincisi sabahın köründe çekildiğimiz iki fotoğrafı alt alta yayınlayarak bu yazıyı noktalıyorum




THY Bilet: 600 Euro
Kişi başı harcama: 200 Euro
9 gün
herşey dahil total masraf: 800 Euro
Kitap:

Türk Ordusuyla Filistin'de
Sneaky People