17 Mart, 2013

YELKENLİ İLE YUNAN ADALARI


 

Simi, Tilos, Halki, Rodos Adaları
(Temmuz 2012) 





Geçenlerde ekşi sözlükte 'geç keşfedilen şeyler' diye bir başlık görünce hemen oturduğum yerden yelken diye bağırmak istedim. 2 yıl önce rüzgar sörfüyle başlayıp sonra ufak bir tekneyle devam ettiğim yelken sporunun beni cezbetmesinde şaşılacak bir şey yok; zira rüzgar bedava!


 


Bizim koyda bir aşağı bir yukarı epeyce gidip geldikten sonra büyük yelkenli teknelerle uzun seyahatlerin nasıl olacağını merak etmeye başladık.


 


Tam o günlerde makul fiyatlı bir yelken eğitimi fırsatı gelince Neşe telefon etti. 




 Turuncu Sailing’in kaptanı Utkan yaz boyunca aynı fiyata eğitim alabileceğimizi ve Can için para istemediğini söyleyince ilk boş haftamızda bu tura katılmaya karar verdik.


 


Talip olduğumuz tarihlerdeki tur Marmaris-Knidos (Datça) arasındaydı ama ben bu rotayı daha önce bir iki sefer katettiğimden “Yunan Adalarına gidemez miyiz?” diye sordum. Henüz bizden başka başvuran olmadığından

 "O zaman rotayı o yana çevirelim" dedi.

 


Peşinatımızı yatırıp, gezi tarihini beklemeye başladık. 
Turlar Cumartesi akşamı başlayıp Cuma akşamı sona eriyormuş.

 

Sabah erkenden İzmir’den çıkıp öğleden sonra Marmaris Netsel Marina’ya vardık. 

 


Tekne D pontonundaymış, gidip bulduk. 
(Teknelerin bağlandığı yüzer iskelelere ponton deniyor)

 


Kaptan Utkan’ın eşi ve kızı teknedeydi, az sonra kendisi de geldi. Saat 3'te diğer arkadaşlarla buluşacağımızı bildirdi. Eldivenimiz yoksa,  ilerdeki West Marine mağazasında promosyon olduğunu, ordan alabileceğimizi söyledi. 
West Marine Rahmi Koç’un  Türkiye'ye getirdiği, tekne ve denizle ilgili her şeyi satan bir mağaza.
Mağazada Rahmi Koç'un Nazenin 4 adlı yabancı bandıralı  süper yelkenlisiyle yaptığı seyahati anlattığı devasa kitap çok ilgimi çekti. Özellikle mürettebatını anlattığı sayfalar insanın zengin doğduğu zaman hayatı ve çevresindekileri nasıl algıladığı hakkında biz sıradan insanlara çok güzel bir fikir veriyor.

 


Eldiven reyonuna baktık, en ucuz eldiven 24 eurodan başlıyormuş. 
Ben normalde yelken yaparken 1 liralık kırmızı iş eldivenlerinden kullanıyorum. (Halatlar elimi kesmesin diye) 
Hatta iki sol tekim var, birini ters giyiyorum.

 

 Neşe her zamanki öngörüsü ile teknede eldiven gerekeceğini, ama 100 bin euroluk yatta yüz kuruşluk eldiven giyilmeyeceğini önceden kestirerek benim bisiklet eldivenlerimi yanımıza almış. 



 Bu bisiklet eldivenini de  zaten kendisi hediye etmişti, ancak ben bisiklet eldivenine hiç ihtiyaç duymadığımdan bunları da kürek çekerken kullanıyordum.

 


Bisiklet malzemesi fanatikleri eldivene, tayta falan çok önem veriyorlar. Amaç bisikletle kıçın arasında yumuşak bir tampon bölge yaratmaksa neden bunu selenin üzerinde değil de hijyenik kadın bağı gibi kendi kıçında taşıman gerekiyor; şahsen anlayamıyorum




 Her neyse Utkan’ın bahsettiği indirimli eldivenleri bulduk. Tabi ki yelkenle ilgilenen kadın sayısı az olduğundan sadece ellerinde kalan küçük boylarda promosyon vardı. 
Biz de Neşe’ye güzel bir çift aldık (24 TL).

 


Toplantı saatine kadar karnımızı doyurup marinadaki kafede diğer arkadaşlarla buluştuk. 

Ekibimizde bizden başka hepsi İstanbul’lu dört kişi var:

Merve finans uzmanı,
 

 Koray öğretmen ,

 

 17 yaşındaki oğlu Mert ile gelen Bülent ise reklamcı .

 

Kaptanımız ve eğitmenimiz Utkan bize kısa bir brifing verdi, 6 gün boyunca her gün birisinin kaptan olacağını falan anlattı, acil durumda ulaşılacak kişilerin telefonunu aldı.


 


Akşamüstü marinada kalmak yerine 10 mil mesafedeki Çiftlik Koyu’na gitmemizin daha iyi olacağını söyledi. Alışveriş için deneyimlerle oluşmuş bir liste verdi ve buna dayanarak Tansaş’tan alışveriş yapmamızı tavsiye etti. Alışveriş için arabamız müsait olduğundan biz gönüllü olduk. Tabi araba bagajıyla falan olacak iş değilmiş, aldıkça anladık. 

Sadece aldığımız sular bile bizim arabaya sığmazdı.

 


 Tansaş’a gittik, bir alışveriş arabası alıp meyve sebze reyonundan başlayarak listedekileri ve arkadaşların siparişlerini fiyatlarına, promosyonlarına dikkat ederek doldurmaya başladık. Araba çabucak doldu. Bir  daha aldık, bir daha aldık, baktık alışveriş bitecek gibi değil. Üç kola ayrıldık. Can tuvalet kağıdı, bulaşık süngeri gibi temizlik malzemelerini, ben peynir, zeytin, sucuk gibi şarküteriyi , Neşe de ekmek, ice tea, limonata vs. yi almak üzere dağıldık.


 

Kısa süre içinde bana alışverişten tiksinti geldi, tere battım. Sularla birlikte 5 market arabası silme doldu, kasada buluştuk. Günlük hayatında alışverişe doyamayanlar bu işi zevkle üstlenebilir. Alışverişi oldukça hesaplı yapmaya çalıştık, indirimli mamulleri seçtik, lüzumsuz gördüğümüz kalemleri almadık. Toplam harcama 650 lira tuttu, kişi başı 100’er lira düştü. 

(Kaptan geleneksel olarak masrafa katılmazmış)

 


 Daha sonra teknenin mutfağındaki dolaplarda önceki seferlerden arta kalmış pek çok gıda maddesi gördük. Sınırlı alışveriş yapmakla iyi yapmışız, her şey fazla fazla yetti, hatta epeyce de arttı. Sadece suyu liste önerilen miktarda almamıza karşın son bir-iki gün Yunan suyu içmek zorunda kaldık ki kendisi hem tatsız, hem hesapsız. 

 Tansaş’ın marinaya servisi varmış, yarım saat de dışarıda onun gelmesini bekledik (Beklerken ben 
birisi alır gider diye sürekli alışveriş arabalarını saydım) Sonunda kamyon geldi, arkasında asansörüyle arabaları olduğu gibi yüklediler.

 


 Şöför : 

Nestel Marina’ya mı?” dedi. Evet deyince, 
“Hangi Fantoma?” diye sordu, 
 “D” dedim, önlü arkalı marinaya geldik. Arabaları tekneye kadar getirdiler, torbaları elbirliğiyle içeri taşıyıp koltukların altına dolaplara yerleştirmek yarım saatimizi aldı.

 


Biz çocuklu aile olduğumuzdan arkadaşlar sağolsunlar; kura falan çekmeden 
oybirliğiyle başaltındaki master kamarayı bize verdiler.

 

 Bu kamarayı Utkan ailesi ile kalmak üzere modifiye ettiğinden lüks bir otel odasından (tabii tekne şartlarında) farksızdı.

 

 Kıçtaki kamaralar ise oldukça dardı. Hatta Utkan tekneyi ilk aldığında denizcilikle ilgisi olmayan kayınpederine gezdirirken adamcağız master kamaraya burun kıvırmış, arka kamaraların kapısından içeri bakıp 
"Arka kamaralara burdan mı geçiliyor?" diye sormuş.




Saat 6 gibi palamarı çözdük, marinanın benzincisinden depoları doldurup yola koyulduk. 
Yolda Utkan'ın koluna dövmesini yaptırdığı  fenerin önünden geçtik. Eskiden İstanbul'da çalışıp (Çalışmak derken özel şöförü, makam aracı falan olan bir işadamıymış) tatillerinde yelken için Marmaris'e yaklaşırken ilk bu feneri görür mutlu olurmuş, o da koluna koordinatlarını yazdırmış. 



  Yaklaşık 2 saat sonra güzel sakin bir kıyıya; Çiftlik Koyu’na vardık. 
Kıyıdaki 5-6 restoranın önlerinde iskele mevcuttu ama  hepsi doluydu.

 


 Utkan tanıdığı bir iki restoran sahibini cep telefonundan aradı, yine de bağlanacak bir yer bulamadı. 

Alargada kaldık (açıkta demir attık). Dingimizi (şişme bot) kalabalık yapmasın diye marinada bıraktığımızdan Utkanlar restorandan gelen bir bota binerek yemeğe gittiler. 
Biz zaten karadan bıkmışız diyerek teknede kaldık. Aldığımız sebzelerden bir kabak kalye yaptım, iki kadeh rakıyla akşam yemeğimizi yedik, yattık.

 


 Gece artan rüzgarla tekne bir hayli yalpa yapmaya (sağa sola sallanmaya) başladı. Ben rakıların etkisiyle sanki beşikte sallanıyormuşum gibi huşu içinde uyurken Neşe bir türlü uyuyamadı ve tedirgin oldu. Gece yarısı tekneye dönen Utkanlar iskeledeki bir teknenin üzerine aborda olmak (bağlı teknenin üzerine bağlanmak) üzere anlaşmışlar. O saatte demir alıp kıyıya yanaştık, sabah erken çıkacak teknenin üzerine bağlandık, tekrar yattık. 

Sabah saat 6 da tepemdeki açık hatchden üzerime düşen halatla uyandım.

 


 Koray ve Utkan üzerine bağlandığımız teknenin çıkabilmesi için manevra yapıyorlardı. Halatı dışarı atıp yardım etmek üzere ayaklandım.





Yandaki tekneyi ittiren  Koray’ın tuttuğu puntel (güverteyi çepeçevre saran ipi tutan parlak metal çubuklar)  çatırt diye kırıldı. Teknenin sahibi anında yatağından dışarı fırlayarak  Almanca
"Ne biçim iş yapıyorsunuz, hiç puntelden tekne ittirilir mi vs.” minvalinde bağırmaya başladı. Utkan da 
“Sakin ol, ne bağırıyorsun” şeklinde karşılık verince ortam biraz gerildi. 



  İskeleye bağlandıktan sonra Koray limonatasından (Limonatayı çok seviyormuş, alışverişte özel olarak kendisine iki koli limonata almamızı rica etmişti) adama 2-3 tane götürüp gönlünü aldı, sulh oldular. 

 Uykumuz kaçtığından bir daha yatmadık. Çay demleyip havuzlukta güzel bir kahvaltı yaptık. 



  Bu teknede demleyebildiğimiz son çay oldu zira sonra tüp bitti. Serçe limanında yedek tüp yokmuş, Yunan Adalarındaki tüp başlıkları da tekneninkine uymadı. 

Kahvaltıdan sonra bir süre serbest zaman oldu, isteyenler kıyıdaki jet skilere bindi (10 dakikası 50 liraymış). 
Ben binmedim, yüzdüm. Sonra da sahilde bir tur attım.
Öğleyin kıyıdaki restoranın çardak altında toplandık.

 


Harita okuma, yön bulma, rota çizme gibi konularda 2 saatlik teorik ders yaptık.


 


 Burada aldığımız bilgilere göre her gün bir kişi kaptan olacak, o gün gidilecek yolu harita üzerinde çizip hesaplayacak, limanları inceleyecek, yola çıkmadan yapılması gereken kontrolleri diğer mürettebata dağıtacak.


 


(Kıyıları, limanları anlatan rehber kitaplar varmış. Bunların en başında da Sadun Boro’nun kitabı geliyor. Mesela bir koya yaklaşırken dikkat edilmesi gereken kayalıklar, sığlıklar, varılmak istenen limanı açık denizden tanımaya yarayacak işaretler, tepesindeki antenler, binalar vs herşey bu kitaplarda ayrıntılı olarak yazıyor)  
Bu kontroller arasında mesela teknenin sintinesinde (en dibinde) su var mı? Motorun yağı tamam mı?

 


 Mutfak neta edilmiş mi? (tekne yan yattığında dökülecek kap kacak sağlam yerlere sıkıştırılmış mı)


 

 Buzdolabının kapağı kilitli mi? (bir seyir esnasında buzdolabı kapısının kilitlenmesi unutulduğundan tekne yatınca içindeki her şey yere dökülüp karşıdaki kanepenin altına yuvarlandı),

 


Lumbozlar kapalı mı? gibi işler var.


 


 Teorik olarak iyi bir fikir olmakla birlikte bu kaptanlık işi çok çalışmadı. Ben yapmaya çok hevesliydim ama günümü şaşırmışım, biraz aceleye geldi.




 Restoranda çok güzel bazlamalar yapıyorlardı fakat ekmeğimiz çok olduğundan alamadık. Aldığımız ekmekler bile yenmedi, küflendi.


 


  Yola koyulmadan önce koy müsait olduğundan tekneyle geri manevra çalıştık. Bu benim motorlu bir aracı 
denizde ilk kullanışım oldu. Herkes sırayla iki üç defa geri geri iskelede demirli iki tekne arasına girmeye çalıştı (tabi ki hayali iki tekne arasına, yoksa epey masrafa yol açmıştık) 

 Tekneyle geri gitmek biraz tırla geri gitmeye benziyor ama daha zor; zira teknenin freni yok!

 


 Ayrıca çürüksuyu atmak denen bir olay varmış. Pervaneyi ters döndürünce önce önündeki su kütlesinin boşalması gerekiyor, bu da teknenin bir süre kontrolsüz kalmasına yol açıyor. Bu arada rüzgar ve akıntının etkisiyle oluşacak kaymayı da daha manevraya başlamadan hesap etmek lazım. Velhasılı zor bir iş ama iki üç denemenin ardından elimiz bayağı alıştı. 2 saat kadar bu işle uğraştıktan sonra Çiftlik Koyundan ayrılıp Simi Adasına doğru yelken bastık. Yolda da sırayla dümen tuttuk.

 


 Önce hava çok güzeldi. 20-30 knot (1 knot= 1,85 km) rüzgarla tekne sadece genova (ön yelken) ile 9 knot sürat yapıyorduk


 

 Bu yelkenli bir tekne için oldukça hızlı sayılıyor.

 


 Knidos Burnuna yaklaştıkça hava gittikçe şiddetlendi. Rüzgarın hızı 40 knotun üzerine çıkınca kaptan tüm yelkenleri kapattırttı. Motorla, 2-3 metrelik dalgaları yararak (ve üzerimizde kırılanlarla ıslanarak) ilerlemeye başladık.


 


 Benim İzmir’de kullandığım ufak teknem rüzgar biraz sert esse alabora olduğundan böyle büyük ve oturaklı bir tekneyle fırtınada korkusuzca yolculuk etmek çok hoşuma gitti.


 


Kaptanın emriyle  tekne seyir halindeyken  Can’ın üzerinde her daim, su değdiğinde patlayıp şişen bir can yeleği olduğundan içerden çıkması yasaklandı,

 


 Öndeki kamarada kitap okudu. Bir ara gittim baktım; teknenin burnu dalgalarla havaya kalkıp suya vurdukça korkunç çatırtılar çıkıyordu. 

Yolda Utkan geçen sefer Simi Limanında yaşadığı bir tatsızlığı anlattı. Limandaki palamarcı yanaşma sırasında acemice davranan bir kursiyere ters bir söz söylemiş, Utkan da kursiyeri savununca tartışma çıkmış. 
Yunan karasularına girince bayrak çektik.

 

 Simi uzaktan görününce sevindik.


 

Simi Adası’nın U şeklinde doğal bir limanı var ve içerisi genelde yelkenli olmak üzere lüks tekne dolu.

 

 Adaya yaklaşınca acenteyi aradık, motoru ile gelip bize bağlanacağımız yeri işaret etti.



 Sonradan Utkan'a sordum, Yunanistan'a giriş, limana bağlanma, acente parası falan sadece Simi'de 150 euro ödemişiz. 


 

Gösterilen yere yandaki teknelerin de yardımıyla, onlar bizi, biz onları ittire ittire, aralarında yer açarak kıçtan kara bağlandık.


 


 Utkan bu bağlanma işinin çok stresli olduğundan bahsetmişti. Yaşayınca biz de gördük. Önce ileri gidip gireceğin yerin hizasında koyun ortasına demiri bırakıyor, sonra geri geri 90 derece kıyıya yanaşırken halatları hazırlayıp kıyıda bekleyen adamlara atıyorsun, onlar kıyıda bir delikten geçirdikleri halatları sana geri veriyor.


 

 Gerdirerek usulüne uygun tekneye bağlıyorsun. Bu anlatırken bile pek basit değil ama gerçekleştirirken bir çok sorun yaşanan ve insanın elini ayağına dolaştıran bir ameliye. Olmazsa çıkıp demiri toplayıp bir daha sıfırdan atman lazım. Demir yandaki teknelerin demirlerine zincirlerine takılıyor, çıkartamazsan orada bırakıyorsun.

 

 Çapa deyip geçme; bir çapanın fiyatı binlerce euroyu bulabiliyor. Zaten denizcilik genelde çok pahalı bir uğraş. Teknedeki bütün aksesuarlar deniz suyuna güneşe dayanıklı olduğundan çok pahalı ve hep euro ile satılıyor. Örneğin vinç denen halat sarmaya yarayan bir makaranın fiyatı 1000 euro. Bizim teknede bundan 4 tane var.

 

 Buraya gelirken yolda iyi bağlanmamış alüminyum pasarellamız (iskeleye dayayıp kıyıya çıkmaya yarayan düz lata) bir yalpada denize düştü. Düştüğü yerin derinliği 100 metre, pasarellanın fiyatı 400 euro imiş. 
Utkan derinlik göstergesine baktı, gözünü kırpmadan yola devam etti. Tüh bile demedi.

 

 Benim başıma gelse 40 gün yas tutardım herhalde. Öte yandan bu kış gittiğimiz Kenya’da bindiğimiz yelkenli teknelerde kulanılan malzeme o kadar haraptı ki bizim yelkencilik dünyasındaki bu pahalılığı anmadan geçemedim.

 

 Kenya’lı denizcilerin Hint Okyanusu ile mücadele ettiği teknenin halatları beş benzemez naylondan, çapası inşaat demirinden, yelkenleri ise delik deşikti.

 

 Kenyalı kaptana sordum bütün armasıyla birlikte teknesinin sıfırı 20 bin liraymış

.  

 Bir fikir vermesi açısından Utkan'ın 20 yaşındaki Turuncu teknesinin fiyatı 250 bin lira.

 

Bizden de aykırı bir örnek Yavuz Kaptan’ın okyanusu geçtiği tekne. Konuyu dağıtmak pahasına bunu anlatmadan geçemeyeceğim:
Geçen kış laf olsun diye internette satılık tekne ilanlarına bakarken bir ilanın altındaki açıklama dikkatimi çekti. İlanı veren kişi satılığa çıkarttığı teknesiyle Atlantik Okyanusu'nu geçtiklerini belirtip blogunun adresini veriyordu. Merak edip girdim ve okuduklarıma inanamadım:
Daha önce hiç (ama hiç) yelkencilik deneyimi olmayan bir çift Amerika'dan aldıkları tekneyi Mersin'e getirmişler.

 


Dayanamayıp ilandaki telefon numarasını aradım. 
 Teknenizi almakla ilgilenmiyorum ama yaptığınız işe büyük hayranlık duydum tebrik etmek istedim dedim. Çok memnun oldular, zira bugüne kadar hemen hiç takdir görmemişler. Türkiye'deki yelken forumlarına maceralarını yazdıklarında herkes duymamazlıktan gelmiş. Telefonda sohbet ilerledi, Yavuz ve eşi Ümit'i İzmir'e davet ettik. Yavuz uçaktan korkuyormuş, siz gelin dediler. Bize zaten gezmeye bahane lazım, hemen atladık Mersin Mezitli'ye gittik.

 


 Hikayeleri kısaca şöyle: Yavuz bir gün plajda yüzerken kıyıya bağlı bir kayığa tırmanıp içine oturuyor. Teknenin sallanması, suyun şıpırtısı hoşuna gidince  ben de bir tekne alayım düşüncesi oluşuyor.


 


 Amerika'da tekne fiyatları ucuz, kendisi de yılın 9 ayını Amerika'da tır sürerek geçirdiğinden ordan almaya karar veriyor. Tamamını 11 bin dolara aldığı tekneye kendisi bakım yapıyor.


 


 Sonra ellerinde fotokopi küçük bir Atlas Okyanusu haritasıyla yola çıkıyorlar.


 


 Bilgileri tamamen teorik, daha önce hiç yelkenli kullanmamışlar!  Hava durumu, basınç, fırtına vs hiç bir şey bilmiyorlar. 

Sora sora, öğrene öğrene, yavaş yavaş 3 ayda Türkiye'ye geliyorlar.  O kadar yavaş ki ortalama hızları 2,5 knotmuş, yani 4 km/s (yürüme hızı 5 km/s)



 Mezitli'de de bize mutfak meziyetlerini gösterdiler. 

Neredeyse bütün hafta sonunu mutfakta Yavuz'un kendi yaptığı masanın başında, bir yandan yemek hazırlayıp yerken, bir yandan sohbet ederek geçirdik. 
 Özellikle  pizza hayatımda yediğim en güzel pizzaydı.

 


Bize seyahatlerinde çektikleri videoları, bakkal defterinden farksız seyir defterlerini, yegane fotokopi haritalarını gösterdiler, anılarını anlattılar. Pek güzel ağırlandığımız bu evde bize çok benzeyen bir ailenin dostluğuyla karşılaştık. 

 


Yavuz beni Amerika'yı tırıyla turlamak üzere davet etti. Amerikan vizesi koşulları değişirse (telefonla konuşmak için para yatırmak gibi)  bayılarak geleceğimi söyledim.




Her neyse nerde kalmıştım;
400 euroluk pasarellayı daha ilk günden denize düşürünce bundan sonraki günlerde teknenin kıçıyla kıyı arasını atlamaya başladık.

 


 Tekneden kıyıya atlamak nispeten kolay da, taverna dönüşü kıyıdan tekneyi tutturmak bazen oldukça güç olabiliyor.



 

Tekneyi bağladıktan sonra tam karaya atlayacaktık, motorlu bir Yunan polisi gelip kaptanı aldı gitti, bize de tekneden inmememizi söyledi.

 


Sonradan öğrendiğimize göre Utkan’ın geçen sefer dalaştığı palamarcı bu sefer limana girerken kendi ifadesine göre kıyıdan bizim tekneye bekleyin diye el kol hareketi yapmış, Utkan ‘da yine kendi ifadesine göre işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yapmış. 
Palamarcı durur mu; hemen gidip polise bu teknenin kaptanı bana orta parmağıyla hareket yaptı diye şikayetçi olmuş. Koray ‘da Utkan’la birlikte gitti. 
Biz de havuzlukta  kıyıdan geçenleri izleyerek dönmelerini bekledik.

 


 Bir saat sonra döndüler.
 Liman başkanı gelecekmiş onu bekleyecekmişiz. Bir süre sonra liman başkanı dedikleri gençten bir zat geldi, palamarcı da bulundu geldi (turuncu tişörtlü), hep birlikte hararetli bir tartışmaya daldılar. 















Bu tartışmaya da karışmadan yarım saat kadar izledikten sonra dayanamadım, gidip liman başkanına kendimi tanıttım.
“Bak" dedim “ailemle birlikte adanızı gezmeye geldik, akşam oldu hala bizi teknede oturtuyorsunuz, bu mudur yani Yunan misafirperverliği", filan .


 

Liman başkanı utandı, "Haklısınız, kusura bakmayın" dedi, Palamarcıyla Utkan’ı öpüştürdü, barıştırdı. Büyük aşkların büyük nefretlerden doğması gibi daha sonra ikisi nerdeyse kan kardeş olacaklardı. Palamarcı gece Utkan’a hediye bir şişe şarap getirmiş. Limandan ayrılırken karşılıklı el sallaştık.

 

 Her neyse sulh olunca biz de kıyıya çıktık. Hava kararmak üzereydi. Ekip hep birlikte bir restorana gitmeyi kararlaştırdı. Bizim mizantrop yapımız teknedeki sosyalleşmeye henüz uyum sağlayamadığından Simi’yi kendimiz gezip keşfetmeye karar verdik. Kıyı boyunca bir tur yürüdük.

 

Kocaman iki katlı teknelerin lüks daire kıvamındaki arka teraslarında kocaman masalarda garsonların hizmet ettiği akşam yemekleri yeniyordu.

  








Ben bu tip milyonlarca dolarlık tekneleri ilk defa yakından gördüğümden gözlerime inanamadım. Ne akla hizmet böyle bir yatırım yaptıklarını anlayamadım. İnsan evindeki lüksü denize taşımak için neden bu kadar masraf eder.

 

Kıyıdaki cıvıl cıvıl tavernalar dururken neden kıçtan kara bir teknede sessiz sessiz yemek yer? 
Sanırım insanın eline kolay yoldan ve harcayamayacağı kadar para geçince böyle abidik gubidik işlere yöneliyor.

 

 Şahsen benim çok samimi olarak düşüncem, kendi 4,5 metrelik teknemi bu -Allah sahibine bağışlasın, ultra lüks yatlarla değişmem.

 

 Kıyıdaki restoranların hangisine otursak diye bakınırken Neşe Manolis diye bir restoranı gösterip “Simi’ye gelen bütün Türkler bu restorandan bahsediyor, çok meşhurmuş, buraya oturalım” dedi. Gerçekten de kalabalık olan restoranda kıyıda bir masa bulup oturduğumuzda etrafımızdaki masaların çoğunun Türkçe konuştuğunu farkettim.


 

 Suratsız bir garson menüleri getirdi. Daha doğru dürüst bakmadan geri gelip sert bir tavırla “Ne istiyorsunuz” diye sordu. Suratsız garsonlu restorandan ve suratsız resepsiyonistli otelden uzak durma prensibimizi uygulayarak “Hiçbirşey “ diyerek hemen kalktık. Ayrıca menüdeki fiyatlar diğer restoranlara göre bariz daha pahalıydı. Örneğin buraya gelen herkesin mutlaka yediği meşhur Simi karidesi her yerde 10 euro iken burada 12 euroydu. (Simi karidesi dedikleri; Türkiye'de yenmeye değer görülmeyip balık yemi olarak kullanılan minicik çimçimlerin ayıklanmadan zeytinyağında kabuğu ile şöyle bir çevrilip, azcık da tuz ile şeker atılıp çıtır çıtır yenmesi oluyor)

 

 Daha sonra öğrendiğimize göre Manolis’te gecenin ilerleyen saatlerinde  tabak kırma atraksiyonu yapılıyor ve tabak kıran masaların herbirine 50'şer euro tabak parası ekleniyormuş. 





Koyun tam dibindeki bahçeli restoran hoşumuza gitti.  Kapıda bizi karşılayıp buyur eden yaşlı garson, restorana da adını veren sahibi Vasili’ymiş.

 

 Son derece güleryüzlü bir şekilde bizi oturttu mezelerini anlattı, biz de Can’a sosis, kendimize karışık kızartma ile kızarmış peynir (saganaki) söyledik.

 

 Yarım litre Retsina şarabı ile hesap 39 euro tuttu.

 

 Sabah kıyıdan elektrik aldığımızdan mutfakta çay demleyip havuzlukta kahvaltımızı ettik. 
Diğer arkadaşlar teknede her şey olmasına rağmen teknemizin önünde bağlı olduğu kafede kahvaltı etmeyi tercih ettiler.


 

 Belki tümünün İstanbul’lu olmasından (İstanbul’da araba park parasına İzmir’de arsa alınıyor) kaynaklanan bir durum ama hayretle müşahede ettik ki bize çok pahalı gelen eurolu fiyatlar onlara hiç koymuyordu.

 

 Bizim sözgelimi Hindistan’da ya da Suriye’de hissetiğimiz 'Burası ne kadar bedava,  hiç kasmadan yiyip içelim' duygusunu her daim yaşadılar . 

Kahvaltıdan sonra yediklerimiz sindirmek için adanın tepelerine tırmandık. 

 

 Kıyı her ne kadar sosyetik olsa da yukarlardaki evlerde adalılar kendi mütevazi hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar.

 

 Can yokuşlardan biraz yıldı.

 


Bir süre kendini taşıttı.


 

Hatta bir ara isyan edip oturarak bizim tırmanıp gelmemizi bekledi.

 

 Ada bütün Yunan Adaları gibi minimalist bir zevki yansıtan sokaklarla dolu.

 

 Özellikle kiliselerin etrafında deniz taşından mozaik döşenmesi çok yaygın. 

 

 Gittiğimiz bütün adalarda bunu gördük.

 

 Yalnız taşları bizim yaptığımız gibi yatay değil dikine döşediklerinden, yapması zahmetli ama çok dayanıklı görünüyor.

 

 Limanın köşesindeki Duty free'yi de ziyaret ettik. 
Burada litrelik Yeşil Efe'nin 10 euroya satıldğını görünce koşup Utkan’a buradan rakı alıp alamayacağımı ve alırsam ne kadar alabileceğimi sordum. 
Rodos'ta da duty free olduğunu ama buranınkinin daha iyi olduğunu, istediğim kadar alabileceğimi söyleyince geri dönüp bir miktar rakı aldım. Bunları nasıl taşıyacağımı düşünürken çalışan kadın:  
“Siz gidin biz teknenize getireceğiz “ dedi

 


Sevinçle “Aman size zahmet olacak” dedim.
 Meğer kaçak olmasın diye kural tekneye teslimatmış. Hatta fiyatlar da  buradan Yunan adasına gidersen başka, Türkiye’ye dönersen başkaymış. Bana sorduklarında dürüstçe:
 “Henüz dönmeyeceğiz ama nihai hedefimiz ve içeceğimiz yer Türkiye” dedim 
“Tamam biz sizin aldıklarınızı Türkiye’ye çıkış yapan bir tekneye kaydederiz” dediler.


 


Gerçekten de biraz sonra kadın bir Vespa ile bacaklarının arasına sıkıştırdığı bizim alışverişi getirdi. 
Dünya turunda Karayiplerden rom stoklayanlar misali biz de başaltındaki yatağımızın altına yalpada kırılmayacak şekilde şişeleri güzelce istifledik.

 

Kıyıyı bir de gündüz gözüyle gezdik. 
 Bu teyze bize güzel sakız çiçekleri verdi, İzmir'e dikmemiz için.

 

 Öğlene doğru Simi'den ayrılıp Tilos Adası'na doğru yelken açtık.

 

 Yolda yine sırayla dümen tuttuk. Hava sertti, güzel bir orsa seyriyle (rüzgarın üzerine giderek) 6 saatte Tilos’a vardık.

 

 Boştakiler teknenin rüzgar üstünde dizilip denge için ağırlık oluşturarak çok zevkli bir yelken seyri yaptık.

 

 Akşamüstü ulaştığımız Tilos Adası'nın ufacık bir barınağı varmış.



Fotoğraf: Caroline Arms

İçeri girerken  limana bakan kadın mendireğin ucunda el kol hareketleriyle dolu girmeyin falan dedi ama Utkan anlamamazlıktan gelip içeriye girdi, bir tur attı. 
Baktık kadın haklı, gerçekten hiç yer yok, tekneler birbirinin üzerine bağlanmış.

 

  Mecburen plajın karşısına açıkta bekleyen diğer teknelerin arasına demirledik. Bu adadaki restoranı Utkan yol boyunca çok methetmiş, hem lezzetli hem de diğer turistik adalara göre çok ucuz olduğundan dem vurmuştu. Ancak limana bağlanamadığımızdan ve şişme botu da lazım olmaz diye Marmaris’te bıraktığımızdan karaya çıkamadık. 
Restoran karşımızdaydı ama ulaşamıyorduk.

 

 Ben zaten yüzmek istediğimden gideyim bir tekne bulayım dedim, suya atlayıp kıyıya yüzdüm. 
 Can da benimle geldi.

 

 Restorancıya gittim, çok yemek yiyecek sekiz kişi olduğumuzu, bizi teknesiyle alıp alamayacağını sordum. Utkan’ı tanıyormuş ama “Teknem yok, zaten burada kimsenin teknesi yok, sadece bir Almanın var, onu bulursanız belki size yardımcı olur” dedi . Gerçekten de kıyıda sadece iki küçük kayık ve birkaç büyük balıkçı teknesi vardı.

 

 Gidip Alman’ın kapısını çaldım, evde yoktu. Bir kafede bira içerken buldum. O da günahı boynuna "Motorum bozuk" dedi. Birisi balıkçı Stelyo’ya sor dedi. 
Stelyo'yu kıyıda bir masada arkadaşıyla pineklerken buldum, derdimi anlattım: 
“ Kıyıdan 50 metre açıkta duran şu tekneden 8 kişiyi kıyıya çıkartıp 3 saat sonra da aynı tekneye geri götüreceksiniz. Kaç para istersiniz?” diye sordum

 

 15 dakika aralarında Yunanca tartıştılar, en sonunda Stelyo "150 euro” diye sonucu bildirdi. 

 “Ne yaptın ya,  gidiş dönüş 100 metrelik yol, hadi 50 euro verelim” dedim. 
 Alay mı ediyorsun diye güldüler.

 

Tekrar restorana döndüm, yok mu başka bir çare dedim. "Bizde ufak şişme çocuk botu var, isterseniz yemekleri pişirip onun içine koyarız, kürek çekerek götürürsünüz ama sonra botu geri getirmeniz lazım" dediler. 
Deniz kaba dalgalı olduğundan hiç aklıma yatmadı. 
Tekrar limana gittim, tekneleri yerleştiren sert tavırlı kadını buldum. Aslen Almanmış, adı da Eddie’ymiş.  Hatta bu yazıyı yazarken internette arattım, pek çok kişide iz bırakmış. Bir tekne sahibine öyle çıkışmış ki adamcağız: 

"Dur bakalım, biz ne zaman evlendik" demiş.

  

 Ben de kendimi tanıttım. Usulünce;
 “Geçen gece de böyle alargada kaldık, karım çocuğum pek perişan oldu, n'olur bizi içeri alsanız” dedim.

 

 Eddie “Tekneniz kaç metre?” diye sordu. 
Aslında 15 metre olmasına karşın ben safa yatarak; "Tam bilemiyorum, herhalde 10 metre civarında bişey“ dedim. 
Düşündü, düşündü, düşündü; birtakım hesaplar yaptı. En sonunda "Şu teknenin üzerine aborda olabilirsiniz ama sabah çok erken çıkacak” dedi. 
Sevinçle kabul ettim. 
"Hangi tekneydi sizinki" diye sordu
Turuncu der demez, “Turuncu mu, o 15 metre, üzerine bağlanacağınız tekne 9 metre, hava sert, hayatta olmaz” dedi.
 



 Kös kös döndüm, yüzerek tekneye çıktım, kötü haberi verdim. Kanımca tek olasılığın yüzerek kıyıya çıkmak olduğunu, restoranda kuru havlular bulunduğunu, ancak dönüşte alkollüyken yüzerek tekneye çıkmanın sorun olabileceğini söyledim. Benden başka hiç kimse bu fikre sıcak bakmadı.

 

 Balıktan dönen bir emekliye el kol ettik, derdimizi anlattık.

 

 Adam bizi kıyıya çıkartmak için para istemediğini ama para versek bile dönüşümüze yardım edemeyeceğini söyleyince teknede soğuk mezelerle takılmaya karar verdik.

 

 Koray bir de kendisi şansını denemek istedi, yüzerek kıyıya çıktı, 1 saat sonra eli boş döndü. Tekneye aldığımız nevale ilk ve son defa burada işe yaradı.


 

 Şarküteri ve meyvelerle güzel bir sofra hazırladık, çok güzel bir yemek yedik.

 

 Gecenin karanlığında sallanan teknede yediğimiz bu yemekten herkes çok zevk aldı ve kaynaştı. Rakıyı içince Utkan’ın içinden, Cem Yılmaz çıktı. 
Öyle ki anlattığı hikayelere gülmekten karnımıza ağrılar girdi.

 

 Sabah müsli ile kıyıyı seyrederek kahvaltı ettik.

 

 Ailecek yüzerek karaya çıktık, bir saat kadar tur attık.

 

 Tilos küçücük bir ada, pek az insan var. Kafa dinlemek için birebir. Söylediklerine göre Deniz Akkaya da burada tatil yapıyormuş. 

Bu adaya gelirken ve çıkarken dümende Can vardı.

 

 Ayrıca yolda denizci bağları dersi vardı.

 

 Bu bağların en kafa karıştıranı ızbarçoyu daha önceden bildiğinden Can'ın büyük havası oldu. Ders boyunca dümeni hep Can tuttu.

 

 Utkan da Can’ı yelkenciliğe heveslendirmek için elinden geleni yaptı.

 

Tilos’tan saat 10 30 gibi ayrıldık. Sakin bir pupa seyri ile (rüzgarı arkamıza alarak) saat 13:30'da Halki Adası'na vardık. 
Yolda ayıbacağı yaptık (rüzgar tam arkadan geldiğinde iki yelkeni yan yana kelebek gibi açıp çok hızlı gittik)

 

 Halki Adası pek kalabalık değildi. Yüzer iskelede rahatlıkla boş yer bulduk. 

Daha Çiftlik Koyundayken iskelede  tanıştığımız Sadık Bey ve eşi de bizim rotayı takip edip hep yanımıza bağlandılar.



 

 Pek şirin bir adaymış Halki. Simi’nin daha az turistik olanı denebilir. 

 

 Bizim bu seyahatteki en sevdiğimiz ada oldu.



Tekneyi bağlayıp neta ettikten (ortalığı düzelttikten) sonra adayı dolaşmaya başladık.

 

 Kıyıdaki restoranları Ruslar doldurmuştu, sanırım bir kısmı günübirlikçiydi

.

Tepelere çıktık, ara sokaklardan denize indik.

 

 Denize sıfır balkonlu bir taş evden gelen Türkçe konuşmaları duyunca kimmiş, neymiş diye sorduk. 
Yazları gelip burada ev kiralayan İstanbul’lularmış, haftalık kira 400 euroymuş.

 

Bülent de kıç kamarasından daralıp oğlu Mert ile birlikte bir pansiyona çıktı, geceliği 50 euroymuş.


 
Limana kocaman bir feribot geldi.

 

 Adaların en büyük atraksiyonu feribot gelmesi.

 

 Biz de bir gün uzaktan, bir gün iskeleden  feribotun gelişini izledik

 

 Koca feribotun ufacık limanda manevrası ilginç oluyor

 

 Kıyıdaki balıkçı kahvelerinde oturduk, kahve içtik, Can dondurma yedi 
(Türk kahvesi 2,5, dondurma 5 euro)


 

 Halki'de de Simi karidesi meşhur. 
Sabahtan akşama kilolarca karides ayıklıyorlar

 

 Akşam yemek için Maria’s diye sevimli bir tavernayı gözümüze kestirdik ama arkadaşlar başka bir tavernada yer ayırtmışlar.

 

 Tekneye dönüp iskelede yüzdük.

 

 Havuzlukta cin tonik içerek kitap okuduk.



Sürekli yüz yüze baktığından iskeledeki diğer teknelerle komşu gibi oluyorsun

 

 Tam karşımızda iki tane büyük kiralık katamaranda tahminime göre meşhur bir kız kolejinden mezun olalı 30 yıldan fazla geçmiş lise arkadaşları kocalarıyla birlikte tatil yapıyorlardı.

 

 Epey bir  orta yaşlı kadın gürültüsü oldu. Yemek saatinde katamarandan katamarana zeytinyağlı dolmalar, barbunya pilakiler taşındı. 
Hemen yanımızdaysa İskoç aksanlı iki eşcinselin bulunduğu yine kiralık bir Yunan teknesi vardı.

 

 Bamya ayıklayan adamlarla sohbet ettim. Aslında Hollandalılarmış, İskoçya’da okuduklarından İngilizceyi öyle aksanlı konuşuyorlarmış. 
Pek huzurlu ve cana yakınlardı.

 

 İskelenin çıkışında bir bakkal var, su, buz, bira derken onlarla da ahbap olduk.



Akşamüstü çaprazımıza içi Rus hanım kızlarla dolu Hallberg Rassy marka bir tekne demirledi.

 

 Anladığım kadarıyla bu tekne denizcilik camiasında Mercedes’e falan tekabül ediyormuş . 

Konuyla ilgili herkesin hem tekneye, hem içindekilere ağzının suyu aktı.

 

 Nitekim akşamüstü giyinip karaya atlarken Utkan’ın gözü bir an yandaki tekneye kayınca yere biçimsiz bastı, dizi dönüp yerde kıvranmaya başladı.

 

Diz bağları meğer daha yeni iyileşmiş. Hepimiz çok üzüldük.
"Beni bırakıp gidin" dedi. 
"Olur mu hiç öyle şey" dedik. Ben muayene ettim, lise arkadaşları soğuk kompresler, Sadık Beyler çeşitli merhemler getirdi, dizini sardık. Koltuk değnekleri  hala teknedeymiş, bizim de desteğimizle zıplaya zıplaya restorana ulaştık.

 

 Sadık Bey ve eşi de bize katılınca 10 kişilik uzun bir sofra oldu.

 

 Bol deniz mahsülü ve bol uzo (hatta Barbayanni yetmedi de bizim teknedeki zulayı patlattık) tüketildi, kişi başı 25 euro hesap ödedik. 
Deniz mahsulleri pek başarılı değildi; o kadar ki kalamarlar masada kaldı.

 

 Üzerine adanın bir aile tarafından işletilen pastanesinde dondurma-jöle yiyip tekneye döndük. 


Gerçekten meyhane dönüşü tekneyi tutturamayıp denize düşmek isten değil.  Tüm konsatrasyonumu toplayıp tek gözümü kapatarak atladım, düşmedim. 



Can’ın isteği üzerine bu gece dışarıda kamaranın üstünde yattık.

 

 Yıldızların altında uyumak çok güzeldi ama ben sabaha kadar Can yuvarlanıp denize düşer diye tavşan uykusu uyudum.

 

 Sabah kahvaltıyı arkadaşlarımız yine sahideki kafelerde, biz yine teknede yaptıktan sonra Rodos’a doğru yola çıkmayı planlıyorduk ki Utkan'ın aklına Rodos’taki acenteyi aramak geldi. Limanda hiç boş yer yokmuş. Telefonda yer bulmak için çok uğraştı, ısrar etti, flörtöz konuştu; ııh, olmadı. Macburen Halki’de bir gece daha kalacağımız anlaşıldı. 
 Biz buna çok sevindik, zira Halki’yi çok sevdik.


 

 Gidebilsek Rodos’ta iki gece kalacaktık. 
Bir gün daha burada olduğumuz anlaşılınca önce biraz daha geri geri iskeleye yanaşma manevrası yaptık. 
Sadık Bey de gel gel topla diye bize değnekçilik yaptı.

 

 Sonra adanın etrafını dolaşmaya karar verdik.
Bakkaldan ufak bir fotokopi harita aldık. Daha ilk burnu döner dönmez nefis bir koya ulaştık. (Pondamos Koyu)
Denizin rengi muhteşemdi.

 

 Adayı dönmekten vazgeçip burada demir atıp akşamüstüne kadar yüzdük, karnımızı karpuz peynirle doyurduk.

 

Merkeze geri döndüğümüzde bu akşam senin beğendiğin Marias Taverna'ya gidelim dediler. 
Dün deniz mahsülüne doyduğumuzdan bu sefer hep sebze, zeytinyağlı, peynir kızartması gibi şeyler istedik, daha doğrusu menüdeki deniz mahsülleri dışında her şeyi ikişer üçer söyledik.

 

 Marias’tan çok memnun kaldık. 

Hem mezeleri lezzetli hem çalışanları güleryüzlüydü.

 

 Tıkabasa yedik, 2 tane 70’lik Uzo Barbayanni içildi, kişi başı 18 euro ödedik.  
Kalabalık gezmenin avantajı bu oluyor. Her şeyden bolca yiyorsun, hesap azcık geliyor. 
Rodos’ta yerimiz ayrıldığından Utkan sabah 6 da yola çıkacağımızı söyledi, erkenden yattık. 
Yine de sabah yola çıkışımız 9:30 u buldu. 


 


Bir süre yelken yaptıktan sonra rüzgar kesildi, motoru çalıştırdık. 
Sadık Bey bir süre bizi takip etti ama en sonunda sıkılıp gazı kökledi. 

 

Rotamız boydan boya Rodos Adası'nın kuzey kıyısını takip ediyordu.


 

 Tekne otomatik pilotta motorla giderken bize iş kalmadığından isim şehir oynadık.Çocukluğumdan beri oynamadığım bu oyuna önce kerhen katıldım ama sonra çok eğlendik.

 

 Özellikle İstanbul'da reklamcılık yapan Bülent’in ünlü diye yazdığı adı sanı duyulmamış genç manken kızların  fotoğraflarını Google'dan bulup ünlü olduklarını ispatlamaya çalışmasına çok güldük.

 

Sonuncu olana şampanya alma cezası vardı, ben sonuncu oldum. Bu sonunculuğun dürüstlüğümden kaynaklandığını gururla savundum.

 

 Bugün sınav sonuçları açıklandığından Koray çok heyecanlıydı. Anladığım kadarıyla İstanbul’da çok meşhur bir özel öğretmenmiş ve kişiye özel programlar uygulayarak zengin ailelerin çocuklarına istedikleri okulu kazandırıyormuş.  Kendisi ders ücretinden başka bir şey istemese de amaçlanan hedefe varılırsa otomobil gibi büyük ikramiyeler teklif edildiği de oluyormuş. Sınav sonuçları iyi geldi, sürekli telefon başında birbiri ardına öğrencilerinin kazandığı okullara sevinince tüm ekibe akşam yemeği ısmarlamaya karar verdi. Utkan "Benim kale içinde çok sevdiğim bir restoran var, oraya gidelim, ama sana çok gelir beraber ısmarlayalım" dedi.

 

 Bu Utkan nasıl bir ticaret yapıyor anlamış değilim. Zaten fiyatları emsallerine göre çok düşük, denize düşen pasarella ile bir öğrencinin parası da dibe gitti. Bizim kaptana yemek ısmarlamamız gerekirken o bize ısmarlıyor.
Neredeyse üstüne para verecek…

 

 Rodos limanında bizi acente adına Figen adlı bir Rodos Türkü karşıladı.

 

 Kıbrıs aksanıyla konuşan çok neşeli bir kızdı, hemen kaynaştık. Rodos’un Mandraki Limanı şehrin hemen içinde kale duvarlarının önünde yer alıyor.


 

Tekneyi bağlayıp neta ettikten sonra karaya çıktık. 
Kale içine girdik.

 

 Geçen sefer buraya cruise gemisi ile geldiğimizde günlerden Pazardı ve her yer kapalıydı. 

Bu sefer ise cıvıl cıvıl kalabalıktı.

 


 Sahil boyunca yürüdük çok güzel plajlar varmış.

 

 Plajda Çeşme'dekine benzer localar, localarda Çeşme'dekine benzer gençler vardı.

 

 Geri dönüp Can’ın hastası olduğu atlama kulesinin karşısında plaja yerleştik

 

Kalan günümüzü plajda yüzerek geçirdik. 
Akşam yemeği için bedestende Agora Taverna’ya gittik. 
Bir nevi Kaptanın gala yemeği ve veda gecemiz olduğundan herkes gayet şık giyinmişti.

 

Ayrıca Koray ve Utkan Sadık Beylerle, Figen ve Rodos'tan başka tanıdıkları da davet etmişlerdi.

 

 Bedestenin ve tavernanın ortamı pek güzeldi. 
Canlı müzikle dans edenler oldu.  

 Bu tavernanın hususiyeti deniz mahsullerinin çeşitliliğiymiş.

 

Nitekim sofraya gelen mezelerin yarısını tanımıyorduk.
Ben içlerinde deniz kestanesi yumurtası ve kayaların üzerine yapışan kabuklunun içini tanıyabildim.
















Bir kısmını sordum garson kızlar tarif etmeye çalıştı ama tek anlayabildiğim kimbilir hangi deniz kabuklusunun içleri olduğuydu. 
 Burada da yine çok güzel sohbet muhabbet ile gece yarısına kadar oturduk.

 

 Gece yarısı biz uyuyan Can’ı kucakta taşıyarak tekneye dönerken diğerleri Rodos’un gece hayatına, Colorado diskoya doğru aktılar. Geri geldiklerinde saat 2 30 du. O saatte de biraz muhabbet edip yattık. 
Mert Rodos’tan bulduğu arkadaşlarla muhtemelen kendini darı ambarına düşmüş gibi hissederek takılmaya devam etti. Ben de 17 yaşımda bu deneyimi yaşamak isterdim doğrusu.

 

 Zavallı babası Bülent, O sabaha karşı dönene kadar merak ettiğini belli etmeden uyanık kaldı. 
 Ertesi sabah mutad olduğu üzere biz teknede, onlar kafede kahvaltı ettikten sonra Bülent, Mert ve Koray Rodos’ta kalmaya karar verdiklerinden vedalaşarak ayrıldık.

 

 Gerçekten böyle yaş ve kafaca uyumlu birbirine saygılı bir ekibe düştüğümüz için çok şanslıydık.

 

İlk günlerde herkes biribirini tarttıktan sonra daha bir kaynaştık, evlerimize döndükten sonra da haberleşmeye devam ettik. 

 

 Bizden başka teknede sadece Merve kaldı . 

 

Merve Rodos'u gezmemiş, birlikte kale içinde bir tur daha attık.


 

 Teknedeki kursiyer sayısı azalınca teknede dümen tutma süremiz arttı. 

 

 Ben dümen tutunca halat işleri kızlara kaldı.

 

 Arkadan gelen rüzgarla saatte 6-7 knot sürat yaparak 3 saatte Marmaris’in Kadırga Koyu’na geldik. 
Kıçtan kara olup kıyıdaki kayalardan koltuk halatı almaya çalışırken Merve kayalardan elini kesti.

 

 Burada biraz yüzme atlama molası verdikten sonra Marmaris’e doğru demir aldık. Akşamüstü Netsel marinadaki yerimize güzel bir geri manevra ile girdim. 
Tekneyi bağladık, neta ettik.

 

 Utkan eşyalarını toplayıp evine gitmek üzere ayrılırken istersek gece de teknede kalabileceğimizi söyledi. İzmir’e dönmek için acelemiz olmadığından kalalım dedik.

 

 Marmaris sahilinde bir tur attık.

 

 Migros’tan alışveriş yapıp akşam yemeğimizi havuzlukta Merve ile birlikte yedik.

 


 Sabah dolaplar hala aldıklarımızla dolu olduğu için kahvaltımızı da teknede yaptık.


 


 Merve ile de vedalaşıp İzmir’e döndük.

 



Kitap: Efsanevi Kaptan Şefik Gogen 
Müzik: Vaya con Dios
Bütçe: Turuncu Sailing'e 2x550 = 1100 euro
Alışveriş 100 euro
Diğer harcama 200 euro
7 gün, üç kişi herşey dahil: 1400 euro