Rainbow'u (gökkuşağı) tarif etmek gerekirse, kısaca eski hippi ruhunu yaşatanların dünyanın çeşitli ülkelerinde toplanıp bir ay kadar süreyle birlikte komün hayatı yaşaması denebilir.
Middleeast Gathering ( Ortadoğu Buluşması) ise adı üzerinde, bu buluşmaların Ortadoğuda olanı.
Bu toplantıların resmi yönetimi, yazılı kuralları, bütçesi, web sitesi vb yok.
Resmi olmayan haberleşme gruplarıyla nerede toplanacağı kararlaştırılıyor, ve çok muğlak bir tarif veriliyor. Örneğin bu yılki tarif şöyleydi: Fethiye’den Arsaköy dolmuşuna binilecek, Arsaköy’de Şevki’nin kahvesine gidilip Şevki’ye yol sorulacak, dağda 5 saat çiçekli beyaz bezleri takip ederek yürünecek (tırmanılacak), işte oralarda bir yerlerde...
Bundan iki yıl önceki ilk toplanma sırasında Bingöl’de geçici görevliydim, ikincisinde yurtdışındaydım. Bu sene katılmaya kesin kararlıydım ki buluşmanın zirvesi olan ve en çok insanın bulunduğu dolunay gecesi 20 Mayıs’a denk geldi, ben de 19 Mayıs tatilinden yararlanarak gece 12 de Fethiye otobüsüne bindim (30YTL). Otobüs sabah 5 45 te Fethiye'ye vardı, şehriçi servisle şehir merkezine gittim. Sahildeki çay bahçeleri henüz açılmamıştı. Sessiz sahilde oturup belediye çay bahçesinin tuvaletinden faydalandıktan sonra eski garaja doğru yürüdüm. Arsaköy’e dolmuş öğleden sonra 2 deymiş. O yöne giden ilk araba da 7 45 te kalkan Kadıköy dolmuşuymuş. Biraz Kemer tarafına otostop çektim, kimse durmadı. Dolmuş saati yaklaşınca ben de garaja gittim, bir mercimek çorbası içtim, çayla beraber 2 lira aldılar. Kadıköy dolmuşu da 1 saatlik yola 3 liraymış, Fethiye’nin ucuzluğu na şapka çıkarıyorum!
Kadıköy dolmuşu beni Arsaköy’e 13 Km kala sapakta indirdi. Köşedeki kahvede otostop çekerek bir çay içtim, çay da 25 kuruşmuş. İkinciyi söyledim, içmeye fırsat kalmadan bir kamyonet durdu. Yarı yoldaki yol inşaatına gidiyormuş.
Şöför dağlara tırmanırken, perişan olmuş asfaltı gösterip “Bu yolu bizim yukardaki yolu yapan kamyonlar bozdu. Seneye ihalesi olur burayı da yaparız, bu devletin ne çok parası var!” dedi. Beni indirdiği yerde sarı dikenli adını bilmediğim çiçeklerden vardı.
Mis gibi kokuların altında biraz daha okuyarak bekledim, bu sefer bir çiftçi aldı, Arsa’ya kadar getirdi. Köylerin yerleşimi ve arazinin genel havası Doğu Karadeniz’i andırıyor.
Buralarda böyle bir tabiat olduğunu tahmin edemezdim. Köy meydanına inince Şavkı’yı bulamadan meydandakiler çeşitli taşıt teklifleriyle etrafımı çevirdiler. Köylüler dağın en tepesindeki köylerinin başına gelen bu işe; birden garip kıyafetli insanların yaylalarına gelmesine çok şaşmışlardı. Yukarda neredeyse 500 kişi biriktiğini söyleyerek orada ne yaptıklarını bana sordular, “Kamp herhalde, ben de gidince göreceğim” dedim.
Motorcu Nasıf ile 10 liraya anlaştık. Kardeşim Tayfun’un, nişanlısı Umut ve arkadaşı Cem le birlikte bir gün önce Şevki’nin arabasıyla yarı yola kadar 20 liraya çıktığını biliyordum, fiyat iyi geldi, hem motorsiklet yaylaya kadar çıkabilecekmiş. Sırtımdaki 20 kiloluk çantayla tırmanmayacağımı öğrenince yanımdaki makarna, kuru üzüm vs. nin yanına 1 kilo leblebi, ikişer kilo kabak ve soğan da aldım. Nasıf çantayı motorun arkasına bağladı, nevaleyi de aramıza sıkıştırdım, dağ yoluna vurduk. Yol bir süre sonra iyice bozuldu ama Gökhan’ın hep yazdığı gibi böyle yolda motorla gitmesi pek zevkli oluyormuş.
Yarım saatte Çukurardıç yaylasına vardık.
Buluşma yerinin hemen yakınında Nasıf’ın anason tarlası ve bağ evi varmış. Varır varmaz hemen Fethiye’de güneş çıkınca çıkardığım pantolon ve kazağımı geri giydim, zira yaylada hava aşağıya göre buz gibi soğuktu. Nasıf bana bağ evini gösterdi: kapısı açıkmış, gece ıslanırsan, üşürsen gel kal dedi.
Teşekkür ettim, dönerken çağırmak için telefon numarasını istedim. Bu buluşuma çok sevindi, telefonunu çıkartıp “Sen numaranı söyle ben arayayım, numaram çıksın” dedi. Benim telefonum olmadığından dağda acil bir durum olur diye anneminkini ödünç almıştım ama ben de annemin numarasını bilmiyordum.
Nasıf da kendi numarasını bilmiyormuş, ıssız dağın başında çaresiz kaldık. Cebinden bir sürü not kağıdı çıkarttı, silinmiş bir numara buldu, “Bak bakalım bu olabilir” dedi, çaldırmaya çalıştım ama o noktada telefon da çekmiyormuş, numarayı defterime kaydettim. 200-300 metre yürüyüp kampa girdim.
Tayfun uzaktan ben görüp yanıma geldi, çadır için yer seçmeme yardım etti. Kampın merkezinde Main Circle denen bir buluşma noktası, kapalı çadır ve mutfak var.
Çadırlar etrafa ağaçların arasına dağılmış. Ben de ortak alana yakın ve hamağımı asabileceğim iki ağaç olan bir köşe bulup çadırımı kurdum. Tayfun’un çadırının önündeki ateşte demlediği melisa çayından alıp ortadaki büyük ateşin başına çöktüm.
Diğer kardeşlerle ( Bu toplanmanın değişik bir terminolojisi var: Herkes birbirine kardeş diyor) tanıştık, kaynaştık. Ortada sönmeyen bir ateş olduğu gibi herkes kendi çadırının önünde de ocak yapıp ateş yakıyor. Etraf tükenmeyecek kadar çok ardıç dalı dolu.
Merkezdeki büyük ateş için gönüllüler devrilmiş büyük kütükleri sırtlayıp getiriyorlar. Yemekte saydığıma göre kampta kalan yaklaşık 100 kişi var ve 30 kadarı Türk; diğerleri çeşiti milletlerden. En çok İsrail’li, İran’lı, ve Amerika’lı . Sakallı, çok sevimli ve zeki bir İtalyan ateşin küllerinin arasından pişirdiği kocaman ekmeği çıkardı, bir sacayağının üzerine de bir tabak zeytinyağı koydu. Bana bana sıcak ekmeği yedik, çok başarılıydı. Yemek günde iki öğün olarak ortaklaşa üretiliyor ve bir ayin şeklinde yeniyor. Kimse herhangi birşey yapmak zorunda değil ama herkes bir şeyler yapıyor. Kimisi de Tayfun, Umut ve Cem gibi karıncaları inceliyor.
Arada bu ekmek gibi güzellikler de olmuyor değil. Mesela öğleden sonra ben hamakta kitap okurken Tayfun’un beraber geldiği arkadaşı Cem Durdu gelip “Bora abi çok güzel masala çayı yaptılar gel” diye haber verdi. Gittim, yeni kardeşlerle tanıştım. Ortadaki ateşte orta boy bir kazanda sütlü masala çayı (Hintlilerin baharat çayı, Türkiye’de hiç görmemiştim ama Cem’in söylediğine göre aktarlarda hazır karışım olarak satılıyormuş) kaynıyor, herkes kendi halinde.
Kimi yazı yazıyor, kimi örgü örüyor, kimi müzik yapıyor, sohbet ediyor. Müzik en önemli şey denebilir, sürekli müzik yapılıyor, herkes değişik aletleri çalmaya çalışıyor. Örneğin gönüllüler yemek yaparken bir gönüllü de onlara müzik yapıyor. Gitar, cura, mızıka, ney, flüt gibi bildik sazların yanı sıra santur, rebap, daire, bendir, parmak piyanosu, ağız teli, kaşık, tar, ve üflemek için çeşitli boyda PVC borular da mevcut. Tayfun’la Umut içtikleri melisa çaylarının etkisi ile paso uyuduklarından
masala çayını onlar da tatsın diye kapaklı bardağımda biraz ayırıp Cem’le benim odaya döndük. Az sonra iki köylü geldi, yaylaya giriş yolu benim çadırın yanından geçtiğinden Türkçe konuştuğumuzu duyunca sevinçle yanaştılar.
“Ooo abi siz Türkçe biliyorsunuz, biz de nasıl anlaşcaz diyorduk” deyip teklifsizce yanımıza çöktüler. “Ee naapıyonuz burda şimdi?” dediler. Genç olanı Türkçe bilgi almanın öforisi ile benim kapaklı bardağı alıp “Bu neymiş yaa” diye ters çevirip altına baktı, çay dökülünce bir şey olmamış gibi geri bıraktı.
Dertleri yaylaya market açmakmış, tutar mı diye akıl danışmak istiyorlarmış. Kamyonetle mal getireceklermiş, ne getirelim diye sordular, uygun şeyleri söyledik , akıllarına yattı.
Cem’le biraz çevreyi dolaştık. Bir tepenin üzerine çıktığımızda üzerinde US Airforce yazan yağmurluklu yaşlı bir abiyle karşılaştık. Bizi karşıladı, uzun uzun sarıldı( Bu sarılma işi de ilginç, öyle alelade değil bayağı uzun süre görüşmemişsin, ya da birini kaybetmişsin de teselli eder gibi uzun uzun sarılıp başını omzunda yatırıyorsun).
Yapmaya başladığı güneş saatini gösterdi, vakit olmuyor bitiremedim deyince ben de yeni geldi sandım 1 haftadır oradaymış. Biraz Türkçe konuşuyordu, nerden biliyorsun diye sorunca Amerikan Dışişleri Bakanlığın’ın Federal Servisinde görevli olarak 4 yıl Ankara’da çalışmış, şimdi de Riyad’daymış, oradan sırf bu buluşma için gelmiş. Biz bunu duyunca nemelazım diye abinin yanından uzaklaştık.
Daha sonra Tayfun anlattı: İlk buluşmada hep beraber “Peace in the Middle East” diye bağrılan food circle’da yan yana düşüp de ne iş yaptığını öğrenince adama “ Ohoo abi sen naapıyosun, iş arkadaşlarına söyle biraz az mesai yapsınlar, Ortadoğuda süper barış olur!” demiş de abi bozulmuş cevap vermemiş.
Çadırımdayken sık sık bağrışlar duyuyordum da bir anlam veremiyordum. Meğer burada iletişim bu şekilde sağlanıyormuş. Mesela yemek hazırlığına başlanacak, bir grup hepbir ağızdan “fuuud sörkııııl” diye bağırıyor, ilerdeki başka gruplar da aynı şekilde bağırarak mesajı yayıyorlar. Bir şeyin istenmesine connection (bağlantı) deniyor. Mesela yemek çemberinde tuz mu isteyeceksin, “Solt konnekşııın” diye bağırıyorsun, tuz torbası nerdeyse gelip seni buluyor, hatta bir keresinde Gabriel diye bir çocuğu çağırmak için “Gabriel konnekşıııın” diye bağrıldığını duydum.
Yemek yeneceği zaman “fuuud sörkııııl, (es) naaaaaw” diye bağrılıyor, herkes ‘now’ kelimesini duyunca çok seviniyor.
Dağda dolaşırken “İnşallah Jandarma basmaz burayı” dedim Tayfun’a, “Yok canım daha neler” dedi.
Aradan 1 saat geçmeden bir minibüs Jandarma geldi. Önce araziye yayılıp etrafta tertibat aldılar. Silahlar çapraz tutuşta bizi geniş bir çembere aldılar ama çember dışındaki çadırlarına gidenlere karışmadılar. Başlarındaki uzman Çavuş herkesin ortaya toplanmasını söyledi, lideriniz kim dedi.
Lider falan olmadığı, herkesi ortaya toplamak istiyorsa bunu kendisinin yapacağı söylendi. Türklerden yardım istedi, herkesin ortaya gelmesi bir iki defa bağırıldı ama zaten otorite ile sorunu olan gruptan kimse çağrıyı iplemedi. Minibüsün arkasında uzun eşek oynamaya devam ettiler.
Bir kare gördüm: Jandarma komutanı herkes toplansın pasaportlarınızı getirin derken bir zenci tam onun önünde lobutlarla jonglörlük yapıyordu.
Anladığıma göre yayla tapulu araziymiş ve sahipleri de bizim çıktığımız Arsaköy’de değil yamacın öbür tarafındaki Sütleğen’deymiş. Sütleğenli 2-3 köylü de Jandarma baskınını neşeyle izlemeye gelmişlerdi zaten. Neyse “fuud sörkııl ; naaw” diye bağrıldı, herkes toplandı.
Ben Federal Servisten Louis abinin yanına düştüm. El ele tutuştuk, güzel şarkılar söyledik, Louis abi birden şap diye beni yanağımdan öptü. Soran gözlerle yüzüne bakınca “Geçir geçir, öpücüğü geçir” dedi, meğer Meksika dalgası gibi öpücük halkasıymış, sağıma bir döndüm ki bol sakallı bir İran’lı, yapacak bir şey yoktu, en kardeşane duygularımı toplayıp sakallarından öptüm.
Az sonra çembere geç kalan Cem gelince bir tur daha öpüş olur korkusuyla “gel Cem’cim burada yer var” diye onu İran’lıyla arama aldım.
Sonra Om çektik. Herkes Ommmmmm deyip uzatabildiği kadar uzatıyor. Susup da dinleyince nefis bir ses çıkıyor, hele bitişi; sanki piyanoda bir nota telde titreşiyormuş gibi azalarak bitiyor. Sonra oturup yemek dağıtımını bekledik. Üç kazanda patlıcan közleme salata ve çapati gönüllüler tarafından dağıtıldı. Söylediklerine göre bugünkü yemeği İran’lılar yapmış. Közleme, safranlı sarımsaklı güzel bir sosla karıştırılmıştı, çok lezzetliydi. Çapatileri de tek tek açıp sacta pişirirken izlemiştim, adam başı 1,5 tane düştü.
Yemekten sonra bir grup kalktı gitarla çok neşeli bir şarkı çalarak dansederek çemberin içinde dönmeye başladılar.
Birisi şapkasını çıkartıp sıradan önümüzde tuttu. Genelde bozuk para atılıyordu, hiç atmayan da çoktu. Ben on lira attım, Louis abi avcunda sakladığı 50 lirayı attı.
Sonra ortaya bir kız çıktı, bugün kahvaltının çok geç kaldığını yarın daha erken toparlanmak gerektiğini bunun için yarına bir yemek sorumlusu gönüllüsü aradığını söyledi.
İsrailli bir kız gönüllü oldu, çalışmak isteyenlerin onu bulması söylendi.
Ben Cem’e “Ben 12 de geldim kahvaltıyı görmedim, kaçta oldu ki?” dedim.
Cem: “Bu kahvaltı, daha önce bir şey yemedik” dedi (saat akşamüstü 18 30 du)
"Sahiden geç kalmış o zaman" dedim.
Bir daha yemek isteyen var mı dediler, eller kalkınca akşam yemeği için bir grup daha oluşturuldu, ve hemen çalışmalara başladı, akşam yemeği de 22 30 da çıktı.
Yemekten önce toplanınca hepbir ağızdan iki tane güzel şarkı söyleniyor.
Birinin sözleri şöyle:
Every little cell in my body is happy, every little cell in my body is well
Şarkıların melodileri güzel, ayrıca peace in the mişddle east, peace in the middle east diye üst üste yüz defa tekrarlanıyor, bu kadar çok söylemenin barışa katkısı olur mu bilmem ama hafif bir kafa yapıyor.
Yemekten sonra, en sonunda herkes kimliğini pasaportunu getirdi, tek tek kaydettiler, ama beyhude bir çabaydı, zira hergün 10 kişi gelip gidiyor.
Cem kara kara ne yapacağını düşünen komutana "Muhtara vazife verin, yeni gelenleri kaydedip bildirsin" demiş. Komutan bu zekice ve işi kendi üzerinden atan fikre çok sevinmiş. İşi muhtara havale edip yayladan ayrıldılar. Allah için Jandarma çok olumlu davrandı, hiç eziyet etmedi.
Gece yemekten sonra değişik ateş başlarını ziyaret edip sohbet ettik, müzik dinledik.
Dolunay olduğundan heryer gündüz gibi, ateşten ateşe el feneri kullanmadan yürünebiliyor. İsrail'li bir grubun yanında epeyce oturdum. Ohad isimli gitarist pek içli çalıyor, hep beraber İbranice şarkılar söylüyorlardı. Sözleri anlamayan tek ben olduğumdan şarkının neden bahsettiğini sordum. Kabala fesefesine göre bir ayinin şarkılarıymış. Daha sonra Ohad her şarkının başında Bülent Ortaçgil havasında şarkının sözlerini açıkladı, hatta bir de prensese aşık olan aptal bir adam hakkında kabala meseli anlattı.
Ertesi gün Cumartesi onların inanışına göre Şabat olduğundan bu gece bizim mübarek Perşembe gecesi gibi mübarek Cumalarıymış, o yüzden ayin yapıyorlarmış. Şabat’ta çalışmak yasakmış ama gitar çalmak çalışmaktan sayılmıyormuş. Eşi Donna da gözlerini kapatıp şarkılara eşlik etti, hatta bir ara o kadar duygulandı ki "Eğer çok ilham gelen varsa çadırda mumlarım var getirebilirim" dedi ama kimse onun kadar inspire olmamış ki ses çıkmadı.
Saat 1 gibi uykum geldi, yattım.
Gece kabanla yatmama karşın çok üşüdüm. Kışlık uyku tulumu yerine yazlığı getirdiğime pişman oldum.
Sabah 8 gibi kalktım, ortalık sakin, ayakta tek tük kişi var, herkes uyuyor.
Çay demledim, dünden kalan yarım simitle kahvaltı edip hamakta Gandi’nin anılarına daldım.
Bir süre sonra dün bana kabala anlatan Ohad ve eşi Dona çok ağır iki hurç ve bir çantayı taşıyarak geldiler. Ayrılıyorlarmış, yarın Antalya’dan uçakları varmış. Nasıl gidebilecekleri hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Bende bir şöförün telefon numarası olduğunu söyleyip Nasıf’ı aradım, ama telefonunu evde bırakıp bahçeye elmaları ilaçlamaya gitmiş. Eşine gelince aramasını söyledim, bu arada ben de soğuğun ve Neşe’yi özlememin etkisi ile hazır araba gelecekken aşağıya inmeye karar verdim.
Neşe’yi aradım, arabayı alıp Dalyan’a gelmesini benim de akşama geleceğimi söyledim. Rainbow güzel bir toplantı ama bana çok hitap etmedi. Yirmili yaşlarımda katılsaydım daha farklı algılayabilirdim ama bu yaştan sonra dünyaya barışın geleceğine inanmak zor! Katılanların çoğunun da benim gibi düşündüğünü sanıyorum, bu kuralsızlık gibi güzel kuralları olan değişik bir tatil şekli, sanki tatil köyü gibi.
Belli bir süre için gündelik yaşamla, teknloji ile ilgini kesip doğada iptidai, paylaşımcı, bencillikten uzak bir hayat sürüyorsun, dönünce eski hayatına, gündelik hayhuya kaldığın yerden devam ediyorsun.
Ohad ve Donna’yı benim avluda misafir ettim, başkaları da geldi, çay içtik, çerez yedik, sohbet ettik.
Ohad din öğretmeniymiş, Donna da tiyatrocu gibi bir şeymiş, esasen Amerikalıymış, iki yıldır İsrail’de yaşıyormuş. Öğleye doğru food circle diye bağrılınca Cem’le beraber gidip yardım etmeye karar verdik. Mutfak çadırına gidip o günkü mutfak sorumlusuna ne yapabileceğimizi sorduk. Önce dünden kalan kazanlar yıkanacak dedi. Kazan yıkama lafını duyunca ben tersyüz olup geri dönecektim ama utandım, bir kazan alıp derede yıkamaya başladım.
Deterjan ve sünger olmasına rağmen genelde bulaşık için kül ve ardıç dalları kullanılıyor. Şansıma benim kazan da dibini fena tutmuş, dallarla süngerle yarım saat çabaladıkta sonra epey temizledim. Çalışmak hoşuma gitti, şimdi ne yapayım diye gidip sordum. Sırasıyla sebzeleri yıkadım, iki üç kişi bir arada Şili’deki kuş gübresi savaşlarından bahsederek 1 kilo sarımsak soyduk, 10 kilo kabak havuç doğradık, bu arada birisi de bize müzik yaptı.
Vicdanımızı yeterince temizlediğimize kanaat getirince istirahat için çadrılara döndük.
Nasıf saat 3 gibi çadırın yanına kadar araba ile geldi. Köye kadar 20, Kemer’e kavşağa kadar 35 km kadar yol için 50 liraya anlaştık. Nasıf daha fazla istiyordu ama ben pazarlık ettim, "Sana bir akıl vercem, hergün para kazanacaksın" dedim, ve bir ağaca TAXİ ve telefon numarası yazan bir tabela asmasını söyledim. Aklına yattı, çok heyecanlandı, “Sen yazarsın di mi?” dedi, olur dedim.
Kahvaltı bizim de katkılarımızla bugün erkenden çıktığından yayladan ayrılmadan yemeklerimizi kaplarımıza aldık, food circle’ı tepeden izleyerek yedik.
Nasıf da ilk defa böyle bir şey gördüğünden çok ilgilendi.
Nasıf'a Sütleğen'lilerin yaptığı çiğliği anlattım, çok hoşuna gitti komşu köylülerin onların köyünü kıskanması, "Hepsi onların değil ya yarısı da bizim köyün" dedi.
Ohad bana Nasıf,'ın kendilerini Antalya’ya kadar kaça götüreceğini sordu. Soruyu ilettim, “Hiç bilmiyorum, aşaada babam var ona sorayım söyleyeyim” dedi.
Antalya kaç km dedim, onu da bilmiyormuş.
Çantaları yükledik, Ohad’ların çantaları Kartal’ın bütün bagajını doldurduğu gibi arka koltuğa da taştı. Nasıl çıkarttınız bunları dedim, traktörle gelmişler.
Hep beraber dağ yollarından tarlaların ortasından inmeye başladık, bir arığı geçerken tekerlek taştan düştü, patinaj yapmaya başladı. İndik biraz ittirdik, olmadı.
Donna çantaları indirelim dedi, indirdik, tekerleğe çomak soktuk, ittirdik kurtardık ama patinaj sırasında üstümüz başımız ve hemen arabanın arkasına indirdiğimiz çantalar biraz çamur oldu. Ben hiç umursamadım fakat Donna çok sinirlendi, Nasıf’a kızdı, bu hiç sorumluluklu bir davranış değil dedi, ben tercüme etmedim. Epey söylendi. Ohad anadan doğma soyunup üstünü değiştirdi, Donna da akan suya eğilip eteğini başına çekerek çitiledi, Allahtan Nasıf çantaları yüklüyordu, farketmedi. Arabaya bindik, tekrar yola koyulduk.
Nasıf ezik bir havayla “Olmayaydı iyiydi emme...” dedi.
Ben özür diliyor dedim, kadın yine atıp tutunca dayanamadım, "Adamın ne suçu var, dağın tepesindeyiz çamur olabiliriz, üstelik çantalar indirmek de arabayı itmek de bizim fikrimizdi” dedim, sustu.
Biraz sonra bana “Sor bakalım evinde televizyonu var mıymış?” dedi.
Türkiyede evinde televizyonu olmayan insan bulunmadığını söyledim.
"O halde hangi Amerikan dizilerini seyrediyormuş?" diye sordu.
Sordum, yerli dizileri seyrediyormuş, bir de makkatları seyretmeyi çok severim dedi. Muppetları mı dedim, mahlukatları yani hayvanlı belgeselleri kastediyormuş.
Arsa’ya inince bir kahveye yanaştık, çay söyledik, bu sırada Nasif babasını aradı, yokmuş, abisini aldı geldi.
Abisi bana sordu kaç para isteyelim Antalya’ya kadar diye.
“Ben bilmem, kaç kilometre ki?” dedim, O da bilmiyormuş. En sonunda herhalde 150 lirayı geçkince benzin gider sen 250 de çok derlerse 200’e in dediler. Söyledim, çok geldi, otobüsle gitmeye karar verdiler.
Nasıf bana tabelaya yazılacakları yazdırdı, 'TAXİ, sadece Türkçe' yazdım, telefon numarasını da 537…. Şeklinde belirttim. Israrla numarayı da yaz dedi. Sonradan anladım numarasını bilmediğinden ısrar ediyormuş, defterimi çıkartıp numarasını da yazdım.
Nasıf ve abisi kanımca sahildeki köylülerin 50 yıl önceki halleri gibilerdi. Dünyadan haberleri yoktu. Bbir yandan çok saf ve yardımseverler, bir yandan da elimize böyle bir fırsat geçti, kaçırmayalım, mümkün olduğunca küpümüzü dolduralım derdindelerdi. Benden sonra dönen Tayfun’dan öğrendiğime göre ertesi gün tabelasını atığı gibi bir de ‘focus focus’ diye anons yaptırmış ve köye iniş fiyatını 60 lira olarak ilan etmiş.
Sahil yoluna inince Ohad’ları bir ağaç gölgesine bıraktık, yukarda sevgi küpü olan Donna'nın aşağıya inince, Malezya dönüşü havaalanında karşılaştığım kokona kadına dönüşmesini hayretle izledim.
Ayrıldıktan sonra otostop yaparak 3 saatte Dalyan'a ve aileme kavuştum.
İzmir'den gelirken Can çok istemiş, Neşe de ona Sakar'daki meşhur kuzulardan almış.
Bütçe: 70 YTL
Sakallı İran'lı fotoğrafı bu arkadaşın.
rainbowda teknoloji ürünü olan hiçbirşey yok. sadece su var. elektrik vesaire yok. en yakındaki köy hep saatlerce uzakta oluyor. rainbow'un yapıldığı yerleri o yakın köylerdeki köylüler bile görmemiş olabiliyorlar.
YanıtlaSilben her rainbowa gidişimde şunu düşünüyorum bin yıl evvel de rainbow yapılsa yine tıpatıp aynı şekilde olurdu.inanın hiçbirşey farklı olmazdı. belki çadırlar naylon değil kıl-yün olurdu sadece. şöyle bir durup düşününce aslında bu çok ilginç bi durum. bizim varlığını bildiğimiz ama asla tecrübe etme imkanımız olmayan bir yaşam şeklini de orda tecrübe etmiş oluyosun ki
rainbow aslında bunun olabilirliğini kişilere ispatlamasıyla "başkaları yalan söylüyor(barış hakkında, teknoloji hakkında, nükleer santraller hakkında vs)" tezini daha inanılır kılıyor.
kafamızın etrafında wireless sistemler, tepemizde uydular varken bile mağaradaki yaşamımıza dönmenin bizim için bir an meselesi olduğunu hatırlatıyor.
tabi rainbow sadece bu değil yazıda abimin de güzelce anlattığı gibi esas vurgulanan ve yoğun şekilde hissedilen yegane duygu var ki o da "kardeşlik".
Bunca deneyimi yaşarken farkına vardığınızartık bana biraz uzak daha evvelki yıllarımda olsaydı demişsiniz ya bu bir deneyim/deneyimim işte..
YanıtlaSilartık başka gerçekler var ait olduğumuz yerler..ve imkan dahilinde yaşadığımız yerleri yaşanır kılmak elimizden gelen yegane durum sanırım..
Amerika'da yaşayan Amişler var hani..ben Rainbow'ları okurken Amişler aklıma geldi..Amişlerin tüm dünya düzenine karşı gelmeleri inançları ve modern dünyanın tüm nimetlerini red edişleri ve yaşamaları gibi Rainbowlarda tüm dünya insanlarıyla benzer bir duygu inanç birlikteliği yaşıyorlarmış..
çok hoş bir deneyim gerçekten..yine aklımız kaldı gittiğiniz yerlerde..
Bora Ağabey,
YanıtlaSilHikayeni yine keyifle okudum. Bu sefer belki ben de orada olabilecektim ama yol çok uzun ve yorucu gelmişti. Umarım ileriki yıllarda adımlarını takip edebilirim. Yine de bu üç günlük boş vakti fena geçirmediğimi daha ayrıntılı yazacağım.
Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla yaylaya seyahat ettiğin motor rus yapımı H-H ya da Java. İkisinin de günümüzün modern kros motorlarına taş çıkardığına, her yolda giden sağlam motorlar olduğuna bizzat şahit oldum. Şimdi üretilmeseler de alıcısı onun kıymetini bilir. Bir su bardağı büyüklüğündeki silindir hacmiyle yeteri kadar güçlüdür. Basit mekanik mühendisliği ile kolay tamir olur ve taş gibi sağlamdır. Klasik tasarımıyla o yollarda benim modern endurodan daha eğlenceli olduğunu tahmin edebiliyorum. Ayrıca bozuk yollarda aldığım keyfe tanık olman beni çok sevindirdi.
Zamanında Kabak Vadisi’nde ben de tesadüfen kendimi bir şaman ayini içinde bulmuştum. Sahilde dolunayda elele tutuşup bira kutularına koyduğumuz taşlarla sesler çıkararak gökyüzüne dualar yağdırmıştık. Senin İranlı ile yaşadığına benzer bir şey aklıma geldi. Herkes (ben de dahil) kasarak da olsa spiritüel bir şeyler peşindeyken solumda elimi tutan sözde likya yolunu yürüyeceğimiz dağcı arkadaş “ Abi günaha giriyoruz valla ben kendimi kötü hissediyorum” demişti. Bir yandan da günahları sanki affoluyormuş gibi elimi var gücüyle sıkıyordu. Bir türlü koyverememiştim kendimi. Düşünüyorum da yine de sakallı abiyi öpmekten daha iyi gibiydi.
Bu doğallığa alışmamış benim gibi insanlar için hayalsi bir hikaye olsa da kısa bir zaman diliminde bu tecrübeyi yaşamayı dilerdim. Cep telefonumu kapadığım zaman duyduğum özgürlük duygusu sanırım o yaylada en doruk noktasına ulaşırdı. Yaşadığımız hayatı gözden geçirmek için bir şans olurdu.
Nazif arabanın tekerini çukura sokup da “ olmayaydı iyi emme…” demiş ya; şöyle tamamlayalım mı onu: “Oldu daha eyi!”
Motor HH dediğinden, onlar 78 diyorlar. Neden 78 dedim, Rus malı olduğundan dediler (78 harbi mi, 78 model mi, 78 cc mi anlamadım)
YanıtlaSilBora bey, bu geziyi yıllar önce yapsaydınız bu kadar keyifli anlatamazdınız belki de. Mailime yazınızın başlığı geldiğinde tamam dedim Bora beyin bir gökkuşağını yakalayamadığı kalmıştı :)
YanıtlaSilneşeyi özlemenize bayıldım...
YanıtlaSilBora Bey,
YanıtlaSilÇok yaşayın emi, ve de çok gezin. Keşfettiğimden beri haftada bir uğruyorum. İranlı bölümünde hakikaten gülmekten yerlere yattım. Yazılarınızda edebi bir lezzet de mevcut. Diğer sitenizi de dönem dönem takip ediyorum. Güzel Türk insanının samimi bir dille tarihe bırakılan portreleri olarak çok faydalanıyorum o yazılardan. Elinize sağlık, kaleminize ve klavyenize sağlamlık diliyorum, gezgin ailenin tüm üyelerine sevgilerle. Merve Tezcanlı
Yine gözlerim kızarana kadar okudum takipteyim:))
YanıtlaSilZeynep
İdolümsünüz!
YanıtlaSilCidden...
Bizim diyarlara gelmişsiniz bu kez. Biz de dolunayda uğramayı düşünmüştük ama iş güç derken fırsat olmadı. Bir de Rainbow familyası hakkında karışık hisler içerisindeyiz,çok da kaynaşasımız yok galiba...:)Sevgiler...
Harika. Orada olmayı çok isterdim. Ben de bir hippiyim, bu sene rainbow festivalinin nerede yapılacağını nasıl öğrenebilirim.
YanıtlaSilTürkiyenin neresinde olursa olsun çantamı aldığım gibi giderim.
Teşekkürler.
Sonlarda anlattığınız o yahudi kadın tam bir ırkçı. Hippilikle bir alakası yok, öyle biraz kafamı dinleyeyim diye gitmiş.
YanıtlaSilHippi dediğin şaman ruhlu olur ama o üstüne çamur sıçradı diye deli oluyor hadi o bişey değil bizim köylümüzün evinde televizyon varmıymış hangi amerikan filmlerini seyrediyormuş diyor.
O kadına sizin hippi toplantısında ne işiniz var deseydiniz çok güzel olurdu.
bende ordaydım,harıka bı deneyımdı.ama gerçekten gerı dönunce sudan cıkmış balığa dönuyor ınsan!!
YanıtlaSilresimlerde kendimi aradım göremedim:)) Uzun zaman önce gitarımla otostopla dolaşırken denk gelmiştim buraya.Çok eğlenmiştim güzel arkadaşlıklar kurmuştum. Sağımdaki çadır arkadaşım israilli bir müzisyendi solumdaki çadır arkadaşım iranlı bir müzisyendi ve biz üçümüz güzel müzikler yapmıştık.Müzik ve barış evrenseldi sonuçta. Bu yaz şenliğin nerede yapılacağını merak ediyorum tekrar gelmek istiyorum. Bilen duyan olursa bana mesaj atabilirse çok sevinicem.
YanıtlaSilMerhabalar, yazinizi buyuk zevkle okudum. Ben de simdi Arsakoy'e gitmeye calisiyorum. Nasif'in numarasi hala duruyorsa alabilir miyim? :)
YanıtlaSilMerhaba arkadaşlar ben nasuh beyin kızıyım tekrar gelmek isterseniz yardımcı oluruz
YanıtlaSil