Eskiden denizle ilgilenmenin genetik bir yatkınlık gerektirdiğini düşünürdüm.
Ben Ankara’lıyım.
40 yaşımda bir yazlık ev alıp, evde de nuh nebiden kalmış bir surf bordu buluncaya kadar denizle pek ilişkim yoktu.
Komşumuz Ahmet Davran öğrenci olarak gittiği Almanya'da Wind surfü öğrenip Türkiye'ye ilk getirenlerden biriymiş.
Bana yine nuh nebiden kalmış bir yelken ve
kendi kendine wind surf öğrenmek için bir kitap verdi.
"Al burdan oku, yaparsın"
dedi.
Heves edenler için söyleyeyim; bordun
üstünde 10 saat geçirdikten sonra sörf kavranıyor, ama heves
olması şart.
İlk sörf yaptığım günün akşamında heyecandan uyuyamayıp güneş doğar doğmaz tekrar bordun üstüne çıkmıştım.
İnsanın denizciliğe hevesi olup olmadığını anlamasının tek yolu denize çıkmak.
Şimdiye kadar gezdirdiğim benimki gibi ufak bir yelkenliyle ilk kez denize çıkan onlarca kişinin bir kısmı sanki trene binmiş kadar heyecansızken kimileri de,
"Bu ne kadar has bir şeymiş, ben de hemen yapmak
istiyorum" diyerek iniyorlar tekneden.
İlk bordum ve yelkenim o kadar eskiydi
ki 1979 yapımı Almanya Acı Vatan filminde arka planda aynısını gördüm. Herhalde
bu yeni çıkan alet Şerif Gören'in de dikkatini çekmiş olacak ki Rahmi Saltuk ile Hülya
Koçyiğit'i göl kıyısında sörf yapanların önünde yürütmüş.
Sörfü iyi kötü kıvırdıktan sonra yine Ahmet Abi, bir arkadaşının Rota Kırlangıç modeli yelkenli kayığını kullanabileceğimi söyledi ve yelkenleri kurmayı bir sefer gösterdikten sonra
"Hadi gerisini sen yaparsın" deyip bıraktı.
Yelkenliyle açığa kaçma olmuyor ama öğrenene kadar epeyce devrilip ters kepçe olunuyor.
Böylece ilk ve şimdilik tek tekneme sahip oldum.
40 yaşındaki Wayfarer modeli bu
tekne Kırlangıç’tan sonra bana o kadar geniş, dengeli ve lüks geldi ki,
Murat 124 ten inip Şevroleye binmiş gibi oldum.
İnsanın algısı çok göreceli:
İlk arabam olan Fiat Bis’i satıp Reno Brodway aldığımda da Şevroleye binmiş gibi olmuştum.
Arabaların gittikçe büyümesi ile şimdi o Brodway de ufacık görünüyor gözüme.
Yaklaşık 10 yıldır Wayfarer’ımla çok mutlu bir birlikteliğimiz var.
Adını da Türk erkeklerinde adet olduğu üzere
eşimin adı olan Neşe koydum.
Bir süre koyumuzun içinde dolaştıktan sonra İzmir Körfezi içinde gezinecek cesaretim geldi; Urla, Foça, Karaburun epeyce dolaştım.
Tekneyi gören herkes, "Buna bir de motor takman lazım" dese de içimden gelmedi.
Hatta arkadaşım Levent elindeki kullanmadığı bir dıştan takma motoru vermeyi teklif etti; istemedim.
Bunun bir kaç sebebi var:
İlki insan
motora güvenip riske girebilir ve motor bozulursa başına büyük dert alır.
Motorlara karşı son derece güvensizim, hep en olmayacak yerde bozuluyorlar.
Havacılıkta da planöre hevesim var ama tek motorlu uçaktan korkuyorum.
Oysa yelkende bozulma çok zor.
Hadi bozuldu ya da rüzgar bitti diyelim küreğin de aynı anda bozulması çok zor.
Hiç hava olmasa bile Körfez’in içinde en uzak kıyı 10 mil, yani kürekle 5 saat
(Ayrıca kürek çekmeyi seviyorum)
Bir başka sebep de iş motoru almakla bitmiyor, benzin de almak gerek.
Ben ise idamesine para ödenen işleri naturam gereği sevemiyorum.
Mümkünse her işi bedavaya ya da başlangıç yatırımından sonra bir daha masraf çıkmayacak şekilde yapmaya çalışıyorum.
Örneğin yemli balıkçılık hiç bana göre değil, ama 2,5 liralık silikon bir sahte yemle ya da yüzerken bulunmuş rapalalarla sırtı çekmenin maliyeti sıfır.
(Bu konuda da geçen sene büyük aşama kaydettik. 10 senedir balıklar, kalamarlar denizden bize, biz karadan onlara bakıyormuşuz. Yıllardır gündüz saatlerinde sırtı çektiğimden ancak bir kaç salak ya da obur balık yakalayabilmiştim. Bu yıl hava kararmaya yakın ve gece sırtı çekmeyi akıl edince balığa, kalamara para vermekten de kurtulduk.
Her neyse Wayfarer’la 10 yıldır yaz-kış yelken yaparken , pek çok kez de büyük yelkenli yatlarla tatile gittik.
Bunların kimisi eğitim adı altında gezilerdi. Bu eğitimlerde pek seviye gözetilmediğinden her yıl izbarço bağını tekrar tekrar öğrenip durduk.
(Yelken kursları şimdilerde çok moda ama büyük teknelerde o kadar çok halat-kilit vs var ve tekneler denizden o kadar yüksekler ki
kursiyerlerin gözü baştan korkuyor. Eğer çok tutkulu ya da yetenekli değilseniz
yelkencilik nosyonunu kavrayamadan bir kaç dersten sonra işin peşi bırakılıyor)
Bir kez flotilla (birden fazla teknenin birlikte seyahat etmesi) içinde bir tekne kiraladık. Kaptanı bendim ama şirketin bir adamı da teknedeydi ve baştan öyle konuşmadığımız halde her boka karışıyordu, tatsız oldu.
Bu yazıda ilk defa kendi başımıza büyük
bir yelkenli-motorlu tekne kiralamamdan ve ilk kaptanlığımdan bahsedeceğim.
Ahmet Abi'nin el vermesi ile yelkenciliği iyi kötü öğrenince ben de
kardeşim Gökhan'a el vermiştim.
O da benim kadar heyecanlı çıktı, ilk seyrimizden sonra başka şey düşünemez oldu.
İstanbul’a dönünce hemen bir Rota Kırlangıç aldı, Tuzla Marina'ya
koydu.
15-20 metrelik lüks teknelerin arasında 3,5 metrelik Kırlangıç pek komik
duruyordu.
Gökhan (Pek çok başarılı Türk doktoru gibi) Almanya'ya göçtükten sonra orada yelken kulüplerine yazıldı, gerekli kaptanlık ehliyetlerini aldı.
Almanya'da motorlu - yelkenli , tatlı su - açık deniz için ayrı ayrı ehliyetler varmış. Yani Almanya’da denizcilik ehliyeti, bizde son yıllarda denizle hiç ilgisi olmayanlara bile devlet tarafından al bulunsun lazım olur diye neredeyse gömlek cebine tıkıştırılan, yalapşap teorik sınavlı, aldıktan sonra her türlü amatör tekneyi kullanma hakkına sahip olduğun ADB’den (Amatör Denizci Belgesi ) epey farklı ve ciddi.
Bu önüne gelene sınavsız (sınavda kopya çekerek) verilen belgeler yüzünden Avrupa’da Türk ADB leri ciddiye alınmamaya ve başka sertifikalar istenmeye başlanmış.
Gökhan da kendisi gibi radyolog olan Almanya’daki iş arkadaşı Cahit’e
benden kaptığı virüsü bulaştırarak yelkencilik camiasına kazandırmış.
Gökhan yıllardır “Abi bir tekne kiralayalım gezinelim ” deyip duruyordu.
Ben önce “Türkiye’de niye kiralayayım, benim zaten teknem var, kiralayacaksak
Adriyatik’te kiralayalım” dediysem de malum pandemi yurt dışı seyahatlerini
kısıtlayınca ısrarlarına dayanamayıp
“İyi bari, burada kiralayalım” dedim.
Türkiye’de kiralık tekneler genelde 40 fit (13 metre) civarında ve haftalık
fiyatları da 2000 euro civarında. Bu teknelerde en az 6 kişi rahatlıkla
kalabiliyor, ancak biz üç kişi olduğumuzdan hem böyle büyük bir tekneye
ihtiyacımız yoktu, hem de kişi başı 650 euro çok pahalıydı.
Bu konuyu danıştığım arkadaşım Doğan Sailing’te eğitmenlik yapan doğuştan
yelkenci, sonradan operada fagotçu Uğur
“Senin aradığın tipte tekne Göcek’te Budget Sailing’te var” dedi.
Budget sailing'in web sitesine baktığımda gerçekten de 27 fit (8,5 metrelik) tekne kirasının
haftalık 500 euro olduğunu gördüm.
Şirketin sahibi Hasan Bey ile (Sonradan tanışınca kendisini çok sevip, sayıp Hasan Abi demeye başladık) telefonda anlaştık, kaporayı Şubat ayında gönderdim ve heyecanla Nisan sonunu beklemeye başladık.
(Gökhan’dan öğrendiğim bir teknik; ileri tarihli bir seyahat planlayıp bileti, alınca o güne kadarki günlerin hep umut, ışık dolu geçiyor.)
Nisan ayında pandeminin yavaşlayacağını ve seyahatlerin açılacağını umut ediyorduk ama öyle olmadı, haftasonu sokağa çıkma yasakları devam etti.
Gökhan Cuma akşamı Türkiye’ye geldi,
Cumartesi sabahı tekne rezervasyonumuzu ve doktor kimliklerimizi yanımıza alıp İzmir’den çıktık.
Yolda bir kez kontrol oldu.
Benim kimliğime bakıp geçin dediler, Gökhan'ınkini sormadılar.
Herhalde tipini doktora benzettiler.
Asistanlığımda bir doktor arkadaşım ehliyet kursuna fiyat sormaya gitmiş. Fiyatı aldıktan sonra teşekkür edip çıkarken sekreter kız:
"Yalnız bu ilkokul mezunları için son kurs" demiş.
Cahit de Almanya’dan Dalaman’a uçup oradan Göcek’e geçti, bizden önce
tekneye ulaştı, Hasan Abi ile buluştu.
Daha önce böyle bir kiralama işine girmediğimizden ve bu işi yapanlardan
duyduklarımdan ( tekne kiralama şirketlerinin esas karı, oluşan hasarlar sonucu
kesilen ekstra ücretlerdenmiş) biz gelene kadar teknenin altına dalıp
hasar olup olmadığını kontrol etmesini söyledim.
Cahit telefonda fısıldayarak
“Abi öyle bir ortam yok burada” dedi.
Öğlen saatlerinde biz de Göcek D-marine vardık.
Hasan Abi ile tanıştık.
Karşımızda gerçekten hiç bizi kazıklayacak birine benzemeyen son derece
kalender bir insan gördük.
Müstafi bir deniz subayı olan Hasan Abi uzun yıllardır Göcek’te yatçılık yaptığından ve bu yıllar içinde karşılaştığı haksızlıklarla sürekli mücadele ettiğinden en sonunda hukuk okumaya karar vermiş ve geçen sene fakülteyi bitirmiş.
Şimdi stajını yaptıktan sonra Deniz Hukuku alanında
uzmanlaşmak istiyormuş, zira bu konuda çok açık varmış.
Hasan Abi’nin gözü de her nedense bizi tutmuş olacak ki normalde vermemiz
gereken 750 euro depozitoyu istemedi.
(Bu depozito,tekne batsa bile bizim tüm sorumluluğumuz olacakmış, kalanını
sigortadan ödüyormuş)
Evrakları doldurmak için kıyıdaki ofislerine gittik, kardeşi Aziz Kaptan ile tanıştık.
Evrakları doldururken tabldottan yemek söylediler, hep beraber bezelye yedik.
Ben kaptan olarak kaydoldum, ADB dışında bir belge istenmedi. 75 euro da transit log (Teknenin kaptanının ben olduğumu gösteren ruhsat gibi bir şey, sigorta için şartmış) ve teknenin temizlenme ücreti olarak ödedik.
Hasan Abi bize demirleyebileceğimiz güzel koyları anlattı, tekneyi tanıttı ve teslim etti.
Kumanya alışverişini Göcek Şok’tan ve karşısındaki manavdan yaptık.
Sempatik manav, fiyatını sormak gafletinde bulunduğumuz (20 lira/kg) kavunu bize zorla sattı, biz de tekneye o kadar para harcadıktan sonra itiraz etmedik.
İlk çıkan Galya kavunlar çok pahalı ama pek tatlı oluyor.
Alkollü içkilerin satışının tartışmalı olduğu hafta sonuydu. Tekel bayileri yasağı tanımayacaklarını ilan etmişlerdi ama Migros içki satmıyordu.
Yazın böyle bir gezi birasız olamayacağından Hasan Abi'den yardım istedik.
Tanıdığı bir tekel bayii ile konuştu, bira, şarap ve rakı aldık.
Bütün kumanya alışverişimiz 1000 lira tuttu.
660 lirası içeceklerdi.
Daha önce bu alışverişi pek çok kere yaptığımdan insanların tekneyle tatile çıkarken ne kadar lüzumsuz ve çok alışveriş yaptığını biliyordum. Tanımadığın kişilerle charter’a çıkarken ortak hesaptan alışveriş yapıldığından bu kadar şeye ne gerek var diyemiyorsun, sonunda hepsi ya atılıyor ya teknede kalıyor.
Grubumuzun tecrübeli abisi olduğumdan alışverişi makul düzeyde tuttuk.
Gökhan ile Cahit’in aç gözlülükle sonradan aldıkları 10 yumurta dışında pek bir şey de artmadı.
Teknede canlı bitkimiz de olsun diye fesleğen ve reyhan aldık. Yol boyu hem
kokladık hem de Zorba'daki domuzun taşağı misali öldürmeden kısmen yedik.
Saat 17 gibi marinadan çıktık.
Zamanımız dar olduğundan en yakındaki Uzun
Ada’nın rüzgar altına kıçtan kara demirledik.
Kıçtan kara özellikle Ege Denizi’nde kullanılan bir demirleme şekli:
Geri geri kıyıya doğru giderken önden demiri atıp kıyıya yaklaşınca tutup geriyor sonra da bir veya iki halatla kıyıda uygun bir yere bağlanıyorsun.
Tabi demiri ne zaman, hangi derinliğe, ne kadar mesafede atmaya başlayacaksın, bunlar hep tecrübe işi.
Tekneyi güzelce bağladık ama o günden itibaren 'Safety Officer' adını taktığımız Gökhan bir türlü rahat edemedi.
Daldı gitti baktı demirimiz güzel yerleşmiş, tırnakları dibe takılmış mı diye.
Yine de içine sinmedi, yedek demiri de yüzerek götürdü, başka bir açıya attı, tekneyi deli bağlar gibi bağladık.
Bu ilk zaferimizi kutlamak için hemen bandrollü rakımızı açtık, 25 liralık
kavunla birlikte götürdük, tam zengin işi oldu.
Sabaha karşı rüzgar çıktı, küçük teknemiz sallandı ama yuvarlanmadı.
Sabah olunca Cahit ilk iş Almanya’dan İzmir’e kargolattığı dalış
elbiselerini giydi, zıpkınını, ağırlıklarını kuşandı, daldı.
Anlattığına göre çocukluğundan beri her türlü avın içinde büyümüş.
O kadar
ki çocukken babası Cahit’i üç kez kazara vurmuş ama basit saçma yaralarıymış.
Dedesi Maraş’ta doktormuş, babası da Almanya’da tıp okumuş. İkisi de çok avcıymışlar, avcılık adeta aile geleneğiymiş. Avcılıkları esasen köpek sevgilerinden kaynaklanıyormuş.
Köpekleri doğaya çıkartmak bahanesiyle kendileri de dağlara gidiyorlarmış.
Avcılığı bir nevi doğa turizmi faliyeti haline getirip Adıyaman'dan Erzincan'a pek çok bölgeye avlanmaya gitmişler. Ancak kendi tabiri ile asla et avcılığı yapmamışlar. Mesela arabayla avlanacakları dağa giderken yolda keklik sürüsü bile görseler durup vurmazlarmış.
Nitekim bizim gezimiz boyunca da gördüğü iki orfozu küçük oldukları (birer kilo) için vurmamış.
Cahit Gökhan'ın söylediğine göre iyi bir doktor olmasının yanı sıra tabiat hakkında da oldukça bilgiliydi.
Yeri geldikçe nebatat ve hayvanat hakkında çok güzel bilgiler verdi.
Ayrıca
Cahit'ten dalmadan önce maskenin içine diş macunu sürüp çalkalanırsa
buğulanmadığını öğrendim. Daha önce Uğur'dan tükürmeyi öğrenmiştim (Uğur: “Bende
artık şartlı refleks oluştu, maskeyi elime alınca ağzım sulanıyor”,
diyordu) ama diş macunu çok daha etkili, bir kaç sefer idare
ediyor,yalnız çok mentollü versiyonları kullanmamak lazım, gözü yakıyor.
Cahit avlanırken biz de yüzdük.
Nisan sonunda Göcek'in denizinin daha sıcak olacağını düşünüyordum. Yarım saatte üşünüyordu.
Cahit avdan 3-4 balık (biri iri bir barbun) vurmuş olarak döndü.
Barbun nedense anlamsızca pahalı bir balık.
Bu yazıyı yazdığım gün Mordoğan mezatında kilosu 250 liraydı, adeta bir lüks tüketim ürünü.
Moda diyeceğim ama bizim balık kooperatifinin başkanı Yaseddin Bey sık sık:
"Barbun aslında şimdi çok ucuz, eskiden kilosu bir çeyrek altındı" diyor.
Bilemiyorum, belki altının fiyatı çok arttı.
Kahvaltımızı ettikten sonra demirlerimizi topladık.
Aloa 27 çok güzel, denizci bir tekne.
Tek eksiği ırgatının (demiri dipten çekecek motorunun) olmaması.
40-50 kilo demir ve zinciri güneşin altında kol gücüyle çekmek gerçekten yıpratıcı oluyor.
Genelde ben dümende olup bu işi gençlere yaptırdım
İlk yelken günümüzde hava çok güzeldi bol bol yelken yaptık.
Tersane Adasının kış koyuna girdik. Restoranlar pandemi nedeniyle
kapalıydı, bakım yapıyorlardı, pek kimse yoktu. İskeleye başarılıl bir
yanaşmadan sonra koyu dolaştık.
Köylüler adada yaşayan hayvanları bir motorlu tekneye balık istifi
doldurmakla uğraşıyorlardı.
"Nereye gidiyor bu hayvanlar?" diye sordum oraya toplanmış
yüklemeyi heyecanla ve bağrışarak izleyen köylülerden birine
"Fethiye'ye " dedi
"Oraya kadar denizden mi gidecekler" dedim hayretle
Köylü gülerek;
"Hayır karşıya geçip karadan gidecekler tabi" dedi
Koyun arkasında viran bir kilise gördük, içine girdik.
Böyle eskiden gösterişli olup şimdi viraneye dönen binalar beni çok hüzünlendiriyor.
Hele kilisenin bütün cemaatinin adalarından uzakta öldüğünü düşününce insan değişik duygulara gark oluyor.
Adadan ayrıldıktan sonra Akvaryum koyunda demirli kocaman gibi bir yat gördük.
Yanında da aynı modelden yine altın yaldızlı servis botu vardı.
Bana Austin Powers'taki Mini me yi anımsattı
Akvaryum Koyunun karşısında Simavi'lerin Adası ve yazlığı vardı.
Eskiden evler daha mütevazı yapılıyormuş.
Akşamüstü Cahit uzaktan akrabası olan bir doktorun da buralarda teknesiyle tatil yaptığını ve bizi davet ettiğini söyledi.
“Olur gidelim” dedik.
Akın İstanbul’da meşhur bir plastik cerrahmış.
O kadar meşhurmuş ki 50 yaşında 55 fitlik bir süperyat almış.
Eşi Ebru da yeni emekli olmuş bir patologmuş.
Boynuzbükü’nde iskelede bağlıymışlar.
Biz de koyun bedava köşelerinden birine demir atıp tekneyi sağlamladıktan sonra Akın’a telefon ettik.
Teknede çalışan denizcisi bir sürat motoru ile gelip bizi aldı, iskeledeki yata götürdü.
Akın’ın kuzeni Cem ve eşi Ayşe de teknedelermiş.
Hep birlikte teknenin burnunda sundownerlarını içiyorlardı.
Bizi de hemen viskilendirdiler.
Misafir misafiri sevmez ama biz kısa sürede kaynaştık muhabbet ilerledi.
Yemeğe
kalmamızı önerdiler.
"Yemek gördün ye, dayak gördün kaç" atasözümüze uyarak hemen kabul ettik.
Yemek teknenin üst arka güvertesinde kurulu (tekne 3 katlı) 8 kişilik masada Akın’ın denizcisi Ali tarafından hazırlanmıştı.
Ali üniversite öğrencisiymiş.
Yıllardır teknede Akın'lara yardımcı oluyormuş.
Akın salatayı bizzat yaptıktan sonra teknesini gezdirdi.
Kamaraların yer aldığı en alt kat oldukça geniş ve konforluydu.
Teknenin dümeni joystick şeklinde, yanında da çeşitli viskilerden oluşan kaptana ait mini bir bar mevcut!
Akın, başta ve kıçtaki pervanelerle tek başına koca tekneyi iğne deliğinden geçirebildiğini söyledi.
Daha önce yelkenlisi varmış, onu satıp bunu almış.
Bu teknenin değeri 700
bin euro civarındaymış.
Yemeklerle birlikte rakıya geçtik.
Rakılar geldi gitti, muhabbet koyulaştı.
Akın ve eşi Esra benden iki yaş küçükmüşler.
Akın tutturdu alnıma botoks yaptırmam lazımmış!
Benim gibi kıçının kılları sütlü kadayıf olmuş adama yüzündeki kırışıklıklarını gidermek için botoks önermek tam bir mesleki deformasyon olsa gerek.
Allah muhafaza botoks yaptırıp hele bir de saçımı uzatıp at kuruğu bağlarsam vurun beni.
İnsan yaşını kabul edip ona göre yaşamalı.
Cengizhan'dan Ertuğrul Akbay'a pek çok kişi yaşlanıp ölmeyi kabullenmek istemiyor ama henüz becerebilen olmadı.
"Yaş 75 yolun yarısı" deyip 80'inde gitmek trajikomik bir durum
Akın'ınki bence mesleki deformasyon. Botokslu surat görmeye alışınca sanki o norm gibi oluyor, her suratı ona çevirmeye çalışıyorsun.
Botokslu ya da cerrahi müdahele yapılmış suratlar istisnai durumlar dışında genç değil genç görünmeye çalışan yaşlı görüntüsü veriyor. Çeşitli ruhsal saiklerle genç yaşlarında bu müdahelelere başvuranlar ne yazık ki daha yaşlı göründüklerinin farkına varamıyorlar.
Şahsen ben dudaklarını, elmacık kemiklerini doldurtmuş birini gördüğümde
ister istemez ruhsal sorunları olan bir kişiyle karşı karşıya olduğumu
düşünüp ona göre davranıyorum.
Hele son yıllarda kaşların çektikleri.
Biraz geriye çekilip dışardan bakınca insanın güzelim kaşlarını teker teker
yoldurup yerine dövme veya boya ile yeni bir kaş resmi çizdirmesinin ne kadar
garip ve korkunç bir şey olduğunu farketmemek imkansız ama işte, moda dendi mi akıl devreden çıkıyor.
(Ursula Le Guin de Mülksüzler'de böyle bir yabancılaşmayı; kadınların saçları dahil tüm vücut kıllarını aldırmasını anlatıyordu.
Okurken çok garip gelmişti ama moda olursa şaşırmam)
Bu güzelken daha güzel olayım çılgınlığı öylesine bir moda ki; eskiden yüzüne bakılmayan, ancak tembel öğrencilerin seçtiği Dermatoloji (hem TUS puanı düşük, hem de nöbetleri az ve sorunsuz olduğundan) son yıllarda tercihlerde hep birinci sırada.
Genç tıp öğrencileri uzun erimli düşünemediklerinden bu zenginlik ve surete yatırımın ilanihaye süreceğini sanıyorlar.
Aynı şekilde normalde görevi doktorların yönlendirmesiyle diyet listeleri hazırlayıp hastalara bunları anlatmak olan diyetisyenler de muayenehane açıp zayıflatma işinden para kazanmaya başlayınca diyetisyenlik bölümü de başarılı üniversite öğrencilerinin tercihleri arasında yer almaya başladı.
Bu gençler 10-20 yıl sonra çalışma hayatlarının ortasına geldiklerinde dünyada açlık- kıtlık olabileceğini ve kimsenin artık zenginlikten kaynaklanan fazla yağlarından kurtulmak için diyetisyen yazıhanelerine para vermeyebileceğini hiç düşünmüyorlar.
Neyse Akın'ın botoks salvolarını savuşturduktan sonra sürekli ağzında tuttuğu ama yakmadığı sigara dikkatimi çekti.
İki yıldır ağzında tutuyor ama
yakmıyormuş.
Hastalarımdan da gördüğüm mantıklı bir yöntem zira sigara bağımlılığının psikolojik ve oral dönem takıntısı ile ilişkisi var. Sigarayı bırakanların kilo almasının sebebi de sürekli ağızlarına birşey sokma dürtüsü.
Tabi asla bana
göre değil, ben sigaraya bu kadar yakın olsam ikinci gün yakıveririm.
Yemekte köfte ve tavuk vardı.
Konuklardan Ayşe sadece köfte yedi zira vejeteryanmış. Sadece antrikot ve köfte yiyormuş.
Bunu da gayet ciddi söyledi.
İlk başta çelişkili gibi gelse de ben buna "Anadolu tipi vejeteryanlık"
diyorum. Aynen “Anadolu İslamı” gibi sınırsızca esnek kuralları var, istediğini
yiyebilirsin ve vejeteryanlığına halel gelmez.
Vejeteryanlığı övme yarışındayken güzel bir lahmacun gördüğü anda söylediklerini unutup yumulan çok gördüm.
Bu arada Fenerbahçe'nin maçı varmış.
Akın ve Cem orta kattaki kocaman ekranda maçı izlediler, Fener yenmiş olacak ki neşeyle Fenerbahçe marşları söyleyerek masaya döndüler.
Akıllı insanların fanatik Fenerbahçe taraftarı olması bana oksimoron gibi geliyor.
Yemek ve sohbet birbirinden lezzetliydi.
Yemeğin üstüne biraya geçtik.
Akın tencerede mısır patlattı, dans bile ettik.
Daha 2-3 saat önce hiç tanımadığımız bu sıcakkanlı insanlar bizi çok güzel ağırladılar. Gecenin sonunda bizi herhalde aynı sürat teknesiyle teknemize götürdüler.
Herhalde diyorum zira güzel muhabbet ve sınırsız içki bende hafıza kaybı yaratıyor.
Sabah teknenin yumuşak salınımlarıyla salonda uyandım.
Bir süre kaportanın kapısından görünen çam ağaçlarının yukarı aşağı salınımlarını izleyerek dün gece neler olduğunu hatırlamaya çalıştım.
Mürettebat kalkınca önce yüzdük.
Sonra termosa poşet atarak çayımızı demledik, kahvaltımızı ettik.
Gün boyu güzel yelken yaptık.
Kim tekneyi daha çok bayıltacak (yatıracak) yarışması yaptık.
Elbette ben kazandım.
Gökhan biranın da etkisiyle yine çok eğlenceli oldu.
Göcek körfezinin içinde ve adaların etrafında dolaştıktan sonra akşam demirlemek için Bedri Rahmi Koyu’nu seçtik.
Bu koy Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Mavi yolculuk yıllarında büyük bir kayanın üzerine boyadığı balık resmiyle meşhur. Elbette resmin 50 yıldır canlı durması Bedri Rahmi'nin oğlu Eren Eyüboğlu'nun düzenli aralıklarla yenilemesi sayesinde gerçekleşiyor.
Koya gideceğiz ama rüzgar tam koyun içinden bulunduğumuz yöne doğru, oldukça da sert esiyordu.
Zaten yelkenciliğe başladığımdan beri
rüzgar için geliştirdiğim bir tanım var:
“Tam gitmek istediğin yönden sana doğru esen şeye rüzgar denir”
Mecburen yelkenleri kapatıp motora yol verdik ama o da nesi. Teknemizin 16 beygirlik motoru karşıdan gelen rüzgar ve dalgaları yenip istediğimiz yöne gitmeye yetmiyor, tekne burnunu habire sağa sola atıp duruyordu.
Mecburen önce dalgalara açılı olarak koyun kıyısına doğru gidip sonra koyun içine girdik, Kuzeyinde bir yere demirledik.
İskeleler de boştu ama biz para verip vermeyeceğimizden emin olmadığımızdan bağlanmadık.
Söylediklerine göre eğer
restoranlarda yemek yersen iskeleye bağlanmak ücretsizmiş ama yemezsen ne
olacağı muğlaktı.
Cahit tekrar dalıp bir kaç balık daha vurdu.
Akşam yemeğinde balık yiyeceğimiz belli ama nasıl pişeceği çok tartışmalı.
Cahit barbun tava olur diyerek kızartmak istedi.
Ben Hasan Abi'ye söz verdik diye itiraz ettim.
Gökhan da Cahit'in tarafını tuttu;
"Kokmaz abi ya, barbun da haşlanmaz ki" dedi.
Bence de iki üç balığı unlamadan (zaten unumuz yoktu) zeytinyağında çevirmek tekneyi bir kilo sardalyayı unlayıp kızartmak, ya da köfte pişirmek kadar kokutmazdı ama bir kere söz vermiştik.
Sonuçta Cahit balıkları kızarttı, pek koku olmadı.
Uzun süredir utanacağım bir şey yapmadan yaşamaya çalışıyordum bu bir istisna oldu.
Sonradan aklıma gelen bir opsiyon telefon edip izin almaktı
ama artık olan oldu.
Dönüşte tekneyi teslim ederken de söylemeyi unuttum.
Buradan, verdiğim sözü tutamadığım için Hasan Abi'den özür diliyorum.
Balıkları Göcek'ten aldığımız bir şişe beyaz şarap ile gömdük.
Yemekten sonra sohbet ederken koyda saksafon sesi duyuldu.
Anlaşılan komşu teknelerden
birinde bir saksafoncu varmış. Tam da dolunay vardı, unutulmaz bir gece oldu.
Sabah koyun yukarısındaki Likya mezarlarına tırmandık.
Teknedeki hareketsizlikten sonra iyi geldi.
Koyun manzarası yukardan pek nefis. Bizim
tekne diğerlerinin arasında en küçük ama bizce en güzeli!
Yürüyüşü bitirdikten sonra çocuklar demirimizi topladılar, iki yan
koyda Hasan Abi’nin tavsiye ettiği Küçük Sarsala’ya gittik, restoranın
iskelesine yanaşıp bağlandık.
İskelelere geri geri yanaşma işi bizim için harika bir pratik oluyor zira tekneyle geri geri manevra otomobilden farklı ve çok daha fazla parametre içeriyor. Öncelikle dümen ileri gitmek için tasarlandığından geri giderken kafan karışıyor, ikincisi motorun pervanesinin kanatlarının yönüne göre her teknenin geri giderken çektiği bir yön var.
Bizim tekne iskeleye (yani teknenin
soluna) hem de feci çekiyordu.
Geri geri giderken halat atılabilecek mesafeye gelince iskeleye çarpmamak için (teknelerin freni olmadığından ) motoru ileriye verip tekneyi durdurmak, iskeledeki bir kişiye halatı atıp, halkadan geçirdikten sonra geri alıp tekneye sabitlemek, bütün bunları yaparken de rüzgarın tekneyi ne yöne iteceğini hesaplayıp kollamak gerekiyor.
Tabi bunları boş iskeleye yapmak bile bizim için yeterince güç iken
milyonluk teknelerin arasına girmek çok stresli bir iş.
Zaten iki teknenin arasına girmek için manevraya başladığın anda tekne sahipleri hemen ellerinde usturmaça denen şişme tamponlarla teknelerinin yanaşılacak tarafında tedirgin bir şekilde beklemeye başlıyorlar.
Zira azcık değdirip jelkotunu (cilasını) kaldırsan tamiri 500 eurodan başlıyor. (Denizciliğin
para birimi euro: Marina kirası, sigorta, malzeme, tamirat hep euro ile. Hatta ben de bu yazının sonunda bütçeyi euro ile vereceğim)
Her neyse Küçük Sarsala’nın iskelesini boş görünce bu fırsatı kaçırmadan hemen yanaştık.
Halatımızı sonradan restoranın sahibi olduğunu öğrendiğimiz
Sezgin aldı, güleryüzle “Hoşgeldiniz” dedi.
Biz de iskeleye yanaşmışve güleryüz görmüşken fiyatları bir soralım dedik. Çiftlik balığı+ meze, salata kişi başı 220 lira imiş (22 euro diye not düşeyim. Enflasyon yeniden canlandığından yazılar bayatlayınca Türk lirası fiyatlar pek bir anlam ifade etmiyor) Pazarlık pazarlık (Tekneciler içinden bizden başka pazarlık eden olduğunu sanmıyorum) akşam için 3 kişi 500 liraya anlaştık. 35’lik rakı da 250 liraymış.
Tuvaletlerini kullandıktan sonra yine demirimizi toplayıp
açıldık, yelkenle körfezin dört bir yanını dolaştıktan sonra akşam Sezgin’in
iskelesine ikinci kez yanaştık.
Bu sefer halatımızı yandaki tekneden gençten yakışıklı, efendi bir oğlan
aldı. Bağlandıktan sonra teknemizi övdü,
“Çok güzel teknedir” dedi. Aloa pek bilinen bir tekne olmadığından
şaşırdım.
Onur yandaki lüks ve yeni yelkenlinin kaptanıymış. Doktor bir çift ile yıllardır beraber çıkarlarmış.
Tekne 6 aileye aitmiş, 300 bin euroluk fiyatı bölüşerek kişi başı 50 bin euro vermişler, yılda iki ay kullanıyorlarmış. Bu şekilde ortak tekne alımı oldukça yaygın, masrafları da paylaşıyorsun ki böyle 15 metrelik bir teknenin sadece yıllık marina kirası 5000 euro’ya kadar çıkabiliyor.
Karaya alması, bakımı, sigortası, arızası da ayrıca epeyce bir para tutuyor.
Onur’a yelkenciliğe tutkumuzu ve ırgatımızın olmadığını söyleyerek bize önereceği sessiz ama derin de olmayan bir koy sordum.
Harita üzerinde adanın
dışında bir koy gösterdi, işaretledik.
Sezonun henüz başı ve yasakların olduğu bir dönem olduğu için çok fazla tekne yoktu. Genelde yabancılar vardı, ama Batı Avrupalı hiç yoktu.
O sırada Putin Rusların da gelmesine izin vermediği için teknelerde hep Ukrayna bayrakları vardı.
(Teknelerde üç yere bayrak çekiliyor. Kıçtaki
teknenin kayıtlı olduğu ülkenin, sancağa eğer
yabancı ülkedeysen bulunduğu ülkenin bayrağını çekmek zorunlu. İskele tarafına ise
ihtiyari olarak teknedeki mürettebatın milliyetlerini gösteren bayrak(lar)
çekilebiliyor.
Teknede tatlı su sıkıntılı olduğundan restoranda duşumuzu aldık,
olabildiğince temiz giyinip restorana oturduk.
Mezeler ve balıklar güzel, hizmet güleryüzlü, ortam çok güzeldi.
Bu akşam
da Ukraynalı bir hanım kız teknelerinin havuzluğunda şarkılar söyledi gecemizi
şenlendirdi.
Hesap olarak konuştuğumuz gibi üç kişi 750 lira ödedik; ıssız bir koyda
güzel bir yemek için bence makuldü.
Teknede bira ile muhabbete devam ettik.
Sabah hava çok sakin rüzgar sıfırdı.
Hemen arkadaki Hamam Koyu’na yürümek istedik zira burası çok derin olduğundan tekne ile gidip demir atmamız zordu.
Dağlarda yürürken yolumuzu kaybettik, başka bir koya çıktık ama ne gam!
Bu yazıyı yazarken böyle güzel koyların kül olduğunu düşündükçe kahroluyorum.
Güzel bir kahvaltıdan sonra hepimize uyku bastırdı, kendi teknenin olmasının güzelliği bir şey yapmak zorunda olmamak.
Vurduk kafayı güzelce
uyuduk.
Öğleden sonra rüzgar çıkınca yelkenleri basıp, Göbün Koyu’na gittik. Burada
da yanaşma pratiği ve büyük tuvaletleri yaptıktan sonra akşam için Kaptan
Onur’un bize önerdiği küçük koya doğru yelken açtık.
Gerçekten de tam istediğimiz gibi bir yermiş. Derinlik 5 metre idi ve bizden başka hiç kimse yoktu.
Etrafta gürültücü insanlar olmazsa Göcek
gerçekten cennetten bir köşe.
Akşam yemeğini alaminüt şeylerle geçiştirdik.
Sabah Cahit daldı, bir kaç değişik balıkla birlikte iki de Aslan balığı vurdu. Aslan balığı tropik sulardan Akdeniz’e son yıllarda giren çok yırtıcı bir balık.
Ben ilk defa Sumatra’da görüp Endonezya yazısında denizin içindeki tavus kuşu gibi süslü görüntüsüne aşık olduğumu yazmıştım.
Diğer türleri yok etme riski olduğundan tüketimi teşvik edilmeye çalışılıyor ama dikenleri çok zehirli olduğundan pek avlayan-pişiren yok. Benim bildiğim sadece Datça’da gündüz ne vurursa akşamları müşterilere onları pişiren bir balıkçı var, o her gün bolca vurup tavasını yapıyor.
Cahit de bir tane vurmuş, zıpkından çıkarmaya cesaret edemeden tekneye dönerken kıyıda 10 santim derinlikte (herhalde Göceğin suyu soğuk geliyor) bir tane daha görüp onu da vurmuş. Aslan balığı zıpkını görğünce kaçmıyormuş, vurması kolaymış. Dikenine güveniyor herhalde...
Zıpkından çıkarmadan kıyıya gidip balıkları dikkatlice temizledi. Akşama yemek üzere buzdolabına koyduk.
Teknemizin buzdolabı günde bir iki saat motor çalıştırırsak içindekiler bozulmayacak kadar soğutuyor. Tabi güneş panelleri olsa motor çalıştırmadan da soğutması mümkün.
Güneşin sıcağından soğuk üretmek ne kadar gurur verici bir teknoloji
yarabbim!
Kahvaltı yaparken aklıma geldi, Faho Kaptan’a bir selam videosu çektik.
Fahrettin Eroğlu 50 yaşına merdiven dayamış eski bir assubay.
Güneydoğu’da epeyce badire atlattıktan sonra emekli olunca Amerika’ya gidip 10 bin dolara eski bir tekne alıp elinden her türlü iş geldiği için kendisi yeniliyor ve yelkenli ile Meksika’ya iniyor.Türkiye’deki emekli maaşı, diğer teknelerde yaptığı ufak tefek tamiratlar
ve Youtube kanalından gelen gelirle gül gibi yaşıyor.
Meksika’da Isla Mujeres Adası’nın lagününde bedavaya kalıyor.
Meksika’da rom ucuz ve Isla Mujeres de Amerikalı turist kızlar için popüler bir destinasyon olduğundan erkekler için rüya gibi bir hayat yaşıyor.
Akıllı bir adam olduğundan son zamanlarda gençleri bıraktı, kendi yaşına yakın Sandra isimli, geyşa ruhlu Meksikalı bir kadın buldu, onunla takılıyor.
İşin ilginç yanı ben kanalını 2019 yılında Meksika’dan dödüğümüz hafta keşfettim. Bir hafta önce Isla Mujeres’te teknesinin bulunduğu lagünün önünden arabayla geçmiştik. Daha önce keşfetmiş olsaydım teknesine misafir olabilirdik zira Türkiye’den ziyaretine giden çok olduğu gibi adada da otel sıkıntısı var. Biz tuvaleti duş perdesiyle ayrılmış penceresiz bir odaya 30 dolar vermiştik.
Kısmet değilmiş demek ki.
Her neyse Faho yayınladığı ilk videosunun başına bizim selamı ekleyince pek
çok arkadaşım arayıp kendilerinin de onu takip ettiklerini söyledi.
Öğleye doğru koydan ayrılıp Cahit’in ertesi sabah erkenden uçağı olduğu için onu indirmek üzere Göcek marinasına geri döndük.
Ertesi gün tam kapanma
başlayacağı için tekrar çıkamayız diye biraz tedirgindik, Hasan
Abi’yi arayıp sorduk, turistler için sorun olmayacağını söyledi.
Marina’da yerimize palamarların yardımı ile bağlandık. Palamar aslında
tekneleri karaya bağlayan halatlara verilen ad ama marina terminolojisinde
zodyak botla teknelerin girip çıkmasına yardım eden, köyden gelmiş, aynalı
güneş gözlüğü takan, telsizli ve yanık tenli marina çalışanı
anlamına geliyor.
Son akşam yemeğimiz için bu sefer buğulama balık yaptık.
Aslan balığının tadı çok güzeldi, temizleme derdi olmasa aslında hiç promosyona ihtiyacı yok.
Öyle ki bu buğulama hafta boyunca yediğimiz en güzel yemek oldu.
Sabah Cahit’i taksiye bindirip Dalaman’a gönderdikten sonra biz de ne olur
ne olmaz Sahil Güvenliğin mesaisi başlamadan hemen marina’dan çıkıp en
sevdiğimiz koy olan Bedri Rahmi’ye doğru yol verdik. Yola çıkalı yarım saat
olmamıştı ki Cahit arayıp uçağının rötar yaptığını, 12 saat havaalanında
beklemektense havaalanına yakın araba inebilen tek koy olan Büyük Sarsala’dan
kendisini almamızı söyledi.
Cahit’in durumu tam Göcek’ten at beni, in Sarsala’dan tut beni oldu.
Rüzgarsız havada motorla 2 saat sonra Sarsala iskelesine kıçın kıçın yanaşıp
bağlanmadan Cahit’i tekneye aldık.
Daha önce beğendiğimiz Binlik Koyuna gittik, yüzdük öğlen yemeğimizde güzel bir makarna yedik, uyuduk.
Makarna tenceresinin dibi tuttuğundan halatla bağlayıp tekneden salladık, balıklardan kalanını Gökhan temizledi.
Akşamüstü Cahit’i yine Sarsala’da indirdik,
randevulaştığı taksi koyda bekliyordu. Karşılıklı videolarımızı çektikten sonra
Bedir Rahmi’ye gidip demirledik.
5 gün önce tek tük tekne olan koy tam kapanma ile birlikte dolmuştu. 5 gün önce dolunaydaki saksafonun yerini yüksek sesle yazlık Türkçe pop çalan lüks yatlar almıştı.
Bu pop müziği bir dinlersin iki dinlersin ama hayat bununla
geçer mi arkadaş, hep aynı melodiyle sürekli bir nispet hali, resmen işkence.
“Her yerde okyanus, sen boğuldun derede
Zamanla unutulur, hani aklın nerede?
Saatin mi bozuldu, niye kaldın geçmişte?
Al bi' zaman bi' de akıl
Bu da benden sana hediye”
Eğlence olarak bu müziği son ses çalarak koydaki bütün tekneleri rahatsız
eden bu güzide kişileri, yanlarına gidip “Sesi kısın” diyecek halimiz
olmadığından, zaten en son benzer bir durumda “Sesi kısın” diye
uyarılan Reza Sarraf’ın teknesindeki korumalarının uyaranları epeyce dövdüğü de
hafızalarımızda henüz taze olduğundan, hayatımızda bizi rahatsız eden diğer pek
çok şey gibi Allah’a havale edip keyfimizi bozmadık.
Sabah koyun dibindeki iskeleye bağlanıp kayadaki balık resmini görmek
istedik ama orada değil başka bir girintideymiş.
Artık iki kişi kaldığımızdan ve ben de aynı geziyi Neşe ile başbaşa yapmayı
planladığımdan Gökhan dümendeyken demiri tek başıma yavaş yavaş çektim. Yorucu
ama olmayacak şey değil.
Rüzgarsız havada motor ve otopilotla yata yata Göcek’e döndük. Marinaya girmeden depoyu fulledik(Dolu almıştık)
Bir haftada 300 lirallık mazot yakmışız.
Hasan Abi kardeşi Aziz Kaptan ile birlikte gelip tekneyi teslim aldı.
Teslim
aldı dediysem nasıl bir ticaret erbabıysa, insan sarrafı mıdır nedir, tekneye
de hiç çıkmadı. Bizden depozito da almamıştı İskeleden “Bir sorun var mı?” diye
sordu.
Ben bir göstergenin plastik kapağına basıp köşesini kırmıştım onu gösterdim.
“Hallederiz” dedi, helalleşip ayrıldık.
Bu gezi hayatımızda yaptığımız en güzel tatillerden biri oldu. Ayrıca bir tekneyi tek başımıza sevk ve idare edebildiğimizi gördük, kendimize güvenimiz arttı.
Budget Sailing ve Hasan Abi'ye bize bu olanağı sağladığı için teşekkür ederiz.
Bütçe
Tekne kirası : 500 euro
Transit log: 75 euro
Kumanya : 100 euro
K.Sarsala'da akşam yemeği: 75 euro
Kişi başı, her şey dahil bir hafta : 250 euro
Bu seyahatin bir de videosu var.
Sıkılmadım onu da izlerim diyenler için link