01 Şubat, 2007

KASSAB LAZKİYE SURİYE (Haziran 1997)

SURİYEDEN İKİ KÜÇÜK HATIRA

















Geçen hafta Vatan gazetesinin Pazar ekinde Hatay’ın Samandağ ilçesindeki Ermeni köyü Vakıflı ile ilgili bir haber beni tam on yıl öncesine götürdü:















1997 de sınırın öte yanında , Yayladağ’ın Suriye’ye bakan yüzünde Kassab adlı bir Ermeni köyünde üç gün kalmıştım.
Tavsiye üzerine Lazkiye’den dolmuşla gittiğim, sınıra çok yakın olan, yeşillikler içindeki Kassab’da sadece
Ermeni nüfus yaşıyordu.
Öyle ki pansiyon haline getirdiği evinin bir odasında kaldığım köyün muhtarının resmi ofisinin duvarında Hafız Esat yerine o sırada Ermenistan devlet başkanı olan Levon Ter Petrosyan’ın çerçeveli kocaman siyah beyaz bir resmi asılıydı. Hafız Esat'ın resmi ise yoktu!
Tüm köylüler oldukça iyi Türkçe konuşuyorlardı. Kilisenin önünde tanıştığım bu amcalar
Ermeni Türk meselelerine girmeyi hiç istemediler, ancak önünde durdukları çiçeğin adını söylediler: Amiralin bıyıklarıymış.














Köyün sağlık ocağını ziyaret ettim. Gözlüklü doktor pek az maaş almasına karşın hayatından çok memnundu. Sağlık hizmetleri ücretsizdi.















Muhtar köyde bir Türkiyeli’nin yerleşip restoran açtığını söyleyince gidip tanışmaya karar verdim.
Mehmet Abi ’80 öncesi memleketi Adana’da bir bıçakla yaralama olayına karışmış. Hapse girmekten korkarak büyüklerinin sözünü dinleyip Suriye’ye kaçmış, o zamandan beri de Kassab’da yaşıyormuş. Kassab’ın tek ve en güzel restoranını açmış, adını Adana’dan mülhem Kilikya koymuş, yeşil vadiye bakan açık hava bahçesinde çeşitli kebaplar, rakı, nargile çay satıyor.
Mehmet abi yapı itibarıyle soğuk bir insan olmasına karşın bana oldukça yakınlık gösterdi, hergün oraya gelmem konusunda ısrar etti.
Ailesiyle (iki oğlu, bir kızı ve zarif hanımı) beraber akşam yemeklerini (mangalda kanat) beraber yedik .













Bir gece ben rakı içerken yanıma geldi, bir kahve söyledi, sohbet ettik. 
Bana beslediği güvercinleri anlattı. Daha önce hiç güvercinciyle tanışmadığımdan güvercinlerine olan tutkusu ilginç gelmişti. Güvercinlerini saldığı zaman onların Yayladağ’ın üzerinde kaybolduklarını, Türkiye’nin, kendisinin gidemediği memleketinin üzerinde dolaşarak geri geldiklerini- bilmem belki de bana öyle geldi, içlenerek anlattı.












O soğuk görünümlü adamın güvercinlerinin yurdunun üzerinde uçup dönmesini heyecanlanarak anlatması bana çok dokunmuştu.
O sırada tam da konuyla ilintili Doğunun Limanları adlı kitabı okuyordum, kitap geçen yüzyılın başında Adana’dan Suriye ve Lübnan’a göçmek zorunda kalanların hikayesini anlatıyordu. Ayrılırken kitabı içine bir not yazıp oğlu Ahmet’e hediye ettim, ama okuduğunu hiç sanmıyorum. 















Başlamışken aynı seyahatte içime dokunan başka bir olayı daha anlatmak isterim:
Sıcak bir Haziran günü Lazkiye’nin sayfiyesi olan Şat el Azrak (Cote d'azur de Şam) da yüzmekten dönmüştüm.















Dolmuş duraklarının bulunduğu pazar yerinden merkeze yürürken yanıma elinde alışveriş filesi, gri eprimiş takım elbisesi, siyah eski kravatıyla kısa boylu, yaşlı bir amca yanaştı.














Nereli olduğumu sordu; yürümeme ara vermeden yanıtladım. Havadan sudan bir iki şey daha konuştuktan sonra yakında evi olduğunu acaba gelmek isteyip istemeyeceğimi kırık dökük Fransızca-İngilizcesiyle sordu.















Teklifi o kadar garip, o kadar yersizdi ki önce anlamadım.
Sonra baktım çok istiyor, ama ısrar da etmiyor, sonunda ne olacak merak ettim, eve gitmeyi kabul ettim. Bir süre yürüdükten sonra eski bir apartmana girdik, üst kata çıktık.
Amca eşi öleli beri, eskiden eşiyle paylaştığı bu dairede yalnız yaşıyormuş. Çocukları yokmuş. Eşyalar eski ve tozluydu. Salona geçtik kırmızı kadife koltuklara oturduk. Bir şey içip içmeyeceğimi sordu, bir bardak soğuk su istedim. Beraberce su almaya gittiğimiz mutfağı bir kadının kurduğu ama uzun süredir elinin değmediği hemen anlaşılıyordu. Bir bardak su alıp tekrar salona döndük, konuşmadan bir süre oturduk. Amca çok üzgün görünüyordu, havadan sudan bir iki laf ettikten sonra ‘Ben kalkayım’ dedim.
‘Otursaydın’ dedi,
‘Yorgunum, dinlencem’ dedim.
Kapıdan çıkarken tüm cesaretini toplayıp akşam ne yapacağımı sordu,
‘İşim var’ dedim ve onu boş evde üzgün bir şekilde bırakarak çıktım. 




















Yıllar sonrasından not:
O zamanlar  kimsenin bilmediği Kassab daha sonra Kesseb adıyla ne yazık ki dünya basınında çok yer aldı.