07 Eylül, 2015

Samos (Eylül 2015)








1 Eylül Salı sabahı Samos'un Agias Paraskevi koyunda erkenden uyandım. Sabah sporumu yaptıktan sonra denize girip yüzdüm. Denizden çıkarken saat 8'e geliyordu ve normalde ıssız olan koyun karşı köşesinde insanlar vardı. Ayrıca kıyıya ben denize girerken orada olmayan kırmızı kocaman bir şişme bot gelmişti.

 

Kafamda şimşek çaktı, ben yüzerken bir mülteci botu ıssız koyumuza gelmişti. Zaten daha Kuşadası'ndan çıkarken denizde başıboş yüzen şambreller, ada kıyılarında bol bol turuncu can yelekleri görmüştük.



Hemen odaya koştum, gözlüğümü takıp kameramı yanıma alıp tekrar kıyıya çıktım. Kilisenin önündeki kalabalık yürümeye başlamış, bizim odanın önünden geçiyorlardı.
 


Ne diyeyim; boğulmadan Avrupaya girmeyi başarmış olmalarına sevinerek gülümseyip "Velkam, velkam" dedim .

 

 Genelde Arap'lardan oluşan gençler çok neşeliydiler, kamerayı görünce durup poz verdiler, polisi nerede bulabileceklerini sordular.

 

"Bu yönde yürüyüp rampayı tutarsanız 10 kilometre ilerde Vathi'de" dedim. Şevkle yürümeye başladılar. 
Kilisenin önüne doğru gittim. Bir kısmı hala zeytinliklerin arasından koya inen kadınlı çocuklu yaklaşık 40 kişi vardı. Anlaşılan yandaki koyda karaya çıkıp tepeyi aşarak bizim koya gelmişler.
Bu arada yazlıkçı tipli 50-60 yaşlarında Yunan'lılar da eski arabalarıyla olay yerine toplanmışlardı. 
Biri  sürat motoruya gidip yandaki koya çıkanların terk ettiği ikinci botu çekerek getirdi.



İlk gelen kırmızı botu bir kamyonetin arkasına bağlayarak karaya çektiler.



Birisi küreklerini aldı, biri tabandaki ahşap plakaları söküp arabasının port bagajına yerleştirdi, bir diğeri (motoru alan) tüplerin yanındaki  tutunma  halatlarını çözüp roda etmekle meşguldü.
Yanlarına gittim, "Ne oluyor bu malzemeler?" diye sordum, (Zira sadece motor en az bin euro). 
Yunanlı işaret diliyle "Ne olacak, sana-bana sırayla paylaşıyoruz işte" dedi.
Zaten söküm işlerini yaptıkları alana atılmış patlak bot leşlerini akşam da görmüştük. 

 

Başka koylarda da terk edilmiş botlar içinde can yelekleri, çocuk kollukları ve su şişeleri vardı.



Hımm deyip tekrar göçmenlerin yanına sokuldum. 
Dağdan inen çocuklar kilisenin kapısını açmaya çalışıyor, ebeveynleri engel oluyorlardı. 
Herkeste bir rahatlama havası, otobüs mola vermiş gibi sigaralarını yakmışlar, selfie çekiyorlardı.

 

Gözgöze geldiklerimize "Velkam, velkaam" demeye devam ettim. 
Yaşlı bir Suriyeli oldukça iyi İngilizce ile yanıt verdi;
"İşte geldik" dedi
"Nerdensin abi sen, adın ne?" dedim
"Suriye'den, Dera'danım,  adım Muvaffak " dedi ve ailesini de göstererek tanıttı: 
İki yetişkin, bir küçük kızı, bir sporcu kılıklı oğlu, 65 yaşında da çarşaflı karısı varmış. 
Ben iri yarı, sarışın oğlunu, aynalı gözlüklü, şortlu, spor ayakkabılı ve kendine güvenle sigara içerken görünce Yunan polisi zannetmiştim.
O da kendisini tanıttı, adı Firuz'muş.

 

Türkiyeli olduğumu öğrenince çok sevindiler. Ellerimi sıktılar "Türkiye bizi kurtardı minnettarız, kapılarını açmasaydı halimiz haraptı" dediler.
Muvaffak "İzmir'de hiç kimse İngilizce konuşmuyordu, hele  sen ne güzel konuşuyorsun" dedi
"Abi sen Basmane'de takıldığından konuşmamışlar, deniz kıyısına in, Alsancak'a çık herkes konuşurdu" dedim.
Muvaffak çok kibar, yumuşak huylu bir adamdı. Memleketinde  Arapça öğretmeniymiş, üzerinde bir öğretmen havası vardı. 
Tekneye kişi başına 1300 dolar ödemişler. 
Olayın sersemliğiyle, "Beyaz botla mı, kırmızıyla mı geldiniz?" diye sordum; sanki farkedermiş gibi.
"Gece karanlığında, heyecan içinde hiç botun rengine dikkat etmemişim valla"  dedi
İçimden 'Dün gece biz bu koyda yüzerken,

 

Uzo içip keyfederken bu insanlar karşı kıyıda heyecan içinde sabahı bekliyorlarmış diye' geçirdim.



Firuz da polisin yerini sordu, tarif ettim. 
Otobüs taksi sordular, "İmkansız" dedim, zira bulunduğumuz koyda bir kaç köy evi ve henüz açılmamış iki restorandan başka hayat yoktu.



Muvaffak'a "Biz bir kaç saat sonra yola çıkacağız, arabada iki kişilik boş yer var isterseniz bekleyin" dedim. 
"Gidelim" dediler, yürümeye davrandılar.
Bol şans diledim, arkalarından baktım; rampadaki ağaçların arasından geçtikleri görülüyor, sesleri duyuluyordu.
 


Odaya dönüp Neşe ile Can'ı kaldırdım, gördüklerimi anlattım. Bir saat sonra otelcimiz Yakovas Amca ile vedalaştık yola koyulduk. 
Bu arada Yakovas Amca erkenden kalkmasına rağmen göçmenlerle hiç ilgilenmedi, kendi işine baktı.

 

 Yunanlılar Suriyelilerle ilgilenmez görünüyorlar ama aslında korkuyorlarmış:
Toplu taşıma  olmayan adada bir araç durdurmak için bir saatten fazla otostop yapmak zorunda kalınca, bizi alan kıza neden kimsenin otostopçulara durmadığını sordum. 

 

"Suriyelilerden korktukları için almıyorlar, Vathi'de çok hırsızlık oldu" dedi.  Söylediğine göre  Atina daha da fenaymış. Adalardan mültecileri anakaraya taşıyan geminin kapağını Pire'de bir açıyorlarmış, herkes istediği yere kayıtsız dağılıyormuş.


Kıvrılarak giden yolun her köşesinde asfalta oturmuş dinlenen insanlar vardı . Bir kaç tanesi el etti ama benim aklımda Muvaffak'ı almak olduğundan durmadım.



 Fazla gitmeden yine birileri heyecanla işaret edince durdum. Baktım benim Muvaffak kenarda oturmuş gülen yüzü solmuş, neşesi kaçmış... 
 Küçük kızı "Father is sick" dedi. İndim baktım, göğüs ağrısı, nefes darlığı ve bulantısı vardı. Görüntüsü kalple ilgili bir sorunu düşündürüyordu. Koluna girip arabaya bindirdik, karısı da yanına oturdu. Çantalarını bagaja koyduk (külçe gibi ağırlardı). Oğlu Firuz'a babasını hastaneye götüreceğimi, acil serviste bulmasını söyledim, bana para vermeyi teklif etti.
"Hadi canım" dedim, yola koyulduk.



Olabildiğince hızlı gitmeye çalışırken  kucağında bebek taşıyan yalnız bir kadın görünce tekrar durdum. Kadın o kadar tükenmişti ki, bakışı hala gözümün önünde.
Can'ı öne sıkıştırıp onu da aldık.
Ordaki bir Yunanlı:
"Bunları polise kaydolmadan arabaya almak yasak. Şehir merkezine kadar götürme, başın belaya girer " dedi.
"Hastaneye gidiyorum ben zaten " dedim
Bebekli kadın yolda kocasını görünce;
"Stop please, I saw my wife" dedi
Durduk, indi. 
Kocasını bulunca  yüzüne bir rahatlama geldi.

 

Araya araya hastaneyi bulduk, Muvaffak'ın takati iyice kesilmişti. Koluna girdim, acile oturttum. Gidip doktoru buldum, yeni mezun bir kızmış; kolu, bacağı kırılanlarla uğraşıyordu.
Kendimi tanıttım, hastayı anlattım, içeri getirdim.
"Kaydı yoksa polise haber vermemiz lazım" dedi
"Tabi ki ver, zaten polise ulaşmaya çalışırken böyle oldu" dedim
Onlar EKG çekerken bu sefer de karısını ve çantalarını getirdim, hemşireye karısını tanıttım, grafisine baktım, kalp krizi gibi durmuyordu, sevindim.
Muvaffakla vedalaştık, ikinci kez iyi şanslar dileyip mail adresimi yazdığım bir kağıdı cebine koydum.


Eskiden ben, mesela Naziler katliam yaparken insanların nasıl sessiz kaldıklarını, hayatlarına nasıl devam ettiklerini falan düşünürdüm. Böyle tarihe geçecek bir felaketin içine girince öğrendim, sana giren çıkan yoksa hayat aynen devam ediyor.
Moralimiz bozuk olduğundan koydan kahvaltı etmeden çıkmıştık ama bir süre sonra karnımız acıktı, oturup yedik.




Bu seyahatte okuduğum mimar Ernst Egli'nin Türkiye anılarında bir bölüm dikkatimi çekti.
Egli, 1929'da  izne gittiğinde Berlinlileri çok bohem bir yaşantı içinde gösterişli ve gururlu görüyor:  
"Fakat herkes gelecek planlarıyla doluydu. Gelecek onlara daha bilgili, daha başarılı, daha çok şeye sahip olacakları bir zaman olarak görünüyordu" (sf 22)
Görünen o ki  bu zeki ve gelecekten umutlu sanatçılar 10 yıl içinde savaşta veya gaz odalarında ölebileceklerini hiç akıllarının ucundan geçirmiyorlarmış.

 

20 Mart 2011 de annemle Tayland'da bir tekne turunda Suriyeli üniversite öğrencileriyle sohbet ediyorduk.
Çocuklara "Ne dersiniz, sizce Arap Baharı Suriye'ye de sıçrar mı?" diye sordum
Oğlanlar kendilerine aşırı güvenli;
"Haha ne alakası var. Bizim ülkemiz çok istikrarlı, başkanımızı da çok seviyoruz. Suriye'de asla böyle bir olay olmaz, olamaz!" dediler.
Odaya dönünce BBC'de Suriye'de, Dera'da isyan başladığı haberini gördüm. 

 

O gün bütün dertleri İskandinav kızlarını tavlamak olan bu gençler şimdi neredeler, ne yapıyorlar, acaba yaşıyorlar mı? Çok merak ediyorum.

 

Suriye iç savaşından sonra yazdığım, savaştan 6 ay önceki son ziyaretimizin yazısına buradan ulaşabilirsiniz

...................................................................................................


08 Şubat, 2015

Geçen hafta bugün Dominik'te...

 



Geçen pazar Dominik Cumhuriyeti'nde son gecemizdi.
Saat farkına hala alışmadığımızdan Neşe ile Can'ın erkenden uykuları geldi.
Ben ise muhabbetini merak ettiğim Santo Domingo'nun köşe başı bakkal-barlarından birine takılmak için dışarı çıktım.

Sahile doğru açılan sokaklardan birine girdim. 
Üzerimde biraz peso ve doğru düzgün çalışmayan fotoğraf makinemden  başka değerli şey olmadığından ıssız ve karanlık sokak beni pek ürkütmedi.
Aradığımı, müzik sesini takip ederek iki blok ileride  buldum.
Köşedeki bakkalda 6-7 erkek, 2 de tombul kız vardı.

 

Mekandaki diğer erkeklerin onayını ve saygısını kazanmak, onlara tehdit oluşturmadığımı göstermek amacıyla arkamı kızların bulunduğu tarafa dönerek barın ortasına oturdum, elimle yanımdakinin içtiği litrelik şişenin yarısını işaret ederek orta boy bir bira söyledim.
Zenci oğlan sormadan light bira açınca önce anlayamadım; sonra baktım, ölçek olarak gösterdiğim şişe de lightmış. 

 

Birayı burda adet olduğu üzere donmasına ramak kalmış şekilde soğuk, kesekağıdına koyup, ağzına peçete bağlayıp, yanında pet bardakla getirdiler.  
(Sonradan sorup öğrendim: Kesekağıdı elimden ısınmasın - aman diyeyim; peçete de içine sinek düşmesin diyeymiş)

 

Görünüşe göre bakkaldaki herkes birbirini tanıyor ve ellerini kollarını sallayıp, hızlı hızlı konuşarak hararetli bir şekilde anlamadığım bir konuda sürekli tartışıyorlardı.

 

Yeni gelenler herkesle birlikte bana da selam verip omzuma dostça dokunuyorlardı.
Birinci şişenin sonuna kadar fotoğraf makinemi cebimden çıkartmadım, arkamı dönmedim, kimse bana soru sormadı, ben de kimseyle konuşmadım.
Müşterilerin köşedeki müzik dolabına para atarak  çaldıkları müziğe tempo tutarak raflardaki bakkaliyeyi inceledim.
 
 

 Şişe bitince - sonradan öğrendiğim kadarıyla; aslen  bir çocuk sahibi, ikincisi yolda bir avukat, ve bu mekanın sahibi olan bakkal Joel bir tane daha alır mıyım diye işaret etti.

 

İngilizce; "Bu sefer Jumbo (litrelik)  ve normal olsun" dedim, hayret ki anladı, buz kıvamındaki öksüz doyuranı önüme koydu.
(Litrelik President 100 peso= 2 euro) 
 İkinci şişenin ilk bardağını içerken hemen yanı başımda şiddetli bir kavga daha koptu.
Ben acaba konu ne diye merak ederken Joel bana dönerek, İngilizce :
"Sence hangisi daha iyi, Denzel Washington mu, Morgan Freeman mı? " diye sordu.
"Elbette Freeman" dedim, "bir insan seksen yaşında hala yakışıklı olabiliyorsa kesinlikle başarılıdır!"
Daha sonra öğretmen olduğunu öğrendiğim Joseph bunu duyunca çok sevindi, bak adam ne diyor diye diğerlerine işaret etti.

 

Bu soru aramızdaki duvarları yıktı, bir saatir yüzyüze bira içtiğimiz Joseph de benimle akıcı bir İngilizce ile konuşmaya başladı.
Dominik'ten, müzikten, hayattan ve bilimum şeylerden bahsettik.  İngilizce bilmeyenler de yüksek sesle İspanyolca bir şeyler anlattılar.  
Çok şişman bir başka avukat  tezgahın arkasında çılgınca dansetmeye başladı.
"Burası bakkaliye satan bar mı, içki içilen bakkal mı?" diye sordum
Hep bir ağızdan "İçki içilen bakkal!" dediler. 
10 yıl önce bir kriz olmuş, barlar pahalanınca bütün bakkalar bar tezgahı koyup bakkal fiyatına içki satmaya başlamışlar.
Tezgahın üstündeki açıkta satılan kurabiye kutularını kokladığımı gören Joel;
"Aç mısın abi" dedi
"Aralarında tuzlu var mı diye kokluyordum" dedim

 

"İki dakka sabret, sana hemen bir şeyler hazırlayayım" dedi, ekmek dilimlerine tereyağ sürüp tuz ekti, mikrodalgada ısıttı.
Daha dilimleri yemeyi bitirmemiştik ki bu sefer sokaktan geçen bir seyyar satıcıyı içeriye çağırdı.
Satıcının leğeninde  eskiden bizde de seyyar satılan bumbar dolması gibi bir şeyler vardı.

 

Kan sosisiymiş, benim için özel bir tabak kestirdi, limon sıktırdı. (Limon sıkmazsan ishal yapabilirmiş) 
Tadına baktım, umduğum kadar kötü değildi, diğer sarhoşların da otlanmasıyla hemen bitti.
Bu sefer etli cinsinden kestirtti, bu daha iyiydi. 
Adları Morcilla ve Longanisaymış

 

Bitince bir daha kestirttti, benden para almadı. 
İkinci biram da bitti, bir Jumbo daha içtim, parasını sürekli yatay zafer işareti yapan (yoksa sünnet mi demek istiyordu?) zenci çırağa verdim 

 

Saat gece yarısına gelirken  uçağımız sabah erken satte olduğundan ve eskaza kaçırırsam sittin sene burdan dönemeyeceğimden (kaçırmadığım halde dönmemiz feci zor oldu)  arkadaşlardan izin istedim.
"Otelin nerde? Seni asla yaya göndermeyiz, biz bırakırız" diye tutturdular.



Joel gitti eski model cipini getirdi, beni otelin kapısına kadar bıraktı. E-mail adreslerimizi değiştik, kucaklaşıp ayrıldık. 
Dünyanın bu uzak köşesinde bile yarım saat içinde insanlarla bu kadar kaynaşabilmenin mutluluğu ve saat farkıyla o gece deliksiz uyudum.