16 Ağustos, 2010

SAMSUN-SİNOP (Ağustos 2010)




Bir gün işyerinde sıcaktan bunalırken aklımdan
'Belki Karadeniz daha serindir, kesin buradan daha serindir' diye bir düşünce geçti.

Epeydir Samsun taraflarına da gitmemiştim. Hemen Neşe'yi arayıp Samsun'a bilet bakmasını rica ettim.
O da derhal ucuz biletleri bulup aldı.
Gitmeden önce internette bölge ile ilgili derli toplu bir bilgi bulamadığımdan yazıyı biraz ayrıntılı yazmaya çalıştım.
Fotoğrafları ülkemizdeki google yasağı nedeniyle göremeyenler şu linkteki ayarları yaparak görülebilir hale getirebilirler.





Samsun'a Ankara aktarmalı olarak Anadolu Jet ile uçtuk.
Cem Kozlu'nun anılarında tasarı aşamasında bahsettiği Ankara merkezli bu iç hat şirketinin herşeyi iyi de, eğer özellikle ucuz bir imaj vermek amacı ile tasarlanmamışsa adı ve logosu berbat!
Uçuş sırasında ücretsiz kek veya sandviç opsiyonunu bile sundular.
(Çay ve Hamidiye suyu dışında ise ne paralı, ne bedava içecek vardı)
Pegasus daha dökük uçaklarla, çok daha kötü bir hizmet verdiği halde reklam ajansları sayesinde daha kaliteli havası vermeyi başarıyor.



Samsun Havaalanı'nda bizi ismim yazılı tahta ile karşılayacağını söyleyen araç kiralama şirketinin yetkilisini bulamayınca telefon ettim.
"Abi polis durdurmuyor, ben tur atıyorum, dışarı çıkınca arayın" dedi
Ben de zaten internetten bulduğum Samsunotokiralama.com firmasının sabit telefon hattı ve mektup adresi bulunmamasından ötürü çok fazla birşey beklemiyordum.
Dışarda arabayı getiren elemanla buluştuk. Sezonun göbeğinde olduğumuzdan tüplü bir Chevrolet Lacetti için 4 günlüğü 300 liraya anlaşmıştık.
Eleman şehire kadar bizimle geldi, arabayı tanıttı. Tam arabadan inmek üzereyken
"Ha, bir de arabanın kliması bozuk, baştan söyleyeyim de sonra söylemedi olmasın" dedi.
Ben de normalde klima kullanmadığım için önemsemedim ve
"Baştan söylediğin iyi oldu" diye dalga geçtim.
O sırada yılların sıcaklık ve klima kullanımı nedeniyle elektrik tüketimi rekorlarının kırılacağı günlerinin önümüzde olduğunu bilmiyordum.



Benden ehliyet dahil hiçbir belge istemeyince
"Sözleşme yapmayacak mısın?" diye sordum
"Benim için gerekmez, isterseniz yaparız ama yanımda getirmedim" dedi
300 lirayı verdik, 30 bin liralık arabayı bıraktı gitti.



Şehir merkezine varınca elemanın tavsiye ettiği, köylüsünün işlettiği Kuloğlu Otele gittik.
Oda kahvaltı 60 lira dediler, selamını söyleyince 50 liraya anlaştık. Eşyaları bırakıp ilk pidemizi yemek için nereye gidelim diye otelciye sorduk.
O da bizi Terme'liler pide salonuna gönderip selamını söylersek iskonto yapacaklarını söyledi.



Söylediği gibi yaptık, garsonun önerisi ile karışık ve kapalı kıymalı pide yedik.
Pideler güzeldi ama tanesi 10 liraydı, bana biraz pahalı geldi.
Samsun'lular güleryüzlü, iyi huylu insanlar. Bütün Türk doktorları gibi acemi askerliğimi burada yaptığım için şehri tanıyordum ama aradan 15 yıl geçtiği için epeyce değişmiş buldum. Merkezdeki salaş balıkçılar şehir dışına taşınmış, mevsim itibarıyla mı bilmiyorum ama balık da kalmamış.



Tüm kıyı boyunca her yerde bulunan balık çeşitleri; (hepsi de şoklanıp donmuş olarak) ufak mezgit, ufak tekir( onların tabiriyle 'barbun', fileto çıkarılmış İskorpit ( Onların tabiriyle 'çarpan', aslında sokkan ), kıştan kalma hamsi. Üstelik bunların porsiyonu bonfile misali 12,5-17,5 liraya satılıyor.
Kim yiyor, niye yiyor anlamadım.



Taze olarak çiftlik balıklarını saymazsak sadece son gün çingen palamutu gördük. Bir kamyonetle plaja getirdiler. Getiren adam hoperlörle tanesi 10, bakması 2.5 lira diye bağırarak geldi. Gerçekten de ahali kamyonetin başına toplanıp taze balıklara uzun uzun baktı (Kimse almadı).



Sabah kahvaltıya inerken otel sahibiyle karşılaştık
"Buyrun buyrun kahvaltıya, Allah ne verdiyse..." dedi
Kahvaltı iyiydi, Kuloğlu Otel'den genelde memnun kaldık.
Samsundan çıkıp Sinop'a doğru yola koyulduk. Yolun üzerinden geçen teleferiği görünce içeri girdik.



Teleferik kişi başı tek yön 1 liraymış, çıkması 10 dk sürüyormuş, yukarıda kral mezarları varmış.



Can mezardaki iskeleti görünce çok heyecanlandı, toprağın altındaki mezar odaları çok serindi o da bize iyi geldi. Biz buraya hesapta serin olur diye geldik ama ilk günden sıcaklık İzmir'i aratmadı.



Telferiğin arkasında bir de Amazon heykeli ve canlı çiçeklerden her gün değişen tarih yapmışlar (ama Ağustos'a yeni girdiğimizden çiçekler tam açmamış).



Buralarda belediyeler turizmi patlatmaya niyet edip tarihsel parklar, heykeller gibi şeylere abanmışlar. Samsun'un her köşesinde belediyenin kendini methettiği Bandırma Vapuru maketi, İlk Adım Yolu, devasa Amazon heykelini tanıtan bilbordlar var. Parktaki bir işçiye buranın belediyesi hangi partiden diye sordum.
Adam duraksadı,
"Neden sordunuz?" dedi
"Merak ettim" dedim
Bir sır verir gibi müstehzi bir ifadeyle "AKP'den seçildi ama sosyal demokrat" dedi.

Yola devam ettik. Ana yola paralel bir de sahil yolu var. Bu sahil yolunda güzel apartmanlar altlarında kafe barlar ve hemen yanında nefis kumsal kilometrelerce devam ediyor.
Şaşıp kaldık!



Ben Samsun'da zemheri ayında askerlik yaptığımdan hiç plaj görmemiştim. Arabayı parkedip biraz yüzdük. Deniz İzmir'den sıcak, ve dalgasızdı.



Dibi olduğu gibi kum ve sahili midye kabukları doluydu.



Belediye burada da bir çalışma yapmış, kumsalda duşlar falan var. Hafta içi olduğundan kimsecikler de yoktu.



Ben daha çok Doğu Karadeniz'de yüzdüğümden buradaki bikinili kadın sayısına da çok şaşırdım.



Yola devam edip sahilden ayrıldık. Bafra'da durup Şok mağazasından soğuk içecekler aldım. Kapıda ŞOK yazmasına karşın içersinin dekorasyonu raflardaki kolilerden etiketlerdeki yazı karakterlerine kadar BİM'in aynısıydı.



Kasiyer kıza "Burası eskiden BİM miydi? İzmir'deki ŞOK'lar böyle değil" dedim.
"Oraya daha gelmemiş değişiklik demek ki" dedi
"Alkollü içki satıyor musunuz?" diye sordum
"Biz talep etmedik, merkezdeki diğer ŞOK mağazamızda var" dedi

Sinop'a varmadan önce öğlen yemeği için Gerze sahiline indik. Neşe Sinop usulü mantı ben de sanki iyi bir şeymiş gibi görünen nokul söyledim. Mantının özelliği üzerine ceviz serpilmesiymiş. Nokul ise taze değil mikrodalgada ısıtılmış ekmek gibi bir şeydi. Hiç yiyemedik, kaldı.



Üstümdeki Mahatma Gandhi tişörtünü yıllardır giyiyorum.
İlk kez bu tatilde Samsun'da bir adam beni arkadaşına gösterip
"Bak İndira Gandi" dedi,
Arkadaşı da "Kemal değil mi o" diye cevap verdi.

Sinop'ta daha önce kaldığım deniz kıyısındaki otellere yöneldim, ama sahil çok değişmiş. Deniz kıyısındaki Yılmaz Aile Pansiyonu ile 3 yataklı deniz manzaralı oda için 60 liraya anlaştık. Oda en üst katta ve cayır cayır güneş altında olduğundan çantaları atıp Sinop Hapishanesini gezmek üzere çıktık.

Sinop'a bundan 15 yıl önce geldiğimde hapishane hala faaldi. Denizden epey uzak, çarşı içinde olduğunu görünce dalgaların duvarları yaladığını söyleyen Sabahattin Ali'nin kulaklarının hassasiyetine şaşmıştım.



Bu sefer hapishane müzeye çevrildiğinden içini gezmek mümkün oldu. Kişi başı 3'er lira ödeyerek cümle kapısından içeri girdik.



Önce çocuk islahevini gezdik. Başta Can olmak üzere çok etkilendik. Ben 60 yıl önce burada hapsedilen bir çocuğun bugün 70 yaşındaki hali ile bilet alıp müzeyi gezerken neler hissedeceğini hayal ettim.



Daha önce doktor olarak cezaevlerinin içine girmişliğim, çalışmışlığım vardı ama burası bambaşka bir yerdi.



Yüzyıllardır hapishane olarak kullanılan binalar, koğuşlar, avlular hiç tadilattan geçirilmeden mahkumların çıktığı gibi, hatta daha da dökülmüş durumdaydı.



Sanki tarih cezaevinin kapatıldığı 1996'da donmuştu.



Sabahattin Ali'nin kaldığı odaya bir tabela ve şiirini asmışlar.



Girişten aldığımız rehber kitaptan burada sadece 6 ay ( o da cezaevinin en güzel odasında, tek başına) kaldığını görünce sanatın gücüne şapka çıkarttık!



Koğuşları gezdik avlularda oturduk.



Ben -Allah düşürmesin; bu avlularda volta atmanın nasıl bir duygu olduğunu anlayabilmek için biraz volta attım.



Oturup bir süre sessiz kalıp tefekküre dalmak istedim ama o kadar çok ziyaretçi vardı ki mümkün olmadı.



Ziyaretçilerin çok olmasının sebebini az sonra anladık. Kapalı bir koğuş kapısının yanına
"Zinet Hanım geldik yoktunuz" gibi bir sürü laflar yazılmıştı. Gözümü kapıdaki deliğe uydurunca buranın bir koğuş gibi düzenlenmiş olduğunu gördüm.



Ben müzenin atraksiyonu sandım ama Neşe bunun bir dizi seti olduğunu söyledi. Meğer burası da Kapadokyadaki konak gibi turlar düzenlen bir yer olmuş.

İdamların yapıldığı darağacının kurulduğu köşenin yanında akşamsefaları açmış.



Son olarak görüşme odalarını gezip kendimizi dışarı attık.



Gerçekten bu tarihi hapishaneyi gezmek hepimiz için çok etkileyici bir deneyim oldu. İnşallah yetkililerin burayı tadilattan geçirme, otel yapma gibi fikirleri yoktur. Zira duvarları badanalı pırıl pırıl bir yer bize bu duyguyu yaşatmazdı.



Kafayı dağıtmak için sahile çıkıp balık yiyecek bir restoran aradık



Yukarda da belirttiğim gibi bir İzmir'linin balık demeyeceği tabaklara istenen fiyatları görünce kokoreç yiyip üzerine otelin altındaki birahanelerde bira içmeyi tercih ettik.



Gece odanın manzarası Girne limanını andırıyordu.
Altımızdaki birahanedeki kadınlı erkekli bir grup sabah 4'e kadar muhabbet ettiler



Sabah erkenden otelden çıkıp elimizdeki rehber kitapta methedilen yolumuz üzerindeki Hamsilos Koyunu görmeye gittik.



Buranın özelliği Türkiye'deki tek Ria tipi (fiyort benzeri) kıyı yapısı olmasıymış. Deniz karanın içerlerine kadar sokuluyormuş.
10 km.lik bir yolculuktan sonra ıssız koya vardık.



Gerçekten de deniz karayı yarmış içerlere doğru uzanıyordu.



Koyun girişinde bir tesis vardı ama içerde kimse yoktu. Toprak yol kapalı olduğundan koyun ilerisine gidemedik.



Koyda demirlemiş bir de tekne vardı. Kanımca kimse burası Ege kıyıları değil diyemez.



İnebolu'ya doğru yola devam ettik. Sağa doğru kahverengi Sarıkum tabelasını görünce neresiymiş burası diye merak ederek yola saptım.
Önce sakin bir köye, sonra sazlık bir göl kıyısına geldik.



Biraz daha gidince karşımıza nefis bir kumsal çıktı.



Burası aynen Brezilya'daki çıplaklar plajına benziyordu, aynı orası gibi etrafta bir Allahın kulu da yoktu.
Zaten Samsundan itibaren kıyılar, şehiriçinde kilometrelerce devam eden plajlar bize hep Brezilya'yı, Bahia sahillerini anımsattı.



Hatta aynen Salvador'un Farol(deniz feneri)Plajı gibi Samsun'un da Fener Plajı var.



'Burada RİP akıntısı vardır yüzmek tehlikelidir'
tabelası yüzünden Neşe yüzmeme karşı çıktı. Ben de önümüzde uzun bir yol olduğundan fazla ısrar etmedim.

Geri dönüp asfalta çıktık, yolumuz üzerindeki Ayancık pazarına girdik.



Biraz meyve ve çorbalık mısır aldık. Bulgur iriliğinde kırılmış olan mısırı barbunya fasulyesi ile haşlayacakmışız.

Taze fındığın kabuklusu 2, soyulmuşu 5 liraydı. Ben İzmir'e yeşil olarak götürebilmek için sonra alalım dedim. Sonradan öğrendiğimize göre meğer burada her yerin pazarı Cuma günü oluyormuş. Bir daha pazara denk gelemedik.
Kurutulmuş kestaneleri ipe dizmişler, yazın haşlayıp yiyorlarmış.



Köylü bir kadının sattığı pekmezlerden tattık. Furuncuk armutu pekmeziymiş, yapması çok zahmetli kilosu 30 liraymış.
Bana 30 liralık bir lezzet gibi gelmedi.



Yola devam ettik, Türkeli'ne varmadan önce yukardan gördüğümüz güzel bir koya girdik.



Kıyının bundan sonraki kısmı inişli çıkışlı olduğundan aynı Kapıdağı yarımadasındaki gibi koyları köyleri önce yukardan kuşbakışı seyredip az sonra içinden geçiyorsun.



Haritalarda adı Helaldı olarak geçen bu beldenin şimdiki adı Güzelkent'miş.



Yine nefis duşlu ve tenha bir plaj, dibi kum, ılık dalgasız bir deniz.
Mest olduk, epeyce yüzdük, serinledik.



Büfeden içecek alırken büfeci gence
"Burası neden bu kadar tenha? diye sordum
"Sezon bitti de ondan" dedi
"Sezon Ağustosun başında mı bitiyor buralarda?" dedim
"Havalar bozuktu, Ramazan da geliyor, herkes gitti. Zaten buranın yerlisi kalmadı, herkes Almanya'da, Fransa'da . Yazları gelip 15 gün kalıp gidiyorlar" dedi



Gerçekten de yabancı plakalı lüks araçlar olmasa yollar bomboş olacak.
Yola devam ettik. İnebolu'ya gelmeden bu sefer yassı taşlarla oluşmuş bomboş ve başka türlü nefis bir plajın üzerinden geçerken dayanamayıp arabayı çektim.



Bir dalıp çıktım.


Aynı plaj İnebolu merkezinde de devam ediyordu.
Kapıdağı Yarımadası'ndaki gibi burada da bütün Atatürk heykelleri sırtlarını denize döndükleri yetmezmiş gibi İnebolu'daki heykelin denizle arasına bir de duvar çekmişler.



Heykelin arkasında İnebolulu kadınlar çekirdek çitleyip denizi seyrediyorlar.
Şehir içinde nefis plaj var ama giren yok!



İnebolu Cide arasındaki virajlı yol beni çok heyecanlandırdığından oylanmadan yola devam ettik.
100 kilometrelik bu yolu ilk kez bundan 22 yıl önce otostopla 36 saate geçmiş ve doğanın güzelliğine hayran kalmıştım.



(Doğanın güzelliğinden etkilenmemde o zamanlar saatte bir ya da iki araba geçen bu yolun kıyısında başka yapacak iş olmadığından saatlerce elimde ki sopayla toprağı eşeleyip, etrafı seyretmemin de etkisi vardı)



Bu sefer yol 3 saat sürdü.
Yol üzerinde yine yukarıdan beğendiğimiz bir koya girdik.



Ancak koyda yüzenlerin tümünün erkek olduğunu görünce Neşe yüzmekten vazgeçti. Biz Can'la yüzdük.




Yolda bir deniz feneri görünce durdum. Fenerin yanındaki evdekilere bu ne feneri diye sordum. Kerempe Feneri'ymiş. Burası da Kerempe Burnu'ymuş.



Konuştuğum adam 125 yıldır bu fenerde çalışan bir ailenin son ferdi Mustafa Güler'miş ama bir takım anlaşmazlıklar yüzünden geçtiğimiz yıllarda İstanbul'a tayinini istemiş. Şimdi yaz tatili için aile yadigarı fenerin hemen dibindeki tapulu evine gelmiş.



Evin yanındaki kurutulmuş sebzeleri sordum.
Salatalık kabuklarını ve domatesleri kurutuyor, kışın haşlayıp kavuruyorlarmış.
Pek lezzetli olduğu gibi lifli olduğundan çok da faydalıymış.
Anlaşılan Karadenizliler ekecek duzluk alan olmadığından beslenme konusunda gerçekten sıkıntı çekiyorlar.



Biz fenerci ile konuşurken gelirken yolda yanından geçtiğimiz eşekli adam ile arkasından topallayarak yürüyen karısı yanımızdan geçti, selam verdiler.



En sonunda akşamüstüne doğru Cide göründü.



Cide sahilinde bir kaç pansiyona yer sorduk hepsi doluymuş. Yol boyunca tabelasını gördüğümüz liman içindeki Yalı Otel'de şansımızı denedik. Çatı katında ortak banyolu son bir odaları kalmış. Banyosu yok ama balkonu var.



Güzel temiz bir otel, oda kahvaltı 60 liraya anlaştık.
Oda leb-i derya, güneş tam karşımızdan batıyor.



Duş alıp yemek yemek için şehir merkezine gittik.
Denizin üzerindeki iskelede yer alan Rıhtım restoranı gözümüze kestirdik, ancak sanki kapalı gibiydi. Meze olarak patlıcan kızartması ve taze fasülye bir de konserve barbunya! vardı.



"Burayı herhalde belediye işletiyor?" dedim,
değilmiş, şahsa aitmiş.
Mezeler, iki kebap ve 20lik rakı 59 lira tuttu.
Yemekten sonra sahildeki turistik pazarı gezdik, düğün salonunda bir düğün izledik.
Bıyıklı bir köçek fırdöndü gibi dönerek atılan paraları akrobatik hareketlerle yerden ağzıyla alıyordu.



İzmir'dekilere hediyelik şimşir kaşıklar aldık (3 lira/tane).
İzmir'de şimşir pek bulumadığı gibi bunların işçilikleri de çok düzgündü, sapları hep ortadaydı.
Buralarda ahşap işleri çok yaygın bir turistik atraksiyon.



Sabah erkenden nihai hedefimiz olan Amasra'ya doğru yola koyulduk. Yolun biraz düzleşeceğini sanıyordum ama hiç farketmedi, döne döne dağları çıkıp inerken tepeden çok güzel bir koy gördük.



Adı Gideros'muş. Koyun Doğu kıyısındaki yoldan indik. Tek tesis olan Gündoğdu Pansiyonda'ki konuklar sakin denizin kıyısında kahvaltı ediyorlardı.



Ortam güzeldi ama etraftaki çöp ve molozlar çok rahatsız ediciydi. Pansiyon sahibinin dediğine göre belediye ilgilenmiyor, kendisi adam tutup temizlettiği halde kısa sürede her taraf yine çöp doluyormuş.
Pansiyonda denize bakan ön odalar kahvaltılı olarak kişi başı 40 liraymış.



Koyun batı kıyısındaki balık restoranına da inip bir baktıktan sonra (elbette yine sadece donmuş mezgit ve sözde barbun!) yola devam ettik.

Bartın il sınırını geçtikten hemen sonra yine yukarıdan görüntüsünü beğendiğimiz bir koya girdik.



Kurucaşile'ye bağlı Kapısuyu adı bu koyun da hem kumsalı, hem denizi nefisti.



Ege'de olsa tıka basa dolacak bu koy da neredeyse ıssızdı.
Yarım saat kadar yüzüp serinledik.



Kurucaşile'de ilçe merkezinde sakin bir plaj ve hemen arkasında tekne yapım atölyeleri vardı.



Yolarda hiç fındık satan görmeyince köylü bir kadına sorduk.
"Daha toplanmaya başlanmadı" dedi
Tam nerden alacağız diye dertlenirken yolda iki kardeşin fındık sattığını gördük, hemen herkese hediyelik olacak kadar aldık.



Kavak kesilen bir yerden geçerken durup seyrettik.
İşin başında dikilen adama sordum, kavaklar 13 yıllıkmış, hepsini keseceklermiş.



Çakraz adlı bir köyün içinde trafik durdu, konvoy oldu.
Kaza olduğunu duyunca bir faydam dokunur mu diye yürüdüm.



Bir tur otobüsü devrilmiş, yaralıların ağırları gitmiş, hafif yaralılar yerlerde yatıyorlardı. Jandarma yolu bir saat kapatıp ölçüm yapacağını, Çakraz'a dönmemizi söyledi.



Ben geçtiğimiz ufak dağ köyünün kahvesinde bekleyeceğiz sanırken arabaları takip edip köyün içinden sahile inince lebalep dolu nefis bir plajla daha karşılaştık.



Burada bir saat kadar oyalandıktan sonra tekrar yola çıktık, yol açılmış.
Öğleden sonra önce tepeden seyredip sonra Amasra'ya indik.



Bir de baktık şehir insan kaynıyor! Şehir içinde epeyce park yeri aradıktan sonra bir sokak arasına park ettik. Önce otogara gidip otobüs şöförlerine burdan Samsun'a dönmek için hangi yolun en uygun olduğunu sordum.
Anababa günü bir plajın üzerindeki otogardaki şöförler benim gitmeyi düşündüğüm Kastamonu Safranbolu güzergahında çok yol çalışması olduğunu, Gerede'ye yani İstanbul Ankara yoluna kadar inip oradan otoban yoluyla gitmenin daha hızlı olacağını söylediler.



Haritaya bakınca dehşetle yaklaşık 800 kilometrelik bir yolu önerdiklerini gördüm. Biz Samsun Havaalanı'ndan buraya kadar 3 günde 550 kilometre yol yaparak geldik ve 24 saat sonra yine Samsun Havaalanı'nda olmamız gerekiyor. Anlaşılan biraz ölçüsüz açılmışız!

Sahilde bir lokantaya oturup bu seyahatteki tek balığımız olan palamutları yedik. Neşe bloglardan okuduğu Amasra salatalarını çok merak ediyordu. Özelliği bol yeşillik, kırmızı biber ve semizotunu, havuç, turp ve turşu gibi normalde yaz salatasına girmeyecek unsurlarla çiçek-böcek şekilleriyle süslemeleri ve sirke kullanmalarıymış.



Gerçekten salata da, balık da lezzetliydi. Hava insanı gerecek kadar sıcak olduğu ve ben geri dönme telaşına girdiğimden balığın yanında sadece su içtik. (39 lira)
Neşe Amasra kalesini ve köprüsünü görmeden gitmek istemedi, kalabalık çarşının içinden yürüyerek adanın küçük deniz denen arka tarafına gittik. Kale surlarını ve adayı ana karaya bağlayan tarihi taş köprüyü görünce hayretlere düştüm. Daha önce Amasra'ya iki kez gelmiştim ama bu gelişlerim internet öncesi çağda, kışın olduğundan ve o sırada memleketimizde gezi edebiyatı, rehber kitap vs. de bulunmadığından ben sadece sıcak bir otel bulup lezzetli balık yemeye odaklanıp kalenin arka tarafını görmeden geçip gitmiştim. Güneş batarken surların, köprüden atlayarak yüzen gençlerin manzarası bize sanki İtalya'nın Amalfi kıyılarındaymışız duygusunu yaşattı.



Ancak kalenin iki suru arasındaki pembe sidingli pansiyon



ve surların üzerindeki tenekeden evler bize nerede olduğumuz hatırlattı.



Bütün geçimini turizme yıkmış bir kentin bu kadar özensiz olması inanılır gibi değil.
Yine de Amasra çok kalabalık turist kaynayan bir yerdi.



Plajlar metrekareye düşen insan sayısı ile Gümüldür plajlarını aratmıyordu.



Ölen popstar Barış Akarsu herhalde buralıymış, her yerde hatta teknelerin üzerinde resimleri vardı.



Köylü pazarında kafilerlerle gelmiş yerli turistler bol bol alışveriş yapıyorlardı.



Biz de sarı yeşil süs kabakları aldık. Tepsi kadar büyük taze ayçekirdeklerinin tanesi 4-5 liraya satılıyordu.



Amasra'nın dolmuşları da bir örnek boyanmış çok havalıydı.



Dönüş yolu gittikçe gözümde büyüdüğünden bir an önce yola çıkmak istedim. Otobüs şöförlerinin önerdiği güzergah hiç aklıma yatmadığından haritadan kendimize en uygun bulduğum Safranbolu, Kastamonu, Taşköprü, Vezirköprü yolunu izlemeye karar verdim. Buraya kadar gelirken de her yerde, özellikle Sinop çevresinde yol inşaatları vardı, hızımız fazla kesmeden geçmiştik, ayrıca Neşe Safranbolu'yu daha önce hiç görmemişti.



Amasra Safranbolu arasındaki yol ağaçlarla kaplı, serin ve düzdü.



Yaklaşık 500 kilometredir viraj dönüp, dağa çıkıp indiğimizden bize cennet gibi geldi.
Dağlara tırmandıkça hava bayağı serinledi, üşüdüm, tişörtümü giydim.



Amasra'dan çıktıktan 1 saat sonra akşamüstü Safranbolu'ya girdik.
Sabah çok erken çıkacağımızdan hava kararmadan şehri görebilmek için arabayı parkedip ara sokaklara daldık, hem dolaştık, hem eski konakları restore ederek yapılmış otellerde oda baktık.



Uygulama Oteli iki kişi 100 liraymış ama o kadar çok basamak vardı ki çıkmayı gözüm yemedi. Gezdiğimiz oteller içinde en hoşuma giden Hatice Hanım Konakları oldu.



Üç kişi oda kahvaltı 90 liraymış, sabah erken çıkacağmızdan kahvaltı edemeyeceğimizi söyledik, 80 liraya anlaştık.



Asude bir bahçenin içindeki 300 yıllık konak otantik havası bozulmadan aslına uygun restore edilmişti.



Ne çok havalı, ne çok perişandı.



Odanın banyo tuvaleti eski usul köşedeki dolabın içindeydi, bu iş Can'ın çok hoşuna gitti.



Eşyalarımızı bırakıp çarşıya gitik. Çarşıda bolca ahşap hediyelik ve lokumcu vardı.

Safranbolu evlerinin maketleri, buzdolabı mıknatısları her köşede satılıyordu.



Buranın safranı ve safranlı lokumu meşhurmuş.



Bir lokumcunun kapısındaki kızın ikram ettiği safranlı incirli lokumlardan tadıp bir miktar hediyelik aldık. Neşe kaç gündür bir hamam olsa da yıkansak deyip duruyordu. Lokumcuya sorduk, meğer kapıda lokum tutan da hamamcının kızıymış.



Bize hamamın saatlerini, fiyatını söyledi (kese dahil 15 lira)
Neşe hamama gitmeye karar verdi, biz de Can ile çarşıyı gezmeye devam ettik.
Hava kararırken 250 yıllık bir caminin içine girdik, köşede fısır fısır konuşarak serinlikte dinlendik, namaz kılanları seyrettik.



Can'a ne zaman yorulursa camilere girip dinlenebileceğini, hatta uyuyabileceğini anlattım.
Birden elektrikler kesilince zifiri karanlık oldu. Hepimiz dışarı çıkmak zorunda kaldık. Oturacak ışıklı bir yer aradık, bulamadık.



Neşe'yi merak edip hamamın kapısına gittik. Benim kadınlar kısmının kapısına yöneldiğimi gören erkek tarafındaki gençlerden biri panik içinde koşarak geldi, derdimizi anlatınca durun ben sesleneyim diyerek içeriyi göremeyeceği bir noktada seslenerek içerde natır olan annesini çağırdı. Biraz sonra Neşe de çıktı. elektrik kesilince hamam da zifiri karanlık ve klostrofobik bir yer olmuş, çok korkmuş.

Akşam yemeği için iki kadının işlettiği Bindallı adlı kafeye oturduk.



Peruhi denen buraya özgü içinde et yerine kuru yoğurt bulunan ancak üzerine yoğurt dökülmeyen mantıdan yedik. Naneli falan hafifti, benim hoşuma gitti.
Kadınlar güleryüzlü, her şeyleri çok temiz ve lezzetliydi.
Masaya süslü işlemeli tertemiz bezler serdiler.



Yemekten sonra erkenden otele dönüp yattık.
Sabah 6 da uyanıp eşyalarımızı indirdik. O saatte bahçede kahve içen otelin sahibi ile karşılaşınca yarattığı bu eserden ötürü kendisini tebrik ettim. Bizim kaldığımız konak atalarına aitmiş, yıllar sonra memleketine dönüp babasının ısrarı üzerine harap halde alıp restore ettirmiş.
Hatice Hanım da eşi oluyormuş.



Saat 7 gibi Safranbolu'dan çıktık.
Kahvaltımızı Kastamonu şehir merkezindeki bir pastaede Kastamonu kır pidesi yiyerek yaptık. Pide yağlı açma hamurundan yapılmıştı, fena değildi.



Araç ilçesinde benzin alırken pompacıyla sohbet ettik.
Karşıdaki burcu göstererek "Ne güzel, sapasağlam kaleniz varmış" dedim



Gülerek "Valla ben buraya '87de geldiğimde orası taşlık tepeydi, sonra sonra kale oldu" dedi

Yolda Durağan diye bir ilçeden geçince durup fotoğrafını çektim.
Taşrada hayat zaten durağandır da bu isim malumun ilanı olmuş.



Üstüne üstlük ana caddesinin adı da Yaşar Topçu Bulvarı'ydı.
Sonradan öğrendiğime göre bizden bir gün önce Taşköprü Sarımsak festivaline gelen Tarkan'ın minibüsü bu ilçede arızalanınca durağanlıktan bir anlık çıkıp haberlere konu olmuş.
Buralarda fotoğrafı çekilecek ilginç tabela çok.



Kastamonu'daki bir un fabrikasıın üstünde de kocaman 'Gölveren Unları' yazıyordu.

Taşköprü'de yol üstünde sarımsak satan bir kadından bolca sarımsak aldık.



Mart ayına kadar dayanır dedi.
Bozuk para çıkışmayınca kalan miktarın ödemesini biraz taze fındıkla yaptım. Sevindi, hemen soydu, çocuklarına yedirdi.



Boyabat'ta yol kenarından kavun alıp hemen oracıkta satıcının bıçağı ile kesip yedik.
Süreyya kavunu deniyormuş, çok lezzetliydi.



Altınkaya Barajı'nın yanından ve Kızılırmak'ın üzerinden geçtik.



Sıcaktan ve yanındaki baraj yüzünden Kızılırmak Kızıldere olmuş.



Safranbolu'dan çıktıktan 450 kilometre (Amasra'dan 550) sonra Samsun'a girdik. Yolda yer yer inşaat olmakla birlikte çok rahat geldik, yol 7 saat sürdü.



Araba tozdan çamurdan berbat görünüyor. Burada benzinliklerde bedava otomatik yıkama icat edilmemiş. Gördüğümüz tek yarı-otomatik yıkama da el yapımıydı.



Uçağın kalkış saatine daha epeyce olduğundan önce Atakum Sahiline gidip yüzerek serinledik. Perşembe günü tenha olan sahil bu sefer epey kalabalıktı ama çok geniş olduğundan rahatsızlık vermiyordu.

Yüzme faslı bitince Can'ın bilbordlardan görüp heves ettiği Bandırma Vapuru maketine gittik.



Güneşin alnında basitleştirilmiş Kurtuluş Savaşı ve emperyalizm tarihini anlatarak sorumlu ebeveynliğimi yerine getirdim ama çok eziyet oldu. Dilim damağım kurudu. Karada duran teknenin yanındaki plajda Samsunlular Pazar yüzmesi yapıyorlardı.



Eskiden Rus pazarı olan yere şimdi Yabancılar Çarşısı adı altında ıncık cıncık satılan bir pasaj yapmışlar. Neşe gezmek istedi, biz Can ile dışarda bekledik, piştik.
Son olarak yedek subay okulundayken yumurtalı ıspanak kıyafetimizle havalı havalı dolaştığımız Çiftlik Caddesine çıkıp son bir pide daha yedik.



Havaalanında arabayı teslim ettik, klimasız piştiğimzi belirterek sitemlerimizi ilettik.
1 saat rötarla sabah karşı 1 de İzmir'e indik, 2 de uyuduk, 8 de kalkıp işe gittik.



Biz Samsun'da iken Neşe'nin kardeşi Yankı İzmir'den telefon edip
"Aslında ben anlıyorum ama iş yerindeki arkadaşlarım neden Samsun'a gittiğinizi bir türlü anlayamıyor, sorup duruyorlar. Neden gittiniz?" diye sordu.
"Gezmek için" dedik




4 gün 3 kişi harcama:
Uçak 370
Araba 300
Yakıt 200
Total Harcama 1300 lira
Kitap: Hamido (çok kötüydü)
Müzik: Jethro Tull