13 Kasım, 2007

KARTAL KAYALARI
Yukarı Kızılca-Kemalpaşa Kasım '07



Aslında ben gençliğimde prensip olarak yürüyüşe karşı bir insandım.
Yürüyenleri de, ayıptır söylemesi hakir görürdüm.
Hiç unutmam, Tıp Fakültesi’ndeyken beni ille de Yamanlar’daki dağcılık faaliyetine götürmek isteyen bir kız arkadaşıma “Tabi gidelim, ama rakımızı etimizi alalım, bir de otostopla gidelim” demiştim de ayrılmıştık.
Yaşlanmanın insan bedeninde ve ruhunda yarattığı derin etkilerden biri de yürümeye karşı gelişen
bu heves olsa gerek.














Likya Yolu’ndaki yürüyüş çok hoşumuza gidince İzmir’de nerede yürüsek diye düşünmeye başladık. Ertesi hafta, ayrı ayrı iki hastam yürüyüş kulüplerindeki maceralarını anlatınca bunu ilahi bir işaret sayıp Neşe’ye kulüpleri araştırmasını söyledim (lojistik sorumlusu Neşe)


Bize uygun iki kulüp varmış, birisi Patika trekking adlı özel bir organizasyon, diğeri Bornova Belediyesi’nin dağcılık kulübü BOBEDAK. Hastalarımdan birisi BOBEDAK için “ O kadar pozitif insanlar ki, başımı göğüslerine yaslayasım geldi” dediğinden ve servisleri de evin önünden geçtiğinden onu tercih ettik.



















Bir gece önceden Neşe sandviçler hazırladı, son iki gün yağmurlu geçtiğinden yarın da yağacak mı diye tedirginlik içinde erkenden yattık. Sabah (Pazar sabahı!) saat 7 de saatin zili ile kalkıp, havayı açık görünce fırladık, Can’ı bırakıp, ucu ucuna 7: 50 deki servise yetiştik.













Ben önünde 9 Eylül Dağcılık yazan bir otobüse, nasıl olsa Pazar sabahı bu saatte İzmir’den dağa gidecek iki otobüs adam yoktur diye el kaldırdım, meğer varmış, arkadan daha kaç otobüs geçti. Biz uyurken şehirde neler oluyormuş, haberimiz yokmuş.
Bizim otobüste önce hep emekliler vardı, bizi güleryüzle karşıladılar. 
 













Hepsi yıllardır beraber yürüyorlarmış. Belediye’nin önünde biraz mola verdik, üç beş genç de bindi, toplam 22 kişi Kemalpaşa’ya doğru yola çıktık. Tanışma sırasında B grubunun rehberi Ahmet bizim kulübü nereden duydunuz dedi. Hastalarımdan Öğrendim dedim
Günlerden 11 Kasım olduğundan Yukarıkızılca köyünde geleneksel dağcılık kulüpleri Atatürk’ü anma toplantısı varmış. Dağın yamacında küçük, güzel bir köy olan Yukarıkızılca yağmurluklu elleri sopalı insan kaynıyordu.













Gruptakiler hemen ayakkabılarımız incelediler. Ben çamur çok olur , bir de bileğimi korusun diye iş botlarımla gitmiştim, hiç beğenmediler, altı profilli olması lazım bunlar çok kayar, sopa alın dediler (haklılarmış). Arabanın bagajından iki tane sopa seçtik. Ben dağlarda yürüyenlerin elinde bunları görüyordum ama hava olsun diye taşıyorlar sanıyordum, meğer dağda yürümek için çok elzem bir aletmiş.













Meydanda sıcak ekmek aldık, kahvelere dağıldık, çay içerek törenin başlamasını bekledik. O kadar kalabalıktı ki, seyrek çay içen köylülere göre yapılanmış kahvelerde kantin gibi uzun çay sıraları oluşmuştu. Köylüler yılda bir köylerine gelen bu renkli yağmurluklu sopalı insanlara karşı tam bir kayıtsızlık içinde gazetelerini okuyor, yokmuşuz gibi davranıyorlardı.

















45 dakika boyunca modifiye (çıstak) Onuncu Yıl Marşı’nı üst üste 30 defa dinledikten sonra ses düzeninin başındaki adama gidip, “Bilader şunu bi kapatsan beynimizi …” dedim. O da gariban bir belediye işçisiymiş, “Bana kaymakam gelene kadar çal dediler” dedi, biraz sesini kıs bari dedim, azcık kısıyormuş gibi yaptı. Baktık olmayacak, köyü dolaşmaya çıktık,














Kemalpaşa Kaymakamı, dağa çıkmak için sabırsızlanan 200 kişiyi 1 saat bekleterek saat 10 gibi alana teşrif etti, duyulmayan ve kimsenin dinlemediği bir konuşma yaptı. Saygı duruşu, İstiklal Marşı derken sabırsızlanan gruplar hızla tören alanını terk etti, köyün folklör grubunu izlemeye kimse kalmadı.


















Biz de iki gruba ayrıldık. Genç ve kondüsyonlu 4 kişi B grubu olarak Mahmut Dağının zirvesine doğru yola çıktı. Dağcılık kulüplerindeki onore edici terminoloji gereği dinç yaşlılardan ve genç hımbıllardan oluşan biz A grubu ise zeytinliklerin arasından Nif Dağlarına tırmanmaya başladık.














Herkes bize akıl verdi, kondüsyonumuza şaştı. Biz de 50-60 yaşındaki insanların, henüz kırkını görmemiş bizlerin kendilerinin yürüyebildiği parkurda yürüyebilmemize neden bu kadar şaştıklarına şaştık. Beni en şaşırtan ise grubun yol boyu bir dakika bile susmaması oldu.














Ben bu işin çok ciddi, pek konuşulmadan yapıldığını sanıyordum. Fıkralar, hikayeler, sıranın en başından en sonuna laf atmalar, birbirine takılmalar, şarkılar hiç dinmedi. Bir iki kısa mola vererek Kartal Kayaları denen yere çıktık. En sondaki kayaya tırmanış dışında pek zor ya da tehlikeli bir rota değildi.














Fotoğraf çekildikten sonra kayadan aşağı inerek arkasına dolaştık, biraz daha yamaçlara tırmandık. Toplam 2-2,5 saatlik bir yürüyüş sonucu, rehberimiz Kazım Hoca’nın (Güleryüzlü ciddi rehberimize herkes hocam diyor, ya emekli öğretmen, ya da dağcılık terminolojisi gereği tam bilemiyorum) 'mola' komutuyla bir düzlüğe yayıldık. Herkes fanilasını değiştirdi.














Neşe Müzeyyen Hanım’la çiçek toplamaya gitti. (Yolda Müzeyyen hanım ‘Neşe çiçek toplayacak mısın?’ diye sorduğunda Neşe “Benim gözüm adaçaylarında” diye yanıt vermişti. Meğer çiçek toplamak çiş yapmak anlamına geliyormuş)
























Erkekler hemen odun topladılar, sofralar kuruldu. Bizim şaşkın bakışlarımız altında, niye bu kadar büyük diye merak ettiğimiz çantalardan tavalar, sucuklar, yumurtalar(çiğ), kiloluk yoğurtlar, piyazlar, dolmalar, helvalar çıktı. 













 Hep birlikte yemek hazırlığı yapıldı, ıslak odunları tutuşturduk, büyük bir ateş yaktık. Biz sandviçlerimizin yanında sofradan da yedik, hatta artan yiyecekler için ‘yok mu yiyen atıyorum’ dendikçe atılmasın diye ben yediğimden davul gibi şiştim.















Yağmurluğu ıslak toprağa serip biraz kestirdim. Yemeğin üzerine kulübün çaydanlığında çay demledik (deri çantadaki kocaman çaydanlığı bir gönüllü taşıyor, herkesten toplanan su kaynayınca iki avuç çay atılıp, 20 dk bekleniyor), ateşin başında ısınmaya çalışarak içtik, sohbet ettik.














Hocanın söylediğine göre İzmir dağcılık açısından bir cennetmiş. Hiçbir yerde bu kadar çok ve amatör dağcılık kulübü yokmuş. İstanbul’da haftasonu gezileri 60-70 liradan aşağı mal olmuyormuş. Bizden kişi başı 7 lira yol, ayrıca üye olmayanlardan 4 lira derneğe bağış toplandı. Ateşi söndürdük, yola düştük. İnişte düz tabanlı botlarla çok zorlandım.














En arkaya kalınca patika da iyice kayganlaştı, elimdeki sopa olmasa çömleği kırmak işten değildi. Grubun arkasını toplayan deneyimli dağcıya artçı deniyor, bizim bu yürüyüşteki artçımız Mehmet Ali abi (eski bir komandoymuş) her kayışımda 'hop, yok bişey devam' diye gaz verdi, beni topladı.














Dönüş yolumuz aslında kısaydı ama rehberimiz Kazım Hoca bizi dağlarda dolaştırarak zirve yapan diğer grupla aynı anda saat 4 gibi köye indirdi. Köye yaklaşırken yanımızdan arabalarının içinde geçen piknikçilere sanki biz hiç oralarda arabayla dolaşmamışız gibi tiksinti ve acımayla karışık duygularla baktım.















Kahvede birer çay , köy tuvaletini ziyaret derken, saat 5 te otobüs bizi evin önünde bıraktı.
Akşam insanda gerçekten zevkli bir yorgunluk oluyor.Aslında ben biraz daha zorlanmayı umuyordum, bir dahaki sefere B grubuna geçme arzumu Ahmet’e belirttim, “Kaslarınız biraz alışsın bir iki ay sonra olur” dedi.
Bu yazıyı özlediğimiz Ayça Şen röportajları tadında bitirmek istiyorum:















1.Dağa çıkarken neyse de inerken profilli ayakkabı şart!
2.Ne terör ne türban. Türk halkının gündemi 8-0 Liverpool yenilgisi. Konu dönüp dönüp buraya geliyor.
3.Bana öyle geldi ki dağa çıkanlar, yürüyüşten ziyade dağdaki yemekten ve akşam eve döndüklerindeki tatlı yorgunluktan zevk alıyorlar.
4.Bütün kulüp üyeleri benim işyerinde, kongrelerde falan takmaya yüksündüğüm kartlarını dağda yürüyüşe başlarken boyunlarına taktılar.
5.Kulüp adsız alkolikler derneği gibi: kimse kimseye sen kimsin sıfatın ne diye sormuyor, ne kadar anlatırsan O’sun.
6.Yıldırım Demirören’i herkes kocakafa diye çağırıyor
7.Bu haftasonu yürüyüşe gidemiyoruz, zira ben Suriye’deyim(İnşallah)

30 Ekim, 2007

LİKYA YOLU

LİKYA YOLU
Kabak Koyu- Kekova
(Temmuz-Ekim '07)








Bu yaz iki kez Likya Yolu’nda yürüdük.
Kırmızı beyaz işaret çizgilerine ilk olarak Fethiye’de, Faralya köyünden Kabak Koyuna inerken rastladık. Daha sonra Turan Kamping’deki Likya Yolu kitabını inceleyip, kampingin işletmecileriyle konuşunca gazetede haberini okuduğum ama pek anlayamadığım yol kafamda şekillendi.















Bilmeyenler için; Kate Clow adlı ingiliz bir hanım Fethiye Antalya arasında kah dağlardan giden, kah plaja inen ve 19 Likya kentinden geçen yaklaşık 500 km'lik bir patikayı Garanti Bankası’nın sponsorluğunda işaretlemiş. Yolun tamamında birbirinden fazla uzak olmayan kırmızı beyaz çizgiler rotayı gösterirken, girilmemesi gereken yanıltıcı yollarda da çarpı işaretleri var.
Faralya’dan Kabak Koyu’na iniş çocuklu çantalı 1 saat, çocuksuz çantalı 40 dk, çocuksuz çantasız 30 dk sürüyor.
Ben gözümde numaralı güneş gözlüğü ile inip beyaz camlıyı yukarıda arabada unutunca hepsini tecrübe ettim.
















Yol güzel işaretli, zaten indiğin koy da gözünün önünde baka baka indiğinden kaybolmak zor. Fakat ertesi gün karşı kıyıdan yürüyen iki turist kız kaybolup epey eziyet çekmişler.
















Kabak Koyu’nda 5-6 kamping var, fiyatları sözbirliği etmişçesine aynı: Kişi başı yarım pansiyon çadırda( ister kendi çadırın, ister onlarınki olsun) 25, bungalov tipi, bazı yerlerde sadece üç yanı çevrili odalarda 35. 

















Biz kendi çadırımızla kişi başı 20’ye anlaştığımız Turan’da karar kıldık. Sonra biz öyle demedik diye yan çizdiler, ama bir şey değişmedi. Bir dahaki gidişimizde de hemen yanındaki denize biraz daha yakın Naturel’i denemeye karar verdik.
Kabak koyu huzurlu bir yer, yayılacak minder-kerevet bol, kitap okumak için ideal.














İnsanlar dostça davranıyorlar, yakın zamanda Olimpos’un yerini alabilir, yeme içme sistemi aynı şekilde işliyor, hatta burada masa sayısı az olduğundan yemek hep beraber karavana usulü yeniyor.



Olimposu işgal eden cipli İstanbul’lular gelmeden görmekte fayda var. Olumsuz yönleri çocuklar için denizin dalgalı ve çabuk derinleşiyor olması, büyükler için biranın küçük ve 4 lira olması.


Radikal'in bayıldığı usulde söylemek gerekirse Likya Yolu ile ikinci imtihanımızı bu haftasonu Kekova-Üçağız’da yaşadık.

İlk gün mola verdiğimiz Dalyan’daki mutad mekanımız Zakkum Pansiyon’dan(Son iki ayda 4 hafta sonunu Zakkum’da geçirdik, bu beşinci oldu) 













Geç çıkıp, bir de  Sandras'ta Yeşil Vadi'ye uğrayıp,














Üstüne de Patara’da yüzmekle epey vakit kaybedince...















Ancak havanın kararmasına yakın Üçağız’a vardık.
Niyetimiz arabayı parkedip Kaleköy’e yürüyüp orada daha önce kaldığımız Mehtap Pansiyon’da kalmaktı, ama yürüyüş için saat çok geç olmuştu. Para çekmeyi de unuttuğumuzdan yanımızdaki para Kaleköy’ün nispeten pahalı olan pansiyonlarına yetmeyebilirdi.














Üçağız’da kalmaya karar verdik. 
Son gelişimizden beri epey değişmiş, güzelleşmiş. Pansiyonlar iki kişi OK 50-60 arası.
Pansiyon sahiplerinin suratları Muğla köşesini döndüğümüzden beri Akdeniz’de görmeye alıştığımız türden asık, konuşmaya-pazarlığa kapalı. Daha önceki tecrübelerimizle suratsız resepsiyoncusu olan otelde kalmama prensibimizi uygulayınca sadece kendi kendine sürekli indirim yapan Ekin pansiyon kaldı. Otelci Yusuf fiyat sorduğumuzda önce “Aslında 50 lira ama sezon bitti, küçük odaları size 35’e vereyim dedi” daha biz bir şey demeden “30 olsun o zaman” dedi. Biz de “Manzaralı, büyük odalar 30 olsun madem” dedik, kimseye söylememek şartı ile anlaştık.















Akşam evlilik yıldönümümüzü kıyıdaki açık iki restorandan biri olan İbrahim’de kutladık. Mezeleri o kadar uyduruktu ki mevcut 4 çeşitten biri sarımsaklı yoğurtlu düdük makarna, bir diğeri ise cacık kıvamında sulu yoğurtla yapılmış haydari idi. Levreği de hiç sormadan yağda kızartıp getirdiler, ama ortam güzeldi, zevkle yedik içtik (53).















Sabah saatlerin geri alınmasının da etkisi ile saat 6:30 da kalktık, güneş yeni doğuyordu.














Hemen sahile inip Fethiye yönüne doğru yürümeye başladık. Likya yolunun girişindeki ben kaçak yapıldım diye bağıran evdeki serbest köpek üzerimize saldırınca yine Akdenizli olan sahibinin evden çıkıp gelmesini bekledik. 
 Terso amca köpeğini sakinleştiriken 
Apella’ya mı yüriyceniz?” dedi.



Ne dediğini anlamamakla beraber içinde yürümek geçtiğinden “Hıı” dedik. 
“Hep yabancılar yürüyo” dedi.
“Türkler yürümüyor mu?” dedim.
Öksürükler arasında sigarasını birbirine ekleyip yakarken:
“Türkler yürümezler ki, gavurların kanı kasaveti yok yürüyüp duruyolar, uykuları geldi mi yolda yatıp kalıyolar, tekne ister misiniz” dedi.
“Kaça?”dedim.















“Buraya kadar geldiniz, el mecbur batık kenti göreceksiniz. Oradan da Kaleköy’e bırakırım, yemeğinizi yer yürüyerek dönersiniz, 30 lira alırım” dedi.
İstemediğimizi söyleyip evin yanından yürümeye başladık.
Sahibinin bizimle konuştuğunu gören köpek peşimize takıldı, zıplaya zıplaya yolu gösterdi.














Kabak'takinin aynısı kırmızı beyaz boyalı işaretlenmiş, kayaların arasından geçen patikada denize paralel yarım saat kadar yürüdük, biraz deniz seyredip geri döndük.














Kahvaltıda Yusuf biz sormadan Likya Yolu haritasını getirip gidebileceğimiz rotaları anlattı, tekne turu satmaya da çalışmadı. Ege’li mi acaba diye düşündük ama Üçağız’ın yerlisiymiş.
Saat 10 gibi Kaleköy’e doğru yürümeye başladık.
Üçağız’daki Likya mezarları işe yaramadan öyle boş boş duracaklarına elektrik telefon kablolarına direk görevi görerek memleket ekonomisine faydalı hale getirilmiş.
















6 yıl önceki gelişimizde patika olan yol geniş bir traktör yolu haline getirilmiş ve bunun yanında başka bir mühendislik başarısı olarak Üçağız’dan Kaleköy’e kadar yolu açıktan takip eden kol gibi bir galvanizli su borusu çekilmiş. Bu mühendislik başarısını iki kazma vurup toprağın altına sokmamaları herhalde yolu kaybedebileceklere borunun kılavuzluk yapması düşüncesinden kaynaklanıyor.














Yarım saat kadar yürüdükten sonra bir mezarlığa geldik. Çok eski çağlardan kalma mezarların yanı sıra bir köşede yenileri de mevcut.















Burası Üçağız’ın seracılık yapılan bir mahallesi imiş.
Yol burada üçe ayrılıyor. Sağa gidersen (boruyu takip edersen) Likya mezarlarının yanından kaleye tırmanıp Kaleköy’e giriyorsun. Karşıya gidersen Hamidiye koyunda yüzmek mümkünmüş.














Bizim yaptığımız gibi Garanti Bankasının oklarını takip edip Kapaklı’ya doğru gidince 40 dakikalık rahat bir yürüyüşten sonra büyük bir düzlüğün sonunda burç ve bayrak gözüküyor.














Büyük düzlükte keçilerin su içmesi için girişi olan antik bir kuyu var. Yoldaki boruyu döşeyenler restorasyonla pek ilgilenmediklerinden yüzlerce yıldır aktif olarak çobanların işine yarayan kuyu köşelerinden yıkılmaya başlamış.














“Burcun hemen altında Burç Plajı varmış, neresi oluyor?” diye sorduğum çoban:
“Yeni mi açılmış” dedi.
“Yüzmek için deniz” deyince anladı,
“Köşedeki ağacın ordan girin, orada” dedi.
Biz biraz sola açılmışız, tam burcun altından girmek gerekiyormuş, zira koyu birisi; (Üçağız’lıların dediğine göre GS’li yönetici Ali Dürüst) vahşi bir şekilde kapatmış. Kumluk giriş burç tarafında kalıyor, biz kapalı alanın öbür tarafında kaldığımızdan 4-5 dönümlük kapalı alanın etrafından dolaşmaya üşenip çakıllı yerden girdik.
Deniz pırıl pırıl, kıyıdan Gökova’daki gibi bir soğuk su kaynağı suya karışıyor yer yer soğuk, açılınca çok ılık.














Etrafta insan, yerleşim yok, çöp çok! Gözümüzü tel örgülerden, boş şişelerden, torbalardan, lastik ayakkabılardan kaçırarak moralimizi bozmamaya çalıştık. Söylediklerine göre tel örgüleri devlet yıkıyor, arsanın sahibi hemen yeniden yapıyormuş, içinde yıkık binaların kalıntıları da var.
Denize doyunca tekrar büyük düzlüğe çıkıp Kapaklı yönünde işaretleri yakalayıp devam ettik. 15 dakika sonra bahsini duyduğumuz bara vardık. Barda oturup bekleyen yerlinin ağzından kerpetenle aldığımız kelimelerden buranın esasen tekne ile gelenler için olduğunu, yürüyenlerin de arada uğrayıp su çay içtiklerini anladık.














Bar güzel yapılmıştı ama her yerdeki pislik burada da mevcuttu. Çöpler, su boruları mazot bidonları etrafa saçılmıştı, geri döndük.
Tekrar mezarlığa varınca Kaleköy’ün yanına düşen Hamidiye Koyu'na doğru yürüdük. Koy yüzülecek gibi değildi, kıyı ve kayıkların bağlandığı bir iki taş iskele çöp içindeydi. Sahil güvenliğin açığa bağladığı iskeleye çıktık. Su 1 metreden 10 metreye aniden derinleştiğinden iskeleden atlayarak yüzdük.
29 Ekim günü Kekova’da hava ve su sıcaklığı Ağustos’u aratmıyordu.














Hafif hafif sallanan iskelede biraz okuyup kestirdikten sonra kıyıdan Kaleköy’e gidiş maceralı gözüktüğünden tekrar içeri girip kol borusunun yanından kaleye tırmandık.
Neşe, biz tırmanırken inen köylü kadınlara sempatiklik olsun diye "Ne güzel memleketiniz var" dedi. 
Elinde sopayla yamaçtan aşağı inen kadın sinirle "Güzelliği batsın, bir yolu bile yok" dedi.














Bize yemeni, boncuklu 'van lira' bilekliği, portakal suyu satmak isteyen satıcıların arasından geçip sahile indik. Kaleköy eski bakımlı evleri, rengarenk begonvilleri ile nispeten daha bakımlı ve çok güzel olmasına rağmen çöpler burada da en mostralık yerlere atılmıştı.
Pansiyonlar sezon dışı fiyatlarını iki kişi OK 80 olarak belirlemişler, ilk geldiğimiz gece yürüyüp burada kalmaya kalksak sıkıntı olacakmış.














Sahil pansiyonun altındaki bakkaldan birer bira, fıstık aldık (her biri 4, Sahibi Yurdakul ağabeyin dediğine göre ada olduklarından nakliyeyi ekleyip fiyatlarını böyle kazık yapıyorlarmış.
'20 dakikalık yola Queen Elizabeth ile mi taşıyorsunuz bu biraları, fıstıkları?' demedim artık.
Kendisi de bir bira açınca anlattı da anlattı:















Aslen Meis adasındanmışlar, babasından kalan 80 metrekarelik pansiyon için 14 yıl mahkemelerde sürünmüş, en sonunda tapusunu almış, sahildeki iskelesine bu sene 1000 lira vergi istemişler, adadaki okulda bir kadın öğretmen varmış, ilk beş sınıftan 10 kadar öğrenciye eğitim veriyormuş, son 3 yıl öğrenciler her gün önce kayıkla Üçağız’a , oradan otobüsle Demre’ye gidiyorlarmış. Devlet ilk 8 yıl tüm ulaşım ve yemek masraflarını karşılıyormuş.














Biraz 1 milyarlık iskelede mayıştıktan sonra, güneş batmadan, biraları içmenin verdiği sersemlik ve pişmanlık duygusu ile yola düştük. Yolda susayanlar için yapılmış çeşmeye dilimiz dışarıda vardık. Çeşmeye takılı su saati garipti, kimden alacaklar parasını acaba. Akşam balkonda konserve ile biraz rakı içip yattık.













Sabah Üçağız çıkışında otostop yapan bir Fransız,'ı aldık. Üçağız’a geri yürümek için Apollania tapınağına gidiyormuş. Mont Blanc’ta şef aşçı olarak çalışıyormuş. Üstü çok ağır kebap kokuyordu, gece ocakbaşında inceleme yapmış herhalde diye düşündüm. Kılıç köyüne girip onu yolun başına kadar bıraktık. Bize memleketimizi ayrıntısıyla anlattı. İki aydır Likya yolunu yürüyormuş, yolu ve Türkçe’yi iyice öğrenmiş. Bütün yolu yürümek 1 ay sürermiş. Kitapta Apollania’dan Üçağız’a 15 km.lik yolun 7 saatte yürünebileceği yazılsa da O 4 saatte yürüyor, iki saat de yol üzerindeki plajda yüzüyormuş.














Söylediğine göre Isparta ile Eğirdir arasında da Likya yoluna dahil olmayan çok güzel başka bir parkur varmış, adı da Saint Paul'müş. Gavurların dini duygularla yürüdüğünü düşünen radikal dinciler bu yoldaki işaretleri kırıp su kaynaklarını tahrip ediyorlarmış. Bu hikayenin bana hiç inandırıcı gelmediğini söyledim ama kendisinin de gördüğüne yeminler ederek israr etti.














Dönüşte Fethiye'den Altınyayla-Tavas yoluna girdik. Manzara çok güzeldi, dağları aşan yollarda, İzmir'de sararmak için Kasım ayını bekleyen kavaklar yapraklarını alttan dökmeye başlamışlar, bu kışın ılık geçeceğine delalet edermiş.














Kekova seyahati mevsim ve şartlar gereği sandaletle değil, 1976'da girilen, 25 yıl aidat ödenen Ege Arsa Kooperatifi'nin bize Ayvalık Cunda'da arsa falan vermeyeceğini anladığımızda kendi isteğimizle kooperatiften ayrılınca, 25 yıl boyunca yatırılan paraların yatırıldığı günkü değerinden (mesela giriş ücreti olan 1976'nın 520 lirası, bugünün 0,5 yeni kuruşu olarak) iade edilmesiyle elde edilen 60 yeni türk lirası ile alınmış 6 yaşında bir Reebok ayakkabı ile yapılmıştır.(Likya Yolu ile ilgili güzel bir blogu linklere ekledim)