24 Mart, 2008

HİNDİSTAN-KERALA II



Varkala Beach


Ragam Kiravani by Shankar on Grooveshark

Birinci bölüm için tıklayınız

En son Trivandrum’da, otelde Küba Libre içip hint filmi izlerken kalmıştık.



Gece hava bunaltıcı sıcaktı, camları açıp yattık ama feci sivrisinek vardı. Sivrisineklerin görüntüsü bizim yerli sineklere benzemekle birlikte yerli KOV’u tanımıyorlardı, hiç ırgalanmadan soktular. Soktukları yerler de kaşınmaktan ziyade acıyordu.
Hindistan’da oteller örtünmek için bir şey vermiyorlar (En azından bizim kaldıklarımız). Resepsiyondan Neşe’nin örtü isteğine önce itiraz etmişler, nedense “iki kadın mısınız?” diye sormuşlar, değiliz deyince tek kişilik bir çarşaf vermişler. Biz de nasıl olsa buradan alacağız diye yanımızda getirmedik.



En sonunda uyumaya çalışmaktan vazgeçip Lütfü Akad’ın anılarına döndüm. Onun da başı dertten kurtulmadı, Bağdat’ta nice maceralardan sonra memlekete döndü, babası ölmüş, yeni doğan oğluna babasının adını verdi. Sabaha karşı ancak daldık.
Sabah 9 da kalktık, otelden çıkar çıkmaz dünkü kalp hastası rikşacı Kennan’ı bizi beklerken bulduk. 10 30 treni için bizi istasyona bıraktı(10 rupi).



Kahvaltı işini trende hallederiz diye istasyon büfesinden kahve, su aldım, körili sebzeli çapatilere iltifat etmedim.

 

Tren boştu, daha doğrusu sleeper sınıfı vagonlar boştu. Bilmem hangi sınıftaki tren vagonlarının kapısında yolcuların adları yazıcı çıktısı olarak asılmış, herkes adını arıyordu.

 

Deniz kıyısından giden yol 35 dakika sürdü. Bu arada iki pakora ve iki kızarmış yumurtalı muz yemeyi başardım. Bu yaygın bir yiyecek ama ben pek beğenmedim. Sert muzu( sadece bu iş için kullanılan bir muz çeşidi varmış galiba) enine ikiye kesip yumurta sarısına batırıp kızartıyorlar, biraz ağır oluyor.

 

Pakoralar da fazla kızarmış, çok sertti, dolgumu kıracağım diye tedirgin oldum.
İstasyonda inince plaj 2-3 km uzakta olduğundan bir rikşaya atladık. (Otel beğeninceye kadar dolaştırmak kaydıyla 100 r).

 

Varkala plajı’nda oteller plajın arkasındaki setin üzerine sıralanmış. Kıyı boyunca devam eden ince bir patika restoranlar ve hediyelikçilerle dolu güzel bir piyasa yolu. 

Mommy’s Bambu House’ta karar kıldım. Otelci Anu üst kattaki odaya 600 dedi, 450 ‘ye razı oldu. Alt kattaki daha ucuz odalarda cibinlik olmasına rağmen üst katta olmaması dikkatimi çekti. İddiasına göre üst katta sinek olmuyormuş. O kadar israr etti ki mantıklı gelmemesine karşın inandık, geçekten de sivriler bu odada bizi rahatsız etmedi. (Sineklerin tanıdığı hint malı repellent kullanmamızın etkisi de olmuş olabilir) Odaya çantaları bırakıp merdivenlerden plaja indik. Kovalam’dan daha güzel bir plaj ama dalgalar yine tehlikeli gözüküyor. Burada da sürekli, yüzmeyin anlamına gelen ikiye çatılmış kırmızı bayraklar var. Arap denizinde yüzmek için yanlış zamanda gelmişiz. Sezonun ortası ama deniz çok dalgalı. Bizimle aynı anda Agonda plajına giden Sabi’den öğrendiğime göre biz gittiğimizde sütliman olan Agonda da aynı şekilde deli dalgalıymış. Demek ki bu bölgede yüzmek istiyorsan Aralık ayı bitmeden gelmek lazımmış. Varkala’nın bir artısı da yaş ortalamasının Kovalam’dan epey düşük olması.

(Kovalam’da yaş ortalaması 50 civarındaydı, ve insanın hem göz zevkini, hem moralini bozucuydu)



Akşamüstü bizi istasyondan getiren rikşacının bahsettiği tapınaktaki filli ayini görmek için köye gittik. 



Köyün içindeki dörtyol ağzında toplanmış insanlardan birine, ortada bir aksiyon olmadığından neyi beklediklerini sordum. Yollardan birini işaret ederek “Filleri bekliyoruz” dedi.


Sanskritçe yazılı bir pankartın üzerindeki tarihlerden tahmin ettiğimize göre bugün Kerala Festivali gibi bir şeyin son günüymüş. Köyün içindeki tapınağın önü geçit töreni için süslenmişti. Bu arada iki kişi yolun üzerine çatılmış dallara piramit şeklinde, çiçeklerle süslü bir sepeti asmaya çalışıyorlardı. Bir halata bağlı olan sepet asıldıktan sonra ortaya çıkan gariban kılıklı bir adam kenardaki davulcuların vurduğu hızlı ritmle sepetin altında dans etmeye başladı.
Arada gidip elindeki sopayla sepete vurmaya çalışıyor, sepetin bağlı olduğu ipi elinde tutan, ipi asılıp sepeti kaçırıyordu. Yolun iki yanındaki birer kişi de önlerindeki leğenin içindeki safran rengi suyu tas tas dans eden adamın üzerine atıyorlardı. İşin en garip yanı bu kadar atraksiyon ve izleyen kalabalığa karşın yol trafiğe kapanmamıştı.
Arabalar kalabalığı yararak dans eden adamın yanından geçip yollarına devam ediyorlardı. Davulların ritmi gittikçe hızlandı, su atanlar da ritme uyarak hızlandılar, adamın dansı iyice sapıttı, sepet parçalanmaya başladı. Biz sıkıldık, köyün kahvesinden çay alıp bir taşa oturduk, filleri beklemeye devam ettik.
Bir köylü çocuk kalem istedi, verince diğer çocuklar etrafımızı çevirdi. Zaten dağıtmak niyetiyle getirdiğimiz kalemleri ve dutyfree’den aldığımız bonbonları bitirdik. (O kalemleri dağıtan represantlar eşantiyonlarının şimdi nerelerde, kimlerin elinde olduğunu bilseler).Bu arada kalabalığın içinde down sendromlu bir Hintli vardı. Daha önce hiç görmemiştim, burada seyrek görülüyor sanırım. Bütün down sendromlular gibi kendinden çok emin ve neşeliydi. Sepete vuran adamla epey karşılıklı göbek attı, turist kadınlarla dans etti, dansın ötesine geçmeye çalıştı, vs.
Tam gitsek mi acaba diye düşünürken köyün ucundan müzik duyulmaya başlandı. Sese doğru yürüyünce Bombay’daki benzeri kırmızı üniformalı bir orkestranın başını çektiği korteji gördük. Orkestranın arkasından beş tane süslü, kocaman fil üzerlerinde binicileriyle yavaşl yavaş yürüyorlardı. Köylüler evlerinin kapılarına adak niyetine muz ananas vs koymuşlar, fillere sunuyorlardı. Filler her kapıya uğrayıp sunulan zerzevatı yiyerek yürüdüklerinden konvoy epey yavaş hareket ediyordu. Fillerin ardından arkasında üç kocamana hareketli ve sesli kaplan maketinin yer aldığı kamyon, sonra çıplak davulcular, borucular, onların arkasında zenne kıyafeti giymiş erkek dansçılar, onun arkasında gagalı fil maskesi takmış, kağıttan şeritlerden oluşan etekli bir adamın garip ürkünç danslar yaptığı başka bir kamyonet, onun arkasında bir takım daha çıplak davulcu, onların arkasında da bitmez bir enerji ve neşeyle çalıp dans eden zilciler vardı. 8-10 kişilik bu grup her dansın sonunda bir an durduktan sonra aniden senkronize bir şekilde yeni bir dansa ve ritme giriyorlardı.
O kadar uzun süre ve o kadar zevkle dansettiler ki yanlarından ayrılamadım. Karanlık bastırdığından fotoğraf makinası ile ancak bu kadar video çekebildim.

Kortej yavaş yavaş ilerleyip tapınağın bahçesine girdi, ellerinde çaydaçıra mumları tutan çocukların çönünden geçip tapınağın etrafında çalıp söyleyerek tur atmaya başladı. Bir süre izledikten sonra başka numara olmayacağına kanaat getirip rikşaya atlayıp sahile döndük.
Bizim otelden sahile çıkan patikaya sağlı sollu yerleşmiş olan bezcilere sabah söz vermiştik, zira otele her giriş çıkışımızda illa da bişey alın diye ısrar ediyor, sonra bakcaz deyince de “Promise?(Söz mü?)” diyorlar. Neyse akşam serinliğinde üşüdüğümden ben bir gömlek aldım, Neşe’de bir çanta ve plaj bezi(aynı zamanda çift kişilik pike olarak kullanılacak) aldı. Hepsine 1200 istediler, 600’e anlaştık. Fiyat bilmeyince pazarlık etmek de zor. Gerçek fiyatı öğrenmenin bir zahmetli, bir kolay yolu var. Zahmetli yol için diyelim ki satıcı 100 diyor, sen de 10 veriyorsun, O düşe düşe 35’e kadar iniyor, sen 20den yukarı çıkmıyorsun, en sonunda sinirlenip işin peşini bırakıyor.
Artık fiyat hakkında bir fikir edinmiş oluduğundan, mundar olmuş satıcıyı bırakıp başka bir tezgahtan aynı malı 30’a alıyorsun. Ben daha zahmetsiz yolu seçtim, internet kafeden kendi siteme girip iki sene önce Bombay’da gömleklere ne kadar verdiğimize baktım, 70’erden almışız. Bunu öğrendikten sonra ne kadar 250-300 deseler de bir anlamı kalmıyor, “Ohooo, ben aynısını Bombay’dan 70’e aldım, uçağım da oradan kalkıyor” deyince bütün dirençleri kırılıyor. Burası nispeten daha turistik bir bölge olduğundan fazla da zorlamayıp gömlek-pantolon türü şeyleri genelde 100 rupi (3YTL)den aldık.
Birer milkşeyk içip odaya döndük ama yakında bir yerde canlı müzik var, bayağı da iyi söylüyorlar. Kalktım giyinip gittim. Arkalarda bir otel açıkbüfeli konser düzenlemiş, giriş 200 rupiymiş ama büfenin de, konserin de sonu geldiğinden bilet almadan girdim. Fena çalmıyorlardı, turisttan çok yerli vardı, arkadaki havuzbaşına da kapalı devre yayın yapıyorlardı. Konserde bir bira içeyim dedim, baktım cebimdeki 300 rupiyi düşürmüşüm, ara ara bulamadım, kös kös otele döndüm. Yattıktan sonra müzik kesildi ama bu sefer patlamalar, sanki hemen yanımızdaki açık hava sinemasında Ayhan Işık filmi oynuyormuş gibi gürültüler gelmeye başladı. Gecenin ikisinde dayanamadım kalkıp tekrar giyinip çıktım. Sesleri takip edip köyün içine doğru yürüdüm, ama ortalıkta hiç kimse yoktu, köy yoları zifiri karanlıktı. Birden, salak gibi yanıma aldığım bel kemerimi kaptırsam içindeki makine ve pasaportlarla birlikte neredeyse bütün paramızı kaybedeceğimizi fark edince geri döndüm, sahile kestirmeden çıkayım dedim. Karanlık ıssız çıkmaz sokaklarda kayboldum. Allahtan bir pansiyonun verandasında yere oturmuş esrar içen bir çifte rastladım, sahile nasıl çıkacağımı sordum, kız karışık bir tarif verdi, el fenerimin olmadığını da öğrenince içine sinmedi, sağolsun beni el feneriyle epey götürdü.
Ayrılırken “Nerelisiniz?” dedim. “İsrael” dedi
Sabah otelin önündeki Kerala House Cafe’de kahvaltı ettik. Burası merdivenle çıkılan yüksek çardakları, güleryüzlü personeli ve diğer restoranlardan bariz ucuz fiyatları ile favori mekanımız oldu. Ayrıca her sabah düzenli olarak Özcan Deniz çalıyorlar (‘Yattığın yer halı olaydı’ gibi bir parçasından sampling yapmışlar, muhetemelen Budabar CD’si, sormadım).
Menüde peynirli tost 30, peynirli sandviç 40 yazıyordu, ne fark olabileceğini merak edip birer tane söyledim. İkisi de aynıymış, sadece sandviç ikiye bölünmüş. Diğer sabahlarda tost söyleyip kendimiz bıçakla sandviç yaparak 10 rupi tasarruf ettik. Büyük demlikte sütlü çay 25 rupi.
Arkamızdaki masada oturan Gora ile sohbet ettik, Kalküta’lıymış. O bana Kalküta’dan, orada çalıştığı sokak çocuklarına yardım vakfından bahsetti, ben de kendisine adaşı Gora filminin sinopsisini anlattım. İlk defa Hindistan’ın Güney’ine geliyormuş, çok beğenmiş. Kalküta’dan farklı olarak fakirlik, sokak kları vs yokmuş. Dilleri tamamen farklı kökenden geliyormuş, ve İngilizce dışında anlaşamıyorlarmış. Bizim sokak çocukları vakfının başında pedagoji okumuş bir sokak çocuğunun bulunduğunu anlattım, çok etkilendi.
Kahvaltıdan sonra şöyle bir denize girip çıkıp plajın sol tarafına doğru yürüdük. En sondaki Marine Resort’un önü avlulu odalarını beğendim, otelci de 600’e indi ama Neşe çanta toplamaya üşendi. Kafesinde oturduk ginger tea (zencefil çaıy,25), ananas suyu(40) içtik. Varkala’da deniz seviyesindeki tek kafe ve otel burası. Dönüşte hediyelikçi Hacı Eşref’in dükkanına girdik bana kolları kıvrılan safari gömlek, Neşe’ye bluz aldık(Bu sefer din kardeşiyiz diye pazarlıkla ikisi 250)
Sahilde yoga dersi vardı.Odaya dönüp balkonda kitap okuduk. Komşu balkonda Fransız bir çift var. Kızın söylediğine göre kardeşmiler ama kız zencioğlan beyaz. Kızın adı Sofi’ymiş. Bize ayurvedik masajı ve ilaçları övdü. İçerden aldığı kremleri getirdi geldi. Yüz için, topuk için vs. bir sürü Himalaya marka krem almış, hele bir antiseptik krem varmış ki her şeye iyi geliyormuş.
Masajlar çok rahatlatıcıymış, hem rejuvenating denenden hem de dhara denen alına yağ akıtma işinden yaptırmış. Dhara uykusuzluğa çok iyi geliyormuş.
Kerala ayurveda’nın anavatanı. Her köşebaşında ayurvedik tıp merkezi var. Memleketimizde meslektaşım (ve branşdaşım) Dr. Ender Saraç’ın meşhur ettiği ayurveda, anladığım kadarıyla bitki özleri ve yağlarıyla tedavi prensibine dayanıyormuş. Biz de Sofi’nin gazıyla bir iki yere gidip Neşe’nin boyun fıtığı için bir şey yapıp yapamayacaklarını sorduk, fiyat aldık.
Bu rejuvenating denen masaj iki saate yakın sürüyor, ve iki kişi yapıyormuş, 1200 rupiymiş(36YTL). Biraz can yakıyormuş. Normal ayurvedik masaj 1 saat 600, Dhara denen 40 dakika alına sıcak yağ akıtma da 800’müş. Her merkezin bir doktoru var, ve ücretsiz konsültasyon yapıyorlar. İlk girdiğimiz yerde kendini doktor olarak tanıtan kumaş pantolonlu gözlüklüyü hiç gözüm tutmadı, bence doktor falan değildi.
İkincide Bindu adında gözleri parlayan, çok tatlı, genç bir hanım vardı. Söylediğine 5,5 yıl ayurvedik tıp fakültesinde okumuş, ayurvedik doktoruymuş. Tanıyı o koyuyor, ne yapılacağını söylüyor, masör ve masözleri yapıyormuş. Bindu’yu çok sevdik ama kişi başı 1200 rupiden hiç indirim yapmadı. Komşu Sofi’nin gittiği, Lonely Planet’ın da tavsiye ettiği sahildeki bir merkezde ise randevuyla gelen doktor muayeneden sonra, ancak 2-3 hafta sürekli masaj yapılırsa bir fayda sağlanabileceğini söyledi.
O kadar vaktimiz olmadığından normal bir masaj ve boyun bölgesine de sıcak otlar sarılmış bezle ekstra masaj yaptırmak konusunda anlaştık.
Aslında kişi başı 500+300 imiş, biz iki kişi 1100 rupiye anlaştık. Yine de burası için çok deli paralar bunlar, eninde sonunda bu işin maliyeti 50 rupilik yağ ve aylığı 2000 rupi olan masörün 1 saatlik ücreti. Odalar dolu olduğundan erte güne (Lütfü Akad nedense hep böyle diyor) randevu verdiler. Akşam Banya Tree Kafe’deki balıkları beğendiğimizden oraya oturduk. Ben Barraküda (150) Neşe 5 Tiger Prawn (Bir nevi jumbo karides 200) yedik, patatesler ve 3 birayla 660 hesap geldi(20 lira). Burada gün çabucak geçiveriyor,
Neşe "Servis yavaş olduğundan” dedi.
Yemekten sonra internet kafede Can’la buluştuk, çok neşeliydi.
Aysel Gürel ölmüş, “helal olsun, neşeli yaşadı” dedik.
Tekrarlanmasından korktuğumdan, bir polise dün geceki gürültülerin ne olduğunu sordum. Tapınakta şenlik mi ne varmış. Sonradan okuduğuma göre bu bölgede ibadet (belki de kötü ruhları kovmak) için gürültülü patlamalar yapmak adeti varmış. Basbayağı fişekler, barutlu patlangaçlar kullanıyorlarmış. Ben de her gece her gece havai fişek gösterisi mi oluyor diyordum. Gece rahat geçti, gerçekten sinek yoktu.
Sabah tostlarımızı yedikten sonra masaja gittik. Soyunup yüksek bir masaya yatıyorsun, fazla bastırmadan saçlarından başlayarak hertarını güzelcene yağla ovuyorlar. Benim uykum geldi, pek bir şey anlamadım. Ayrıca her masaj salonunda masajı kim yapıyor sorusuna karşılık motto şeklinde söyledikleri “Man to man , woman to woman” olayından da hiç hazzetmedim, masaj işini kapattık. Sofi’nin dediğine göre masajdan sonra iki saat içki içmemek gerekiyormuş( diş dolgusu gibi), biz de odada biraz dinlendikten sonra plaja indik. Denizde ıslanıp güneşlendik. Şezlong 100, şemsiye 150, cesur insanların dalgaya binmesi için ufak bord 50 rupiymiş. Bir ara bütün cankurtaranlar panik yapıp düdük öttürmeye kollarını havada savurarak denizdekileri geri çağırmaya başladılar, ama kimse ırgalanmıyordu. N’ooluyor diye gidip sordum, deniz sertleşmiş de ondanmış. Akşam yine Kerala Coffe House’da yedik. Neşe Mahi Mahi (Dorado da deniyor. Tristan’dan Kontiki’ye, tüm okyanus geçenlerin yakalayıp yedikleri ve ballandıra ballandıra anlattıkları bu balığı ilk kez yedik, lezzetine hayran kaldık. (150 r) Ben körili yengeç masala ile pilav yedim. Patates ve biralarla 560 hesap geldi. Otelci Anu’nun kayıt yaparken bu restoran için verdiği indirim kuponlarını aradım bulamadım. Garsona söyleyince kupon olmadan da % 10 indirim yaptı. Yemekten sonra yine internete girdik. İnanılır gibi değil, İzmir’e kar yağmış. İzmir’le buranın arasındaki sıcaklık farkı ne kadar fazla olursa tatil o kadar tatlı oluyor.
Gece balkonda Sprite rom ile kitap okuduk.
Sabah havaalanından aldığımız broşürlerden okuyup merak ettiğimiz Kappil Beach’e gimeye karar verdik. LP’de hiç bahsi geçmediğinden sakin bir yer olacağını düşündük.
köyün içine kadar yürüyüp epey bekledikten sonra bir rikşa bulduk. 18 kilometreymiş, gidiş geliş 150 rupi'ye anlaştık. Yolda bir müslüman mezarlığı görüp durmasını isteyince suratsız şöför müslüman olduğumuzu öğrendi, ve yüzünde güller açtı. Bir köyün içinden geçerken evine uğradı, bizi annesi ve kardeşleriyle tanıştırdı.Evin avlusundaki kuyudan su çekip, ne kadar tatlı olduğunu göstermek için illa da bana içirdi. Neme lazım dedim, ufak bir yudum aldım.
Kappil plajı terkedilmiş bir yermiş. İkisi de kapalı olan bir otel ve bir tekne kulübü dışında turistik bir atraksiyon yoktu. aslında plaj da yoktu, kayalık bir kıyıydı, ama backwater denen tatlı sular Dalyan'daki gibi denizin hemen yanında paralel uzanıyordu. Fazla oyalanmadan geri döndük. Yol üzerindeki köyler sakin, güzel ve fakirdi.Duvarlarda orak-çekiçler vardı.
Kappil dönüşü sağ taraftaki ufak plaja yürüdük. Burası daha sakinmiş, ama dalga aynı şiddette devam ediyor.
Sabah otelciyle hesabı kestikten sonra Kollam kentine gitmek üzere Varkala'dan ayrıldık. Çevirdiğimiz rikşacı normalde 30-40 rupi tutacak yola 80 rupi istedi. Söylediğine göre grev ve nümayiş varmış, yola çıkmak çok tehlikeliymiş. Ben tabii ki inanmadım, "Hadi len" anlamına gelen şeyler söyledim, karşılıklı kendi dillerimizde küfrederek ayrıldık.
Çevirdiğimiz diğer rikşacılar da aynı şeyi söyleyince içime şüphe düştü. En sonunda birisiyle 60 rupiye anlaştık. Yolda rikşanın yakıtı bitince şöför koltuğunun altından yedek tüpü çıkartıp değiştirdi.Benzinle çalışanlarda da genelde yarım litrelik su şişesi içinde yedek yakıt ! oluyor.
Gerçekten de köyün içine girmden alternatif ters bir yönden istasyona vardık. Tren saatine epey vakit olduğundan Neşe istasyonda çantaların başında oturdu, ben etrafı gezdim, çeşmeden su doldurdum, fotoğraf çektim.
Trende sleeper class yine tenhaydı. Geçen sefer kondüktör görmeden trenden inmiş, verdiğimiz bilet parasını yakmıştık, bu kez kontrol oldu.
45 dakikada Kollam kentine vardık. Burası house boatların kalktığı merkezlerden biri. Niyetimiz sabah için bir tekne ayarlamak ve su yollarında dolaşmak.



Devamı için tıklayınız


(Masaj fotoğrafları alıntıdır)