11 Haziran, 2009

SİNGAPUR-ENDONEZYA I
(Şubat 2009)






THY'nin, geleneksel hale getirdiği 14 Şubat Sevgililer Günü kampanyasını ancak biletler bittikten sonra ilan ettiğini bildiğimden bu sene Ocak başından itibaren internet sitelerini kontrol etmeye başladım. Gerçekten de kampanyayı internette, başladıktan neredeyse 10 gün sonra, biletlerin çoğu tükenince ilan ettiler. Trek Turizm’den Ebru’nun sayesinde bu sefer Singapur’a iki koltuk ayırtmayı başardım. Bu biletlerin özelliği birinci kişi tam ücret öderken ikincinin sadece 1 euro + vergileri ödemesi. Neşe izin alamadığından, yolcuların da karşı cinsten olması şart koşulmadığından lise yıllarında mahalleden arkadaşım olan, yıllarca görüşmeyip, 2-3 yıl önce yolda karşılaşınca arkadaşlığımıza kaldığımız yerden devam ettiğimiz Levent’e teklif götürdüm.


Levent görüşmediğimiz yıllar içinde iş hayatında epey ileri gitmiş, büyük bir şirkette Genel Müdür olmuş, hayat standartı epey yükselmiş. Öyle ki tatillerde
aman kalabalık olmasın diye kocaman bir tekneyi ailecek kapatıp Mavi Tur yapmaya başlamış, ama özünde bir değişiklik olmamış. Levent’e düşük bütçeli bir geziye hazır olup olmadığını, bunun demokratik bir gezi olmayacağını, eğer bu şekilde kimi zaman eziyetli, sürünerek gezmeye itirazı yoksa beraber gidebileceğimizi söyledim.



Bir nevi bilgisayardaki sistem geri yükleme gibi, kafasını ve bütçesini 20 yıl öncesine alması gerektiğini de ekledim.
İkiletmeden hemen kabul etti, biletlerimizi aldık.
İş güç yüzünden ayrıntıları telefonda görüşerek 1 ay sonra İzmir Dış Hatlar terminalinde buluştuk. Amacımız Singapur'dan Endonezya'nın adalarına geçerek plajda kafa dinlemek.



(O sırada bu adalara ulaşmanın ne kadar zor olacağını bilmiyorduk)


Gideceğimiz gün İzmir’e gökyüzü delinmiş gibi sağanak vardı.
Neşe beni havaalanına bıraktığında saat daha erkendi. Havaalanı çok kalabalık ve çok gürültülüydü.
Eskiden havaalanlarında çok elit, kürklü, parfümlü hanımlar olur, herkes gazete okurdu. Ucuz uçuşların yaygınlaşmasıyla birlikte iç hatlar terminali şehirlerarası otobüs garajına dönmüş. Sakin bir yer bulamadığımdan bir tuvalete kapanıp kitap okuyayım dedim. Orhan Pamuk’un Füsunla sevişmesini okudum ama askere giden gençler tuvalette o kadar şamata yaptılar ki devam edemedim, dışarıya kapının önüne çıktım, bir sigara içerek Levent’in gelişini bekledim.
Benimle birlikte sigara içen bir polis yerdeki izmaritleri göstererek,
“Şu hale bak, biz bu pislikle AB‘ye nah gireriz, nerede var böyle bir pislik” dedi
Ben de adetim olmadığı halde “Dünyanın her havaalanında bu kapıların önüne çöp tenekesi, kül tablası da koyuyorlar ama” dedim
“Burda da var!” dedi, yolun karşı tarafında sağanak yağmurun altında su dolmuş ayaklı kül tablalarını göstererek.
“Kapının önünde içilmesini istemediklerinden oraya koyuyorlar tabi” dedi



“Bu yağmurda kim saçak altından çıkıp karşıya geçer, zaten sigara ıslanır” dedim, baktım hala söyleniyor, konuşmayı kestim.
Kendisi de bir süre sonra izmaritini yere atıp içeri girdi.

Uçak saati yaklaşınca Levent'ten ümidi kesip içeri girdim, meğer başka kapıdan girmiş, yarım saattir beni arıyormuş.
Yağmur nedeniyle İstanbul uçağı 1 saat geç kalktı, İstanbul dış hatlardaki ‘lounge’larda takılma hayalimiz suya düştü.
Beklerken temizlikçilerin köşeye yığdıkları gazeteleri okuduk, bir Penguen dergisini de yanıma aldım, fotoğraf çekildik, uçak geldi, bindik.



Levent bir gün önce iş için günü birlik İstanbul’a gidip geldiğinden “Yol çok bozuk” dedi. Gerçekten de hava şartları değişmediğinden patates tarlasında traktörle gider gibi İstanbul havaalanına düştük (Azericede uçak indi yerine düştü diyorlar).
Haraç pulu, pasaport kontrolü derken banka salonlarında geçirilebilecek 10 dakikamız kaldı.
Neşe, Yapı Kredinin yeni tasarlattığı salonu merak edip buraya girebilmek için bir seyahat programına kaydolduğundan illa da 'oraya bir git gör' demişti. İşbankasınınkinin olduğu yere gidip sorduk, tam aksi istikametteki koridorun sonunda alt kattaymış (dış hatlar çıkış salonunu görmeyenler için neredeyse yarım kilometre uzaktaymış)
Levent’in 'uçağı kaçırcaz' itirazlarına aldırmadan koşar adımlarla dış hatları geçtik, salonu bulduk.
Kapıdaki Luc Besson tasarımlı kız Levent’in seyahat kulübüne üye olması gerektiğini söyledi



(Ben sabah internette Endonezya’da iç hat bileti almaya çalışırken korsan bir siteye düştüğümden Yapı Kredi kartımı iptal ettirmek zorunda kalmıştım) Beş dakika girip çıkcaz dedik, daldık. Salon fotoğraflarda güzel gözüküyor ama gerçeği hoşuma gitmedi. Masaların üzerleri kırıntı doluydu, içerdeki tipler de ambiyansa katkıda bulunmuyorlardı.



Derhal viski barına yöneldim. Bir garson barın üzerine tırmanmış buz makinesini tamir ediyordu. Vaktimiz olmadığından ayaklarına kafamı çarpmamaya dikkat ederek Famous Grouse şişesini çektim, ikimize de yarımşar su bardağı koydum, fondipleyip kendimizi dışarı attık.
Koridorun tam ters ucundaki (yani 500 metre uzaktaki) kapımıza doğru giderken biniş kartıma bakmayı akıl ettim. 23:55 sandığım uçak saati 23:45’miş!
Yürüyen bantlardan koşmaya başladık. 8 numaralı en uzaktaki kapıya vardığımda içtiğim yarım bardak viski çoktan ter olup buharlaşmıştı.
Biniş kartlarında uçağımızın yeni alınan (kiralanan) 777’lerden olduğunu görünce belki uçakta yer kalmaz, Uğur Cebeci’nin ballandıra ballandıra anlattığı First Class koltuklarına upgrade ediliriz diye umutlandım, ama nafile.



Malezya’ya giderken ilk ve son kez başıma geldiğinden beri her uçağa binişimde kartımı görevliye uzatırken umarsızca onun biniş kartımı yırtıp sırıtarak 'sizi upgrade ettik' demesini bekliyorum, ama hiç olmuyor. Bence ellerinde kayıt var, herkesi hayatta bir kez upgrade edip tadını damağında bırakıyorlar.
Bu sefer de yerimize geçerken sağlı sollu yerleştirilmiş lüks koltuklara bakmakla yetindik.



Bana pek rahat görünmedi aslında çapraz oturma şekli.
Yerimize yerleştik, önümüzdeki ekranı kurcalamaya başladık, bu şimdiye kadar bindiğim en lüks donanımlı uçak: Koltuğun arkasındaki dokunmatik ekranda pek çok film, dizi, müzik, oyun vs vardı. Ben bir Çanakkale belgeseli, bir de Bollywood filmi izledim, Levent araba yarışı oynadı.



Son yıllarda hep ucuz hava yollarıyla uçup sudan başka bir şey ikram edilmediğinden THY’nin sınırsız hizmetini de özlemişim. Bir iki viski daha içtikte sonra koltuğumun yatmadığını farkettim.



Hostes çağırma düğmesine bastım ama kimse gelmedi. Bir ara kabin amiri yanımdan hızla geçerken durdurup, derdimi arıza çıkarmaya hazır tarzda söyleyince, kaçın kurrası, uzun boylu eski hostes güleryüzle hemen koltuğumuzu değiştirmeyi telif etti ve bizi mutfağın arkasındaki önü geniş 52. sıraya aldı.



Zaten biz de Levent’le, eskiden hosteslerin ne kadar güzel, havalı olduğundan, son yıllarda biletlerin ucuzlamasından mı, uçak sayısının artmasından mı nedendir eski kalitenin kalmadığından bahsediyorduk; kabin amirinin bu şık davranışı bizi doğruladı.
Yemekler güzeldi, içkiler boldu, hele ben bize hizmet eden hostun tipine bakıp da İzmir’li olduğunu bilince ikramlar yağdı. 2 viski, 4 bira içtim.



Hemşehrim ayrıca iki de açılmamış bira verdi, ki benim bildiğim uçakta açılmamış kutu vermek zinhar yasak. Görevliler fizyonomi olarak düşüşte olsalar da hizmet açısından kabin ekibini çok beğendik. Hepsi genç, kız ve oğlanlar işlerini neşe içinde, güleryüzle ve belli ki çok zevk alarak yapıyorlardı. Hepsinin adını alıp derginin içindeki dilek-şikayet formuna yazıp övdük.



Doğu’ya gittiğimizden, havalandıktan kısa süre sonra, saat 3 gibi güneş doğdu.
Hint Okyanusunda çok güzel tropik adaların üzerinden geçtik ama bunca donanıma karşın uçuşla ilgili ne harita, ne konuşma hiçbir bilgi verilmediğinden nerede olduğumuzu anlayamadık. Bence THY’nin en büyük eksiği buydu.
Saat 16 da Singapur havaalanına indik. Havaalanında her köşedeki standlarda yer alan bedava broşür ve haritalardan aldık
Pek medeni ve zengin bir ülkeye geldiğimiz hemen anlaşılıyor.



Singapur'a en yakın ada olan Sumatra için uçak bileti sorduk. Ucuz havayolları Budget terminalden (Bütçem terminali) kalktıkları için burada büroları yokmuş. Sadece Jet Ariways vardı, tek gidiş için kişi başı 160 Singapur doları (1SD= 0,67 USD= 1.1 lira) isteyince almadan çıktık.
Ben sigara içmek için havaalanının dışına çıktım, hava bunaltıcıydı, tişörtüm sırılsıklam olmasın diye hemen üstümü çıkardım. Uçaktan tanıştığımız, arkamızda oturan Türk kızlar da dışarda sigara içiyorlardı, garip garip baktılar.
Onlar da 14 Şubat promosyonundan bu bileti yakalayabilmişler, ama ne yapacakları hakkında hiçbir fikirleri yoktu, bize sordular.
Burada durulmaz, madem Endonezya vizeniz yok, Malezya’ya falan gidin dediysem de dönüşte öğrendiğimize göre 9 günün tamamını Singapur’da geçirip sıkıntıdan patlamışlar.

Singapur’da, Couchsurfing aracılığıyla bulduğumuz, bizi ağırlayabileceğini söyleyen biri dişi, dört kişi arasından seçtiğim Carlo’nun evinde kalacağız. Biraz para bozdurup, Duty Free’den Levent’in favorisi Makers Mark bourbon aldık.



Carlo’nun tarifine göre 1 saat mesafedeki evine gitmek için havaalanının metro istasyonuna indik.
Singapur metrosuna otomatik makineden alınan kredi kartı gibi bir kartla biniliyor.



Fiyat yola göre değişmekle birlikte şehre gidiş için bir saatlik yola kart depoziti dahil 3,40 SD (3,75 lira) ödedik. Kartı makineye iade edince 1 SD depositi geri veriyor.
Singapur adını tüm dünyada duyurduğu ciklet yasağı gibi yasaklarıyla meşhur bir ülkecik. Özellikle çöp atma, sigara içme gibi konularda bir sürü yasak var, her tarafta 500 SD den başlayıp bir kaç bine ulaşan cezaların miktarı ilan edilmiş. Tabelaların uslubundan olayı ciddiye aldıkları anlaşılıyor.



Ben tedirgin oldum, başkalarının yapmadığı şeyleri (Metro istasyonunda birşeyler yemek, sokakta sigara içmek vs) yapmadım. Sonradan anladığıma göre sahiden bunlara ceza keserken kimsenin gözünün yaşına bakmıyorlarmış.
Sokakta sigara içmek serbest ama izmariti yere atmak yasak, bu nedenle herkes çöp tenekelerinin başında içiyor.
Metrodan indiğimiz otobüs durağında bir ilan panosu ve panonun üzerinde de tehditkar bir havada ‘ilanlarınızı buraya asın, bu pano dışında ilan asanlara 500 SD ceza verilecektir’ yazıyordu.



Otobüs durağından Carlo’ya telefon ettik, '15 dk sonra oradayım' dedi, yarım saatte geldi. Takkeli, neşeli bir çocuk, anında kanım kaynadı.
Panama’lıymış, 5 yıldır burada internet güvenliği yazılımları konusunda çalışıyormuş.
Gerçi ben hiç çalıştığını görmedim.
Daha ziyade benim gençliğimi hatırlatır tarzda gündüzleri evde yayılıp geceleri parti insanı görüntüsü çiziyordu.



Evde Kathleen adında Singapurlu bir kız vardı. Sonra Yeni Zellanda’lı Rob, İsviçreli Andreas, ve Endonezyalı sevgilisi Lisa geldi.
Carlo ve arkadaş grubunda bir Seinfeld havası var. Sonradan öğrendiğimize göre Kathleen de Carlo’nun eski sevgilisiymiş, şimdi Seinfeld ile Elaine gibi arkadaş olmuşlar.



Bu arkadaş grubu sürekli birlikte takılıyor, gündüzleri havadan sudan geyik yapıp, geceleri alemlere akıp, 80 liraya bira satılan barlarda yüksek maaşlarını yiyorlar. Carlo 5000 SD maaş alıyormuş, oturduğu evin kirası 3000 miş. Zemin katta, bahçeye bakan, güvenlilikli sitedeki daireye iki ev arkadaşı kızla birlikte 1000’er SD veriyorlarmış.
Kızlardan biri Hırvat, diğeri Çinliymiş. Hırvat seyahatteydi, Çinli odasından hiç çıkmadı.



Eve girince Carlo hemen dolaptan bira getirdi, ben de uçaktan aldığım Efes Pilsen'i ve Türkiye'den hediye getirdiğim Bahadır Baruter albümünü verdim, çok sevindi hemen kitabı açıp cildini kokladı.
Levent de yanına bir sürü nazar boncuklu anahtarlık almış, herkese onlardan hediye etti.
Bir süre evde sohbet ettikten sonra ben sitenin havuzuna gitmeyi önerdim, hep beraber biraları ve bizim bourbonu alıp havuz başına gittik, bir yandan yüzerken bir yandan içmeye ve muhabbete devam ettik.



Anladığım kadarıyla Singapur bayağı ciddi ve sert bir diktatörlükle yönetiliyor.
Demokrasi, insan hakkı falan burada pek popüler kavramlar değil. Polis istediği eve izinsiz girip arama hakkına sahipmiş.
Carlo bundan yakınırken Kathleen iyi bir Singapurlu olarak bunu gayet normal bulup, ‘Tabi şüpheli bir durum varsa polis evini arıyacak, sen suç işlemediysen neden bundan gocunuyorsun ki?’ diyordu.
Marihuana bulundurmanın cezası asılarak idammış ve , bu cezayı gerçekten, yabancılar dahil uyguluyorlarmış.





Çalışanlara iyi maaş verildiğinden dünyanın her yerinden Dubai gibi beyin göçü alıyor. Büyük bir milli gelirleri var, yaşam standardı çok yüksek.
Carlo’nun anlattığına göre geçen yıl devletin elindeki para o kadar çok gelmiş ki vatandaşlarına karşılıksız dağıtmışlar. Düşük gelirlilere 5000 dolara kadar ödenirken, en iyi durumdakiler 100 SD almış. Kathleen peyzaj mimarı olarak çalıştığı belediyeden ayda 10 000 dolar maaş aldığından 200 dolar kadar alabilmiş. O dönemde millet havalı bir şekilde ‘Yaa bana 100 dolar verdiler’ diye birbirine sızlanıyormuş.
Ilık gece havasında, havuzda bir iç, bir yüz, bir iç derken epeyce kafayı bulduk.
Levent baştan beri Couchsurfing’e temkinli yaklaşıyordu ama hiç itiraz etmedi



Havuzdan eve giderken,
"Nasıl buldun çocukları, için rahatladı mı?” dedim
“Dur bakalım, hele bir sabah olsun, buzlu küvette böbreğimiz alınmış olarak uyanmazsak o zaman konuşuruz” dedi.
Evde giyinip, ekibi bozmadan iki taksiyle şehir merkezine gittik, halk tipi bir restorana oturduk.



Fiyatlar ne ucuz ne pahalıydı, zaten Singapur’da hemen her şey Türkiye ile aynı fiyat denebilir. Biz deniz ürünlü erişte ve noodle (5+4 SD) söyledik, Carlo kurbağa (8) söyledi. Ortaya güveçte gelen salçalı kurbağa anladığımız kadarıyla burada tavuk kadar popüler bir yiyecek. Biz de yedik, çok lezzetliydi, bundan sonra kurbağa yemeye karar verdik.



Adam başı birer büyük Tiger (5) içtikten sonra kalkıp dolaşmaya başladık.
İzmir’in Kordon’u gibi lüks balık restoranlarının ve piyasanın olduğu bir yerden geçtik.



Bir hint bakkalında epeydir özlediğim beedie denen okaliptüs yaprağına sarılmış gariban sigaralarından gördüm. Hindistan’da neredeyse bedavaya satılan paketlere 2.5 SD deyince Endonezya’dan alırım diye almadım, ama orada da bulunmuyormuş.
Singapur’a vardığımızdan beri içtiğim içkilerin, yol yorgunluğunun ve jet lagin etkisiyle (İzmir'den ayrılalı henüz 24 saat olmamıştı) eve dönmek istedimse de benim dışımda Levent dahil herkes içmeye devam etmek istediğinden oy çokluğuyla İrish Pub’a gittik. Rob güzel, taze, pastörize biralar ısmarladı, bardağı 15 SD imiş.



Sokağın karşısındaki barın adı dikkatimi çekti, nedir bu 'Eski Bar' diye sordum. Eskimodan geliyormuş, içerisi eksi 5 derecede tutulan bir mekanmış.
Gidip baktım, sahiden çift kapıyla girilen barda devasa klimalar marifetiyle dışarsı gece 30 derece iken içerde bir kutup ambiyansı var.
Bar tamamen buzdan yapılmış, votka içiliyor falan...




Carlo’nun söylediğine göre 50 SD verip sınırsız votka içebiliyormuşsun. Tabi içerdeki kötü hava koşulları nedeniyle sınırlı süre durabildiğinden içebildiğin votka da sınırlı oluyormuş. Carlo en fazla altı şat içebilmiş.
Carlo ile Singapurlular hakkında biraz daha konuştuk: Halk çok muhafazakarmış. Ofis partilerine karılarını getirmezler, getirseler bile haremlik selamlık oturulur, kimse karısını iş arkadaşlarıyla tanıştırmazmış.
Hayat çalışma üzerine kuruluymuş. Carlo’nun Singapurlu bir kız arkadaşı varmış. Bir gün başarısız bir iş görüşmesi sonrasında Carlo’nun çalıştığı şirkete uğramış. Carlo da kızı öyle süslenmiş ve üzgün görünce jest olsun diye ‘Hadi seni yemeğe çıkartayım’ demiş.
Kız buna bir kızmış, ‘Sen nasıl mesai saatinde işini bırakıp çıkarsın’ diye azarlamış.





Zaten kıyafetlerini de sürekli eleştiriyor, Carlo gibi kariyeri olan birisinin şık takım elbiseler giymesi gerektiğini söylüyormuş. (Carlo sürekli bol kareli pantolonlar, kirli tişört, parmak arası terlikler ve el örgüsü turuncu bir takkeyle dolaşıyor)
Panama’dan ayrılırken annesi ‘Oğlum uzaklara gidiyorsun, sana beni hatırlatacak ne vereyim?’ demiş.
Carlo da ‘Annecim sen bana Smiley’li bir don al, giydikçe seni hatırlarım’ demiş.



Bir gün eve geldiğinde kız arkadaşının bütün giysileriyle birlikte annesinin aldığı donu da çöpe attığını görünce canına tak edip kızdan ayrılmış.
Bardan çıkınca yine taksilere dağılıp eve döndük.



Havuza bakan salondaki kanepelerde sızdık. Kanepeler geniş ve rahattı.
Zaten Couchsurfing’de herkes profiline dünyanın çeşitli köşelerinde çekçektirdiği kendi fotoğraflarını koyarken Carlo’nunkinde 10 fotoğraftan dokuzu kanepeler, havuz vs den oluşuyordu.



Sabah kahve duş derken saat on oldu.
Balkondan Neşe’ye bir mail attım.
(Carlo’nun evinde internet olmadığından laptop ile balkonun belli bir köşesine gidip orda komuşların internetleri kullanılıyor. Bilgisayarında da Linux yüklüydü)



Yağmurlu havalarda internete bağlanmak sorun olabiliyor. Acil mesaj göndermem gereken bir seferinde bir elimde şemsiye olduğundan tek elimle yazmak zorunda kaldım.
Levent kalkınca “Böbreğin nasıl, yerinde mi, halinden memnun musun, güvendin mi artık Carlo’ya?” dedim



Ekşi bir suratla “Kalkar kalkmaz böbreğime baktım, onda bir sorun yok, ama ben bu adama güvenmedim. İnternet güvenliği üzerine çalıştığını iddia ediyor, evinde internet yok” dedi.
Carlo ile birlikte dışarı çıkıp metro durağının yanındaki food court’a gittik.
Birer karidesli pişi ile zencefilli kahve, çay içerek kahvaltı etik.



Zencefilli kahveyi Hindistan usulü karıştırıyorlardı.



Kahvaltıdan sonra Endonezya’ya uçak bileti bakmak için otobüs ile Chinatown’daki seyahat acentelerinin bulunduğu bir alışveriş merkezine gittik.



Metro istasyonunda yerdeki kabartma çizgiler dikkatimi çekti. Aslında körler için yapılmış ama şimdi sürekli cep telefonu ile uğraşıp önüne bakmayan gençler kullanıyormuş.



Günlerden Pazar olduğu için AVM’deki acentelerin tümü kapalıydı, saat 12 de açılacaklarmış.
Lüks çarşının içinde dolaşıp vakit öldürürken üst katta bir örnek giyinmiş balkona sıralanmış kızlar dikkatimi çekti.



Neden beklediklerini sordum Carlo’ya.
Burada bir hizmetçilik ajansı varmış. Filipinler ve Vietnam’dan gelen yoksul kızlar bu ajansın önünde hizmetçi arayanlar tarafından seçilmek için sabahtan akşama kadar böyle ayakta bekliyorlarmış. Üstelik Carlo’nun söylediğine göre ayakta bekledikleri günler için ücret almadıkları gibi muhtemelen ajansa para da ödüyorlarmış. Alenen köle pazarı kurulmuş yani. Üst kata çıktık, kızların önünden geçtik. Bize ürkek ve meraklı gözlerle baktılar.



Ben de onları başımla selamladım, sevindiler.
Başka bir katta kafuru kokuları içinde masaj dükkanları vardı. Kapıların önünde işsiz oturan kaslı masörler önlerinden geçerken ellerini yumruk yapıp kollarını omuzdan aşağı yukarı sallayarak diğer eleriyle çıplak kola şap diye vurarak vakit geçiriyorlardı. Bunu burnuma doğru ilk yaptıklarında irkilerek döndüm, baktım adam yaptığı hareketin Türkiye’deki anlamının farkında değil, ben de sana diyerek aynen şaplattım. Bir de zevkliymiş, bütün katı kolumu salayıp şaplatarak dolaştım.
Bir dükkanda bizim Sivas’taki Balıklı Göl’den getirilmiş balıklar küvet içinde dakika hesabı tedavide kullanılıyordu. Kadın fotograf çekmeme izin vermedi.
Vakit geçsin diye dışarı çıkıp turistik dükkanlara şöyle bir baktık, suvenir fiyatları Türkiye ayarındaydı. Taze meyve suyu içtik.



Acenteler açılınca bir ikisinden fiyat aldık. Buranın Pegasus’u Tiger Air’in 'bilet bedava sadece vergileri öde' kampanyasını İzmir’deyken keşfetmiştim. İki kişilik Singapur- Padang (Sumatra) bileti 62 liraydı ama virüs programı alarm verip, girdiğim sitenin sahte olduğunu söyleyince bileti alamadığım gibi kredi kartlarımı da iptal ettirmek zorunda kalmıştım. Burada kişi başı 20 lira enayi parası (acente komisyonu) ödedik ve Singapur’a dönüş için 121 liraya tek yön iki bilet aldık. Biletleri kız kesse canım yanmaz, bir de biz yardım ettik süslüye, şuraya bas, buraya tıkla diye.



Gidiş için de aynı fiyata bilet vardı ama ilk uçak 2 gün sonra olduğundan sıkıcı Singapur’da beklemek istemedik, feribotla Sumatra’ya geçip oradan otobüsle devam etmeye karar verdik (Daha doğrusu Levent tüm kararları bana bırakıp itirazsız uyduğundan ben karar verdim). Feribot biletleri için Harbour Point denen iskeleye gittik.
Singapur’la Sumatra Adası arasında Endonezya’ya ait Batam ve Bintang adında iki küçük ada var. Sumatra’ya direk deniz ulaşımı yok, önce bu adalara geçip, oradan yeniden feribota binmek gerekiyormuş.
Singapur-Batam arası, aynı zamanda Sadun Boro ve eşi Oda'nın ilk dünya seyahatlerinde deniz korsanları tarafından taciz edildikleri bölge.



İnternetten okuduğuma göre Batam bu iş için daha uygunmuş ama Batam’dan Sumatra’ya son feribot sabah 8 de kalkıyormuş, yani Singapur’dan ya sabah en geç 7 de çıkmak ya da Batam’da bir gece geçirmek gerekiyor. Biz ikinci şıkkı seçip gece son feribota bilet aldık (2x21 =42 SD=46 lira)

Carlo bizden ayrılıp Singapur havaalanından transit geçecek olan Panamalı bir arkadaşıyla buluşmak üzere havaalanına gitti, biz de elektronik alışverişi yapalım dedik ama ben fiyatları karşılaştıracağımız Teknosa broşürlerini çantada unuttuğumdan eve döndük, biraz dinlenip tekrar çıktık.
Carlo’nun evine girmekte hiç zorlanmadık, zira kapısı kilitli değil!
Singapur'a taşındı taşınalı kapısını hiç kilitlememiş, köy evi gibi mandala basıp giriyorsun. Zaten bahçeye bakan balkon kapıları da her daim açık.



Evin içi dışında, üstelik lap top gibi elektronik eşyalar da ortalıkta, açıkta duruyor. Singapur bizim kavramakta zorlandığımız derecede güvenli bir şehir.

Bu sefer amacımız Sim Lim Square denen buranın Doğubank işhanından kamera almak. Metro ile yarım saatlik yolculukla ulaştığımız büyük binada Uzakdoğudaki benzerleri gibi envai çeşit elektronik, bilgisayar parçası vs katlara dağılmış durumda. Daha eve dönüp, çantaları alıp feribota yetişeceğimizden 1 saatlik süremizde hızlıca dükkanları gezdik. Makinem yıllardır düşürülmekten feleği şaşırıp arada sırada çalışmadığından yeni bir makine alayım dedim, ama fiyatların Teknosa'ya göre %10-20 ucuz olduğunu görünce memleketimden alayım garantili olsun dedim.
Levent ise 18-55, ve 55-200 objektifleriyle güzel bir Canon EOS 40 D yi 1640 SD (1800 liraya) aldı.



Aslında aynı makineyi 1650 liraya da teklif eden bir dükkan vardı ama satıcıların tipini ve ikna edici tavırlarını görünce, yıllar içinde yenilen kazıklarla oluşmuş olan 6. hissim “Dikat üçkağıtçı! Dikkat üçkağıtçı!” diye siren çalmaya başladı, Levent’e 'bırakalım bu adamları' dedim.
Alışveriş yaptığımız mağazanın yazar kasasının sağında solunda bereket getirsin diye sarımsaklar vardı.



Hızla eve döndük, çantalarımızı aldık, Carlo ile vedalaşıp taksi ile iskeleye geldik.
Feribot iskelesi ve gümrüğü havaalanı gibi düzenlenmiş. İçeriye elektronik biletlerle giriliyor.



Bizim feribotun çekin saati başlamadan kapıdan geçemedik, yarım saat bekledik. Pasaport işlemlerini halletikten sonra bekleme salonuna geçtik. Ben iki günün yorgunluğu ve saat farkı nedeniyle koltuklarda sızdım.



Levent de sadece lüks içkiler satan Singapur Dutyfree’sinden litrelik bir Jack Daniels alarak Singapur'da bir günde tükenen bourbon stoğumuzu tazeledi.
Feribot deniz otobüsü gibi birşeydi, ve tek tük yolcu vardı. Ben hiç uykumu açmadan bir saatlik yolculuk boyunca da uyumaya devam ettim, Levent karate filmi seyretti.



Gece saat 10’da çıktığımız Batam’da iskelesinde bizim feribotu bekleyen iki gümrük memuru, ve iki taksiciden başka kimse yoktu. Gümrük memurları Levent’in vizesine bakıp damgayı bastılar, geçti. Sıra bana gelince, benim vizesiz yeşil pasaportu ilk defa gördüklerinden uzun süre incelediler, düşündüler, ben de biraz açıkladım, en sonunda bana vize gerekmediğine ikna olup damgayı bastılar, Endonezya'ya girdik.

Sonuçta memurlar ilk defa gördükleri bir pasaportu kabul etmiş oldular. Acaba diyorum, kafadan mor bir “special” pasaport üretsen kabul edecekler mi?
Bunu gerçekten çok merak ediyorum.
Gümrük memurları bizi ülkeye aldıktan sonra gümrüğü kapatıp evlerine gitmek için çıktılar. İngilizce bilen amire kalacak yer sordum, 20 kilometre ilerdeki şehir merkezindeymiş, bu satte toplu taşım da yokmuş. Mecburen taksiciye pazarlık ettik, 12 SD istedi, 10’a anlaştık.
Issız yollardan geçip şehir merkezine geldik, açık bir döviz bürosunda 100 dolar bozdurduk.1 USD=11 000, 1 Euro=15 000 rupi. Taksicinin götürdüğü ilk otel hem pahalıydı, hem de beğenmedim, Levent’i takside bırakarak çevredeki diğer otelleri gezmeye başladım.
Levent’in, yıllardır sürekli beş ve üzeri yıldızlı otellerde kalan bir insan olarak benden tek isteği böceksiz bir oda, temiz bir yatak, ve sıcak su oldu. Ben de bütçemizi zorlamadan (10 Euronun altında) buna uygun otel bulmaya çalışıyordum. En sonunda 12.000 rupiye (8 Euro) temiz bir otel buldum.
Taksciye parasını ödeyip otele girer girmez Levent lobide resepsiyonun hemen önünde cansız yatan 5 santimlik bir hamam böceğini gösterip “Bu mu abicim böceksiz otel” dedi.



Algıda seçicilik olsa gerek, insan neyi görmek istiyorsa onu görüyor. Ben o kadar dikkat ettiğim halde görmemiştim. Keza resepsiyondakiler de gözlerinin önündeki mevtayı görseler bir faraşla alırlardı herhalde. Allah’tan odada böcek çıkmadı. Çantaları bırakıp her yer kapanmadan bir şeyler yiyelim diye çıktık. Issız sokaklarda bir iki halk tipi seyyar lokanta açıktı, ama Levent benim ısrarıma karşın buralarda yemeyi reddetti.



Gece gördüğümüz kadarıyla Batam çirkin, ufak bir kasaba. Bu adanın özelliği Singapur’lu erkeklerin buradan metres tutup hafta sonları kaçamak yaptıkları yer olmasıymış. Levent’in ısrarıyla dışında neonlar yanan bir bara girdik. Anlglosakson birinin işlettiği belli olan barın havası genelde iyiydi, dekorasyonu güzeldi, ama içeride, barda çalışan mini eteklileri saymazsan Endonezya’lı yoktu.



Yaşlı expatlar barda geyik çevirirken gençler bilardo oynuyordu. Biz de benim sokakta yiyelim ısrarlarıma karşın bara oturduk, Levent bonfileli bir sandviç söyledi (5 USD) , ben sadece bira içtim. (33lük Tiger, 2 USD) .
Yanımızda oturan yaşlı Hollandalı yıllardır bu adadaki bir santralde çalışıyormuş.



Sumatra’ya deniz ve kara yolu ile gideceğimizi duyunca
“Hiç tavsiye etmem, 20-30 dolar daha verin, uçağa binin, bu adadan da Sumatra’ya uçuş var” dedi.
Adamın tavrını görünce uçakla gitmeyi tekrar değerlendirdik ama bu saatte uçak günlerini ve fiyatlarını öğrenebileceğimiz açık acente olmadığı gibi yarın 9 gibi açılmalarını beklersek 8 de kalkacak feribot kaçırıp bu cenabet adada bir gün daha geçirecektik. Odaya döndük, Sumatra’da okumayı planladığım Masumiyet Müzesi’ni THY uçağında unuttuğumu dehşetle farkettim. Yanımda yedek olarak sadece 1915 Filistin’ini anlatan ince bir kitap daha var.
Biraz viski, çikolata, kitap yaptık, ve karar vermeyi sabaha bırakarak Endonezya'daki ilk gecemizde uykuya daldık.


.
Endonezya'daki 27 saatlik yolculuk ve ıssız ada macerası yakında burada.