14 Haziran, 2012

BULGARİSTAN (Sofya-Haskovo) Nisan 1992 - Nisan 2012




 

 
 Mart ayında Bulgarlar’ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırmasıyla uzuuun bir aradan sonra yeniden bir Bulgaristan seferi yapmak şart oldu.

 

Eskiden Bulgaristan’a sık sık giderdim. O zaman transit geçişlerde kapıdan 26 USD karşılığı 36 saatlik vize veriyorlardı. Ben de bu vizeden yararlanıp Krayova, Bükreş, Köstence, Allah ne verdiyse o tarihte vizesiz girilebilen Romanya'ya bir  iki gün uğrayıp tekrar transit vize ile geri dönerdim. Sonra bu uygulamayı kaldırıp transit vize için de normal vize gibi Edirne veya İstanbul’daki konsolosluğa başvurup 3 gün bekleme şartını getirince kendilerinden buz gibi soğudum.

 

 Ayrıca o zamandan beri gitmememde son sefer dönüşümün epey olaylı olması da rol oynamış olabilir. 
 İzninizle anlatayım;
 20 yıl önce yurtdışına çıkış için 100 dolar konut fonu ödemek gerekiyordu. O yıllarda Avrupa’da futbol maçımız olduğunda Bakanlar Kurulu kararı ile üç günlüğüne taraftarlara bu yüz dolardan muafiyet sağlanması, benim de futbolla hiç ilgilenmeyen biri olarak bu muafiyetten yararlanmam hemen hemen rutin bir uygulama olmuştu.

 

1992 yılının Eylül ayında Denizli’de çalışan yeni mezun bir doktordum. Fenerbahçe’nin Bulgaristan'ın Botev Plovdiv takımı ile maç yapacağını televizyondan duyunca Cuma akşamüstü Denizli’den Edirne otobüsüne bilet aldım. Sabaha karşı Kapıkule yol kavşağında otobüsten inmek üzereydim ki elime geçen bir gazetede maçın İstanbul’da olduğunu okudum. 

Şok, şok, şok!

 

Hemen Avrupa’da başka maç var mı diye spor sayfalarına saldırdım. Allahtan Galatasaray deplasmanda Krakow ile oynuyormuş. 
Kapıkule'ye varınca kapıdaki polise Krakow maçına gittiğimi söyledim. 
 “Ya öyle mi, hani Polonya vizen?” dedi, 
 “O zaman fikrimi değiştirdim, Romanya’ya gidiyorum” dedim. Pasaportuma çıkış damgasını basarken; 
“Eğer Bulgaristan’a giremezsen aynı gün Türkiye’ye almayız, gece yarısı tarih değişene kadar ara bölgede beklersin haa...” diye uyardı.

 

Çıkıştaki konut fonu makbuzunu toplayan gümrük memuruna “Krakow maçına gidiyorum, o yüzden konut fonu yatırmadım” dedim. Daha gün yeni aydınlanmaya başladığından maç için yurtdışına çıkan hiç olmamış. Gidip yazışmaları incelediler, 
“Evet bu sabahtan itibaren çıkılabiliyormuş” diye karar verip pasaportuma sabit kalemle ‘Galatasaray-Krakow maçına gittiğimi beyan ederim’ yazıp imzalattılar; beni bedavaya yurdun dışına salıverdiler.



Böylece Galatasaray-Krakow maçı için 92 yılının o serin Eylül sabahı Türkiye’den çıkan ilk kişi ben oldum.

 

Yürüyerek geçtiğim Bulgar sınırındaki polis nereye gittiğimi sordu. “Romanya’ya” deyip, 26 dolar ödeyerek transit vizeyi pasaportuma bastırıp geçtim. 
O zamanlar adetim olduğu üzere kapının karşı tarafındaki kafede bol şekerli bir espresso ile taze Drum tütünümü içtim. (Espressoyu ilk kez -ve sonra da uzunca bir süre; sadece Kapitan Andrevo’daki bu sınır kafesinde içebildim )

 

Fenerbahçe maçını Plovdiv’de (Filibe) bir barda izledim. Fenerbahçe'nin de aksi gibi bir sürü gol atacağı tuttu. Etrafımdaki küfreden iri yarı ve sarhoş Botev taraftarları yüzünden hiç sevinemedim. Haftasonu çabucak geçti. 
Pazar akşamüstü, Bulgaristan’a girişimden yaklaşık 50 saat sonra Kırcaali’den bindiğim otobüs ile yine aynı sınır kapısı Kapitan Andrevo'ya geldim.

 

Muavin sınırda pasaportları topladı gitti, biraz sonra alı al, moru mor döndü. Pasaportumu uzatıp; “Sen transit vizeyi geçirmişsin, niye binerken söylemiyorsun da ayarlayalım. Git şimdi, polis seni çağırıyor” diye bana kızdı. 
Pasaportum elimde, şiş göbek bir Bulgar polisin yanına gittim. Bana Türkçe olarak;
“Sen hem vize süresini geçirmişsin, hem de transit vizeyle girdiğin kapıdan çıkamazsın. Bu nedenle 100 mark vize parası, 100 mark da ceza ödeyeceksin” dedi.
Paramın olmadığını söyleyince ise; “İyi dön git geriye o zaman” diye terslendi. 
Ertesi sabah Denizli’de mesaide olmam gerektiğinden ne olursa olsun Bulgaristan'dan çıkmak zorundaydım. Aramızda bütün otobüs yolcularının heyecanla takip ettiği bir kovalamaca başladı. Ben sürekli: “Kapitan haydi yap bir güzellik! Haydi be komşi! Bak ben talebeyim, yetimim, bir daha yapmam vs” diye saksanak gibi şakıyarak şişgöbeğin peşine takıldım. Bir büroya girince kapıda bekliyor, çıkar çıkmaz aynı teraneye başlıyordum.

 

Bu kovalamaca yarım saat kadar sürdü. Adam en sonunda beni kolumdan sertçe yakalayıp leş gibi kokan genel helaya soktu (Bulgaristan henüz AB ye girmemişti, ayrıca 90’larda tuvaletler her yerde leş gibiydi) Korktum, ama belli etmedim.
“Ver” dedi, ”Kaç paran varsa ver!” Önceden cebime 10 mark ayırıp paramın gerisini saklamıştım. Çıkartıp verdim. 
“Başka yok mu” dedi , 
"Yok valla” dedim. 
Hırsla pasaportumu elimden kaptı, çıktı gitti bir büroya girdi. Biraz sonra çıkıp içine ceza süsü verilmiş bir takım makbuzlar sokuşturulmuş olarak pasaportumu geri verip “Haydi git” dedi. Mahçubiyet içinde otobüse bindim, az sayıdaki yolcudan onları beklettiğim için özür diledim. 
...
İzmir’den Kırcaali’ye üç otobüs firması çalışıyor. Ben ilk önce adını beğendiğim Marmaris Seyahat’ten yer ayırtmıştım ama Neşe iş yerinde çalışan göçmenlere sormuş, en iyi firma Akbulut'muş.

 

Önceki rezervasyonu iptal edip Akbulut'un Çamdibi'ndeki yazıhanesine gittiğimde dükkan kapalıydı. Komşu dükkanlara sordum, 
"Motoru burada, demek ki birahanededir" dediler. Birahaneye gittim, 
"Burda yok, demek ki kahvededir" dediler. 
Kahvehaneye gittim, saçları sarıya boyalı iri yarı abiyi okeye dönerken buldum. El bitince Cuma akşamüstüne Akbulut’tan gidiş-dönüş kişi başı 90 lira karşılığında biletleri aldım.

 

Cuma akşamı otobüse binince hayretler içinde kaldım. Eskiden sınır ötesi çalışan otobüsler kamyondan bozma külüstürlerken bu otobüs her koltuğunda eğlence sistemli, internetli son model bir Setra idi.

 

Jilet gibi giyinmiş, temiz kokan iki göçmen muavin de sürekli hizmetteydiler. 
17:30 da İzmir’den kalkan otobüs 23'te Çanakkale Boğazı’nı geçti, 02’de Kapıkule sınırına geldi.

 

Türkiye’den çıkıp Bulgaristan’a girmemiz 2 saati buldu. Sınırda 50 euro bozdurdum. (1 euro= 1,95 leva) Sınırdan sonra 1 saat daha yol gidip sabah 5’te Sofya otobüsüne aktarma yapacağımız Haskovo (Hasköy) garajına girdik. Sofya otobüsü kalkmak üzereydi. Önümdeki gençler kişi başı 19 leva öderken yazıhanedeki kız benden 21’er leva (25 TL) aldı. Uyku sersemi sebebini anlayamadım. Sonra otobüste sordum (Buralar hep Türk bölgesi olduğundan anlaşmak kolay) 19 leva öğrenci fiyatı imiş, dönüşte ben de Can’a öğrenci bileti aldım.

 

 3 saatlik yolculuktan sonra sabah 8 gibi Sofya otogarına girdik. Bir hafta önce yazıştığımız Couchsurfing’ten ev sahibemiz Sarnela’yı aradım. Öğleyin bizi garajdan alabileceğini söyledi. Bu hoşumuza gitti, zira bir şehri önce kendi başına el yordamıyla tanımanın tadı başka oluyor. Danışmadan bir Sofya haritası alıp büyük çantamızı emaneteçiye bırakıp (3 leva/gün), dışarı çıktık. Türk olan emanetçi dümdüz yürürsek merkeze çıkacağımızı söyledi, biz de ona uyduk. Bronzdan aslanlar olan bir köprüyü geçtikten sonra merkeze geldik.

 

Sağ tarafta kocaman bir Sinagog görünce hemen o sokağa saptık, Avrupanın en büyük sinaogu mu neymiş. Sokağın havası hoşumuza gittiğinden aynı sokaktan devam ettik. Kaldırım üstü bir bakkal-kahvede oturup ilk espressolarımızı içtik, kısa bir kahvaltı ettik. (Espresso 50 santim) Mahalle sakinleri de kahveleriyle ilk sigaralarını tüttürmekle meşgullerdi.

 

Sokağın sonu pazar yerine çıktı. İşte, Sofya’ya ineli yarım saat bile olmadan pazar yerini bulmuştuk. Sanki Pazar yerlerinde, hele hele bit pazarlarında manyetik bir alan var ve bizi kendine çekiyor. Nitekim az sonra bit pazarını da bulduk.

 

Burası sonradan öğrendiğimize göre Ladies Market denen hergün kurulan Türk tipi bir pazar. Satıcılar arasında epeyce Ciguli tipi Türk de mevcut. Sabit tezgahlar olmakla birlikte eline iki maydonoz veya üç lale alan kadınlar da köşe başlarında dikiliyorlar.

 

İki maydonozu satsan ne kazanacaksın anlamadım ama belki başka yerde stokları vardır da sattıkça gidip ordan alıyorlardır. (Maydonozları kalın yapraklı, çok tırtıklı olan cinsten ve demedi 50 kuruştu)

 

Açık bir banka bulup 120 euro daha bozdurdum. Kur sınırdakiyle pek farklı değilmiş.

 

Her köşede köfte ızgaraları var. Yuvarlak, anne tipi olanlara köfte, uzun, dörtköşe olup daha baharatlı olanlara kebap diyorlar, ikisinin de tanesi 50 santim (60 kuruş) .  
 Pazarın içinde dolaşırken açık şarap satan bir dükkana rastladık.

 

 Henüz öğlen olmamasına karşın baharatlı 'herbal wine’ı merak ettiğimizden elimizdeki ufak pet şişeye doldurttuk (buz gibi, litresi 1,40 leva =1,75 lira) Çerezciden aldığımız ufak fıstıklarla ayaküstü pek tatlı geldi.

 

Hemen gidip şişeyi bir daha doldurttum (40 santim) ama ev sahibemizle tanışmadan fazla içmenin uygun olmayacağını düşünerek çantaya attım. Hava serince ve kapalıydı. Yağmur atıştırmaya başlayıca kendimizi bir kafeye attık, çok da iyi yapmışız. Aniden yoğun bir sağanak indirdi. Muhtelif köfte ve sosislerle çantadaki şarabı da içiverdik.

 

Yağmur dinince pazarı gezmeye devam ettik, dönüşümüzde almak üzere kaşkaval (kaşar) ve et marketlerine baktık. Bu kaşkavalı eskiden Kapıkuleye giden yol boyunca parketmiş Lada 124 lerden gizli gizli satarlardı, 8-10 kiloluk tekeri 20 marktı ve hepsi çok kaliteliydi. Şimdi serbest piyasa düzeninde kalitesiyle birlikte fiyatı da değişken olmuş (Kilosu 8 ile 14 leva arasında) 
 Yürü yürü bir de baktık bir halka çizip Aslanlı köprünün oraya çıkmışız, meğer pazarın bir ucu ordan başlıyormuş. Buluşma saati de yaklaşmıştı, otogara döndük. Sarnela söz verdiği saatte bizi arabasıyla aldı, "Akşama evde mi yemek istersiniz, dışarıda mı" dedi. Ben Neşe’den korkumdan elbette evde yiyelim diyemedim, yarım ağızla 
 "Fark etmez ama dışarıda yesek sanki daha iyi olur " dedim.

 

Yolda bir pazar yerine girip biraz yeşillik aldı. 
Her alacağını bize sormaya başlayınca (yeşil salata mı istersiniz, havuç sever misiniz vs), geçen hafta tanık olduğum bir olay aklıma geldi:

 

 Endoskopi için hazırlanan yaşlı bir teyzeye genç hemşire “Teyze istersen ceketini çıkartabilirsin” deyince teyze çıkartsam mı, çıkartmasam mı diye ikilemde kaldı, kilitlendi. Deneyimli diğer hemşire hemen olaya müdahele edip: “Çıkart teyze, çıkart, şuraya as!” dedi ve genç meslektaşına 
“Hastaya seçenek sunup da kafasını karıştırmayacaksın, çıkart de tamam” diye çok doğru bir ders verdi. Ben de baktım bu kafayla alışveriş bitmeyecek; "Sen kendi kendine alış, veriş, biz buralarda bakınalım" dedim. 
Ala ala bir marul, iki taze soğan aldı geldi.



 

 Neşe; "Bu kız bize yemek diye salata çıkartacak sanırım" dedi. Yola devam edip şehir merkezinin biraz dışında dağ manzaralı apartmanına geldik. Aşağıdaki bakkaldan ekmek alırken bize donmuş yufka paketlerini gösterip, “Bunu biliyor musunuz, bonita derler” dedi. Biliyoruz, istersen börek yapabiliriz deyince bir paket aldı. (Böyle de bir adet var; CS’den gelenler kendi memleketlerinin yemeklerini pişirmek istiyorlar ama bizim evde hiç şansları yok. Biz zaten birisi gelse de yemek pişirsek diye bakıyoruz.) 
 Evde Sarnela'nın oğlu Stephan bizi bekliyordu. Can ile aynı yaşta olduklarından özellikle bu aileyi seçmiştik


 

Ancak kız profilinde kocam ve oğlumla beraber oturuyoruz yazmasına karşın eşinden ayrıymış, oğlu ile ikisi kalıyorlarmış. Brezilya’daki ilk ev sahibemiz de eşinden ayrılmış kızıyla yaşayan genç bir kadındı. Bu kadınlara çok saygı duyuyorum ama profillerine gerçek durumlarını yazsalar daha doğru olacak.

 

Daire, stüdyo tipi bir salon ve bir odadan oluşuyordu. Kadıncağız yine bir hata yaparak bize salonda mı, odada mı yatmayı tercih ettiğimizi sordu. Uzunca bir süre kararsızlık çektikten sonra salonu tercih ettik. Can da Stephan'ın ranzasının altında yatacak. Eşyalarımızı açtık, kıza İzmir'den hediyelerimiz olan baklava ve muhtelif Tariş incirlerini sunduktan sonra biraz kestirip yol yorgunluğunu attık. Sarnela bize bulunduğumuz yeri Google maps'ten gösterdi. Şehir merkezi 7 km uzaktaymış. Bize toplu taşım yöntemlerini anlatmaya çalıştı, ama baktım çok karışık, "Boşver biz yürüyerek gider, taksiyle döneriz" dedim. "Yürünmez, uzak!" falan dediyse de yola çıktık.

 

Merkeze doğru yönümüzü belirledikten sonra Sofya'nın kenar mahalle sokaklarına vurdurduk. Bir şehrin hiç turistik olmayan, sıradan halkın yaşadığı mahallelerinde sokaklarında gezmek (mesela İstanbul’da Taksim yerine Dudullu’da dolaşmak) benim pek hoşuma gidiyor. Güzel parkların içinden geçtik, ana caddeye varmadan biraz otostop çekmeye çalıştık, kimse durmadı.

 

Ana caddenin yanında upuzun, iki yanında budanmamış kavaklar bulunan nefis bir yürüme ve bisiklet yolu vardı.

 

Yolun yarısı bisikletlilere ayrılmış, dümdüz 4-5 km gidiyor. Hava kapalı, zaman zaman yağıyor. Zevkle sohbet ederek merkeze kadar yürüdük. Neşe geçen ay gittiği Konya'da burdakinden de uzun bir bisiklet yolu olduğunu söyledi. İzmir Belediyesi ise afişlerinde bisikletlileri kullanmakla birlikte yıllardır bir kilometre bisiklet yolu yapmadı.

 

Tam merkeze vardık şiddetli bir sağanak indirdi. Hemen gördüğümüz ilk kafeteryaya daldık.

 

Bira, yanında patates de aldık. Patates kızartması kilo ile satılıyor. Neşe Löplöpçü ve Sabi’den okuyup çok heves ettiğinden illa da üzerine peynir koydurt dedi. "Karıcım onlar lüks restoranlara gidiyor, böyle hazır kızarmış patates üzerine peynir olmaz" dediysem de elbette söylediğini yaptım.

 

Ekstra bir leva karşılığı üzerine soğuk patateslerin üzerine yumuşak beyaz peynir ufaladılar. 
Elbette bir şeye benzemedi.

 

Buradaki kafelerde her şey pişmiş olarak hazır bulunuyor. Köfteler tane hesabıyla, tanesi 50-70 cent, bir tabak patates 1,5 leva, bira 2 leva civarında. (1 leva=1.25 lira) Sıraya girip istediklerini söylüyor parayı peşin ödüyorsun. 

 

Yağmur dinene kadar 3-4 bira içtik. Fıçı bira da vardı ama ben en çok Stara Zagora şehrinin birası Zagorka’yı beğendim.

 

 (Stara Zagora'da da bir anım var: 
Yine çok yağmurlu bir gece Tıp Fakültesinden sınıf arkadaşım Yakup Yürekli ile Stara Zagora garının lokantasında yiyip içerek gece yarısı kalkacak ve bizi Türkiye’ye götürecek trenimizi bekliyorduk. Yemeye-içmeye o kadar dalmışız ki trenin düdüğüyle yerimizden fırladık. Biz çantalarımızı sırtlanıp restorandan çıkana kadar tren hareket etti.

 

 Peronun sonuna kadar, kan ter içinde ağır sırtçantalarıyla koştuk. Ben bu arada sofradan kaptığım son böreği yutmaya çalışıyordum. Kan ter içinde vardığımız peronun sonunda Türkiye’ye doğru giden (kaçan) trenin arkasından ağzım peynirli börekle dolu, bir yandan şakır şakır yağan yağmura bakarak 'Bundan daha beter bir durum olamaz herhalde' diye düşündüğümü çok net hatırlıyorum. Sonra bir taksiye atlayıp cüz'i bir ücret karşılığı 30 km ilerdeki istasyonda treni yakaladık.

 

Dikkat ettiyseniz kendimi tutamayıp sürekli geçmişten bahsediyorum. Bu sanırım yaşlılıktan kaynaklanıyor. Zaten son zamanlarda limon kolonyasını da pek sevmeye ve sık sık elime, yüzüme, tepeme dökmeye başladım)





Yağmurun hafiflemesiyle kafeden çıkıp merkeze doğru yürümeye devam ettik.

 

Tam merkeze varmıştık ki yine şiddetli bir sağanak indirdi. Önümüzdeki kilise gibi bir binanın kalabalık sundurmasının altına koştuk. Burası gerçekten tarihi bir kilise, kalabalık da düğün davetlileriymiş.



Bu vesileyle bir Bulgar düğününü de görmüş olduk. Gelinle Damat DSP'li misali iki beyaz güvercin saldı, güvercinler gidip kubbenin altına kondular.

 

Düğünün havası, konukların kıyafetleri, kuaförden çıkmış saçları falan bizim düğünlere benziyordu. Kiliseye de girdik Can bir-iki mum yaktı, kimbilir neler diledi.

 

 Elimizdeki haritaya göre kilisenin karşısında meşhur bir market varmış. Orayı bulup girdik, pek düzenli bir yer, hiç hoşlanmadım.

 

Ev sahibemize, dolabında ayağı kayıp düşen fare olursa kafasını yarmasın diye biraz elma aldık. Marketin üst katında kafeler varmış. Bir önceki kafede içtiğimiz biraları buranın temiz ve beleş tuvaletine bıraktık.

 

Marketteki içki satan mağazalardan bir Mastika (9 leva) ve bir Jim Beam (20 leva) aldım. Bulgaristanda içki çok ucuz. Jack Daniels marketlerde 25 leva (30 lira) idi. Şişesi değişik olduğundan sahtedir diye almadım. Meğer şişe dizaynını yeni değiştirmişler. 
Şehrin tam merkezinde ibadete açık kocaman bir cami var, adı Banya-başı Camiiymiş.

 

İçine girip gezdik, bizim camilerden bir farkı yoktu.

 

Son olarak hava kararmadan merkezdeki Aleksandr Nevsky Katedraline gidelim bakalım dedim. Uzaktan altın kubbesi görünen katedrali bulmamız hiç zor olmadı.

 

 İçeri girdiğimizde bir ayinle karşılaştık. Bizdeki uzatmalı üniversite öğrencilerini andıran bir takım papazlar (30 yaşlarında uzun saçlı, bakımsız sakallı ve göbekli) tütsüler sallayarak bir takım dualar okuyor, üst balkonda konuşlanmış sadece şeflerini görebildiğimiz, seslerinden en az 20 kişi oldukları anlaşılan bir koro da dualara eşlik ediyorlardı.

 

Neşe'nin ısrarla ayakta dikilmesine karşın ben çok yorulmuş olduğumdan bir direğin dibindeki bankta oturanların yanına çöktüm. Ayin çok etkileyici olmasına karşın en fazla 30-40 kişi izliyordu. Yanımdakiler zaman zaman ayağa kalkıp oturdular ama ben hiç kalkmadım. Bir yerde ayini yöneten Memo Tembelçizer tipli rahip bana bakarak başıyla, kaşıyla kalk diye işaret etti, biz de kalktık. 
(Mehmet Ağar'a bağlamadım, yanımda Can da  oturuyordu)

 

Ayin bitince herkes sırayla gelip kürsünün orda takdis edilmeye başlandı, biz de çıktık. 
Çok etkileyici huzur veren bir ayin ve müzikti. Fotograf çekmek yasak olduğundan müziği kaydedemedim ama çıktıktan sonra bir süre onlar gibi ‘İsamisa Huuu’ diye tekrar etmeye devam ettim. 
 Önümüzde Sarnela'nın güvenilir diye tavsiye 1280 numaralı bir taksi  görünce hemen atladık.
(Taksilerin önlerinde kocaman numaralar yazıyor)



Elimizdeki Bulgarca adresi gösterdik, şöför "Tamam" dedi. Taksinin radyosunda Jazz Fm açıktı ve Amerikan cazı çalıyordu. 
 "Güzel müzik" dedim, sohbet açıldı. 
 Şöför İvo müzisyenmiş, lokal bir folk grubunda gitar çalıyormuş.

 

Çaldığı restoranın adresini yazdı verdi. (Bu Jazz Fm’i dinleyen başka taksi şöförleri de gördük) Evde Neşe’nin öngördüğü gibi yemek yoktu, biz de zaten karnımızı doyurup gelmiştik. Marketten aldığımız bir şişe dömisek şarapla çerez, elma yiyerek masa başında sohbet ettik. Sarnela komisyon karşılığı otomatik garaj kapısı pazarlıyormuş. Geliri fena değilmiş 
(Aldığımız 5 levalık şaraba önce burun kıvırdı, ben bunu öğrenciliğimden beri içmemiştim falan dedi. Bence şarabın kendisi de, şişesi de gayet güzeldi. Sonra içtikçe kendisi de beğendi)

 

Gezdiğimiz yerler, başımızdan geçen olaylar gibi normal, normal sohbet ederken konu Türkler, Bulgarlar ve Yunanlılar arasındaki ilişkilere geldi. Eskiden Türkiye’de çok fazla Rum yaşadığından şimdi Yunanlılarla ilişkilerin Bulgarlardan daha sıcak olduğunu söyledim.
"Neden? Türkiye’ye göç etmiş çok Bulgar var” dedi
“Evet ama onlar Türk asıllı Bulgar vatandaşları, ben gerçek Bulgarlardan sözediyorum” dememle Sarnela’nın yüzü bulutlandı.

 

"Bulgaristan’da Türk yoktur! Onlar yüzyıllar önce Müslümanlaştırılmış Bulgarlar. Üstelik Müslümanlaştırılırken öyle eziyetler çekmiş, o kadar büyük işkenceler görmüşler ki, bunu anlatan pek çok kitap ve film vardır” dedi. Baktım ciddi ciddi sinirleniyor, itiraz etsem kavga kopacak, gece yarısı evden atılacağız,
“Haa, tabi, tabi” dedim, ama bu kadar gezmiş görmüş, böyle bir organizasyona katılmış, kendini liberal ve ateist sanan genç bir insanın böylesine şoven duygular içinde olmasına da hayret ettim.

 

Müslümanların isimlerinin 80'lerde değiştirilmesine nasıl baktığını sordum. Temelde karşı olmadığını ama yöntemin belki biraz zorlayıcı olmuş olabileceğini söyledi. Daha fazla tatsızlık çıkmadan politik konulardan gezi anılarına falan geçtik.
(Döndükten sonra Sarnela Couchsurfing’de bizim için yazdığı yorumda ‘Gördüğüm en modern Türk ailesi, hatta sanırım Türkiye’deki en modern aile’ demiş.

 

Couchsurfing’deki profilimi oluştururken sorulan 'CS hakkında ne düşünüyorsunuz?' sorusuna, “Belki de Dünyaya barış bu yolla gelebilir’ yanıtını vermiştim. Sarnela’nın Türkler hakkındaki önyargılarını bir nebze kırmamız bu yorumumu haklı çıkartıyor. Bizden daha modern bir-iki aile daha ağırlasa belki fikri tamamen de değişebilir.)
Sarnela'nın Türkler hakkındaki bu yorumunu okuyunca gezi anılarımızdan bahsederken anlattığım bir hikayeden neden pek hoşlanmadığını da sanırım anladım.

Anlattığım hikaye:
Bir Bulgaristan seyahatimizde bizi sınırdan yürüyerek geçirmediler. Biz de bir Türk tırına otostop yaptık. Şöför abinin muhabbeti o kadar kötü, o kadar bayıltıcıydı ki, daha gidebileceğimiz yol olmasına karşın bir köyün içinden geçerken
"Abi biz burada inelim" diye atıldım.

 

İndiğimiz köy de rastlantı eseri Türk (Muslimised Bulgar) köyüymüş. Aklimatize olmak için köy kahvesine girip birer bira söyledik. Köylüler Türk olduğumuzu anlayınca etrafımıza toplaştılar.
Berlin Duvarı daha yeni yıkılmıştı. Aralarında Türkiye’yi görmüş olan sadece bir iki kişi vardı ve çok merak ediyorlardı. Bize sorular sordular, "İstanbul kalabalık mı? Boğaz nasıl?" dediler.
İstanbul’u görmüş olan birisi bizden önce atladı;
"Boğaz nehir gibi ama daha geniş” diye hava attı. Su bardağında içtiğimiz sıcak biralar bitince "Biz kalkalım" dedik. Köylülerden biri “İlla da bırakmam, misafirim olacaksınız” diye tutturdu. Olurdu olmazdı derken kendi hazırladığı tuzlu beyaz etten ve erik rakısından dem vurunca bir anda ikna oluverdik.

 

Köydeki evine giderken yolda bize Küçük Emrah’ı tanıyıp tanımadığımızı sordu, tanıdığımızı söyledik.
“Biz ona çok üzülüyoruz” dedi,
"?"
"Anası öldü, kız kardeşi uruspu oldu…”
Komşusunda VHS video varmış, Türkiye’den kaset getirtip hep beraber seyrediyorlarmış. Söyleyişinden anlaşıldığı kadarıyla (Bize uzun uzun senaryoyu anlattı) abi Emrah’ın başına gelenlerin film icabı olduğunu pek anlayamamış görünüyordu. Evine varınca sebebini anladık. Bahçe içindeki ev yan yana iki odadan ibaretti.



Odalardan birinin köşesinde yerde duran iki tencere, üç tabak mutfağı oluşturuyordu. Eşya olarak üst üste dizili bir iki döşek, bir sedir ve yere serilmiş bir yaygı vardı. Abi duvardaki rafta duran bir kutuyu bize göstererek havalı birşekilde; “Buna telli derler” dedi, neşe ve gururla evdeki tek elektronik aleti bize tanıttı:
“Bu her şeyi bilir, söyler. Hava nasıl olacak, yağmur yağacak mı, maç sonuçları, bir yerde deprem mi olmuş hepsini söyler” dedi Gösterdiği, eve ince bir telle gelen yayını sese çeviren eski transistörlü radyolar büyüklüğünde bir hoperlördü. Değil kanal seçeneği, ses düğmesi bile yoktu. Üzerinde sadece açıp kapatmaya yarayan bir düğme vardı.
“Çok güzelmiş, bravo!” dedik;
ne diyelim.

 

“Gelin sizi gezdireyim” dedi, at arabasının arkasına bindik köyün içinde tur attık, tarlalarına gittik. (Abinin adını unuttum ama atının adı Veska idi, gül demekmiş galiba) Yolda her gördüğüne;
“Bakın İstanbul’dan akrabam geldi, bana hediye pantolon(?) getirmiş” diyerek havasını attı. İşporta tezgahından Erik rakısını da  "Üzerime para almamışım diyerek" bize aldırdı. Akşam yemeğinde etli patates vardı ama çok feci yağlıydı, yiyemedik. Erik rakısı bizim bildiğimiz anlamda rakı değil brandy gibi bir şeymiş. Tuzlu beyaz et dediği de domuzun sırtındaki yağın tuzlanmış haliymiş. O gece aç aç girdiğim evin bahçedeki tuvaleti, üç tarafı kapalı, kapısı olmayan ve önünde kocaman bir domuz bağlı bir kuburdu. Domuzla gözgöze, saldırırsa yerimden fırlamaya hazır vaziyette hayatımın en unutulmaz defekasyon macerasını yaşadım.

 

Sabah vedalaşarak ayrıldığımız kendi fakir, gönlü zengin bu insanların tek lüksleri yiyecek içeceklerinin bolluğuydu. Toprakları mümbit olduğu gibi eğer sallamadıysa, ailecek yılda 30 koyun yiyorlarmış.  (Tavuk , domuz vs cabası) İşte ben tuttum, modern Sofyalı Bulgar ev sahibemize bu anımı anlattım, pek şaşırdı ve surat ifadesine bakılırsa inanmadı.

Sabah erkenden kalktım, yufkalarla iki tencere börek hazırladım. Elektrikli ocağın üzerine koydum, en kısık derecede bir süre bekledim, bir şey olmadı. Isıyı biraz daha arttırdım, evde kahve bulamadığımdan kahve içmek için apartmanın altındaki bakkala indim. (Bütün bakkallar espresso satıyor, üstelik bunda bedava toz şekerlerin yanında poşette bir sıkımlık bal da vardı).

 

Etrafta bir tur atıp eve döndüm, kapıyı açar açmaz yanık kokusunu aldım. Börekleri iyi kötü kurtardık, yanık yerlerini kestik. Çocuklar ve hanımlar uyanınca hep beraber kahvaltı ettik.

 

Bize göre perişan börekleri pek beğenip bayıla bayıla yediler. Kahvaltıdan sonra Sarnela bize
“Bugün ne yapmak istersiniz; sizi dağa götüreyim mi?” diye sordu
“Şehir merkezindeki parkları gezmek isteriz” dedim
“Ben sizi dağa götüreyim” dedi,
“Peki” dedik. Arabaya doluştuk, yarım saatlik bir tırmanıştan sonra Bozdağ gibi bir yere geldik. Buranın özelliği yukardan akan suyun üzerinin kocaman kayalarla örtülmüş olması ve kayalara tırmanarak zirveye ulaşılabilmesiymiş.

 
  
Gerçekten ilginç bir yerdi. Özellikle çocuklar kayalara tırmanmaya bayıldılar. Sarnela’nın yolda anlattığına göre geçen sene keşfe gittiği Rodop dağları da çok güzelmiş. Dağların arasından akan Arda Nehri kıvrıldığı yerlerde çok güzel kumsallar, plajlar yaratıyormuş.

 

Bulunduğumuz yer aynı zamanda bir piknik alanıydı.

 

Kütükleri ortadan yararak çok şık ve kullanışlı piknik masaları yapmışlar ama bir ateş gelse hepsini yakar.

 

Bizim Orman İdaremizin yaptığı gibi ormanlık alanlara betondan yapılarak yağlıboyayla ağaç görünümü verilmiş masalar koysalar orman yansa bile masalar sağlam kalır, başka ormanda yine kullanılır.

Çocuklar tabiata dalınca birden vahşileşip kaynaştılar.

 

Ağaçlara tırmandılar kurtlarını döktüler.

 

Yoksa evde karşılıklı kitap okuyup duruyorlardı.

 

Öğlene doğru dağdan aşağı indik. Sarnela bize nereye bırakılmak istediğimizi sordu. Vitoşa Caddesine dedik. Böylece Vitoşa dağından Vitoşa caddesine gelmiş olduk. Bu geniş cadde şehrin tam merkezinde yer alıyor ve büyük kısmı taşıt trafiğine kapalı.

 

Otobüs garajından çıkıp arslanlı köprüden dümdüz karşıya yürürsen de buraya çıkıyor ama biz dün sabah pazara daldığımızdan varamamışız.
Günlerden Pazar olduğu için cadde ana baba günü.

 

Yolun kıyısındaki şık kafelerde oturanlar yolda piyasa yapanları izliyorlar.

 

Caddenin sonundaki Yuka Parkına doğru yürüdük. Parka yaklaştıkça yüksek volümlü bir ses duyulmaya başladı. Parkın içinde, tahminimize göre yaz okullarının tanıtımını yapan çadırlar kurulmuş. Hepsinde çocuklar sırayla sporları deniyorlar. Satrançtan, karateye, Amerikan futbolundan, krikete kadar insanın aklına gelen her spor dalının çadırı parkta mevcuttu.

 

 Parkın içinde güzel göletler, çocuklar için oyun alanları oluşturulmuş.

 

Biz dinlenirken Can oyuncaklarla oynadı.

 

Oyuncaklar yaratıcılığı arttırıcı cinsten düzenlenmiş.

 

Karnımız acıkınca parktan çıktık. Güzel bir yemek için Neşe’nin isteğiyle Löplöpçünün tavsiye ettiği meşhur Piri Yafata adlı restorana baktık, yakınlardaymış. Lonely Planet da pek övmüş, yerlilerin de takıldığı pek popüler bir yermiş. Vitoşayı kesen sokaklardan birisinde binayı bulduk.
Neşe'nin söylediğine göre Sofya’ya her gelen bu eski binanın önünde fotoğraf çektiriyormuş.
Neşe de çekildi.

 

Restoranın şirin bir bahçesi var oraya oturduk. Bir grup genç Pazar yemeklerini yiyerek şamata yapıyorlardı.

 

Biz karışık ızgara istedik, Can çok beğendiği sosisten şaşmadı.

 

Ayrıca yine Neşe’nin özel isteğiyle Şopska Salat denen buranın Grek salatından da söylemeyi ihmal etmedik tabi. Greek salattan farkı üzerine ince beyaz peynir çekilmiş olması, benzerliği et yemekleriyle aynı fiyatta oluşu (5 leva).

 

Izgaralar pek başarılı değildi, kimisi az pişmiş kimisi de soğumuştu. İki bira ile toplam 40 leva (20 euro) hesap ödedik. Garson hesabı bırakırken servis dahil edilmemiştir dedi ve nereli olduğumuzu sordu.

 

Biz de bu ince uyarı karşısında memleketimizin adına leke sürmemek için bahşişimizi bıraktık. 
Sonradan dönünce baktım, Semih'lere gelen karışık ızgaranın bizimkiyle alakası yok. Onlar iş adamı kıyafetiyle kravatlı gidip, donat sofrayı demiş ve kişi başı 20’şer euro hesap vermişler.

 

Yemekten sonra yine merkezdeki başka bir parka gittik.
Bu parkın özelliği içinde satranç ve tavla masalarının olması.

 

Satranç taşları da demirbaş olarak mevcut.

 

 Yanından geçtiğimiz satranç masasında oturan bir adam maç teklif etti ama hiç havamda değildim, reddettim
(Yoksa yenerdim) 

 

Parkta genel olarak güzel, gevşek bir hava vardı.

 

Roman bir trio Amerikan cazı çalıyor, Sofyalılar güneşli bahar gününün tadını çıkartıyorlardı.

 

Bir köşede İskoç etekli adamlar görünce yanlarına gidip niye böyle giyindiklerini sordum. Gerçekten İskoçlarmış, Sofya'dan gelin almışlar.
“Önünüzdeki nedir?” dedim.
Eteğin cebi olmadığından ıvır zıvır koymak için çantaymış.

 

Parkın bir köşesinde tırla getirlip dikilmiş bir tırmanma duvarı vardı.

 

İsteyen herkes, özellikle çocuklar bellerine bir emniyet halatı takıp tırmanıyorlardı. Can da tırmanmayı denedi, tepeye varamadan düştü.

 

Tırmanma duvarını yanındaki kafede küçük balık kızartmalarını görünce oturmaya karar verdik. Bu ufak, çok tuzlu balık kızartmalarını yıllar önce de yemiş ve bira mezesi olarak çok beğenmiştim. O zamandan beri evde benzerlerini yapıyor Neşe’ye de anlatıyordum. Daha önce taşrada yediklerim bizim küçük hamsiler boyunda ve soğuktu, buradakiler ise çok küçük, içi temizlenmemiş ve talep çok olduğundan taze kızartılmıştı.

 

Tadı alışık olmayanlara biraz ağır gelebilir.
Biz otururken Can duvara çıkmayı bir daha denedi, yine düştü. Masaya gelince benim tepeye çıkıp çıkamayacağıma iddiaya girdik.

 

Ne yazık ki tepeye çok az kala botumun kayması sonucu bu iddiayı kaybettim. İlk kez denediğim bu spor dalı yerden kolay görünmekle birlikte kasları oldukça zorluyormuş, bunu da o gün öğrendim.

 

Parkın köşelerinde çocuklar için gemilerdeki gibi boru içinden iletişim sitemi var.

 

Biz de Can'la kimse duymadan gizli bir sohbet yaptık.

 

Kafeden kalkınca amaçsız yürümelere devam ettik.
Sofya çok yeşil ve sakin bir şehir. Binaların arasında kalan ufak parkları gezdik. Parklarda irili ufaklı pek çok heykel var. Tuğladan yapılmış bu Trabbant heykeli benim çok hoşuma gitti.

 

Parklarda gençler ellerinde bakkaldan alınmış büyük biraları içiyorlar. Burada 2,5 litreye kadar büyük boy biralar mevcut.
Belediye parklara seyyar tuvaletler de koymuş.


 

Biz de havanın kararmasına yakın dolaşmaktan yorulup bir bira ve Bacardi breezer alıp kapalı bir dükkan kepenginin önüne oturup muhabbet ettik.
Buradaki aramızda yaptığımız muhabbet o kadar eğlenceliydi ki benim için tüm Bulgaristan gezisinin en unutulmaz anıydı diyebilirim.

 

Hava kararmasına rağmen sokakları arşınlamaya devam ettik

  

Bir Tiyatronun girişinde meşhur oyuncuların el izleri vardı.

 

Kimi oyuncular bu izlere espirili yorumlarını katmışlar.

 

Herkes neresi meşhursa orasının kalıbını koymuş.

 

Bir sokakta Amerikan tarzı grill bar görünce eve karnımız tok gitmek için girdik.

 

Kırmızı mini etekli kızların hizmet verdiği Happy Gril Bar adlı bu restoran gerek yemekleri, gerek dekorasyonu ile hoşumuza gitti.

 

Yine karışık ızgara yedik, 36 leva hesap geldi.
(Biz Türkiye’de pek nadir et yiyoruz da)

 

Eve bu sefer 1280 bulamadığımızdan başka numaralı bir taksiyle döndük, diğerleri 7 leva tutarken  bu 5 yazdı. Stephan tahtadan model bir mamut yapmış, onunla oynuyordu.

 

Aferin valla, çok efendi çocuk. Yataktan kalkınca da hem yatağını topluyor, hem pijamalarını katlıyor. Neşe gözleri dolarak izledi.
Sabah uyanınca Sarnela bizi otogara bıraktı.

 

Haskovo'dan otobüsümüz 17 de kalkacağından orayı da biraz gezmek için 10:30 otobüsüne bilet aldık. Otobüsümüzün kalkış vaktine kadar yine kadınlar pazarına gidip memlekete götüreceğimiz kaşar, sucuk, şarap, yer fıstığı vs aldık. 3 leva tasarruf etmek için koca çantayı 2 saat sırtımda taşıdım, hatta sonlara doğru otobüsü kaçırma stresiyle 1 kilometre kadar da koştum.

 

Neşe'nin ısrarıyla memleketimizde pek bulunmayan, polis copuna benzeyen hıyarların fidelerinden aldık (1 lev). Haskovo'ya bu saatte otobüs değil ufak minibüs çalışıyormuş.

 

Alahtan çok kalabalık değildi.
Yol molalarla 3,5 saat sürdü.

 

Yol üstü restoranlarda fiyatlar bizdeki gibi pek kazıktı. 
Mola yerinde işemek için tarlaların arasına girince aklıma Yavuz Kaptan geldi. Denizciliği bilmeden Atlantik Okyanusu'nu geçen bu harikulade deli cesaretli Karadenizliyle rastlantı eseri blogunu okuyunca tanıştık. Telefonda birbirimizi tanımaya çalışırken ikimizin de asla dışardan su almadığımızı ve  paralı tuvalete girmediğimizi, öğrenince birbirimize yeni işenmiş bir bebek bezi dolgunluğu ve sıcaklığında duygular beslemeye başladık.

Haskovo'ya vardığımızda otobüsün kalkmasına 3 saat vardı. Çantalarımızı garajdaki Akbulut yazıhanesine bırakıp dolaşmaya çıktık. Garajın etrafı Türkiye'ye götürülebilecek içki, et, kaşar vs satan marketlerle doluydu. Biz yeterince stok yaptığımızdan ve garajda tanıştığımız Türkler sınırda çok sıkı kontrol olduğunu, etleri falan direk çöpe attıklarını söylediklerinden yolluk olarak biraz füme et ve methini duyduğumuz bozadan aldık. 
(Bozada iş yok, füme et süpermiş; 8 leva/kg)

 

Haskovo yemyeşil sakin bir ilçe. Şehir merkezi trafiğe kapalı asude sokaklardan müteşekkil. Hoşumuza giden bir halk restoranına oturduk, ne yediğimizi artık tahmin ediyor, ama yanılıyorsunuz. Karışık ızgara yerine bu sefer ayrı ayrı soslu biftek vs söyledik. Yemekten sonra dolaşmaya devam edip dere kıyısındaki açık pazar yerini bulduk. Buradan kendimize ve sevdiklerimize bal aldık. (8 leva/kg, Türkçe bilen bir çocuk balların güvenilir olduğuna Türkçe teminat verdi). Dondurmacılarda kocaman külahlar vardı ve tabelalarda 2 leva olduğu yazıyordu. Can'da ondan koy bundan koy ağzına kadar doldurttu. Meğer 2 leva minimum ücretmiş, dondurma külahta da kiloyla satılıyormuş. 8 levalık dondurmayı bitirene kadar canımız çıktı.

 

Otogara döndük. Neşe hıyar fidelerini İzmir'e kadar kırılmayacak şekilde pet şişelerin içine yerleştirdi.

 

Ben de otogarın eski Doğu Bloku Gar Lokantalarını andıran restoranında kitap okudum, keşke burda yeseydik dedim.
 
 

Gelen otobüs İzmir'den bindiğimiz Setra'ydı, muavinler falan hep aynıydı. Sağda güneş batarken sarı çiçeklerle dolu Bulgaristan taşrasını seyrederek 1 saatte sınıra vardık.

 

 İyi ki kapının Bulgar tarafında tuvalete girmiş, Sofya'da marketten içki almışız. Zira Türk tarafında tuvalet paralı, yurtdışında 3 gün geçirmediğimizden Duty Free den alışveriş memnuydu.

 

Türkiye sınırında hepimizi otobüsten indirdiler.

 

Herkeste bir tedirginlik, acaba bagajları arayacaklar mı...
Kimi et götürüyor, kimi içki... 
Neyse kimse çantalara bakmadı, "Binin gidiyoruz!" dendi. Otobüse bayram havası geldi, herkes neşe içinde gevşemiş otobüse doluştu, memleketimize kavuştuk.

 

 Biz sınırı geçtikten sonra Jim Beam'e başladığımızdan bundan sonrasında hatırladığım pek bir şey yok. 
 Sabah 5 te Bornova'da eski köprünün altında bizi indirdiler, onu biliyorum. 
Taksiye binip eve geldik, az uyudum, traş olup işe gittim.

Bütçe (3 kişi 3 gün için) 
Yol: 270+150 TL 
Diğer: 200 euro 
Total: 890 TL 
Kitap: Ahmet İsvan/Başkentin Gölgesinde İstanbul 
Müzik : Yasko Argirov Bulgarian Gypsy Clarinet