Bir aydır Ukrayna ile yatıp kalkıyoruz.
Geçen gün Dombas'a beraber gittiğimiz arkadaşım Yakup bana
"Forest Gump gibisin birader" dedi; belalı işler hep bana denk geldiği için.
Gerçekten de Tsunamiden havaalanı baskınına, darbeden isyana gittiğim ülkelerde başıma gelmeyen terslik kalmadı.
8 yıl önce Donetsk'teki ilk Rus yanlısı gösterinin olduğu Pazar günü bodoslama gösterinin içine girip ingilizce ne olduğunu sormuştuk, at hırsızı tipli Ruslar bizi az daha tepeleyeceklerdi.
O zamandan beri ilk kez 6 ay önce Ukrayna'ya geri döndüm.
Bu kez Neşe ile pandemiden çok sıkılıp ortalık biraz sakinleşince pandemi nedeniyle kullanmadığım izinlerimi kullanmak için İzmir'den yeni uçmaya başlayan Sky Up ile 9 günlüğüne Ukrayna'ya gitmeye karar verdik.
Daha önce yazmaya başladığım bu yazıda diğer yazılarımdan farklı olarak özellikle bu 9 gün boyunca tanıdığımız, evlerinde kaldığımız üç Ukraynalı aileyi anlatmaya çalışacağım.
Bunu sanki onlara bir borç gibi hissediyorum.
Zira haberlerde öldürülen siviller sadece rakam olarak söylenince hiç bir anlam ifade etmiyor.
Giriş
Kurban Bayramı tatilinden yararlanarak ucuz olduğunu sandığımız Ukrayna’ya 9 günlük bir tatile gittik.
Son yıllarda Avrupa’daki en uzun tatilimiz olan bu gezide Odessa, Kiev ve ikisinin ortasında Uman adlı küçük bir kasabada kaldık.
Ukrayna deyince memleketimizde akla sadece
SEX (Genç, güzel kızlar, gece kulüpleri, kızlar teklif ediyormuş vs) geldiğinden eşimle gittiğimi duyan herkes
“Ooo, lokantaya sefertasıyla mı gidilir” (Z Kuşağı için not: Sefertası eskiden, tüketim çağından önce okula-işe yemeğini götürdüğün kaplara denirdi) gibi yorumlar yapsa da Ukrayna’da 30 yaşın üstünde kadınlar hatta erkekler bile var ama sanırım niyeti bozup gidenler Ukrayna’da geçirdikleri süre içinde onları hiç algılamıyor.
Tıpta buna algıda seçicilik diyoruz.
Uçuş saatleri de normaldi.
Pegasus'un ucuz Ukrayna uçuşları gibi sabahın üçünde kalkış, beşte iniş gibi biz misal yaşlıların kaldıramayacağı absürd saatler yerine öğlen saatlerindeydi.
Daha önce Ukrayna’da Donetsk’e 8 yıl önce Ruslarla çatışma başladığı hafta gitmiştim.
Gayet ucuz bir memleketti, fazla düşünmeden biletleri aldık. Odessa’yı da görmek istediğimizden Pegasus ile Sabiha Gökçen’den oraya uçtuk. Kiev’den İzmir’e direk döndük.
Bileti aldıktan sonra otel fiyatlarına bakarken Ukrayna’nın eskisi kadar ucuz olmadığını dehşetle farkettim. İnternette Ukrayna’da cost of living diye aratınca İstanbul’dan %10 ucuz olduğunu gördüm.
Bu İzmir’den %10 pahalı anlamına geliyordu.
Hayatta en güzel şey ucuz ülkede takılmaksa en tatsız şey de pahalı ülkede menü incelemek.
Yine de çok tasarruflu davranmadık güzel yemekler yedik şaraplar içtik, zira son zamanlarda farkettiğim üzere döndükten sonra en akılda kalan şey yenen güzel yemekler oluyor.
Couchsurfing’den iki şehirde de ev sahipleri buldum.
Hatta Kiev’de iki aile bizi konuk etmek istediğini yazınca ikisine de ikişer gün ayırmaya karar verdik.
Pandemi döneminde ilk kez seyahat edeceğimiz için bilet vize gibi işlerin yanına bir de PCR, aşıkartı, yurt dışı sigortası vs eklenmişti.
Neşe için uçuştan 72 saat önce PCR testi yaptırmamız gerekiyordu. Kime sorduysam hastanelerde yapılan testin kabul edilmediğini mutlaka 250 lira karşılığında özel laboratuarda yaptırmam gerektiğini söyledi. Sağlık müdürlüğünde testi verdik. Orada da çalışan personel de 250 lira yatırmazsan sonucun üzerinde yurt dışı çıkışlarında kullanılamayacağı yazının yazacağını söyledi.
Anladığım kadarıyla devlet ücretsiz testlerin bu amaçla kullanılmasını istemiyor, ya da özel kliniklere bir kaynak yaratmak istiyor.
PCR, PCR dır, orda geçer burda geçmez diye bir şey söz konusu olamayacağından umursamadım. Üstelik Türkçe olarak yazan "Seyahatlerde geçmez" lafını hangi Ukrayna polisi okuyacakmış, şaşarım.
Ben üstünde Türkçe İPTAL damgası olan öğrenci pasaportumla saçlarım ağarana kadar yurt dışında müzelere indirimli girdim.
Pegasus biletini alırken geçen sene pandemi nedeniyle iptal edilen Bükreş uçuşumuza ait biletleri kullandık. İzmir-İstanbul-Odessa uçuşları sorunsuz geçti.
Bagajsız uçtuğumuz için İstanbul Duty-free’den akşam gideceğimiz ev için, orda bulup almak zor olur diye bir şişe şarap aldım.(6 euro)
Yemekte şarap iki taraf için de ilk tanışma gerginliğini azaltıyor.
Geçenlerde telefonumu suya düşürünce tamir eden ustanın hediye ettiği kapaklı yaşlı kılıfını kullanmaya başlamıştım. 5 yıl önce cep telefonu kullanmaya başladığımda demode olduğundan hiç kullanmamıştım, çok pratik bir şeymiş.
Uçakta kılıfın kapağını koltuk cebine takıp Netflix’ten indirdiğim filmleri izleyince Pegasus'ta uçak içi eğlence sistemi gibi oldu.
Odessa havaalanında polis zorunlu sigortaya da, teste de yalapşap bakıp geri verdi.
Baktım bizim bir vatandaş polisle sorun yaşıyor, yabancı dili de yok.
Meğer zorunlu sigortayı yaptırmadan gelmiş.
Polis iyi niyetliydi havaalanının wi-fi şifresini verdi(1- 8Q)
Ben de adama şifreyi verdim, ne yapacağını tarif ettim.
"Ben yapamam" dedi ama ben de yapamazdım zira bir sürü bilgi doldurmak gerekiyor ve Neşe kontrolden geçmiş beni bekliyordu.
25 grivna’dan 20 dolar bozdurdum, havaalanında kur % 10 düşüktü. Normalde 1 dolar 27,5 1 euro 32,5 grivna ediyor. Yani üç grivna bir lira. Geçen geldiğimde 1 dolar 10 grivna, 8 grivna bir lira idi.
"Bütün paralar yavaş yavaş değer kaybediyordu, birinciliği Türk Lirası'na verdiler."
Çıkışta telefon kartı satılıyordu ama 20GB lık karta 7 euro dediler.
Gelmeden 4 euro olduğunu okumuştum, almadım.
Kalacağımız eve gitmek için polisin verdiği şifre ile Ubere girdim, 5 km yol için 10 dolar çıktı.
Sonra yine gelmeden okuduğum benzeri Bolt’u denedim 5 dolar çıktı, çağırdım.
Ancak evi bulmamız epey zaman aldı.
Zira şehir merkezindeki yanyana dizilmiş ağaçların arasında kalmış eski Sovyet bloklarından biriydi ve anlaşılan Google maps binaların numaratajını tam çözememişti.
Elimizde Ksenia'nın evi nasıl bulup kapının şifresini gireceğimize dair watsaptan gönderdiği bir video vardı (ilginç bir yöntem) ama yine de bütün kapıları denedik, bulamadık.
Komşu babuşkalara (yaşlı kadınlara) sorduk, bilemediler.
Birisi dairesinin dış duvarına çiçek resmi çiziyordu.
Neyse en sonunda babuşkalardan biri Ksenia'ya telefon etti, o da sokağa indi bizi içeri aldı.
Ev sahiplerimiz Ksenia, kocası Vladimir (kısa formu Vova) ve kızları Kamilla yemek hazırlamışlar bizi bekliyorlardı.
Fırında ördek ve patates.
Bizde sadece Çin lokantasında yenen bu hayvan Ukrayna’da tavuk gibi yaygın olacak ki bir başka ev sahibimiz de bize ördek ikram etti.
Neyse sofraya oturduk.
Patatesler neyse de ördeği kesmek için bıçak lazım ama masada yok.
Bıçak istedim.
Utanarak "Biz elle yiyoruz da..." dedi Ksenia.
Mutfak bıçaklarından verdiler.
Bizim 6 euroluk şarabı çıkardım, baktım açmaya niyetleri yok ,
"Tirbüşon varsa açalım" dedim.
Çekmecelerden bir tirbüşon buldular ama bardak olarak 4 benzemez kahve kupası vardı, mecburen bizim pahalı şarabı bunlarda içtik, pek de güzelmiş.
Zaten evde bardak niyetine sadece bu 4 kupa vardı.
Eski bir Sovyet apartmanında ufak bir evde oturuyorlardı, yeni taşınmışlar. Belki bu nedenle bardakları yoktu bilemiyorum.
Gerçi Neşe’nin çok gıpta ettiği bir şey bu, 4 tabak, 4 bardak kullandın mı yıkayıp koyuyorsun.
Daha önce Kenya’daki bir ev sahibimiz de böyle yaşıyordu ama onda altılık takım vardı.
Ksenia İngilizce öğretmeni, Vlad ise güvenlik sistemleri kuran bir mühendismiş.
Ksenia'nın İngilizcesi fena değildi ama Vlad tam tın-tındı.
Küçük kız Kamilla da İngilizce öğrendiğinden annesi özellikle ona pratik olsun diye İngilizce konuşan misafirleri ağırlamaya özen gösteriyormuş.
Evleri çok küçük üç odadan oluşuyordu. İkisinde onlar yatıyordu. Ortadaki odaya yeni bir çekyat almışlar, ilk defa biz kullanacakmışız. Ksenia,
"İnşallah rahattır" dedi.
Bütün evdeki en kayda değer eşya Vlad'ın çok heves edip yeni aldığı tam otomatik kahve makinesiydi.
Adeta boş evde kahve makinesi var gibiydi. Yemekten sonra (şaraplı kupaları yıkadıktan sonra ) ve sabah kahvaltısında Vlad makinesinin başına geçiyor kimseye elletmeden güzelce bakımını yapıyor, depoları yıkayıp doldurduktan sonra herkese istediği kahveyi sorup servisini yapıyor.
Bunun dışında da hiç konuşmuyor mahçup gülümsüyor.
Eşi Ksenia daha dominant , bıcır bıcır konuşuyor. Özel dersler veriyormuş.
(Aşağıdaki ve benzer diğer videolar açılmıyorsa üzerine tıklamak gerekebilir)
Bu evi borçlanarak yeni almışlar 40 bin dolarmış. Isınma bu tip eski Sovyet bloklarında hep olduğu gibi merkeziymiş.
Yemekten sonra para bozdurmak ve sim kart almak için dışarı çıkmamız gerektiğini söyledim.
Ksenia:
"Ben de sizinle geleyim ama nerde döviz bürosu var bilmiyorum" dedi.
Evlerinin yanındaki parkın karşı köşesinde olduğunu söyledim (Taksi ile geçerken görüp kafama yazmıştım)
Çok şaşırdı "Ben kaç yıldır burada yaşıyorum, siz daha bir saat önce geldiniz" diye...
Park bütün eski Doğu Bloğu gibi kocaman ağaçlarla dolu, bizim Bornova Büyük Park'a benziyor. Ortadaki havuzun etrafında açık hava kafeleri ve restoranları var.
Parkın öbür köşesinden çıkıp döviz bozdurduk, bir mağazadan da Vodafon kart aldık (20GB-4 Euro).
Parkta birer dondurma yedik, marketten bira alıp eve döndük. Biralarla biraz daha sohbet ettikten sonra erkenden yattık.
Sabah Vova kahvelerimizi hazırladıktan sonra işe gitti.
Biz de çıkıp şehri gezdik.
(Bu seyahatimizde toplam 96 km yürümüşüz)
Tramvay ile merkeze gittik (3gr=10 cent).
Yolda tramvay bozuldu, bütün yolu tıkadı arkadakiler de gidemedi herkes indi sessizce otobüslere geçtiler.
Tramvaylar eski Doğu Bloğu tramvayları. Ben öğrenciliğimde bunlara çok bindiğimden İzmir'e alınan metro büyüklüğündeki tramvayları görünce çok yadırgamıştım.
Tramway vatmanları genelde kadınlar.
Merkezde biraz çarşı pazar gezdik, fiyatlara baktık.
Tabi ki bit pazarını...
ve balık pazarını elimizle koymuş gibi bulduk.
Pazarda hastası olduğum füme balığın her çeşidi mevcuttu.
Ayrıca şehir içinde pek çok yerde gördüğümüz çok başarılı bir zincir var.
Sadece fıçı bira ve füme balık çeşitleri satılıyor.
Duvardaki musluklardan istediğin kadar birayı şişene doldurtuyor, balığını da alıp parka gidiyorsun. (Fiyatlar 100 gram için)
Pazarda karides ve midye ile hazırlanmış salatalar da vardı. Sıcakta bozulmasın diye içine buzlu şişeler koymuşlar ama Temmuz sıcağında çiğ midye bence epey riskli.
Balık fiyatları Türkiye gibiydi. Kalkan Türkiye'de son yıllarda zenginler arasında çok popüler oldu. Bence pek ahım şahım bir balık değil, hele ki fiyatı ile karşılaştırınca.
Ancak bir şeyin zenginler arasında popüler olması kalitesiyle değil fiyatı ile mümkün oluyor.
Bir şeyi fiyatı anlamsızca pahalı ise; bu ister Ayfon ister Alaçatı'daki hüdayınabit Şevketibostan olsun zenginler buna deli oluyor ve deli olunan şeyin fiyatı kartopu gibi giderek artıyor.
Kalkanın popülerleşmesi de sanırım nesli azaldığından fiyatının aşırı yükselmesi ile oldu. Yoksa ben kırk yıl yemesem aklıma "Bir kalkan olsa da yesek" diye gelmez.
(Samsun'da acemi askerliği yaparken hafta sonları çarşı izninde yerdik. O zaman boldu ve fiyatı makuldü)
Odessa'da da kalkan fiyatları pahalıydı ama Türkiye kadar değil.
Yazıyı yazdığım gün rastlantı eseri bu Twiti gördüm.
Mahallemizin balıkçısında etiketler:
— İsmail Saymaz (@ismailsaymaz) March 26, 2022
(Kilo fiyatı)
Somon: 230
Çinekop: 160
Minekop: 140
Çumra: 130-110
Levrek: 110
İstavrit: 60
Hamsi: 50
Bir tek kalkanın fiyatı yazmıyor.
Özellikle sordum.
Kilosu 500 TL olduğu için yazmamışlar.
Al bir kilo kalkanı takı diye düğünde tak. pic.twitter.com/7sbNxBy4mC
Bizim balıklardan farklı olarak Mersin balığı çok ilginçti. Dinozor benzeri sırt yüzgeçleri en ilkel balık olmasındanmış. Bu havyarı için aşırı tüketilen balık bizde de Mersin'de varmış ama ben hiç denk gelmedim.
Odessanın meşhur opera binasını görünce girdik. bizim bulunduğumuz günlerde gösteri yokmuş.
"Salona girip bir bakabilir miyiz?" dedim.
Suratsız kadın görevli kişi başı 50 grivni istedi. Yanımızdaki turist bir kız hemen 50 grivniyi bayılarak heyecanla içeri girdi.
Kadın parayı cebine attı, bilet falan hak getire.
Ben; "Kaçak para alıyorsunuz, madem girilebiliyor bırakın girelim" diye takaza ettim.
"Nyet" deyince şikayet etmek için fotoğrafını çektim.
Döndükten sonra yaptığım şikayetlerden bazen ses çıkıyor. Meksika'da bizi tam havaalanına giderken çevirip zorla rüşvet alan polisleri Meksika İçişleri Bakanlığı'na şikayet ettmiştim, ciddiye aldılar epeyce yazıştık.
Parklarda gezdik.
Sahile yakın büyük bir parka İstanbul Park adını vermişler.
Ukrayna'nın bütün şehirleri ağaç ve park dolu.
Park dediysem bizdeki gibi betonun arasında açılan boşluğa dikilmiş cılız ithal fidanlar değil yüz yıllık, güneş ışığını geçirmeyen ulu ağaçlar.
Banklar bizdeki gibi yağlı boya ile odun deseni yapılmış beton değil, gerçek ve çok eski ahşap. İnsana bir sıcaklık veriyor.
İzmir Belediyelerinin tabiat düşmanlığından o kadar yıldım ki...
Park denince akıllarına tek gelen ister beton ister color mix denen cürufla kaplayalım, toprak zinhar görülmesin.
Bu fotoğrafı geçen hafta Bostanlı vapur iskelesininin önünde çektim. Yeni düzenleme yapmışlar.Değişik renklerdeki color mixler karışmasın diye aralara koydukları naylonlar ayrı bir şıklık katmış şehrin bu mostralık göbeğine...
Ukrayna'da yolda yürürken kafama o kadar dal çarptı ki alnım döndükten sonra bile acımaya devam etti.
Deniz kıyısına inmek için meşhur Odessa Merdivenleri'ne gittik.
Merdivenlerin Eisenstein filminde gördüğümüzle alakası kalmamış, gıcır gıcır yenilemişler.
Muhtemelen bizim Türk müteahhitlerin işi...
Merdivenlerden inip Arcadia denen sahil bölgesine gittik.
Aynalı bir takın altından geçerek giriliyor.
Burada yüksek apartmanlar, denize paralel piyasa caddesi ve üzerinde restoranlar, gece kulüpleri vs var.
Plajın üzerinde Kırım diye bir restoran bulduk, hem konumu güzel hem de fiyatları nispeten makuldü.
İki gün de öğlen yemeklerimizi burada yedik.
Ukrayna'da en popüler iki yiyecek haçapuri ve pelmenye (Ukrayna mantısı).
Gürcistan'daki haçapuriler kapalı bazlamanın ortasında peynirle yapılırken buradakiler açık Karadeniz pidesi gibi.
Peynirleri çok yağlı ve lezzetli ama fiyatları hiç ucuz değil.
(Haçapuri 4 dolar, bir şişe beyaz şarap 12 dolar)
Kırım Restoran'ı anlaşıldığı kadarıyla Kırımlı Müslümanlar işletiyor zira girişte Ukrayna için oldukça konservatif uzunlukta etek giymiş sarışın kızlar müşterileri "Selamınaleyküm" diye karşılıyorlar.
Restoran Burgaz veya Varna'daki benzerleri gibi plajın hemen üstünde yer alıyor.
Yemek yerken bir yandan da denize girenleri, araya kaçıranları izleyebiliyorsun.
Bu gayet normal görünen turistik plajı geçen akşam haberlerde gördüm.
Açıktaki Rus savaş gemilerinin çıkartma yapmasını engellemek için kum torbaları yığıyorlardı.
Ben de restoranın tuvaletinde soyunup bir yüzüp çıktım, deniz berbattı.
Sığ ve bulanıktı.
Ayrıca yüzeyde yeşil yeşil yosunlar vardı, yüzerken insanın sağına soluna değip yapışıyordu.
Deniz kıyısında epeyce yürüdük.
Bir kulüpte yerel bir rap starın konseri için gençler uzun kuyruklar oluşturmuşlardı.
Sahilde yerli halk evlerinden getirdikleri yiyecek içeceklerle güneşi batırıyorlardı.
Asude bir ortam vardı.
Akşam yemeğine geç kaldığımız için büyük parkın içindeki bir pelmeni restoranına oturduk.
Khinkalnya adlı bu restoran zinciri her köşede var ve fiyatları makul.
Sabah Vova kahvelerimizi hazırlayıp işe gittikten sonra Ksenia bize kabaklı mücver yaptı. Ekşi krema ile yedik, güzeldi. Bu ekşi krema bizde nedense yok. Slavlar çok kullanıyorlar. Borş çorbasına da koyuluyor.
Odessa'da iki gece kaldık.
İkinci gece deniz kıyısındaki gece kulüplerini deneme niyetimiz olduğundan ve geç saatte eve dönmek de ayıp olacağından Ksenia'larla vedalaşıp çıktık.
Savaş başlayınca Ksenia'ya Wattsap'tan yazdım ama henüz mesajım iletilmedi.
İnşallah iyilerdir.
Otelden doğru plaja indik.
Sahilde gemi temalı bir restoran gördük, pek lükstü.
İkinci öğlen yemeğini de Kırım Restoran'da çimlenerek geçirdik. Bu sefer bira içtik.
Akşamüstüne kadar sahilde dolaştık. sonra kulüplerin olduğu bölgeye yürüdük.
Saat erken olduğundan kulüpler geceye hazırlanıyordu.
Giriş ücretleri 10-15 dolar arasındaydı. Kadınlara girişin bedava, bana da 7 dolar olan bir kulübe girdik.
İçeride elbette epeyce genç kız vardı.
Havuz başında dekolte kıyafetlerle sahnedeki Dj'in müziğiyle dans ediyorlardı.
Ayrıca barın üstünde erotik dans,
havuzun üstünde yapılan şovlar falan da vardı.
Birer içki alıp izledik.
Kısa sürede canımız sıkıldı, başımız şişti çıktık.
Otele yürüyerek döndük.
Odessa'da ile Kiev'in arası yaklaşık 500 km.
Zaman sıkıntımız olmadığından ortalarda bir taşra kasabasında kalalım hem yorulmayalım hem de taşrayı görelim diye düşündük.
Kiev'deki ev sahibimiz profesyonel rehber olan Yulia'ya sordum.
İki şehrin ortasında ufak bir kaplıca kasabası olan Uman'ı önerdi, parkını methetti. Biz de Uman'da bir gece kaldık.
Şehirler arası yolculuklarımızı hep BlaBla Car ile yaptık.
Blabla'da yorumlar çok önemli olduğundan araç sahibimiz (Kiralık arabaların transferini yapan bir genç) baştan;
"Sizi kavşakta bırakırım" diye pazarlık etmiş olmasına karşın otobandan çıkıp Uman'da kalacağımız kaplıca otelinin kapısına kadar bıraktı.
(Blabla Car Türkiye'de de var ama duyduğum kadarıyla İzmir'den İstanbul'a 100 lira fiyat koyup, istek gönderince 200 lira istiyorlarmış)
Bu çok iyi oldu çünkü pek araba geçen bir yer değildi ve sırt çantalarımız da gerek eşyalarımız gerek hediye lokumlarımızla epeyce ağırdı.
(Yıllar içinde öğrendiğimiz şey; yabancılar Türkiye'den ne istersiniz diye sorunca hep tatlı istiyorlar. Benim standart hediyem Bahadır Baruter'in Ruhaltı kitabının da baskısı tükendiğinden artık hep lokum pişmaniye falan götürmeye başladık. Çok entellektüel biri olursa stoğumda kalan Ruhaltı'lardan birini götürüyorum.)
Uman'daki otele girdiğimizde önce kimseyi bulamadık.
Sonra sarışın iyi yürekli bir kız bize yardımcı oldu.
Resepsiyonistin bir yere kadar gittiğini söyledi, havuzları falan gezdirdi.
Saunanın duşlarını tahta kovalarla yapmışlar.
Kızın İngilizcesi çok iyiydi, sordum, otelin aşçısıymış. Sonra resepsiyonist kız geldi kaydımızı yaptı ama İngilizcesi hemen hemen hiç yoktu.
Varolmanın dayanılmaz hafifliği filminin başında kaplıcada çalışan J.Binochet'i andıran aşçı kıza
"Bu kadar iyi İngilizcen var, neden seni resepsiyona koymadılar?" diye sordum.
Torpili ima ederek ellerini açıp,
"Dünya böyle" dedi.
Dışarı çıkıp kasabanın sokaklarında yürüdük.Pazarda kilosunun 2 dolara satılmasına rağmen kimsenin toplamıyor olması ilginç.
Uman'da çok büyük bir botanik bahçesi varmış.
Polonya'lı bir kont Yunanlı karısı Sofia'ya armağan olarak yaptırmış.
İki kilometrekarelik alana (İzmir Kültürpark'ın 4 katı büyüklüğünde) Avrupa'nın her yerinden ağaçlar getirtmiş, şelaler yaptırmış.
Çok güzel suni göller var, kayık da kiralanıyor.
Göllerde kürek çekenler pek güzel görünüyor.
Teneke ve tahtadan yapılmış Sovyet dönemine ait su bisikletleri.
Parkın adı da elbette Sofiyivka.
Adam sevgilisine resmen park hediye etmiş
(Sevgililer gününü tek gülle geçirmeye çalışanlara gelsin)
Bütün öğleden sonramızı bu parkta geçirdik.
Akşamüstü kasabanın en şık restoranında fine dining yaptık.
Odessa ve Kiev'de yeme içme çok pahalıyken taşra üçte bir daha ucuz.
2 şişe şarap ve iki ızgara et 30 dolar tuttu. (Etler 5, şarap 6 dolar)
Yemekten sonra dere kıyısına inerken belediyenin lazer gösterisine denk geldik.Akşam otelin havuzuna da girdik.
Sabah odamıza servis edilen kahvaltıdan sonra bir tur daha dere kıyısına indik.
Baktık kürek yarışları varmış.
Kürek kulübünün yanında yaşlılar şezlong tipi banklarda yarışı izliyorlardı.
Biz de rahat şezlonglara oturup biraz izledik.Ukraynalılar rahatlarına çok düşkünler.
Şehirdeki parklarda da benzer şezlong banklardan var.
Ertesi gün Doğu'dan gelip Kiev'e giden bir araba ayarladık.
Bir iş adamıymış, lüks jipiyle bizi Kiev'de evinin yakınında bir metro istasyonunda indirdi.
Ev sahiplerimiz eve akşamüstü döneceklerinden bir restorana oturup şarap pizza yaptık.
Metro ile ikinci ev sahibimiz Yulia'nın bizi alacağı son durağa gittik.
Metrodaki bu Kievli kızlar muhtemelen şimdi Polonya'dalar.
Bir süre bekledik ve Yulia arabasıyla geldi.
Bizi alıp Obolon adlı Rusların Kiev'in Kuzey'inde ilk girdikleri ve halen işgal ettikleri bölgedeki yer alan köydeki evlerine götürdü.
Eşi Iegor günlerden Pazar olduğundan evdeymiş, bizi çok neşeli bir şekilde karşıladı.
Mühendismiş, yangın söndürme üzerine kendi iş yerleri varmış.
İkisi de Kiev merkezde çalışmalarına rağmen köy hayatını çok sevdiklerinden Yulia'nın annesinin köyünde, ona komşu bir araziye kendileri de çalışarak müstakil bir ev yapmışlar.
Hatta kayınpederi saunayı çok sevdiğinden yanına bir de Rus hamamı inşa etmişler.
Günde yarım saat araba yolculuğunu göze alıp 5 senedir burada oturuyorlarmış.
5 yaşındaki kızları bütün gün dışarda arkadaşlarıyla oynuyormuş.
İki oğulları daha varmış ama kampa gitmişler.
Evde biraz sohbet ettikten sonra bizi köyün etrafındaki arazileri gezdirdiler.
Göz alabildiğine bir ova, arada ağaçlık yerler de var.
Söğüt ağaçlarının altında bir su birikintisi vardı.
Yanında 18 yaşlarında bir çift uzanmış saman çiğneyip gökyüzüne bakıyorlardı.
Günümüz dünyasından çok uzak, ancak filmlerde (NBC kasaba filmlerinde) görülebilecek bir sahneydi.
Geniş bir çember çizerek eve döndük.
Akşam yemeği için Yulia'nın annesi ve onun bir arkadaşı da bize katıldı.
Annesi ve arkadaşı hiç İngilizce bilmemelerine rağmen çok neşeli bir yemek oldu.
İegor çok komik ve benimle aynı kafadan bir çocuk hemen kaynaştık.
Gecenin ilerleyen saatlerinde epeyce şarap, bira ve konyaktan sonra kütüphane olarak kullandıkları odada yattık.
Ertesi gün Yulia'nın özel turu varmış, genelde İsrail'den gelen Ukrayna kökenli Yahudilere serbest rehberlik yapıyormuş.
Ukrayna folklorik kıyafetini giymiş olarak bizi de şehir merkezine bıraktı.
Bütün gün Kiev sokaklarını arşınladık.
Kiev'in ortasından akan Dinyeper'in üstüne güzel köprüler yapmışlar.
Birisinin tabanı yer yer cam.
Benim gibi yükseklik korkusu olanlar için yanına yaklaşmak bile ürkütücü.
Köprüden nehrin ortasındaki adalara geçtik.
Köprü araç trafiğine kapalı, sadece yaya ve bisiklet yolları var.
Kievliler nehirde yelken yapıyorlardı.
Hatta partileyen gençlerle dolu bir katamaran bile vardı.
Yani haberlerde, tartışma programlarında sık sık adını duyduğumuz Dinyeper aslında haritadaki mavi bir çizgiden ibaret değil, gerçekten kocaman hayat dolu bir ırmak!
Adalar mesire yeri olarak kullanılıyor ama hafta içi tenhaydı.
Dinyeper'in kıyısında ufak bir plaj oluşmuş, insanlar suya girip güneşleniyordu.
Sıcağın altında yürüyerek haritadan gördüğümüz yelken kulübüne gittik.
Ormanın içinden geçen yol ıssızdı.
Kulübe girdik,etrafta kimse yoktu.
Kulüp 70 lerden kalma Sovyet çocuklarına yelken öğretmeyi amaçlayan bir gençlik kampına benziyordu.
Köprüden tekrar şehre geri dönerken gökyüzü bulutlarla kaplandı ve feci bir yaz yağmuru başladı.
Önce bir sanat galerisinin kapısına sığındık.
Yağmur kesilmeyince ve aynı eşiğe sığındığımız gençler öpüşme işini abartınca galeriyi gezdik, ama bir şey almadık.
Kafede otururken Trip advisordan yağmurda vakit geçirilebilecek bir müze aradık ve 2. Dünya Savaşı Müzesi'ni bulduk, giriş 2 dolarmış.
Yağmur daha yağacak gibi göründüğünden biraz yavaşlayınca otobüse atlayıp gittik.
Geniş bir meydandan geçerek müzeye ulaştık.
Müzenin hemen üzerinde özgürlük heykeline benzeyen bir Anavatan anıtı var.
Uzaktan tam anlşılmıyor ama sadece elindeki kılıç 16 metre boyunda ve 9 ton ağırlığındaymış. Eteğinde gözlem terası da varmış.
Müze binası ve heykel tam Sovyet tarzıydı, 1981'de yapılmış.
Genel olarak 2.Dünya Savaşı temalı bir müze olsa da Donetsk'deki çatışmalar ve 2014 teki Maidan (meydan) gösterileri ile ilgili bir bölüm de vardı.
İkinci Dünya Savaşından artefaktlar, fotoğraflar, bir takım enstalasyonlar vardı.
Büyük bir salonun duvarlarında ikici Dünya Savaşından kalma fotoğraflar, uzun bir masa, masada bardaklar ve gramofonlar koyulmuştu.
Açıklamaların hepsi İngilizce olmadığından tam anlayamadık.
Fotoğrafların bazıları çok etkileyici idi.
Bu fotoğrafta Ukraynalı genç kızlar Alman askerleriyle birlikte fingirdeşiyorlar.
Bu fotoğrafta ise kollarına numaraları dövmelenmiş yetim çocuklar.
Akşamüstü Yulia'nın işi bittiğinde buluştuk, bizi Kiev Food Market'e götürdü.
Eski bir binayı restore etmişler.
Şık bir ortam olmuş.
Buranın özelliği Kiev'deki lüks restoranların burada normal fiyatlarının altında bazı tadımlık menüler sunmasıymış.
Lüks menüler pek ilgimizi çekmedi ama bir Pad Thai ile bir kaç butik bira içtik.
Pad Thaide iş yoktu, İzmir'deki Varuna'da daha iyi yapıyorlar.
Eve döndükten sonra az yürümüşüm gibi bir de bisikletlerini alıp köyü gezdim.
Ekinler güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu.
Ana yola kadar çıktım.
Köyün tek marketine gittim.
Böyle yerlerde adet olduğu üzere her şeyi satıyorlardı.
Yolun kenarında yatan birine rastladım.
Abi sarhoşmuş düştüğü yerden kalkamamış.
Kalkmasına yardım ettim, biraz anlattıklarını anlıyormuş gibi yaptım. Baktım dik durabiliyor bıraktım.
Dönüşte işten dönen Iegor ile karşılaştık.
Iegor akşam yemeğinden sonra bu sefer gitarını getirdi.
Yabancı arkadaşlarıyla yaptıkları komik bir numara varmış.
Bir Ukrayna şarksısının sözlerini Google translate'den Türkçe'ye çevirip şarkının melodisine uygun söylemeye çalıştı.
Pek çok versiyonunu denedik.Çok komik oluyor, gülmekten yerlere yattık.
Bu aile ile çok iyi anlaşmamıza rağmen ikinci bir aileye de geleceğiz diye söz verdiğimiz için sabah kahvaltıdan sonra çantalarımızı toplayıp çıktık.
Onlar da bizi çok sevmiş olacaklar ki ayrılmamıza üzüdüler,
"Diğer aileyi beğenmezseniz geri gelin" dediler.
Yulia ile savaştan sonra mesajlaştık. İtalya'da bir tanıdıklarının evine sığınmışlar. Iegor ise köydeki milislerle yerel savunmaya katılmış.
Çok uğraştım ama Iegor gibi yumuşak huylu, entellektüel, müzisyen bir kişiyi elinde silahla yol kontrolü yaparken gözümde canlandıramadım.
Yulia bizi arabayla yine şehir merkezine bıraktı.
Gideceğimiz aile akşamüstü eve geleceğinden ağır sırt çantalarımızı ne yapacağımız ciddi bir sorundu.
Yulia'nın bizi bıraktığı yerde lüks bir otel vardı,
"Şansımızı bir deneyelim" dedim.
İçeri gidip resepsiyondaki görevliye kendimi tanıttım, durumumuzu anlattım ve çantalarımızı emanet odalarına bırakıp bırakamayacağımızı sordum.
Adam kabul etti, çantalarımızı aldı etiket bağladı ve depoya koydu.
Ağırlıklarımızdan kurtulmuş olarak Kiev'de bütün gün yürüdük.
Bahsi geçen meydan şehrin merkezinde, şimdiki savaşın başında tüm televizyonların canlı yayın yaptığı üzerinde altın yaldızlı heykel olan sütunun bulunduğu genişçe bir meydan.
Trip advisordan okuduğumuza göre meydanın altında Meydan direnişi temalı zindan havasında bir kafe restoran varmış.
Öğleden sonra orada oturduk.
Girişte genç bir kız önce olaylar hakkında bilgi veriyor sonra zindan havasındaki ağır kapılardan geçiyor,son derece şık iç içe geçmiş restoranlara giriyorsun.
Fiyatlar ortamın elegansına göre makuldü.
Biz de birer şarap ve bira içtik.
Akşamüstü çantalarımızı otelden aldık, yanımızdaki bir paket BİM leblebisini adama hediye ettik ve Kiev'deki ikinci, Ukrayna'daki üçüncü ev sahibimiz Julia'ların şehrin Güney ucundaki mahallesine metro ile ulaştık.
Kiev metrosu bizim metrolar gibi üzerine toprak örtülmüş kanal değil, çok derinden gidiyor, in in bitmiyor.Metro istasyonundan sırt çantaları ile yarım saat yürüyerek (tırmanarak) evi bulduk.
Yolda geçtiğimiz bir ormanlık alanda hemen yolun kıyısında cannabis bitkileri vardı.
Julia'ların evi de Ksenia'larınınkine tıpa tıp benzeyen eski Sovyet bloklarından birindeydi.
Julia ve kızı Magda evdelerdi.
Julia profilinde meslek olarak pek çok şey yazmış:
Geleneksel Ukrayna yumurta boyama sanatı Pysanka masterı, yogacı, şarkıcı yani hülasası işsizmiş. Bazen evlere gidip çocuk bakıyormuş.
Evleri dökülüyordu, pek eşya yoktu.
Bizi boş bir odaya serdikleri iki döşekte ağırladılar.
Kocasının da ne iş yaptığı tam belli değilmiş (Serbest meslek), zaten gece çok geç geldiğinden görmedik.
Sadece sabah ayrılırken gördüğümüz kadarıyla dövmeli, zayıf-gergin, votkalı, sigaralı, maço Slav adamıymış.
Ben yorgunluktan biraz kestirirken Neşe Magda ile oynamaya başladı.
Ta ki Magda ona evde besledikleri iki sıçanı gösterene kadar...
Magda'nın odasında kafesleri varmış ama sıçanlar ortalıkta geziniyordu.
Magda da onları yakalayıp yakalayıp sıkıştırıyordu.
Julia bunların evcil sıçanlar olduğunu başka arkadaşlarının da beslediklerini söyledi. Bana da garip geldi ama Neşe bayağı korktu, fakat belli etmedi.
Akşamı mutfakta yumurta boyayarak ve sohbet ederek geçirdik.
Neşe böyle şeylere meraklı olduğundan nasıl yapıldığını çabucak öğrendi ve güzel bir kaç yumurta boyadı.
İşin esası boş yumurta kabuklarını siyah parafin koyulan hazneli bir kalemle çizip sonra sırayla değişik renklerde boyalara atıyorsun.
En son parafini sıcak suda eritince ortaya güzel paskalya yumurtası gibi bir şey çıkıyor.
Julia Neşe'nin becerisinden pek etkilendi, çok övdü, yumurtalara ip takıp bize hediye etti.
Neşe'nin de hoşuna gitti, bu özel damlalıklı kalemlerden almaya kalktı ama contekstinden çıkınca bu tip şeylerle hiç uğraşılmadığını bildiğimden masrafa engel oldum.
Yemek olarak Julia bize eskiden kalmış bir börek çıkardı, biraz yedik.
Sabah da aynı böreği çıkardı, biraz daha yedik.
Julia 39 yaşında, özgür ruhlu değişik bir kız.
İki de büyük oğlu varmış ama onlar Vinnytsia 'da dedelerinin yanında kalıyorlarmış.
Baştan iki gün kalmak üzere sözleştiğimiz halde sabah biz biraz da merkezde kalalım diyerek evden ayrıldık. Julia ve Magda pek üzüldüler.
Savaş çıkınca Julia ile de haberleştik. Baktığı çocuklardan birisinin ailesi ile Polonya'ya gidiyordu.
Eşi Ukrayna'yı terk etmesine izin vermemiş,
"Burada kalıp savaşacağız" demiş.
Sabah eşi uyurken çocuklarını alıp gizlice evden çıkmış ancak 14 yaşındaki büyük oğlu ben de kalıp savaşacağım demiş.
Aklı ondaydı.
Bu sefer yürümeyip dolmuşa bindik, sabah saatinde bizim dolmuşlar gibi balık istifi doluydu. (10 gr)
Şehir merkezinde ufak bir otel bulduk. Erken saatte girip çantalarımızı bırakmamıza izin verdiler. Resepsiyonist hanım çok şık ve kibar adeta bir İngiliz ladysi gibiydi.
Dışarı çıkıp Kiev sokaklarını amaçsız arşınlamaya devam ettik.
"TÜRK ET CENNETİ" gibi garip isimli bir kasap gördük.
Ukraynalı kızlar tezgahtar olarak çalışıyordu.
Et fiyatları uçuktu. (Köfte 10 dolar)
Öğlen yemeğini Kiev merkezinde Ukrayna geleneksel yemekleri satan Puzata Hata (Şişman ev) isimli restoranda yedik.
Self servis makul fiyatlı bir restorandı.
Cumbalı eski bir binada hoş bir dekorasyonu vardı.
Genelde gençlerin rağbet ettiği bir yere benziyor.
Yemekten sonra şehri arşınlamayı sürdürdük
Akşam yemeğini bir parkın içindeki şık restoranda yedik, güzeldi.
Trip advisor'dan canlı müzik çalan Living Room adlı bir bar bulup dere kıyısındaki mekana yürüdük.
Burası da ev eşyaları ile döşenmiş, gençlerle dolu çok hoş bir mekan çıktı.
Ukraynalı gençler Amerikan tarzı jam session yapıyorlardı.
Hatta müzisyenlerden birisi özel ayakkabılar giyip bir platfomun üstüne çıkıp step dansı yaptı.
Müzisyenlerin çoğunluğu beyaz yakalı çalışanlar gibiydi. Kontrbasçı Danny Kaye'in aynısıydı.
Ara verince kendisine söyledim, tanımıyormuş. Danny Kaye'in çocuklara müziği sevdirdiği filmi eskiden TRT de çok gösterirlerdi, artık hiç bir yerde gösterilmiyor herhalde.
Masayı paylaştığımız çocuk da müzisyenmiş, kollarındaki dövmeler dikkatimi çekti.
İki kolunda da gitar dövmesi vardı.
Sordum sağdaki Brian Jones'un Vox drop gitarı, soldaki Paul Mc Cartney'in Höffner'i imiş.