(Kasım 2004)
Az evvel haberlerde Mihri Belli’nin hayatını kaybettiğini duydum. Aklıma bundan 7 yıl önce Paris’te tanışmamız geldi.
Bu yazıda kendisini anmaya çalışacağım.
2004 yılının Kasım’ında Almanya’ya çok ucuz bir charter uçuşu bulunca Fransa’ya gitmeye karar verdik.
Uçuşumuzu İzmir-Stuttgart, Frankfurt- İzmir şeklinde planladık. Sabah 9 gibi Stuttgart Havaalanı'na indikten sonra otostopla Paris’e doğru yola koyulduk.
2-3 araba sonra Paris’te bir motor gösterisine giden Alman gençlerle dolu bir karavan durdu.
Karavanın içi top patlamış gibi darmadağınıktı. Bir köşede yerde bira kasası duruyordu. Bize de ikram ettiler, içe içe akşamüstü 18 gibi Paris’e vardık.
Metro ile merkeze gidip Montparnasse'da küçük bir otele yerleştik. (25 euro) Otel gerçekten küçük ve çok eskiydi.
Odada yatağın dışında kıpırdayacak çok az alan olmasının yanında asansörü de iki zayıf ya da bir şişman kişiden fazlasını almayacak büyüklükteydi.
Akşam yemeğini ara sokaklarda bulduğumuz bir Çin restoranında yedik.
Yemekten sonra hava çok soğuk olmasına rağmen Les amants du Pont-Neuf (Köprü üstü aşıkları) filminde defalarca izlediğim ve bir gün üzerinde şarap içmeye ahdettiğim Neuf (dokuz) köprüsüne gittik.
Filmdeki tadilat bitmiş , köprü yenilenip kullanıma açılmış.
Şarabın yanında peynirimiz yoktu ama Neşe’ye filmden bir replikle,
Karavanın içi top patlamış gibi darmadağınıktı. Bir köşede yerde bira kasası duruyordu. Bize de ikram ettiler, içe içe akşamüstü 18 gibi Paris’e vardık.
Metro ile merkeze gidip Montparnasse'da küçük bir otele yerleştik. (25 euro) Otel gerçekten küçük ve çok eskiydi.
Odada yatağın dışında kıpırdayacak çok az alan olmasının yanında asansörü de iki zayıf ya da bir şişman kişiden fazlasını almayacak büyüklükteydi.
Akşam yemeğini ara sokaklarda bulduğumuz bir Çin restoranında yedik.
Yemekten sonra hava çok soğuk olmasına rağmen Les amants du Pont-Neuf (Köprü üstü aşıkları) filminde defalarca izlediğim ve bir gün üzerinde şarap içmeye ahdettiğim Neuf (dokuz) köprüsüne gittik.
Filmdeki tadilat bitmiş , köprü yenilenip kullanıma açılmış.
Şarabın yanında peynirimiz yoktu ama Neşe’ye filmden bir replikle,
"Kadınlar bana peynir derler” dedim.
Ertesi sabah odada baton ekmekle kahvaltı ettikten sonra erkenden şehre çıktık.
Kasım ortasında gündüzleri hava sıcaklığı tam gezmelikti.
Montmarte’ı, parkları, Eiffel kulesini gezdik.
Eyfel’e çıkış için asansör paralı olduğundan merdivenden çıktık, daha zevkli oldu.
Yukardan Paris’i izledik.
Aşağıda geniş kışla gibi bir bina gördüm, inip oraya gittik.
İnvalides müzesiymiş. Eskiden yaralı askerler için tımarhane olarak kullanılan bu bina şimdi askeri müze olmuş.
İçinde Napolyon’un mezarı var, yeşil mermerli.
Şanzelize’de yürüdük, moda dükkanlarına baktık.
Ertesi sabah odada baton ekmekle kahvaltı ettikten sonra erkenden şehre çıktık.
Kasım ortasında gündüzleri hava sıcaklığı tam gezmelikti.
Montmarte’ı, parkları, Eiffel kulesini gezdik.
Eyfel’e çıkış için asansör paralı olduğundan merdivenden çıktık, daha zevkli oldu.
Yukardan Paris’i izledik.
Aşağıda geniş kışla gibi bir bina gördüm, inip oraya gittik.
İnvalides müzesiymiş. Eskiden yaralı askerler için tımarhane olarak kullanılan bu bina şimdi askeri müze olmuş.
İçinde Napolyon’un mezarı var, yeşil mermerli.
Şanzelize’de yürüdük, moda dükkanlarına baktık.
Arka sokaklar pek dokunulmamış, tarihi dokusunu koruyordu. Yüzyıllık evlerin arasında dolaşırken Emile Zola’nın, Victor Hugo’nun kahramanlarını hayal ettim. Nana’yı görecekmişim gibi geldi.
İzmir’den çıkmadan arkadaşım Harun istersem Paris’te, akrabası olan Belli’lere uğrayabileceğimi söyleyince Pediatrik Kalp Damar Cerrahı olan oğulları Emre Belli’nin iş telefonunu almıştım. Hastaneyi aradım. Kendisinin nöbeti olduğunu ancak anne ve babasının ziyaretimizden memnun olacaklarını söyledi, adresi verdi.
İzmir’den çıkmadan arkadaşım Harun istersem Paris’te, akrabası olan Belli’lere uğrayabileceğimi söyleyince Pediatrik Kalp Damar Cerrahı olan oğulları Emre Belli’nin iş telefonunu almıştım. Hastaneyi aradım. Kendisinin nöbeti olduğunu ancak anne ve babasının ziyaretimizden memnun olacaklarını söyledi, adresi verdi.
Akşamüzeri bir şişe şarap alarak 9. bölgeye giden metroya bindik, araya araya mütevazi bir apartmanın zemin katındaki evi bulduk. Kapıyı Sevim Hanım açtı, bizi çok sıcak karşıladılar.
Sevim Belli’nin anılarını (Boşuna mı Çiğnedik) daha önce okumuştum ama Mihri Belli’nin bizzat yazdığı hiçbir şey okumamıştım. Döner dönmez alıp okuduğum anılarının (İnsanlar Tanıdım) başında anlattığı gibi Mihri Belli ana rahmine düşmesi bile maceralı bir adam:
Sevim Belli’nin anılarını (Boşuna mı Çiğnedik) daha önce okumuştum ama Mihri Belli’nin bizzat yazdığı hiçbir şey okumamıştım. Döner dönmez alıp okuduğum anılarının (İnsanlar Tanıdım) başında anlattığı gibi Mihri Belli ana rahmine düşmesi bile maceralı bir adam:
Evlendikten 1 hafta sonra askere alınan babası 1915 yılında cepheye sevk edilmeden önce verilen 36 saatlik dağıtım izninde kışlasının bulunduğu Terkos’tan kuş uçuşu 50 km uzaktaki Silivri’ye yürüyerek eşini birkaç saatliğine görmeye gidip hemen geri dönüyor ve bu sayede Mihri Belli’nin tohumları atılıyor
Mihri Bey önce beni bir yokladı, hangi gazeteyi okuduğumu, hangi yazarları sevdiğimi falan sordu, notumu verdi. (Politik açıdan bilinçsiz)
Sonra havadan sudan sohbet etmeye başladık.
Paris’e otostopla geldiğimizi öğrenince kendi başından geçen bir otostop macerasını anlattı: 1930’larda okumak için gittiği Amerika’da geceleri kaldıkları Oxford kasabasından Missisipi nehrinin kıyısında, derme çatma Tom Amca’nınki misali kulübelerde yaşayan zencilere komünizm propagandası yapmaya giderken daracık toprak yolda otostop çekerlermiş. Bir gün otostop çektikleri çok külüstür bir kamyonetin şöförü:
“Sizi alırım ama biriniz çamurluğun üzerine oturup karbüratöre benzin dökeceksiniz” demiş. Araba 1936’da bile o kadar eskiymiş ki benzin pompası çalışmıyormuş. Mihri Belli elinde galonluk bir bidon, sarsıntılı yolda, gece vakti, bir yandan çamurluktan kayıp düşmemeye çalışırken bir yandan da benzini yavaş yavaş karbüratöre akıtmış.
Mihri Bey önce beni bir yokladı, hangi gazeteyi okuduğumu, hangi yazarları sevdiğimi falan sordu, notumu verdi. (Politik açıdan bilinçsiz)
Sonra havadan sudan sohbet etmeye başladık.
Paris’e otostopla geldiğimizi öğrenince kendi başından geçen bir otostop macerasını anlattı: 1930’larda okumak için gittiği Amerika’da geceleri kaldıkları Oxford kasabasından Missisipi nehrinin kıyısında, derme çatma Tom Amca’nınki misali kulübelerde yaşayan zencilere komünizm propagandası yapmaya giderken daracık toprak yolda otostop çekerlermiş. Bir gün otostop çektikleri çok külüstür bir kamyonetin şöförü:
“Sizi alırım ama biriniz çamurluğun üzerine oturup karbüratöre benzin dökeceksiniz” demiş. Araba 1936’da bile o kadar eskiymiş ki benzin pompası çalışmıyormuş. Mihri Belli elinde galonluk bir bidon, sarsıntılı yolda, gece vakti, bir yandan çamurluktan kayıp düşmemeye çalışırken bir yandan da benzini yavaş yavaş karbüratöre akıtmış.
Yemekte getirdiğimiz şarabı açtılar, sade güzel bir yemekti. Mihri Bey yemekten sonra Camembert peyniri istedi, bize de ikram etti. İlk defa yediğimiz bu yumuşak peyniri ilk başta yadırgadık, sonra sevdik.
Mihri Bey’in İkinci Dünya Savaşından sonra Yunan İç Savaşına katıldığını ve yaralandığını biliyordum.
Nasıl yaralandığını sordum.
“İstanbul’dan hazırlıksız gittiğimden kıyafetim dağlarda gerilla savaşından çok Beyoğlu’nda dolaşmaya uygundu. Bizim komutan beni böyle iskarpinli, fötrlü, iki dirhem bir çekirdek -o zaman yakışıklıyım da, görünce ‘Seni başka bir görevde kullanacağım’ dedi. Köylere propaganda yapmaya giderken beni de yanında götürüyordu, kızlar etrafımıza toplansın diye. Elbiseler eskiyene kadar bir süre siyasi çalışma yaptık” dedi
Savaşta yüzünden büyük bir yara alınca tedavi için Moskova’ya gönderilmiş. Çenesini parçalayan ve yüzünün yarısını kaplayan enfekte bir yarası varmış, içinde beyaz kurtçuklar oynaşıyormuş. Rus doktorlar kurtçukların ölü dokuları yiyerek fayda gösterdiklerini söylemişler. Gerçekten de yarası zamanla iyileşmiş, ancak büyük bir iz kalmış.
“Hiç iz görünmüyor ya Abi” dedim
“Sakalımın altında” dedi
O dönemde, Stalin zamanında Sovyetler’deki hayatı sordum.
Mihri Bey’in İkinci Dünya Savaşından sonra Yunan İç Savaşına katıldığını ve yaralandığını biliyordum.
Nasıl yaralandığını sordum.
“İstanbul’dan hazırlıksız gittiğimden kıyafetim dağlarda gerilla savaşından çok Beyoğlu’nda dolaşmaya uygundu. Bizim komutan beni böyle iskarpinli, fötrlü, iki dirhem bir çekirdek -o zaman yakışıklıyım da, görünce ‘Seni başka bir görevde kullanacağım’ dedi. Köylere propaganda yapmaya giderken beni de yanında götürüyordu, kızlar etrafımıza toplansın diye. Elbiseler eskiyene kadar bir süre siyasi çalışma yaptık” dedi
Savaşta yüzünden büyük bir yara alınca tedavi için Moskova’ya gönderilmiş. Çenesini parçalayan ve yüzünün yarısını kaplayan enfekte bir yarası varmış, içinde beyaz kurtçuklar oynaşıyormuş. Rus doktorlar kurtçukların ölü dokuları yiyerek fayda gösterdiklerini söylemişler. Gerçekten de yarası zamanla iyileşmiş, ancak büyük bir iz kalmış.
“Hiç iz görünmüyor ya Abi” dedim
“Sakalımın altında” dedi
O dönemde, Stalin zamanında Sovyetler’deki hayatı sordum.
"Çok güzeldi, herkes gelecekten umutluydu, hastanelerde herkes zevkle çalışıyordu, insan gibi insanlardı " dedi.
Sevim Abla ile de Cezayir’deki hekimlik günlerinden, Stockholm’deki hayatlarından bahsettik.
Yemekten sonra izin isteyip kalktık. Ayakkabılarımızı giyerken Mihri Abi kaç yaşında olduğumu sordu.
Yemekten sonra izin isteyip kalktık. Ayakkabılarımızı giyerken Mihri Abi kaç yaşında olduğumu sordu.
"37 " dedim.
“Bende 45; çarpı 2; seneye” dedi.
Sevim Abla yolu biliyoruz dememize rağmen ısrarla bizi tren istasyonuna kadar geçirdi.
Eşiyle birlikte ikisi de çok mütevazi, disiplinli, çalışkan, hedeflerine kilitlenmiş insanlardı.
“Bende 45; çarpı 2; seneye” dedi.
Sevim Abla yolu biliyoruz dememize rağmen ısrarla bizi tren istasyonuna kadar geçirdi.
Eşiyle birlikte ikisi de çok mütevazi, disiplinli, çalışkan, hedeflerine kilitlenmiş insanlardı.
Mihri Belli çok taşaklı bir adamdı. Cephede yaralanmaktan suikastlere sayısız badireyi atlatıp 95 yaşına kadar yaşayan bu canlı tarihle tanışmak sohbet etmek Paris gezimizi taçlandırdı. Kendisini hiç unutmadım . Döndükten sonra Sevim Hanım ile bir süre yazıştık ama sonra bağlantımız koptu. Kendisine başsağlığı ve uzun ömürler diliyorum.
Ertesi gün sabahtan giriş bedava olan Notre Dame kilisesini gezdik,
Louvre'un bahçesine baktık, Seine Nehri kıyısındaki eski kitapçıların tezgahlarını karıştırdık.
Elbette koklayarak bit pazarını bulup gezdik.
Hazan yapraklarının döküldüğü parklarda oturduk. Paris sonbaharda gerçekten güzelmiş.
Bir gün daha kazanmak için otostoptan vazgeçip biraz pahalı olmasına rağmen trenle dönmeye karar verdik.
Öğleden sonra trene binerek Frankfurt’a vardık.
Louvre'un bahçesine baktık, Seine Nehri kıyısındaki eski kitapçıların tezgahlarını karıştırdık.
Elbette koklayarak bit pazarını bulup gezdik.
Hazan yapraklarının döküldüğü parklarda oturduk. Paris sonbaharda gerçekten güzelmiş.
Bir gün daha kazanmak için otostoptan vazgeçip biraz pahalı olmasına rağmen trenle dönmeye karar verdik.
Öğleden sonra trene binerek Frankfurt’a vardık.
Şehir merkezinde şöyle bir dolaşıp havaalanına geçtik ve İzmir’e döndük.
Seyahatimiz toplam 4 gün sürdü, bunun 2.5 günü Paris’te geçti ve bize hiç yetmedi. Paris’i daha sıcak bir havada tekrar mutlaka ziyaret etmeliyiz diye kararlaştırdık ama henüz bunu gerçekleştiremedik.
Seyahatimiz toplam 4 gün sürdü, bunun 2.5 günü Paris’te geçti ve bize hiç yetmedi. Paris’i daha sıcak bir havada tekrar mutlaka ziyaret etmeliyiz diye kararlaştırdık ama henüz bunu gerçekleştiremedik.