54 yaşında bir doktorum. Evliyim, bir oğlum var.18 yaşıma girdiğim yıldan beri otostopla geziyorum. Bazen bisikletle gezdiğim de oluyor.
Yavaş yavaş bu blogda yillardir gezdiğim yerleri, Tayland'dan Suriye'ye,Gökçeada'dan Diyarbakir'a paylaşmayi planliyorum.
Profilin altindaki fotoğraflarin üzerine tıklayarak istediğiniz yazıya gidebilirsiniz
Dale Carnegie kimdir, onu tanımak bize ne kazandırır? /
Ebeveynlerimize akıllı cep telefonlarının özelliklerini öğretmek bize ne kazandırır? Öğretmemek ne kadar para kaybettirebilir?/
Çok ısrar etsek hasta olmadan istirahat raporu alabilir miyiz? /
Çocuğunuza meşhur futbolcu adı koymak onun iyi bir futbolcu olmasına yardımcı olur mu? /
Tuvaletten bize hangi hastalıklar bulaşabilir?/
Duolingo ile bir dili öğrenmek gerçekten mümkün müdür? /
Hangi meyvelere acı yakışır?/
Bir kahve en fazla kaç lira ise içmeliyiz?/
Casio F 91 W nin özellikleri nelerdir? /
Yağlı yağ nasıl hazırlanır /
Bir ülke neden gri listeye girer? Ülkenizi gri listeye alırlarsa bu sizi etkiler mi ve bundan utanmak gerekli midir?/
Bir domino versiyonu olan aznif nasıl oynanır? /
K-pop nedir? Aklı başında bir insan Korelilere nasıl hayran olabilir? /
Helal para diye bir şey var mıdır?/
Cüzdanımızı düşürürsek ve içindeki para helalse geri gelir mi? /
Türk dizilerinde oynayanların hepsi aslında tek bir kişi midir? /
Buster filminde Phil Collins'in suratsız karısının yüzü Acapulco'da güldü mü?/
ve Meksika'ya gidebildik mi?
sorularına yanıt bulacağız.
Yıllardır gidip görmek istediğimiz ancak vize almaya üşendiğimizden salladığımız Meksika’nın Türk vatandaşlarına vizeyi kaldırdığını duyunca Airfrance’ın indiriminden bilet aldık.(3x650 euro)
Seyahat tarihi yaklaşınca bir daha kontrol edeyim şu vize işini dedim.
Bir de ne göreyim:
Bordo pasaportluların yıllardır yeşil pasaportlulara ettikleri beddualar (haklılar) taa Meksika’dan duyulmuş olacak ki Meksika vizeyi sadece normal pasaportlara kaldırmış, yeşil pasaportluların hala belge toplayıp, bizzat Ankara ya da İstanbul’a gidip bir de kişi başı 36'şar dolar ödemesi gerekiyormuş.
Konsolosluğu aradım.
"Hayır, yanlışlık yokmuş, bir mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi gereği böyleymiş, işten okuldan kalma konusunda haklıymışım ama bizzat gelmeden halletmek mümkün değilmiş".
Ankara ya da İstanbul’a yol masrafını bir yana bırak, bir de işten-okuldan izin almak gerekecek.
Can’ın her gün sınavı var, vizeyi verecekleri de garanti değil.
Oysa bordo pasaportlular sadece internetten bir form doldurup çıktısını yanlarına alıp gidebiliyorlarmış.
Üç yeni bordo pasaport almak 100 euro civarında tutarken İstanbul'a gidip gelmek, işten güçten kalmanın yanında iki katı masrafa yol açacağından birer de bordo pasaport almaya karar verdik.
Parasını ödedikten sonra istediğin kadar pasaport alabiliyormuşsun.
İran-İsrail gibi birbirine gıcık olan ülkelerin ikisine de gidecek olanlar vizede sorun çıkmaması için iki pasaport alıyorlarmış.
Yakınlarda başka boş randevu olmadığından Çeşme Nüfus Müdürlüğü'ne gittik. Bize de bir gün Çeşme tatili oldu.
Pasaportlar elimize geçtikten sonra Meksika Konsolosluğu'nun internetteki sayfasında formu doldurmaya çalıştık.
Çalıştık diyorum zira sayfa sürekli hata verirken bir gece aniden açıldı ve doldurduk.
Doldurduğumuz formun çıktısını alıp Neşe'ye saklamasını söyledim.
Bir ay sonra İstanbul'a uçtuk.
Paris bağlantılı uçuşumuz sabaha karşı 5 te olduğundan bir gece önceden gidip havaalanına yakın bir otele yerleştik, erkenden uyuduk.
Gece 03 te kalkıp taksi ile havaalanına gittik, bagajımızı verdik, biniş kartlarımızı aldık.
Neşe'ye;
“Vize formlarını da çıkart, sorarlar şimdi” dedim. Neşe'nin suratı değişti, “Ben onları almamış olabilirim” dedi.
Bunu duyan çekin görevlisi kız hemen bizim çantaları götüren bandı durdurdu. Yanımızdaki bilet vesaireyi taşıdığımız ufak çantaya baktık. Evet Neşe vize çıktılarını İzmir'de unutmuş!
Sonradan adını öğrendiğimiz süpervizör Filiz Hanım formlar olmadan uçağa binemeyeceğimizi söyledi. Bunların basit, imzasız, fotokopi gibi formlar olduğunu, İzmir'de kaldığını söyledik.
"Görmeden bindiremem" dedi.
Uçağın kapısının kapanmasına 1 saat vardı ve biz daha pasaport kontrolundan da geçmemiştik. Hemen internetten formu tekrar doldurup çıktısını alayım diye dış hatların kırtasiyecisine koştum ama nafile... Meksika Konsoloslu'ğunun sitesi elbette yine hata verdi.
Daha fazla vakit kaybetmemek için 3-5 defa denedikten sonra İzmir'de bize yakın oturan kayınpederimi, yani Neşe'nin babasını aradık.
Gecenin 4'ünde uyandırdığımız 75 yaşındaki adamcağız ancak hemen giyinip bizim eve gitmesi gerektiğini anlayabildi.
Yaşlılarla iletişim özellikle telefonda güç olabiliyor. Mesela kayınpederimle aramızda şöyle diyaloglar çok geçti:
"Baba bizim kiler var ya..." "Evet Boracığım..." "Şimdi kilere girince sağda raf var ya..."
"Evet Boracığım..."
"O rafın üçüncü katında bir kutu var..." "Evet Boracığım..." "O rafta mavi bir kutu olacak..." "Evet Boracığım..." "Mavi kutunun içinde eski faturalar var..." "Evet Boracığım..." "O faturaların içinden Mayıs ayına ait olanını bulup bana fotoğrafını atabilir misin?" Kısa bir sesizlikten sonra;
"Evet Boracığım, kiler dedin?..."
Kısacası yaşlılarla (Bir süre sonra benimle de) özellikle telefonda 5 kelimeyi geçmeyen kısa, tek cümleler ile yavaş yavaş iletişmek gerekiyor.
Ancak saate karşı yarıştığımızdan durumumuz yavaş iletişime elverişli değildi.
Gripli gripli sıcak yatağından soğuk geceye çıkıp koşarak bizim eve giden kayınpederim bizi aradı.
Kısa cümlelerle evde unuttuğumuz bir belgeyi bulmasını istedik. Neşe'nin tarif ettiği yerlere baktı ama formu bulamadı. Allahtan ana babalarımıza akıllı telefonu kullanmayı öğretmiştik.
Neşe, WhatsApp kullanmayı bilen babasından görüntülü konuşmaya geçip kendisine evdeki bütün evrakları göstermesini istedi.
WhatsApp kullanmayı öğretmiş ama arka kamerayı açmayı öğretmemişiz.
Ön kamerayı çevirerek göstermeye çalıştığı evrakların içinden vize formlarını güç bela seçince bunların fotoğrafını çekip çok acil bize atmasını;paniğe de yol açmayacak şekilde söyledik.
Sevgili kayınpederim çekti ve attı ama Filiz Hanım görüntüler flu olduğundan isimlerimizin seçilemediğini söyledi. Bir daha çekti.
Bir daha flu! (Lanet olsun Halk Sağlığı derslerinde indirekt-loş ışıklandırmanın insan sağlığına faydaları üzerine öğrendiklerime...)
Saatin tik takları artık adeta kulağımızda duyuyorduk.
Kapının kapanmasına 5 dakika kaldığında son kez, sesimdeki paniği gizlemeye çalışarak:
“Baba mutfağa git, oranın ışığı daha fazladır.
Dirseklerini masaya daya ve ellerini titretmeden öyle çekmeye çalış” dedim.
Her ne kadar;
"Baba bu çekeceğin fotoğrafın değeri en az 2500 euro"
(Sadece İstanbul-Paris- Meksika biletleri değil, Türkiye ve Meksika'daki iç hat uçuşları, otel rezervasyonları vs.) demediysem de zaten heyecanlı bir yapısı olan adamcağızın ellerinin titremeden o fotoğrafı çekmesi mümkün olamadı.
Bu arada vizesinin tarihi geçtiği için uçağa bindirilmeyen bir kadın da eli böğründe İstanbul'da kaldı.
(İnternetteki formu uçuştan en fazla 30 gün önce doldurmak gerekiyor.
Bu kadın ise 33 gün önce doldurmuş.
Bir daha doldurabilse sorun olmayacak ama o saatte o da forma ulaşamazdı.
Zaten kadının böyle bir gayreti de yoktu.
Paso önüne gelene hakaret ediyor, kendisinin ne kadar çok seyahat ettiğini, hiç böyle bir şey görmediğini, onların cahil olduğunu söyleyerek adeta tepiniyordu.
Ben ise böyle davranmanın hiç bir faydası olmadığını bildiğimden daha lisedeyken babamın zorla okuttuğu Dale Carnegie teknikleri ile öncelikle adını öğrendiğim Filiz Hanım'a bize yardımcı olmaya çalıştığı için sürekli teşekkür ediyor, telefonun ekranındaki kayınpederimin ter içindeki suratını gösteriyor, bizi uçağa alması için hiç bir talepte bulunmuyordum.
(1980 öncesi petrol krizi sırasında mahallemize bir Fuel oil tankeri geldi.
Bütün komşular şoförü kolundan tutup kendi depolarını doldurmaya ikna etmeye çalışırken babam şoförün muavinine eğilip şoförün adını sordu.
Öğrendikten sonra da kalabalığın üzerinden: "Süleyman Bey, rica etsem bizim eve yakıt alabilir miyiz?" diye seslendi.
Adını duyan şoför şaşkınlıkla babama dönüp "Tabi abi" dedi ve tankeri bizim evin önüne çekti.
Dale Carnegie'nin isabetle tespit ettiği gibi insan en güzel gelen kelime kendi adıdır.
Yeni bir kalem alınca önce adımızı yazarız.
Filiz Hanıma ısrar etmemek konusuna dönersem; kendi mesleki pratiğimden de biliyorum ki sahte rapor gibi usulsüz bir iş için ısrar etmek, hele hele çirkefleşmek kesinlikle sonuç vermez. Eğer talebini düzgünce bir defa söyleyip ısrar etmezsen ve karşındaki kişinin inisiyatif kullanabileceği gri bir alan varsa belki başarılı olabilirsin.
Uçuş saati gelip de Filiz Hanım kapıların kapanması direktifini verdiğinde ben,
"Bu kadar hazırlandıktan sonra eve dönmek olmaz. En iyisi yarın araba kiralayıp Bolu'ya gidelim, kar da var, güzel olur" diye düşünüyordum.
Filiz Hanım ben bir şey söylemeden yanımıza gelip dedi ki; “Biz sizin vizeniz olduğuna inandık, ancak görmeden uçağa bindiremeyiz.
Bu nedenle biletinizi yarın aynı saatteki uçuşa aktarıyoruz. Yarına kadar vize kağıdınızı bulursanız uçağa binebilirsiniz”
Çok sevindik ve rahatladık.
Filiz Hanım'a çok teşekkür ettik .
Aslında bir yandan Bolu'ya gitme planları yaparken bir yandan da bir şekilde Meksika'ya gidebileceğimizi,biletlerimizin yanmayacağını hissediyordum.
Ben müspet bilimlere inanan bir insan olmama rağmen bereket, helal ve karma kavramlarına dini referanslarından bağımsız olarak sonuna kadar inanıyorum.
Dolayısı ile helal (dürüstçe çalışılarak kazanılmış) para ile yapılmış bu kadar büyük bir masrafın ne kadar aptallık yaparsan yap çöpe gidemeyeceğine de için için inanıyordum.
(Can sürekli cüzdanını düşürüp kaybettiğinden artık içine telefon numarasını yazdık. Tam bu sefer gitti deyip ümidi kesiyoruz, yine birisi arayıp cüzdanınızı bulduk diyor, içindeki para ile geri geliyor.
Bu harama el uzatmama milletimizin çok önemli bir hasleti.
Arjantinde evlerine konuk olduğumuz çiftin Türkiye'yi ziyaretlerinde en hayret ettikleri şey dolmuşta şöföre elden ele gönderilen paranın şöföre ulaşması hatta para üstünün de geri gelmesi olmuş. Arjantinde olsa ilk uzatılan kişi parayı cebine atarmış.)
Uçağa yüklenmeyen bagajlarımızı geri almak için yanımıza katılan bir görevli ile Uçağa bindirilmeyen yolcu deski ne götürüldük. Bir takım formlar dolduruldu, gidip bagajımızı aldık. Elimizdeki formları polise gösterip konut fonu pullarımızı tekrar kullanabilmek için iptal damgası bastırdık.
Saat 6 olmuştu, gözümüzden uyku akıyordu. Oteli arayıp gece 3 te boşalttığımız odamıza dönüp dönemeyeceğimizi sordum. Yardımcı olabileceklarını söylediler.
Taksiye atlayıp soğumuş yataklarımıza döndük, yaşadığımız stresin ardından rahatlamış bir şekilde kafayı vurup yattık.
Sabah uyanınca ilk iş kayınpederimi arayıp elindeki formları bir internet kafeden taratıp mailime göndermesini istedim. Biz de kahvaltı için eski dostum, sınıf arkadaşım Sezgin ve eşi Serpil'in evine gittik.
Kahvaltıdan sonra evdeki bilgisayardan konsolosluğun sitesini bir deneyeyim dedim: Bingo! Sayfa açıldı. İki dakikada 3 formu bir daha doldurup evdeki yazıcıdan çıktısını aldım. Kahvaltıdan sonra Sezgin evlerinin yakınındaki Lütfi Kırdar Spor Salonu'nda amatör atletizm yarışmaları olduğunu söyleyerek gitmemizi teklif etti. Beraberce yürüyerek salona gittik. Sezgin İstanbul’da tanınmış bir ortopedist ve sporcu olduğundan ekabir takımının girebildiği protokol tribününe oturduk, bir kaç yarış izledik.
Gençler yarışlarını beklerken cep telefonlarıyla oynuyor, sohbet ediyorlardı.
Son yıllarda ülkece fakirleşmemizin sonucu eskisi kadar bol bol seyahat edemiyoruz ancak akmasa da damlıyor.
Yazılarımdaki seyrekleşme ise tembelliğimin yanı sıra gittikçe okuma alışkanlığımızı kaybetmemizin sonucu.
Bloglar, hele benim gibi lafını toparlayamayıp destan gibi yazanlar gittikçe daha az okunuyor.
Kimsenin bırak uzun yazı okumayı, uzun bir video izleyecek sabrı ve belki de merakı kalmadı. İçerik üretenlere optimum video süresinin 20 dakika olması öneriliyor.
Ben de kısa yazılar ve fotoğraflarla bir Instagram hesabı açtım ama onun da pek başarılı olduğu söylenemez.
Yine seyahatlerimizi yazmaya devam ediyorum ama bir yazıyı yayınlanabilir bir post haline getirmek çok fazla emek ve zaman gerektirdiğinden, ya da yazdığım yazı içime tam sinmediğinden yazılar hep yarım yarım kalıyor.
Buraları da boş bırakmamak için şimdilik daha önce blogda yayınlamadığım bir kaç Instagram postunu burada paylaşmayı düşündüm.
(Aslında daha önce düşünmüştüm de nasıl yapılacağını bugün anladım)
Geçen gün Dombas'a beraber gittiğimiz arkadaşım Yakup bana
"Forest Gump gibisin birader" dedi; belalı işler hep bana denk geldiği için.
Gerçekten de Tsunamiden havaalanı baskınına, darbeden isyana gittiğim ülkelerde başıma gelmeyen terslik kalmadı.
8 yıl önce Donetsk'teki ilk Rus yanlısı gösterinin olduğu Pazar günü bodoslama gösterinin içine girip ingilizce ne olduğunu sormuştuk, at hırsızı tipli Ruslar bizi az daha tepeleyeceklerdi.
O zamandan beri ilk kez 6 ay önce Ukrayna'ya geri döndüm.
Bu kez Neşe ile pandemiden çok sıkılıp ortalık biraz sakinleşince pandemi nedeniyle kullanmadığım izinlerimi kullanmak için İzmir'den yeni uçmaya başlayan Sky Up ile 9 günlüğüne Ukrayna'ya gitmeye karar verdik.
Daha önce yazmaya başladığım bu yazıda diğer yazılarımdan farklı olarak özellikle bu 9 gün boyunca tanıdığımız, evlerinde kaldığımız üç Ukraynalı aileyi anlatmaya çalışacağım.
Bunu sanki onlara bir borç gibi hissediyorum.
Zira haberlerde öldürülen siviller sadece rakam olarak söylenince hiç bir anlam ifade etmiyor.
Giriş
Kurban Bayramı tatilinden yararlanarak ucuz olduğunu sandığımız Ukrayna’ya 9 günlük bir tatile gittik.
Son yıllarda Avrupa’daki en uzun tatilimiz olan bu gezide Odessa, Kiev ve ikisinin ortasında Uman adlı küçük bir kasabada kaldık.
Ukrayna deyince memleketimizde akla sadece
SEX (Genç, güzel kızlar, gece kulüpleri, kızlar teklif ediyormuş vs) geldiğinden eşimle gittiğimi duyan herkes
“Ooo, lokantaya sefertasıyla mı gidilir” (Z Kuşağı için not: Sefertası eskiden, tüketim çağından önce okula-işe yemeğini götürdüğün kaplara denirdi) gibi yorumlar yapsa da Ukrayna’da 30 yaşın üstünde kadınlar hatta erkekler bile var ama sanırım niyeti bozup gidenler Ukrayna’da geçirdikleri süre içinde onları hiç algılamıyor.
Tıpta buna algıda seçicilik diyoruz.
Bayram 15 Temmuz ile birleşince iç turizmdeki çılgın histeriden kaçmak için bilet bakarken Skyup adlı yeni bir havayolunun İzmir-Kiev arasında direk uçuşlara başladığını gördüm. Fiyat gidiş dönüş 150 dolar, makul sayılırdı.
Uçuş saatleri de normaldi.
Pegasus'un ucuz Ukrayna uçuşları gibi sabahın üçünde kalkış, beşte iniş gibi biz misal yaşlıların kaldıramayacağı absürd saatler yerine öğlen saatlerindeydi.
Gayet ucuz bir memleketti, fazla düşünmeden biletleri aldık. Odessa’yı da görmek istediğimizden Pegasus ile Sabiha Gökçen’den oraya uçtuk. Kiev’den İzmir’e direk döndük.
Bileti aldıktan sonra otel fiyatlarına bakarken Ukrayna’nın eskisi kadar ucuz olmadığını dehşetle farkettim. İnternette Ukrayna’da cost of living diye aratınca İstanbul’dan %10 ucuz olduğunu gördüm.
Bu İzmir’den %10 pahalı anlamına geliyordu.
Hayatta en güzel şey ucuz ülkede takılmaksa en tatsız şey de pahalı ülkede menü incelemek.
Yine de çok tasarruflu davranmadık güzel yemekler yedik şaraplar içtik, zira son zamanlarda farkettiğim üzere döndükten sonra en akılda kalan şey yenen güzel yemekler oluyor.
Couchsurfing’den iki şehirde de ev sahipleri buldum.
Hatta Kiev’de iki aile bizi konuk etmek istediğini yazınca ikisine de ikişer gün ayırmaya karar verdik.
Pandemi döneminde ilk kez seyahat edeceğimiz için bilet vize gibi işlerin yanına bir de PCR, aşıkartı, yurt dışı sigortası vs eklenmişti.
Neşe için uçuştan 72 saat önce PCR testi yaptırmamız gerekiyordu. Kime sorduysam hastanelerde yapılan testin kabul edilmediğini mutlaka 250 lira karşılığında özel laboratuarda yaptırmam gerektiğini söyledi. Sağlık müdürlüğünde testi verdik. Orada da çalışan personel de 250 lira yatırmazsan sonucun üzerinde yurt dışı çıkışlarında kullanılamayacağı yazının yazacağını söyledi.
Anladığım kadarıyla devlet ücretsiz testlerin bu amaçla kullanılmasını istemiyor, ya da özel kliniklere bir kaynak yaratmak istiyor.
PCR, PCR dır, orda geçer burda geçmez diye bir şey söz konusu olamayacağından umursamadım. Üstelik Türkçe olarak yazan "Seyahatlerde geçmez" lafını hangi Ukrayna polisi okuyacakmış, şaşarım.
Ben üstünde Türkçe İPTAL damgası olan öğrenci pasaportumla saçlarım ağarana kadar yurt dışında müzelere indirimli girdim.
Pegasus biletini alırken geçen sene pandemi nedeniyle iptal edilen Bükreş uçuşumuza ait biletleri kullandık. İzmir-İstanbul-Odessa uçuşları sorunsuz geçti.
Bagajsız uçtuğumuz için İstanbul Duty-free’den akşam gideceğimiz ev için, orda bulup almak zor olur diye bir şişe şarap aldım.(6 euro)
Yemekte şarap iki taraf için de ilk tanışma gerginliğini azaltıyor.
Geçenlerde telefonumu suya düşürünce tamir eden ustanın hediye ettiği kapaklı yaşlı kılıfını kullanmaya başlamıştım. 5 yıl önce cep telefonu kullanmaya başladığımda demode olduğundan hiç kullanmamıştım, çok pratik bir şeymiş.
Uçakta kılıfın kapağını koltuk cebine takıp Netflix’ten indirdiğim filmleri izleyince Pegasus'ta uçak içi eğlence sistemi gibi oldu.
Odessa havaalanında polis zorunlu sigortaya da, teste de yalapşap bakıp geri verdi.
Baktım bizim bir vatandaş polisle sorun yaşıyor, yabancı dili de yok.
Meğer zorunlu sigortayı yaptırmadan gelmiş.
Polis iyi niyetliydi havaalanının wi-fi şifresini verdi(1- 8Q)
Ben de adama şifreyi verdim, ne yapacağını tarif ettim.
"Ben yapamam" dedi ama ben de yapamazdım zira bir sürü bilgi doldurmak gerekiyor ve Neşe kontrolden geçmiş beni bekliyordu.
25 grivna’dan 20 dolar bozdurdum, havaalanında kur % 10 düşüktü. Normalde 1 dolar 27,5 1 euro 32,5 grivna ediyor. Yani üç grivna bir lira. Geçen geldiğimde 1 dolar 10 grivna, 8 grivna bir lira idi.
"Bütün paralar yavaş yavaş değer kaybediyordu, birinciliği Türk Lirası'na verdiler."
Çıkışta telefon kartı satılıyordu ama 20GB lık karta 7 euro dediler.
Gelmeden 4 euro olduğunu okumuştum, almadım.
Kalacağımız eve gitmek için polisin verdiği şifre ile Ubere girdim, 5 km yol için 10 dolar çıktı.
Sonra yine gelmeden okuduğum benzeri Bolt’u denedim 5 dolar çıktı, çağırdım.
Ancak evi bulmamız epey zaman aldı.
Zira şehir merkezindeki yanyana dizilmiş ağaçların arasında kalmış eski Sovyet bloklarından biriydi ve anlaşılan Google maps binaların numaratajını tam çözememişti.
Elimizde Ksenia'nın evi nasıl bulup kapının şifresini gireceğimize dair watsaptan gönderdiği bir video vardı (ilginç bir yöntem) ama yine de bütün kapıları denedik, bulamadık.
Komşu babuşkalara (yaşlı kadınlara) sorduk, bilemediler.
Birisi dairesinin dış duvarına çiçek resmi çiziyordu.
Neyse en sonunda babuşkalardan biri Ksenia'ya telefon etti, o da sokağa indi bizi içeri aldı.
Ev sahiplerimiz Ksenia, kocası Vladimir (kısa formu Vova) ve kızları Kamilla yemek hazırlamışlar bizi bekliyorlardı.
Fırında ördek ve patates.
Bizde sadece Çin lokantasında yenen bu hayvan Ukrayna’da tavuk gibi yaygın olacak ki bir başka ev sahibimiz de bize ördek ikram etti.
Neyse sofraya oturduk.
Patatesler neyse de ördeği kesmek için bıçak lazım ama masada yok.
Bıçak istedim.
Utanarak "Biz elle yiyoruz da..." dedi Ksenia.
Mutfak bıçaklarından verdiler.
Bizim 6 euroluk şarabı çıkardım, baktım açmaya niyetleri yok ,
"Tirbüşon varsa açalım" dedim.
Çekmecelerden bir tirbüşon buldular ama bardak olarak 4 benzemez kahve kupası vardı, mecburen bizim pahalı şarabı bunlarda içtik, pek de güzelmiş.
Zaten evde bardak niyetine sadece bu 4 kupa vardı.
Eski bir Sovyet apartmanında ufak bir evde oturuyorlardı, yeni taşınmışlar. Belki bu nedenle bardakları yoktu bilemiyorum.
Gerçi Neşe’nin çok gıpta ettiği bir şey bu, 4 tabak, 4 bardak kullandın mı yıkayıp koyuyorsun.
Daha önce Kenya’daki bir ev sahibimiz de böyle yaşıyordu ama onda altılık takım vardı.
Ksenia İngilizce öğretmeni, Vlad ise güvenlik sistemleri kuran bir mühendismiş.
Ksenia'nın İngilizcesi fena değildi ama Vlad tam tın-tındı.
Küçük kız Kamilla da İngilizce öğrendiğinden annesi özellikle ona pratik olsun diye İngilizce konuşan misafirleri ağırlamaya özen gösteriyormuş.
Evleri çok küçük üç odadan oluşuyordu. İkisinde onlar yatıyordu. Ortadaki odaya yeni bir çekyat almışlar, ilk defa biz kullanacakmışız. Ksenia,
"İnşallah rahattır" dedi.
Bütün evdeki en kayda değer eşya Vlad'ın çok heves edip yeni aldığı tam otomatik kahve makinesiydi.
Adeta boş evde kahve makinesi var gibiydi. Yemekten sonra (şaraplı kupaları yıkadıktan sonra ) ve sabah kahvaltısında Vlad makinesinin başına geçiyor kimseye elletmeden güzelce bakımını yapıyor, depoları yıkayıp doldurduktan sonra herkese istediği kahveyi sorup servisini yapıyor.
Bunun dışında da hiç konuşmuyor mahçup gülümsüyor.
Eşi Ksenia daha dominant , bıcır bıcır konuşuyor. Özel dersler veriyormuş.
(Aşağıdaki ve benzer diğer videolar açılmıyorsa üzerine tıklamak gerekebilir)
Bu evi borçlanarak yeni almışlar 40 bin dolarmış. Isınma bu tip eski Sovyet bloklarında hep olduğu gibi merkeziymiş.
Yemekten sonra para bozdurmak ve sim kart almak için dışarı çıkmamız gerektiğini söyledim.
Ksenia:
"Ben de sizinle geleyim ama nerde döviz bürosu var bilmiyorum" dedi.
Evlerinin yanındaki parkın karşı köşesinde olduğunu söyledim (Taksi ile geçerken görüp kafama yazmıştım)
Çok şaşırdı "Ben kaç yıldır burada yaşıyorum, siz daha bir saat önce geldiniz" diye...
Park bütün eski Doğu Bloğu gibi kocaman ağaçlarla dolu, bizim Bornova Büyük Park'a benziyor. Ortadaki havuzun etrafında açık hava kafeleri ve restoranları var.
Parkın öbür köşesinden çıkıp döviz bozdurduk, bir mağazadan da Vodafon kart aldık (20GB-4 Euro).
Parkta birer dondurma yedik, marketten bira alıp eve döndük. Biralarla biraz daha sohbet ettikten sonra erkenden yattık.
Sabah Vova kahvelerimizi hazırladıktan sonra işe gitti.
Biz de çıkıp şehri gezdik.
(Bu seyahatimizde toplam 96 km yürümüşüz)
Tramvay ile merkeze gittik (3gr=10 cent).
Yolda tramvay bozuldu, bütün yolu tıkadı arkadakiler de gidemedi herkes indi sessizce otobüslere geçtiler.
Tramvaylar eski Doğu Bloğu tramvayları. Ben öğrenciliğimde bunlara çok bindiğimden İzmir'e alınan metro büyüklüğündeki tramvayları görünce çok yadırgamıştım.
Tramway vatmanları genelde kadınlar.
Merkezde biraz çarşı pazar gezdik, fiyatlara baktık.
Tabi ki bit pazarını...
ve balık pazarını elimizle koymuş gibi bulduk.
Pazarda hastası olduğum füme balığın her çeşidi mevcuttu.
Ayrıca şehir içinde pek çok yerde gördüğümüz çok başarılı bir zincir var.
Sadece fıçı bira ve füme balık çeşitleri satılıyor.
Duvardaki musluklardan istediğin kadar birayı şişene doldurtuyor, balığını da alıp parka gidiyorsun. (Fiyatlar 100 gram için)
Pazarda karides ve midye ile hazırlanmış salatalar da vardı. Sıcakta bozulmasın diye içine buzlu şişeler koymuşlar ama Temmuz sıcağında çiğ midye bence epey riskli.
Balık fiyatları Türkiye gibiydi. Kalkan Türkiye'de son yıllarda zenginler arasında çok popüler oldu. Bence pek ahım şahım bir balık değil, hele ki fiyatı ile karşılaştırınca.
Ancak bir şeyin zenginler arasında popüler olması kalitesiyle değil fiyatı ile mümkün oluyor.
Bir şeyi fiyatı anlamsızca pahalı ise; bu ister Ayfon ister Alaçatı'daki hüdayınabit Şevketibostan olsun zenginler buna deli oluyor ve deli olunan şeyin fiyatı kartopu gibi giderek artıyor.
Kalkanın popülerleşmesi de sanırım nesli azaldığından fiyatının aşırı yükselmesi ile oldu. Yoksa ben kırk yıl yemesem aklıma "Bir kalkan olsa da yesek" diye gelmez.
(Samsun'da acemi askerliği yaparken hafta sonları çarşı izninde yerdik. O zaman boldu ve fiyatı makuldü)
Odessa'da da kalkan fiyatları pahalıydı ama Türkiye kadar değil.
Yazıyı yazdığım gün rastlantı eseri bu Twiti gördüm.
Mahallemizin balıkçısında etiketler: (Kilo fiyatı) Somon: 230 Çinekop: 160 Minekop: 140 Çumra: 130-110 Levrek: 110 İstavrit: 60 Hamsi: 50 Bir tek kalkanın fiyatı yazmıyor. Özellikle sordum. Kilosu 500 TL olduğu için yazmamışlar. Al bir kilo kalkanı takı diye düğünde tak. pic.twitter.com/7sbNxBy4mC
Bizim balıklardan farklı olarak Mersin balığı çok ilginçti.
Dinozor benzeri sırt yüzgeçleri en ilkel balık olmasındanmış. Bu havyarı için aşırı tüketilen balık bizde de Mersin'de varmış ama ben hiç denk gelmedim.
Odessanın meşhur opera binasını görünce girdik. bizim bulunduğumuz günlerde gösteri yokmuş.
"Salona girip bir bakabilir miyiz?" dedim.
Suratsız kadın görevli kişi başı 50 grivni istedi. Yanımızdaki turist bir kız hemen 50 grivniyi bayılarak heyecanla içeri girdi.
Kadın parayı cebine attı, bilet falan hak getire.
Ben; "Kaçak para alıyorsunuz, madem girilebiliyor bırakın girelim" diye takaza ettim.
"Nyet" deyince şikayet etmek için fotoğrafını çektim.
Döndükten sonra yaptığım şikayetlerden bazen ses çıkıyor.
Meksika'da bizi tam havaalanına giderken çevirip zorla rüşvet alan polisleri Meksika İçişleri Bakanlığı'na şikayet ettmiştim, ciddiye aldılar epeyce yazıştık.
Parklarda gezdik.
Sahile yakın büyük bir parka İstanbul Park adını vermişler.
Ukrayna'nın bütün şehirleri ağaç ve park dolu.
Park dediysem bizdeki gibi betonun arasında açılan boşluğa dikilmiş cılız ithal fidanlar değil yüz yıllık, güneş ışığını geçirmeyen ulu ağaçlar.
Banklar bizdeki gibi yağlı boya ile odun deseni yapılmış beton değil, gerçek ve çok eski ahşap. İnsana bir sıcaklık veriyor.
İzmir Belediyelerinin tabiat düşmanlığından o kadar yıldım ki...
Park denince akıllarına tek gelen ister beton ister color mix denen cürufla kaplayalım, toprak zinhar görülmesin.
Bu fotoğrafı geçen hafta Bostanlı vapur iskelesininin önünde çektim. Yeni düzenleme yapmışlar.Değişik renklerdeki color mixler karışmasın diye aralara koydukları naylonlar ayrı bir şıklık katmış şehrin bu mostralık göbeğine...
Ukrayna'da yolda yürürken kafama o kadar dal çarptı ki alnım döndükten sonra bile acımaya devam etti.
Deniz kıyısına inmek için meşhur Odessa Merdivenleri'ne gittik.
Merdivenlerin Eisenstein filminde gördüğümüzle alakası kalmamış, gıcır gıcır yenilemişler.
Muhtemelen bizim Türk müteahhitlerin işi...
Merdivenlerden inip Arcadia denen sahil bölgesine gittik.
Aynalı bir takın altından geçerek giriliyor.
Burada yüksek apartmanlar, denize paralel piyasa caddesi ve üzerinde restoranlar, gece kulüpleri vs var.
Plajın üzerinde Kırım diye bir restoran bulduk, hem konumu güzel hem de fiyatları nispeten makuldü.
İki gün de öğlen yemeklerimizi burada yedik.
Ukrayna'da en popüler iki yiyecek haçapuri ve pelmenye (Ukrayna mantısı).
Gürcistan'daki haçapuriler kapalı bazlamanın ortasında peynirle yapılırken buradakiler açık Karadeniz pidesi gibi.
Peynirleri çok yağlı ve lezzetli ama fiyatları hiç ucuz değil.
(Haçapuri 4 dolar, bir şişe beyaz şarap 12 dolar)
Kırım Restoran'ı anlaşıldığı kadarıyla Kırımlı Müslümanlar işletiyor zira girişte Ukrayna için oldukça konservatif uzunlukta etek giymiş sarışın kızlar müşterileri "Selamınaleyküm" diye karşılıyorlar.
Restoran Burgaz veya Varna'daki benzerleri gibi plajın hemen üstünde yer alıyor.
Yemek yerken bir yandan da denize girenleri, araya kaçıranları izleyebiliyorsun.
Bu gayet normal görünen turistik plajı geçen akşam haberlerde gördüm.
Açıktaki Rus savaş gemilerinin çıkartma yapmasını engellemek için kum torbaları yığıyorlardı.
Gerçekten beş dakkada değişiyor işler.
Bu sakin öğleden sonrada savaş akla gelecek en son şeydi.
Bu fotoğrafı 20 yıl sonra Ukrayna'da diye paylaşmıştım.
20 yıl sonra acaba hangi ülkeye gideceğiz.
Ben de restoranın tuvaletinde soyunup bir yüzüp çıktım, deniz berbattı.
Sığ ve bulanıktı.
Ayrıca yüzeyde yeşil yeşil yosunlar vardı, yüzerken insanın sağına soluna değip yapışıyordu.
Deniz kıyısında epeyce yürüdük.
Bir kulüpte yerel bir rap starın konseri için gençler uzun kuyruklar oluşturmuşlardı.
Sahilde yerli halk evlerinden getirdikleri yiyecek içeceklerle güneşi batırıyorlardı.
Asude bir ortam vardı.
Akşam yemeğine geç kaldığımız için büyük parkın içindeki bir pelmeni restoranına oturduk.
Khinkalnya adlı bu restoran zinciri her köşede var ve fiyatları makul.
Sabah Vova kahvelerimizi hazırlayıp işe gittikten sonra Ksenia bize kabaklı mücver yaptı. Ekşi krema ile yedik, güzeldi. Bu ekşi krema bizde nedense yok. Slavlar çok kullanıyorlar. Borş çorbasına da koyuluyor.
Odessa'da iki gece kaldık.
İkinci gece deniz kıyısındaki gece kulüplerini deneme niyetimiz olduğundan ve geç saatte eve dönmek de ayıp olacağından Ksenia'larla vedalaşıp çıktık.
Savaş başlayınca Ksenia'ya Wattsap'tan yazdım ama henüz mesajım iletilmedi.
İnşallah iyilerdir.
Merkeze doğru yürürken yolda, her gittiğimiz şehirde yaptığımız klasik mezarlık ziyaretimizi de aksatmadık.
Sahile yakın bir otel bulup yerleştik.
Otelden doğru plaja indik.
Sahilde gemi temalı bir restoran gördük, pek lükstü.
İkinci öğlen yemeğini de Kırım Restoran'da çimlenerek geçirdik. Bu sefer bira içtik.
Akşamüstüne kadar sahilde dolaştık.
sonra kulüplerin olduğu bölgeye yürüdük.
Saat erken olduğundan kulüpler geceye hazırlanıyordu.
Giriş ücretleri 10-15 dolar arasındaydı. Kadınlara girişin bedava, bana da 7 dolar olan bir kulübe girdik.
İçeride elbette epeyce genç kız vardı.
Havuz başında dekolte kıyafetlerle sahnedeki Dj'in müziğiyle dans ediyorlardı.
Ayrıca barın üstünde erotik dans,
havuzun üstünde yapılan şovlar falan da vardı.
Birer içki alıp izledik.
Kısa sürede canımız sıkıldı, başımız şişti çıktık.
Otele yürüyerek döndük.
Odessa'da ile Kiev'in arası yaklaşık 500 km.
Zaman sıkıntımız olmadığından ortalarda bir taşra kasabasında kalalım hem yorulmayalım hem de taşrayı görelim diye düşündük.
Kiev'deki ev sahibimiz profesyonel rehber olan Yulia'ya sordum.
İki şehrin ortasında ufak bir kaplıca kasabası olan Uman'ı önerdi, parkını methetti. Biz de Uman'da bir gece kaldık.
Şehirler arası yolculuklarımızı hep BlaBla Car ile yaptık.
Blabla'da yorumlar çok önemli olduğundan araç sahibimiz (Kiralık arabaların transferini yapan bir genç) baştan;
"Sizi kavşakta bırakırım" diye pazarlık etmiş olmasına karşın otobandan çıkıp Uman'da kalacağımız kaplıca otelinin kapısına kadar bıraktı.
(Blabla Car Türkiye'de de var ama duyduğum kadarıyla İzmir'den İstanbul'a 100 lira fiyat koyup, istek gönderince 200 lira istiyorlarmış)
Bu çok iyi oldu çünkü pek araba geçen bir yer değildi ve sırt çantalarımız da gerek eşyalarımız gerek hediye lokumlarımızla epeyce ağırdı.
(Yıllar içinde öğrendiğimiz şey; yabancılar Türkiye'den ne istersiniz diye sorunca hep tatlı istiyorlar. Benim standart hediyem Bahadır Baruter'in Ruhaltı kitabının da baskısı tükendiğinden artık hep lokum pişmaniye falan götürmeye başladık. Çok entellektüel biri olursa stoğumda kalan Ruhaltı'lardan birini götürüyorum.)
Uman'daki otele girdiğimizde önce kimseyi bulamadık.
Sonra sarışın iyi yürekli bir kız bize yardımcı oldu.
Resepsiyonistin bir yere kadar gittiğini söyledi, havuzları falan gezdirdi.
Saunanın duşlarını tahta kovalarla yapmışlar.
Kızın İngilizcesi çok iyiydi, sordum, otelin aşçısıymış.
Sonra resepsiyonist kız geldi kaydımızı yaptı ama İngilizcesi hemen hemen hiç yoktu.
Varolmanın dayanılmaz hafifliği filminin başında kaplıcada çalışan J.Binochet'i andıran aşçı kıza
"Bu kadar iyi İngilizcen var, neden seni resepsiyona koymadılar?" diye sordum.
Torpili ima ederek ellerini açıp,
"Dünya böyle" dedi.
Dışarı çıkıp kasabanın sokaklarında yürüdük.
Sovyet çocuk parklarına bayılıyorum, yetmişlerdeki çocukluğumun parkları da böyleydi.
Her evin önünde üstü meyveyle dolu vişne ağaçları vardı, bol bol yedik.
Pazarda kilosunun 2 dolara satılmasına rağmen kimsenin toplamıyor olması ilginç.
Uman'da çok büyük bir botanik bahçesi varmış.
Polonya'lı bir kont Yunanlı karısı Sofia'ya armağan olarak yaptırmış.
İki kilometrekarelik alana (İzmir Kültürpark'ın 4 katı büyüklüğünde) Avrupa'nın her yerinden ağaçlar getirtmiş, şelaler yaptırmış.
Çok güzel suni göller var, kayık da kiralanıyor.
Göllerde kürek çekenler pek güzel görünüyor.
Teneke ve tahtadan yapılmış Sovyet dönemine ait su bisikletleri.
Parkın adı da elbette Sofiyivka.
Adam sevgilisine resmen park hediye etmiş
(Sevgililer gününü tek gülle geçirmeye çalışanlara gelsin)
Bütün öğleden sonramızı bu parkta geçirdik.
Akşamüstü kasabanın en şık restoranında fine dining yaptık.
Odessa ve Kiev'de yeme içme çok pahalıyken taşra üçte bir daha ucuz.
2 şişe şarap ve iki ızgara et 30 dolar tuttu. (Etler 5, şarap 6 dolar)
Yemekten sonra dere kıyısına inerken belediyenin lazer gösterisine denk geldik.
Bütün Umanlılar toplanmış meydandaki gösteriyi dondurma yiyerek izliyorlardı.
Akşam otelin havuzuna da girdik.
Sabah odamıza servis edilen kahvaltıdan sonra bir tur daha dere kıyısına indik.
Baktık kürek yarışları varmış.
Kürek kulübünün yanında yaşlılar şezlong tipi banklarda yarışı izliyorlardı.
Biz de rahat şezlonglara oturup biraz izledik.
Ukraynalılar rahatlarına çok düşkünler.
Şehirdeki parklarda da benzer şezlong banklardan var.
Ertesi gün Doğu'dan gelip Kiev'e giden bir araba ayarladık.
Bir iş adamıymış, lüks jipiyle bizi Kiev'de evinin yakınında bir metro istasyonunda indirdi.
Ev sahiplerimiz eve akşamüstü döneceklerinden bir restorana oturup şarap pizza yaptık.
Metro ile ikinci ev sahibimiz Yulia'nın bizi alacağı son durağa gittik.
Metrodaki bu Kievli kızlar muhtemelen şimdi Polonya'dalar.
Bir süre bekledik ve Yulia arabasıyla geldi.
Bizi alıp Obolon adlı Rusların Kiev'in Kuzey'inde ilk girdikleri ve halen işgal ettikleri bölgedeki yer alan köydeki evlerine götürdü.
Eşi Iegor günlerden Pazar olduğundan evdeymiş, bizi çok neşeli bir şekilde karşıladı.
Mühendismiş, yangın söndürme üzerine kendi iş yerleri varmış.
İkisi de Kiev merkezde çalışmalarına rağmen köy hayatını çok sevdiklerinden Yulia'nın annesinin köyünde, ona komşu bir araziye kendileri de çalışarak müstakil bir ev yapmışlar.
Hatta kayınpederi saunayı çok sevdiğinden yanına bir de Rus hamamı inşa etmişler.
Günde yarım saat araba yolculuğunu göze alıp 5 senedir burada oturuyorlarmış.
5 yaşındaki kızları bütün gün dışarda arkadaşlarıyla oynuyormuş.
İki oğulları daha varmış ama kampa gitmişler.
Evde biraz sohbet ettikten sonra bizi köyün etrafındaki arazileri gezdirdiler.
Göz alabildiğine bir ova, arada ağaçlık yerler de var.
Söğüt ağaçlarının altında bir su birikintisi vardı.
Yanında 18 yaşlarında bir çift uzanmış saman çiğneyip gökyüzüne bakıyorlardı.
Günümüz dünyasından çok uzak, ancak filmlerde (NBC kasaba filmlerinde) görülebilecek bir sahneydi.
Geniş bir çember çizerek eve döndük.
Akşam yemeği için Yulia'nın annesi ve onun bir arkadaşı da bize katıldı.
Annesi aynı avlunun içinde karşı evde oturuyor, gündüzleri çocuklara bakıyormuş.
Annesi ve arkadaşı hiç İngilizce bilmemelerine rağmen çok neşeli bir yemek oldu.
İegor çok komik ve benimle aynı kafadan bir çocuk hemen kaynaştık.
Gecenin ilerleyen saatlerinde epeyce şarap, bira ve konyaktan sonra kütüphane olarak kullandıkları odada yattık.
Ertesi gün Yulia'nın özel turu varmış, genelde İsrail'den gelen Ukrayna kökenli Yahudilere serbest rehberlik yapıyormuş.
Ukrayna folklorik kıyafetini giymiş olarak bizi de şehir merkezine bıraktı.
Bütün gün Kiev sokaklarını arşınladık.
Uzaktan görünen bir kilise vardı, yanına gittik.
Aziz Andrea kilisesiymiş.
İçi güzeldi.
Kiev'in ortasından akan Dinyeper'in üstüne güzel köprüler yapmışlar.
Birisinin tabanı yer yer cam.
Benim gibi yükseklik korkusu olanlar için yanına yaklaşmak bile ürkütücü.
Köprüden nehrin ortasındaki adalara geçtik.
Köprü araç trafiğine kapalı, sadece yaya ve bisiklet yolları var.
Kievliler nehirde yelken yapıyorlardı.
Hatta partileyen gençlerle dolu bir katamaran bile vardı.
Yani haberlerde, tartışma programlarında sık sık adını duyduğumuz Dinyeper aslında haritadaki mavi bir çizgiden ibaret değil, gerçekten kocaman hayat dolu bir ırmak!
Adalar mesire yeri olarak kullanılıyor ama hafta içi tenhaydı.
Dinyeper'in kıyısında ufak bir plaj oluşmuş, insanlar suya girip güneşleniyordu.
Sıcağın altında yürüyerek haritadan gördüğümüz yelken kulübüne gittik.
Ormanın içinden geçen yol ıssızdı.
Kulübe girdik,etrafta kimse yoktu.
Kulüp 70 lerden kalma Sovyet çocuklarına yelken öğretmeyi amaçlayan bir gençlik kampına benziyordu.
Köprüden tekrar şehre geri dönerken gökyüzü bulutlarla kaplandı ve feci bir yaz yağmuru başladı.
Önce bir sanat galerisinin kapısına sığındık.
Yağmur kesilmeyince ve aynı eşiğe sığındığımız gençler öpüşme işini abartınca galeriyi gezdik, ama bir şey almadık.
Yağmur devam edince kendimizi ilk gördüğümüz kafeye attık.
Bir şeyler içerek yağmurun geçmesini bekledik.
Kafede otururken Trip advisordan yağmurda vakit geçirilebilecek bir müze aradık ve 2. Dünya Savaşı Müzesi'ni bulduk, giriş 2 dolarmış.
Yağmur daha yağacak gibi göründüğünden biraz yavaşlayınca otobüse atlayıp gittik.
Geniş bir meydandan geçerek müzeye ulaştık.
Müzenin hemen üzerinde özgürlük heykeline benzeyen bir Anavatan anıtı var.
Uzaktan tam anlşılmıyor ama sadece elindeki kılıç 16 metre boyunda ve 9 ton ağırlığındaymış. Eteğinde gözlem terası da varmış.
Müze binası ve heykel tam Sovyet tarzıydı, 1981'de yapılmış.
Eski Sovyet binaları etkileyici ama ben sevmiyorum.
Bana Brejnev'in suratını hatırlatıyor.
(Brejnev de Ukraynalıymış)
Genel olarak 2.Dünya Savaşı temalı bir müze olsa da Donetsk'deki çatışmalar ve 2014 teki Maidan (meydan) gösterileri ile ilgili bir bölüm de vardı.
Meydan direnişi Ukraynalılar için çok önemli bir dönüm noktası.
Şehir merkezinde Meydanın köşesinde de yeni bir müze hazırlığındaydılar.
Girip çalışmaları izledik. İsrail eski başbakanı Golda Meir Kievliymiş.
İkinci Dünya Savaşından artefaktlar, fotoğraflar, bir takım enstalasyonlar vardı.
Büyük bir salonun duvarlarında ikici Dünya Savaşından kalma fotoğraflar, uzun bir masa, masada bardaklar ve gramofonlar koyulmuştu.
Açıklamaların hepsi İngilizce olmadığından tam anlayamadık.
Görevliler de İngilizce bilmiyordu.
Fotoğrafların bazıları çok etkileyici idi.
Bu fotoğrafta Ukraynalı genç kızlar Alman askerleriyle birlikte fingirdeşiyorlar.
Bu fotoğrafta ise kollarına numaraları dövmelenmiş yetim çocuklar.
Akşamüstü Yulia'nın işi bittiğinde buluştuk, bizi Kiev Food Market'e götürdü.
Eski bir binayı restore etmişler.
Şık bir ortam olmuş.
Buranın özelliği Kiev'deki lüks restoranların burada normal fiyatlarının altında bazı tadımlık menüler sunmasıymış.
Lüks menüler pek ilgimizi çekmedi ama bir Pad Thai ile bir kaç butik bira içtik.
Pad Thaide iş yoktu, İzmir'deki Varuna'da daha iyi yapıyorlar.
Eve döndükten sonra az yürümüşüm gibi bir de bisikletlerini alıp köyü gezdim.
Ekinler güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu.
Ana yola kadar çıktım.
Köyün tek marketine gittim.
Böyle yerlerde adet olduğu üzere her şeyi satıyorlardı.
Yolun kenarında yatan birine rastladım.
Abi sarhoşmuş düştüğü yerden kalkamamış.
Kalkmasına yardım ettim, biraz anlattıklarını anlıyormuş gibi yaptım. Baktım dik durabiliyor bıraktım.
Dönüşte işten dönen Iegor ile karşılaştık.
Iegor akşam yemeğinden sonra bu sefer gitarını getirdi.
Yabancı arkadaşlarıyla yaptıkları komik bir numara varmış.
Bir Ukrayna şarksısının sözlerini Google translate'den Türkçe'ye çevirip şarkının melodisine uygun söylemeye çalıştı.
Pek çok versiyonunu denedik.
Çok komik oluyor, gülmekten yerlere yattık.
Geceyi votka ve erik turşusu ile kapattık.
Bu aile ile çok iyi anlaşmamıza rağmen ikinci bir aileye de geleceğiz diye söz verdiğimiz için sabah kahvaltıdan sonra çantalarımızı toplayıp çıktık.
Onlar da bizi çok sevmiş olacaklar ki ayrılmamıza üzüdüler,
"Diğer aileyi beğenmezseniz geri gelin" dediler.
Yulia ile savaştan sonra mesajlaştık. İtalya'da bir tanıdıklarının evine sığınmışlar. Iegor ise köydeki milislerle yerel savunmaya katılmış.
Çok uğraştım ama Iegor gibi yumuşak huylu, entellektüel, müzisyen bir kişiyi elinde silahla yol kontrolü yaparken gözümde canlandıramadım.
Yulia bizi arabayla yine şehir merkezine bıraktı.
Gideceğimiz aile akşamüstü eve geleceğinden ağır sırt çantalarımızı ne yapacağımız ciddi bir sorundu.
Yulia'nın bizi bıraktığı yerde lüks bir otel vardı,
"Şansımızı bir deneyelim" dedim.
İçeri gidip resepsiyondaki görevliye kendimi tanıttım, durumumuzu anlattım ve çantalarımızı emanet odalarına bırakıp bırakamayacağımızı sordum.
Adam kabul etti, çantalarımızı aldı etiket bağladı ve depoya koydu.
Ağırlıklarımızdan kurtulmuş olarak Kiev'de bütün gün yürüdük.
Bahsi geçen meydan şehrin merkezinde, şimdiki savaşın başında tüm televizyonların canlı yayın yaptığı üzerinde altın yaldızlı heykel olan sütunun bulunduğu genişçe bir meydan.
Trip advisordan okuduğumuza göre meydanın altında Meydan direnişi temalı zindan havasında bir kafe restoran varmış.
Öğleden sonra orada oturduk.
Girişte genç bir kız önce olaylar hakkında bilgi veriyor sonra zindan havasındaki ağır kapılardan geçiyor,son derece şık iç içe geçmiş restoranlara giriyorsun.
Fiyatlar ortamın elegansına göre makuldü.
Biz de birer şarap ve bira içtik.
Akşamüstü çantalarımızı otelden aldık, yanımızdaki bir paket BİM leblebisini adama hediye ettik ve Kiev'deki ikinci, Ukrayna'daki üçüncü ev sahibimiz Julia'ların şehrin Güney ucundaki mahallesine metro ile ulaştık.
Kiev metrosu bizim metrolar gibi üzerine toprak örtülmüş kanal değil, çok derinden gidiyor, in in bitmiyor.
Moskova'dakiler kadar olmasa da bunlar da müze havasında
Metronun hemen çıkışındaki ufak gölette balık tutanlar vardı.
Metro istasyonundan sırt çantaları ile yarım saat yürüyerek (tırmanarak) evi bulduk.
Yolda geçtiğimiz bir ormanlık alanda hemen yolun kıyısında cannabis bitkileri vardı.
Julia'ların evi de Ksenia'larınınkine tıpa tıp benzeyen eski Sovyet bloklarından birindeydi.
Julia ve kızı Magda evdelerdi.
Julia profilinde meslek olarak pek çok şey yazmış:
Geleneksel Ukrayna yumurta boyama sanatı Pysanka masterı, yogacı, şarkıcı yani hülasası işsizmiş. Bazen evlere gidip çocuk bakıyormuş.
Evleri dökülüyordu, pek eşya yoktu.
Bizi boş bir odaya serdikleri iki döşekte ağırladılar.
Kocasının da ne iş yaptığı tam belli değilmiş (Serbest meslek), zaten gece çok geç geldiğinden görmedik.
Sadece sabah ayrılırken gördüğümüz kadarıyla dövmeli, zayıf-gergin, votkalı, sigaralı, maço Slav adamıymış.
Ben yorgunluktan biraz kestirirken Neşe Magda ile oynamaya başladı.
Ta ki Magda ona evde besledikleri iki sıçanı gösterene kadar...
Magda'nın odasında kafesleri varmış ama sıçanlar ortalıkta geziniyordu.
Magda da onları yakalayıp yakalayıp sıkıştırıyordu.
Julia bunların evcil sıçanlar olduğunu başka arkadaşlarının da beslediklerini söyledi. Bana da garip geldi ama Neşe bayağı korktu, fakat belli etmedi.
Akşamı mutfakta yumurta boyayarak ve sohbet ederek geçirdik.
Neşe böyle şeylere meraklı olduğundan nasıl yapıldığını çabucak öğrendi ve güzel bir kaç yumurta boyadı.
İşin esası boş yumurta kabuklarını siyah parafin koyulan hazneli bir kalemle çizip sonra sırayla değişik renklerde boyalara atıyorsun.
En son parafini sıcak suda eritince ortaya güzel paskalya yumurtası gibi bir şey çıkıyor.
Julia Neşe'nin becerisinden pek etkilendi, çok övdü, yumurtalara ip takıp bize hediye etti.
Neşe'nin de hoşuna gitti, bu özel damlalıklı kalemlerden almaya kalktı ama contekstinden çıkınca bu tip şeylerle hiç uğraşılmadığını bildiğimden masrafa engel oldum.
Yemek olarak Julia bize eskiden kalmış bir börek çıkardı, biraz yedik.
Sabah da aynı böreği çıkardı, biraz daha yedik.
Julia 39 yaşında, özgür ruhlu değişik bir kız.
İki de büyük oğlu varmış ama onlar Vinnytsia 'da dedelerinin yanında kalıyorlarmış.
Baştan iki gün kalmak üzere sözleştiğimiz halde sabah biz biraz da merkezde kalalım diyerek evden ayrıldık. Julia ve Magda pek üzüldüler.
Savaş çıkınca Julia ile de haberleştik. Baktığı çocuklardan birisinin ailesi ile Polonya'ya gidiyordu.
Eşi Ukrayna'yı terk etmesine izin vermemiş,
"Burada kalıp savaşacağız" demiş.
Sabah eşi uyurken çocuklarını alıp gizlice evden çıkmış ancak 14 yaşındaki büyük oğlu ben de kalıp savaşacağım demiş.
Aklı ondaydı.
Bu sefer yürümeyip dolmuşa bindik, sabah saatinde bizim dolmuşlar gibi balık istifi doluydu. (10 gr)
Şehir merkezinde ufak bir otel bulduk. Erken saatte girip çantalarımızı bırakmamıza izin verdiler. Resepsiyonist hanım çok şık ve kibar adeta bir İngiliz ladysi gibiydi.
Dışarı çıkıp Kiev sokaklarını amaçsız arşınlamaya devam ettik.
"TÜRK ET CENNETİ" gibi garip isimli bir kasap gördük.
Ukraynalı kızlar tezgahtar olarak çalışıyordu.
Et fiyatları uçuktu. (Köfte 10 dolar)
Öğlen yemeğini Kiev merkezinde Ukrayna geleneksel yemekleri satan Puzata Hata (Şişman ev) isimli restoranda yedik.
Self servis makul fiyatlı bir restorandı.
Cumbalı eski bir binada hoş bir dekorasyonu vardı.
Genelde gençlerin rağbet ettiği bir yere benziyor.
Yemekten sonra şehri arşınlamayı sürdürdük
Akşam yemeğini bir parkın içindeki şık restoranda yedik, güzeldi.
Trip advisor'dan canlı müzik çalan Living Room adlı bir bar bulup dere kıyısındaki mekana yürüdük.
Burası da ev eşyaları ile döşenmiş, gençlerle doluçok hoş bir mekan çıktı.
Ukraynalı gençler Amerikan tarzı jam session yapıyorlardı.
Hatta müzisyenlerden birisi özel ayakkabılar giyip bir platfomun üstüne çıkıp step dansı yaptı.
Müzisyenlerin çoğunluğu beyaz yakalı çalışanlar gibiydi.
Kontrbasçı Danny Kaye'in aynısıydı.
Ara verince kendisine söyledim, tanımıyormuş.
Danny Kaye'in çocuklara müziği sevdirdiği filmi eskiden TRT de çok gösterirlerdi, artık hiç bir yerde gösterilmiyor herhalde.
Masayı paylaştığımız çocuk da müzisyenmiş, kollarındaki dövmeler dikkatimi çekti.
İki kolunda da gitar dövmesi vardı.
Sordum sağdaki Brian Jones'un Vox drop gitarı, soldaki Paul Mc Cartney'in Höffner'i imiş.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra Havaş gibi bir otobüsle havaalanına gittik.
Kiev Havaalanı'nda Türkiye'ye tatile giden Ukraynalı aileler Duty Freeden aldıkları içecekler ve evden getirdikleriyle adeta piknik yapıyorlardı.
Kiev Duty Freesi viskilerde gördüğüm en ucuz fityatlara sahipti.
İnsanın empati kurabilme yeteneği kişisel gelişim düzeyine göre değişse de herkes kendine benzeyen ile daha yoğun bir empati kurabiliyor.