08 Şubat, 2015

Geçen hafta bugün Dominik'te...

 



Geçen pazar Dominik Cumhuriyeti'nde son gecemizdi.
Saat farkına hala alışmadığımızdan Neşe ile Can'ın erkenden uykuları geldi.
Ben ise muhabbetini merak ettiğim Santo Domingo'nun köşe başı bakkal-barlarından birine takılmak için dışarı çıktım.

Sahile doğru açılan sokaklardan birine girdim. 
Üzerimde biraz peso ve doğru düzgün çalışmayan fotoğraf makinemden  başka değerli şey olmadığından ıssız ve karanlık sokak beni pek ürkütmedi.
Aradığımı, müzik sesini takip ederek iki blok ileride  buldum.
Köşedeki bakkalda 6-7 erkek, 2 de tombul kız vardı.

 

Mekandaki diğer erkeklerin onayını ve saygısını kazanmak, onlara tehdit oluşturmadığımı göstermek amacıyla arkamı kızların bulunduğu tarafa dönerek barın ortasına oturdum, elimle yanımdakinin içtiği litrelik şişenin yarısını işaret ederek orta boy bir bira söyledim.
Zenci oğlan sormadan light bira açınca önce anlayamadım; sonra baktım, ölçek olarak gösterdiğim şişe de lightmış. 

 

Birayı burda adet olduğu üzere donmasına ramak kalmış şekilde soğuk, kesekağıdına koyup, ağzına peçete bağlayıp, yanında pet bardakla getirdiler.  
(Sonradan sorup öğrendim: Kesekağıdı elimden ısınmasın - aman diyeyim; peçete de içine sinek düşmesin diyeymiş)

 

Görünüşe göre bakkaldaki herkes birbirini tanıyor ve ellerini kollarını sallayıp, hızlı hızlı konuşarak hararetli bir şekilde anlamadığım bir konuda sürekli tartışıyorlardı.

 

Yeni gelenler herkesle birlikte bana da selam verip omzuma dostça dokunuyorlardı.
Birinci şişenin sonuna kadar fotoğraf makinemi cebimden çıkartmadım, arkamı dönmedim, kimse bana soru sormadı, ben de kimseyle konuşmadım.
Müşterilerin köşedeki müzik dolabına para atarak  çaldıkları müziğe tempo tutarak raflardaki bakkaliyeyi inceledim.
 
 

 Şişe bitince - sonradan öğrendiğim kadarıyla; aslen  bir çocuk sahibi, ikincisi yolda bir avukat, ve bu mekanın sahibi olan bakkal Joel bir tane daha alır mıyım diye işaret etti.

 

İngilizce; "Bu sefer Jumbo (litrelik)  ve normal olsun" dedim, hayret ki anladı, buz kıvamındaki öksüz doyuranı önüme koydu.
(Litrelik President 100 peso= 2 euro) 
 İkinci şişenin ilk bardağını içerken hemen yanı başımda şiddetli bir kavga daha koptu.
Ben acaba konu ne diye merak ederken Joel bana dönerek, İngilizce :
"Sence hangisi daha iyi, Denzel Washington mu, Morgan Freeman mı? " diye sordu.
"Elbette Freeman" dedim, "bir insan seksen yaşında hala yakışıklı olabiliyorsa kesinlikle başarılıdır!"
Daha sonra öğretmen olduğunu öğrendiğim Joseph bunu duyunca çok sevindi, bak adam ne diyor diye diğerlerine işaret etti.

 

Bu soru aramızdaki duvarları yıktı, bir saatir yüzyüze bira içtiğimiz Joseph de benimle akıcı bir İngilizce ile konuşmaya başladı.
Dominik'ten, müzikten, hayattan ve bilimum şeylerden bahsettik.  İngilizce bilmeyenler de yüksek sesle İspanyolca bir şeyler anlattılar.  
Çok şişman bir başka avukat  tezgahın arkasında çılgınca dansetmeye başladı.
"Burası bakkaliye satan bar mı, içki içilen bakkal mı?" diye sordum
Hep bir ağızdan "İçki içilen bakkal!" dediler. 
10 yıl önce bir kriz olmuş, barlar pahalanınca bütün bakkalar bar tezgahı koyup bakkal fiyatına içki satmaya başlamışlar.
Tezgahın üstündeki açıkta satılan kurabiye kutularını kokladığımı gören Joel;
"Aç mısın abi" dedi
"Aralarında tuzlu var mı diye kokluyordum" dedim

 

"İki dakka sabret, sana hemen bir şeyler hazırlayayım" dedi, ekmek dilimlerine tereyağ sürüp tuz ekti, mikrodalgada ısıttı.
Daha dilimleri yemeyi bitirmemiştik ki bu sefer sokaktan geçen bir seyyar satıcıyı içeriye çağırdı.
Satıcının leğeninde  eskiden bizde de seyyar satılan bumbar dolması gibi bir şeyler vardı.

 

Kan sosisiymiş, benim için özel bir tabak kestirdi, limon sıktırdı. (Limon sıkmazsan ishal yapabilirmiş) 
Tadına baktım, umduğum kadar kötü değildi, diğer sarhoşların da otlanmasıyla hemen bitti.
Bu sefer etli cinsinden kestirtti, bu daha iyiydi. 
Adları Morcilla ve Longanisaymış

 

Bitince bir daha kestirttti, benden para almadı. 
İkinci biram da bitti, bir Jumbo daha içtim, parasını sürekli yatay zafer işareti yapan (yoksa sünnet mi demek istiyordu?) zenci çırağa verdim 

 

Saat gece yarısına gelirken  uçağımız sabah erken satte olduğundan ve eskaza kaçırırsam sittin sene burdan dönemeyeceğimden (kaçırmadığım halde dönmemiz feci zor oldu)  arkadaşlardan izin istedim.
"Otelin nerde? Seni asla yaya göndermeyiz, biz bırakırız" diye tutturdular.



Joel gitti eski model cipini getirdi, beni otelin kapısına kadar bıraktı. E-mail adreslerimizi değiştik, kucaklaşıp ayrıldık. 
Dünyanın bu uzak köşesinde bile yarım saat içinde insanlarla bu kadar kaynaşabilmenin mutluluğu ve saat farkıyla o gece deliksiz uyudum.