13 Kasım, 2007

KARTAL KAYALARI
Yukarı Kızılca-Kemalpaşa Kasım '07



Aslında ben gençliğimde prensip olarak yürüyüşe karşı bir insandım.
Yürüyenleri de, ayıptır söylemesi hakir görürdüm.
Hiç unutmam, Tıp Fakültesi’ndeyken beni ille de Yamanlar’daki dağcılık faaliyetine götürmek isteyen bir kız arkadaşıma “Tabi gidelim, ama rakımızı etimizi alalım, bir de otostopla gidelim” demiştim de ayrılmıştık.
Yaşlanmanın insan bedeninde ve ruhunda yarattığı derin etkilerden biri de yürümeye karşı gelişen
bu heves olsa gerek.














Likya Yolu’ndaki yürüyüş çok hoşumuza gidince İzmir’de nerede yürüsek diye düşünmeye başladık. Ertesi hafta, ayrı ayrı iki hastam yürüyüş kulüplerindeki maceralarını anlatınca bunu ilahi bir işaret sayıp Neşe’ye kulüpleri araştırmasını söyledim (lojistik sorumlusu Neşe)


Bize uygun iki kulüp varmış, birisi Patika trekking adlı özel bir organizasyon, diğeri Bornova Belediyesi’nin dağcılık kulübü BOBEDAK. Hastalarımdan birisi BOBEDAK için “ O kadar pozitif insanlar ki, başımı göğüslerine yaslayasım geldi” dediğinden ve servisleri de evin önünden geçtiğinden onu tercih ettik.



















Bir gece önceden Neşe sandviçler hazırladı, son iki gün yağmurlu geçtiğinden yarın da yağacak mı diye tedirginlik içinde erkenden yattık. Sabah (Pazar sabahı!) saat 7 de saatin zili ile kalkıp, havayı açık görünce fırladık, Can’ı bırakıp, ucu ucuna 7: 50 deki servise yetiştik.













Ben önünde 9 Eylül Dağcılık yazan bir otobüse, nasıl olsa Pazar sabahı bu saatte İzmir’den dağa gidecek iki otobüs adam yoktur diye el kaldırdım, meğer varmış, arkadan daha kaç otobüs geçti. Biz uyurken şehirde neler oluyormuş, haberimiz yokmuş.
Bizim otobüste önce hep emekliler vardı, bizi güleryüzle karşıladılar. 
 













Hepsi yıllardır beraber yürüyorlarmış. Belediye’nin önünde biraz mola verdik, üç beş genç de bindi, toplam 22 kişi Kemalpaşa’ya doğru yola çıktık. Tanışma sırasında B grubunun rehberi Ahmet bizim kulübü nereden duydunuz dedi. Hastalarımdan Öğrendim dedim
Günlerden 11 Kasım olduğundan Yukarıkızılca köyünde geleneksel dağcılık kulüpleri Atatürk’ü anma toplantısı varmış. Dağın yamacında küçük, güzel bir köy olan Yukarıkızılca yağmurluklu elleri sopalı insan kaynıyordu.













Gruptakiler hemen ayakkabılarımız incelediler. Ben çamur çok olur , bir de bileğimi korusun diye iş botlarımla gitmiştim, hiç beğenmediler, altı profilli olması lazım bunlar çok kayar, sopa alın dediler (haklılarmış). Arabanın bagajından iki tane sopa seçtik. Ben dağlarda yürüyenlerin elinde bunları görüyordum ama hava olsun diye taşıyorlar sanıyordum, meğer dağda yürümek için çok elzem bir aletmiş.













Meydanda sıcak ekmek aldık, kahvelere dağıldık, çay içerek törenin başlamasını bekledik. O kadar kalabalıktı ki, seyrek çay içen köylülere göre yapılanmış kahvelerde kantin gibi uzun çay sıraları oluşmuştu. Köylüler yılda bir köylerine gelen bu renkli yağmurluklu sopalı insanlara karşı tam bir kayıtsızlık içinde gazetelerini okuyor, yokmuşuz gibi davranıyorlardı.

















45 dakika boyunca modifiye (çıstak) Onuncu Yıl Marşı’nı üst üste 30 defa dinledikten sonra ses düzeninin başındaki adama gidip, “Bilader şunu bi kapatsan beynimizi …” dedim. O da gariban bir belediye işçisiymiş, “Bana kaymakam gelene kadar çal dediler” dedi, biraz sesini kıs bari dedim, azcık kısıyormuş gibi yaptı. Baktık olmayacak, köyü dolaşmaya çıktık,














Kemalpaşa Kaymakamı, dağa çıkmak için sabırsızlanan 200 kişiyi 1 saat bekleterek saat 10 gibi alana teşrif etti, duyulmayan ve kimsenin dinlemediği bir konuşma yaptı. Saygı duruşu, İstiklal Marşı derken sabırsızlanan gruplar hızla tören alanını terk etti, köyün folklör grubunu izlemeye kimse kalmadı.


















Biz de iki gruba ayrıldık. Genç ve kondüsyonlu 4 kişi B grubu olarak Mahmut Dağının zirvesine doğru yola çıktı. Dağcılık kulüplerindeki onore edici terminoloji gereği dinç yaşlılardan ve genç hımbıllardan oluşan biz A grubu ise zeytinliklerin arasından Nif Dağlarına tırmanmaya başladık.














Herkes bize akıl verdi, kondüsyonumuza şaştı. Biz de 50-60 yaşındaki insanların, henüz kırkını görmemiş bizlerin kendilerinin yürüyebildiği parkurda yürüyebilmemize neden bu kadar şaştıklarına şaştık. Beni en şaşırtan ise grubun yol boyu bir dakika bile susmaması oldu.














Ben bu işin çok ciddi, pek konuşulmadan yapıldığını sanıyordum. Fıkralar, hikayeler, sıranın en başından en sonuna laf atmalar, birbirine takılmalar, şarkılar hiç dinmedi. Bir iki kısa mola vererek Kartal Kayaları denen yere çıktık. En sondaki kayaya tırmanış dışında pek zor ya da tehlikeli bir rota değildi.














Fotoğraf çekildikten sonra kayadan aşağı inerek arkasına dolaştık, biraz daha yamaçlara tırmandık. Toplam 2-2,5 saatlik bir yürüyüş sonucu, rehberimiz Kazım Hoca’nın (Güleryüzlü ciddi rehberimize herkes hocam diyor, ya emekli öğretmen, ya da dağcılık terminolojisi gereği tam bilemiyorum) 'mola' komutuyla bir düzlüğe yayıldık. Herkes fanilasını değiştirdi.














Neşe Müzeyyen Hanım’la çiçek toplamaya gitti. (Yolda Müzeyyen hanım ‘Neşe çiçek toplayacak mısın?’ diye sorduğunda Neşe “Benim gözüm adaçaylarında” diye yanıt vermişti. Meğer çiçek toplamak çiş yapmak anlamına geliyormuş)
























Erkekler hemen odun topladılar, sofralar kuruldu. Bizim şaşkın bakışlarımız altında, niye bu kadar büyük diye merak ettiğimiz çantalardan tavalar, sucuklar, yumurtalar(çiğ), kiloluk yoğurtlar, piyazlar, dolmalar, helvalar çıktı. 













 Hep birlikte yemek hazırlığı yapıldı, ıslak odunları tutuşturduk, büyük bir ateş yaktık. Biz sandviçlerimizin yanında sofradan da yedik, hatta artan yiyecekler için ‘yok mu yiyen atıyorum’ dendikçe atılmasın diye ben yediğimden davul gibi şiştim.















Yağmurluğu ıslak toprağa serip biraz kestirdim. Yemeğin üzerine kulübün çaydanlığında çay demledik (deri çantadaki kocaman çaydanlığı bir gönüllü taşıyor, herkesten toplanan su kaynayınca iki avuç çay atılıp, 20 dk bekleniyor), ateşin başında ısınmaya çalışarak içtik, sohbet ettik.














Hocanın söylediğine göre İzmir dağcılık açısından bir cennetmiş. Hiçbir yerde bu kadar çok ve amatör dağcılık kulübü yokmuş. İstanbul’da haftasonu gezileri 60-70 liradan aşağı mal olmuyormuş. Bizden kişi başı 7 lira yol, ayrıca üye olmayanlardan 4 lira derneğe bağış toplandı. Ateşi söndürdük, yola düştük. İnişte düz tabanlı botlarla çok zorlandım.














En arkaya kalınca patika da iyice kayganlaştı, elimdeki sopa olmasa çömleği kırmak işten değildi. Grubun arkasını toplayan deneyimli dağcıya artçı deniyor, bizim bu yürüyüşteki artçımız Mehmet Ali abi (eski bir komandoymuş) her kayışımda 'hop, yok bişey devam' diye gaz verdi, beni topladı.














Dönüş yolumuz aslında kısaydı ama rehberimiz Kazım Hoca bizi dağlarda dolaştırarak zirve yapan diğer grupla aynı anda saat 4 gibi köye indirdi. Köye yaklaşırken yanımızdan arabalarının içinde geçen piknikçilere sanki biz hiç oralarda arabayla dolaşmamışız gibi tiksinti ve acımayla karışık duygularla baktım.















Kahvede birer çay , köy tuvaletini ziyaret derken, saat 5 te otobüs bizi evin önünde bıraktı.
Akşam insanda gerçekten zevkli bir yorgunluk oluyor.Aslında ben biraz daha zorlanmayı umuyordum, bir dahaki sefere B grubuna geçme arzumu Ahmet’e belirttim, “Kaslarınız biraz alışsın bir iki ay sonra olur” dedi.
Bu yazıyı özlediğimiz Ayça Şen röportajları tadında bitirmek istiyorum:















1.Dağa çıkarken neyse de inerken profilli ayakkabı şart!
2.Ne terör ne türban. Türk halkının gündemi 8-0 Liverpool yenilgisi. Konu dönüp dönüp buraya geliyor.
3.Bana öyle geldi ki dağa çıkanlar, yürüyüşten ziyade dağdaki yemekten ve akşam eve döndüklerindeki tatlı yorgunluktan zevk alıyorlar.
4.Bütün kulüp üyeleri benim işyerinde, kongrelerde falan takmaya yüksündüğüm kartlarını dağda yürüyüşe başlarken boyunlarına taktılar.
5.Kulüp adsız alkolikler derneği gibi: kimse kimseye sen kimsin sıfatın ne diye sormuyor, ne kadar anlatırsan O’sun.
6.Yıldırım Demirören’i herkes kocakafa diye çağırıyor
7.Bu haftasonu yürüyüşe gidemiyoruz, zira ben Suriye’deyim(İnşallah)