27 Haziran, 2013

PORTEKİZ (Lizbon) Kasım 2012








THY geçen kış acayip indirimlerle pek çok şehre 99 euroya gidiş dönüş bileti sattı.  Neredeyse iç hat bileti fiyatına olunca biz de üç haftasonu için Lizbon, Paris ve İsfahan'a bilet aldık.  



Portekiz uzun süredir merak ettiğimiz bir ülkeydi ama gerek uzaklığı gerekse geçmişte yeşil pasaporta vize uygulaması bizi gitmekten alıkoymuştu.



 İzmir’den İstanbul’a Atlas Jet ile gittik. Promosyonları THY'nin sitesinde İzmir’den Portekiz’e diye aratırsan bilet ücreti fazla çıkıyor,  ayrı ayrı satın alınca daha ucuza geliyor.




O kadar ucuz ki, uçakta yiyip içtiklerimin bedeli bilet ücretinin yarısı olabilir. 


Geçenlerde Benfica-FB maçlarını izleyince Lizbon anıları canlandı, yazayım dedim. (Biraz yavaş yazıyorum)



 


Cuma günü izin alarak sabah 6'da İzmir'den çıktık. İstanbul-Lizbon uçuşu  3,5 aat sürdü. Uçakta Türkiye'den eve dönen Portekizli Erasmus öğrencileri vardı



Lizbon havaalanı şehir içinde, merkeze 5 km. 
Ben  kalacağımız eve yürüyerek gitmeyi planlamıştım ama uçağımız rötar yapıp saat 13 yerine 15' te inince daha fazla vakit kaybetmemek için Havaş benzeri bir otobüse bindik. (2x3,5euro)




Aslında günlük  kartlar varmış ama biz o kadar dezorganizeydik ki Lizbon’da kaldığımız sürece becerip de bunu alamadık. 

Lizbon’da Couchsurfing'den İsabel adlı bir hanımın evinde konakladık.  İsabel’in evi şehrin tam merkezinde, Restauradores Meydanı'nda. Google Maps sayesinde daha İzmir'den evin yerini iyice bellemiştik, elimizle koymuş gibi bulduk. 

 


 İsabel ve anladığımız kadarıyla hayat arkadaşı ( böyle şeyler sorulamıyor tabi) Anapaula'nın ilk misafirleri bizmişiz. 

O kadar heyecanlılardı ki bizi camda bekliyorlardı. 
Sokağa girince pencereden sarkarak  seslendiler. 
Çantalarımızı bıraktık, incirli kaftan hediyelerimizi verdik. (Tariş incirleri)

 “Türkiye’den ne istersiniz?” diye sorduğumda elma çayına hayran olduklarını, biraz getirirsek çok makbule geçeceğini söylemişlerdi. Neşe kuru kahveciden granül şeklinde olanlarından ikiyüzelli gram almış, kilosu 6 liraymış.

 


 Ben: “Yahu bu çok dandik, kimyasal bir şey. Belki de sallamasından istiyorlardır” dedim, 

Sanki o dandik değilmiş gibi bir paket de sallama elma çayı aldık. 
İkisini de ortaya çıkartınca naylon torbadaki kimyasal şeye sevindiler. 
Avrupalıların elmalı oralete olan tutkuları açıklanabilir bir şey değil. Beyaz adamın yerlileri incik boncukla kandırıp altınlarını aldığı gibi bizim pazarcılar da turistleri elmalı oraletle kandırıp eurolarını alıyorlar.

 


 Pek öyle teknoloji gerektiren bir şey de değil ama 
demek ki akıl edip üretemiyorlar :
Bir elmalı oraleti; iki taharet musluklu tuvaleti! 




Her neyse; vaktimiz çok sınırlı (48 saat) olduğundan çantalarımızı kalacağımız çatı katına atıp elimizde ev sahibelerimizin önemli noktaları işaretlediği haritamızla evden fırladık.



Sokağın başında dimdik yokuşu çıkan bir tramvayla karşılaştık. Ben nasıl çıktığını ilk önce anlayamadım ama sonradan öğrendim. Funiküler dedikleri bizim Karaköy Tüneline benzeyen bir sistemmiş.


  
Lizbon beyaz duman altında! 
Her köşe başında bir kestane satıcısı var. Kömürün cinsinden mi nedir kestanelerin üzeri de bembeyaz. 
Bir türlü denk getirip yiyemediğimizden tadını bilemiyorum. (Fiyatını biliyorum, külahı 2 euro)

 


Gerçekten pek çok açıdan İzmir’i andıran bir kent. Hatta Lizbon yaşamayı , Porto çalışmayı sevenlerin kentiymiş ve Portolular Lizbonluları tembel addederlermiş.



  Yollarda ve kaldırımlardaki desenler İzmir Kordon'unun desenlerine benziyor.



Bu siyah beyaz desenler buranın etkisiyle bir de Salvador de Bahia'da vardı.



Elbette İzmir'le benzerlik sadece görünüşte.



Buradaki taşlar gerçekten sanatkarane bir şekilde tek tek düzeltilip dizilip sürekli bakımdan geçiriliyor.


  
Yolda böyle bir bakım çalışması gördük, işçi her taş parçasıyla  uzun uzun uğraştı, yerine uydurdu.



İzmir'deki kaldırımlar ise iki renkli beton dökülerek yapılmış. Buna rağmen birisi boru geçirmek vs için kırdığında belediyemiz onu bile orjinal şekliyle tamir etmekten aciz.




Ayrıca Lizbon'da binaların cepheleri de pek süslü.


 


 Bizde genelde kenar semtlerde uygulanan ve bayağı görülen apartmanın dışını fayans kaplatma işi burada gözümüze havalı göründü.




Bir dükkanın önünde  millet harıl harıl ayaküstü bir şeyler içiyordu. Yanaşıp baktım likör mü, turşu suyu mu anlamadığım bir şeyi tezgahtar ufak bardaklara dolduruyordu.  



Kapının önünde Türkçe konuşan bir baba kızı görünce 
 “Nedir bu içtiğiniz?” diye sordum
 Kız:
“Meşhur bir likör”, derken babası; 
 “Türk olduğumuzu nerden bildiniz?” diye hayret etti. 
“Türkçe konuşmanızdan” dedim
Balıkesir’den Erasmus öğrencisi olan kızını ziyarete gelmiş baba pek heyecanlı görünüyordu.
I love Erasmus! Sahile doğru yürüdük. Ortalık hareketli, cambazın biri tek tekerli bisikletle gösteri yapıyordu.
   


Yol üzerinde eski bir binada bedava olduğu belli olan sergi olduğunu görünce girdik. 
Moda müzesi gibi bir şeymiş. İlginç şeyler vardı.



Büyük bir kapıdan geçip deniz kıyısındaki ticaret meydanına çıktık.



 Kapı zafer takına da  benziyordu.



Deniz kıyısındaki bu meydanın adı Praça Commerciales'miş
(Deniz dedim ama  burası aslında çok geniş bir nehir yatağı, İstanbul Boğazı’na benziyor. Nehir 10-15 km ilerde boğazın Karadeniz’e kavuştuğu gibi Atlantik okyanusuna açılıyor



 Millet kıyıda vakit öldürüyor.




 Nehrin üzerinde uzakta gözüken San Fransisco’daki Golden Gate köprüsünün bir benzeri.  Sonradan okuduğuma göre  bu köprüyü de Golden Gate’i yapan firma yapmış . Adı ilk yapıldığında Salazar Köprüsüymüş. Diktatör Salazar devrilince, devrildiği tarih olan 25 Nisan adını vermişler. 

Meydanın ebatları  agorafobiklere sıkıntı yaratacak derecede büyük.  



 Çevresi ortaçağ binalarıyla çevrili. Hippi kılıklı gençler gruplar halinde alenen esrar içiyorlar.

 


Daha sonra ev sahibemizden öğrendiğimize göre bu ülkede esrar içmek ve içecek kadar taşımak serbest ama satın almak ya da yetiştirmek yasakmış. 

Anlaşılan  ancak yerden bulursan içmek serbest.

 


 Ayrıca herkes sarma tütün içiyordu. 

O kadar ki Marlboro bile dayanamamış, sarma tütün çıkartmış.

 


 Sahilde güneş batıyordu, bir iki fotoğraf çektikten sonra meydanın Batı yakasında Şarap müzesi gibi bir şey gördük.


 


Şarap üreticilerinin kurduğu bir vakıfmış. Saat başlarında Portekiz şaraplarını tanıtıp tadım yaptırıyorlarmış Biz de yorulduğumuzdan içerdeki masalarda bedava internetten faydalanarak bekledik. 

Saat geldiğinde salonda 20-30 kişi toplanmıştı. 
Bize harita üzerinden Portekiz'in şarap bölgelerini, bu bölgelerde üretilen şarapların karakteristiklerini falan uzun uzun anlattılar.



Sonra bu bölgelerin şaraplarından güzel kadehlere birer parmak koyup tattırdılar. 

 


 S
anırım şarap  azcık koyup, koklaya koklaya içince insanı daha çok çarpıyor.

 


Her şarabın tadılması 10-15 dk sürdüğünden üçüncü kadehte sıkılıp çıktık. 

(Aslında önce ben boş bardağı götürüp biraz daha istedim, vermeyince sinirlenip çıktım)
Akşam yemeği için İsabellerin bize önerdiği Taverna Flores'i aradık. 
Portekizliler işi gücü bırakmış kendilerini  yeme içmeye vermişler.

 


 Bu konuda Yunanlıları bile geçmişler . 

Her köşede ufak 5-6 masalık restoranlar , pastaneler. 
Hepsi de dolu.

 


Mahalle arasındaki pastanelerde yaşlı kadınlar adamlar apartman toplantısı gibi toplanmışlar , süslenmişler, kahve içip pasta yiyorlar.


 


Restoranların camlarında elle yazılmış günlük yemek listeleri var. Eldeki malzemeye göre her gün değişik bir şeyler çıkıyor. Yemek fiyatları da sanırım Avrupa’nın en ucuzu:

Ana yemekler 6-8 euro arasında. 
Bir tanesi 2,5 lirayı geçen euroyla ucuzluk da olsa olsa bu kadar olur.

 


Rue de Flores’de bize tavsiye edilen tavernayı -dışarda sigara içenler sayesinde, kolayca  bulduk.


 


İçeri girince tarihi bir mekanda bulunduğumuzu hemen anladık.

1930 ların sıcak bir atmosferi hemen hissediliyor.
Garsona sorduk açılalı henüz 7 ay olmuş.

 


 Ana hol dolu olduğundan mutfağın önünde restoranın sahiplerinin kendileri için ayırdığı masalara oturduk. Menü yine günlük olarak kara tahtaya tebeşirle yazılmış.

 Garson çocuk her masanın yanında diz kırıp tek tek yemekleri anlatıyor.

 


 Çocuğun İngilizcesi  o kadar Türk aksanlıydı ki "Kesin bu da bizim Erasmus öğrencisi" dedim

 “Sen Türk müsün?” diye Türkçe sordum, değilmiş.
Portekizce bizim lisana benzediğinden, aksanları da benziyor demek ki. 
 Oğlanın tavsiyesiyle ortaya üç kap yemek söyledik: 
Midye haşlama, baby fish ve ızgara keçi peyniri.




Yanında bira isteyince “Küçük mü, büyük mü?” diye sordu,
“Küçük” dedim, çay bardağı gibi bardaklarda biralar getirdi. Portekiz’de küçük bira 150 ml.lik şişelerde. Ayrıca 330, 500 ve litrelikleri de varmış.


 


 En meşhur biralarının adı da afedersiniz; Süper Bock! 

Yemekten önce ev ekmeğiyle asitli, acı zeytinyağı ve zeytin getirdiler.

 


 Bu istemeden gelen ve ikram gibi görünen şeylerin paralı olduğunu internetten okumuştum, bu nedenle adisyonda 3,5 euro yazıldığını görünce arıza çıkarmadım. 


Ekmekleri süperdi. Zaten Portekizliler bu ekmek işinde çok ileri gitmişler. Bizim pazarlarda satılan köy ekmeğinin şekilsiz ve küçük boylarını her köşede gördük ve yedik, çok lezzetliydi.

 


Sofrada ayrıca tahta gibi deliksiz tam buğday ekmeği vardı, ona da bayıldım. Geçen yazımdaki ticari önerimi (Brooklyn'de Nargile Kahvesi) Amerika vizesi alamadığından gerçekleştiremeyenlere bu tip çeşitli artizan ekmekleri Türkiye’de üretmelerini öneririm. Katkı maddeleri ve fabrikasyon üretimi ile görüntüsü ekmeğe benzeyen ama tadı tuzu olmayan ekmeklerden bıkmış bir hayli müşteri bulacaklarına eminim. 
 Yemekler çok nefisti: Baby fish dediğini ben papalina gibi birşey bekliyordum. Bol zeytinyağında sotelenmiş  yılan balığının cenini gibi bir şey geldi, görüntüsü soya filizine benziyordu.

 


 Midye 1930'lardan kalmış eski bir çinko tasta servis edildi, taze kişnişliydi. 

Keçi peynirinin yanında da şekerle karamelize edilmiş soğan reçeli gibi bir şey vardı.

 


 Üçü de hiç bilmediğimiz tatlar olan bu yemeklerden pek bir zevk aldık.  Ben ayrıca bir de ev yapımı bira içtim. Koyu renkli ve bulanıktı, tadını çok beğendim. (3,5 euro)



 


 Toplamda 31 euro hesap geldi, kendimi zorlayarak 1,5 euro da bahşiş bıraktım.

Bahşişli tabağı bizim masadan almadılar. 
Restorandan çıkarken başka bir masanın 10 euro bahşiş bıraktığını ve onların tabağının hemen alındığını görünce pişman oldum, keşke hiç bırakmasaydım dedim.

 


 Restorandan çıkınca yukarı yürüyüp Barrio Alto denen, Lizbon’un  gece hayatının aktığı sokakları turladık. 

Saat henüz erken olduğundan millet yemeğe yeni başlıyordu. 
Bir iki restorandan dışarı fado sesleri geliyordu. 



Aslında hiç tahammül edemediğim bir müzik türü olan fado burada her nasılsa hoşuma gitti. Demek ki her müzik  kendi toprağında havasında güzel gelebiliyor. Bir sonraki akşam ev sahiplerimize hiç tanımadıkları Feyruz’u dinlettim. Suriye'de ağlayarak dinlediğim müzik bırak onları, benim bile hiç hoşuma gitmedi. 
(İstisnası Bossa Nova. Hatta geçen hafta Neşe'ye dedim ki; "Bende bir gariplik var. Bildiğim kadarıyla atalarım yüzyıllardır bu topraklarda yaşamış, Amerika kıtasından göçen de yok ama nedense benim gönül telini TRT türküleri değil, Brezilya müziği titretiyor)

Bu sokaklardaki barlar pek meşhurmuş ama gece yarısına doğru açılırlarmış. Turistler kafileler halinde geziyor, restoranlar dışarıya attıkları masalarla turistleri cezbetmeye çalışıyorlardı.

 


Yerel barlarda Lizbonlular heyecanla Benfica'yı izliyorlardı

İçerdekinden fazla kişi de sokaktan televizyondaki maça heyecan yapıyordu.

 


Mahalle aralarındaki ortası heykelli şirin meydanlarda  gençler toplanmış bira içiyorlardı.


 


 Yağmur çiselemeye başlayınca eve döndük.


 


İsabel gece açılacak barlara gitmek için tekrar dışarı çıkacak mıyız diye sordu

 “Yok canım, biz on yıllık evliyiz” dedim. 
 Oturup mutfakta  Porto şarabı (tatlı) içip  sohbet ettik. 
İsabel (düz saçlı olan) belediyede çalışan bir haritacı,
Ana ise ülkenin büyük bir gazetesinde iç politika muhabiriymiş.

 


 Ana'ya "Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz?" diye sordum. 

“Korkutucu görüyorum” dedi 
“Nasıl yani biraz açar mısın?” diye üsteledim 
“Türkiye Avrupa’nın Doğu'ya açılan kapısı, bu nedenle stratejik açıdan çok önemli bir noktada ve çok güçlü. Ayrıca çok zengin olabilecek potansiyeli olduğunu düşünüyoruz” dedi 

 


 Avrupa topluluğuna girişimiz konusunda ne düşündüğünü sordum 

“5-6 yıl öncesine kadar bu konu ciddi ciddi tartışılıyordu ama bence  artık imkansız , zira çok büyüdünüz. Almanya ve Fransa’ya denk bir güçle girerseniz topluluğun bütün dengeleri bozulur” dedi.
Ben de “Bizim halk da son perişanlığınızı gördükten sonra pek girmek istemiyor zaten” dedim.
Evleri 18 yy dan kalma restore edilmiş çok güzel bir apartmandaydı.

 


Kendilerine aitmiş, fiyatı 200 bin euro falanmış.  

Ana’nın çalışma odasının duvarları kitaplar, CD lerle doluydu.




Bize tahsis ettikleri çatı katı normalde İsabel’in yirmili yaşlardaki oğlununmuş. Macera olsun diye Fransa’ya üzüm toplamaya gitmiş.

 


 
Ana sabah arkadaşlarını havaalanına götüreceğinden bahsetmişti, nitekim gece arkadaşlarının seslerini duyduk. Sabah  erkenden kalktım, kendime bir kahve yapıp kitap okurken Ana arkadaşlarıyla geri geldi. 
Madeira’ya gidecekermiş ama uçağın saatini şaşırınca kaçırmışlarmışlar. 
Madeira Atlantik okyanusunda bir ada, arkadaşları da orada veterinermiş. 
Gevşek insanlardı.



Hep birlikte kahvaltı ettikten sonra biz dolaşmak üzere kalktık.



İsabel saat 16 da Belem  semtinde bir  tiyatroya gideceklerini, erken dönersek bizi arabayla okyanus kıyısına götürebileceklerini söyledi, olur dedik

İkinci günümüzde şehrin eski bölümünü oluşturan Alfama bölgesini gezmek için tramvaya binmemizi önerdiler. Ben günlük Eshot kartını nerden, nasıl alırız diye anlamaya çalışırken Neşe:
 “Aman, tramvay dedikleri olsa olsa 1 euroluk bişeydir, n'oolcak” dedi.

  


Bir euroya hiçbirşey olmadığını, hatta garsonların bir buçuk euro bahşiş bırakılan tabağı bile almadıklarını bildiğim halde uzatmadım. 
Evin yakınındaki Praça Fihguieras (İncir Meydanı) dan kalkan 28 numaralar tramvaya  tam kalkmak üzereyken yetiştik.


 

Kadın vatmandan bilet aldık, 15-20 dakikalık yolculuk kişi başı 3,25 euro imiş!



Anladığım kadarıyla ring yapan bu tramvayı genelde turistler kullanıyor  



Herkes fotoğraf çekme peşinde.



 Tıngır mıngır yukarılara tırmandık, dar sokaklardan geçtik. 
Biz sokakların, sokaktaki turistler de bizim tramvayın fotoğrafını çekiyorlardı.  



Ben tepede inelim dedim ama Neşe turu tamamlamak istedi. Tramvaydan inince bu sefer yürüyerek aynı mahalleye bir daha tırmandık. 
Bu mahalle eskiden Müslümanların oturduğu bir bölgeymiş.

 


Alameti farikası eskiden Tarlabaşı’ndaki gibi evlerden sarkıtılan çamaşırlar.

  


 Lizbon diye aratınca hep bu çamaşırlı fotoğraflar çıkıyor.
 Benim fikrime göre plastikten yapılmış bu çamaşırları Turizm Bakanlığı astırıyor. Yoksa yağmurlu havada  çamaşır kurumayacağını ben bile biliyorum.



Ara sokaklardan birinde süper bir proje gördük.



Sokağın sakinleri, evlerinin önünde, günlük hayatlarında fotoğraflanıp büyük siyah beyaz fotoğrafları duvarlarına  asılmış.
   


Genelde yaşlı ve yoksul bu insanların fotoğrafları ve mahallenin havası harikaydı.
Uzun süre bu sokaktan ayrılamadık.



Fotoğraftakilerin bazılarını aynı sokakta canlı olarak da gördük.  



Yokuşları çıka, ine, çıka meşhur kaleye geldik. 
Bedava olan giriş kısmında  biraz vakit geçirdikten sonra elbette bilet almadan dışarı çıkıp kalenin arkasındaki turistik sokaklarda takıldık.



Buranın mantarı meşhur olsa gerek, mantardan yapılmış envai çeşit hediyelik vardı.



Zemin kattaki çamaşır serilmiş bir pencereden gelen kanarya sesi fadoya karşıyordu. 
Müziği daha iyi duyabilmek için pencereye yaklaşınca el örgüsü perdenin arkasından bana bakan ev sahibesiyle burun buruna geldik, ikimiz de korktuk.



 Kim bu çalan diye sordum, kadın:
 “Karluş Rağmuş” dedi. 
Eve dönünce sordum; tahmin ettiğim gibi Carlos Ramos yazılıyormuş, eski zamanlardan müteveffa bir fado şarkıcısıymış.





Kaleden aşağı inerken bir seyir terasına denk geldik. Burası turistik bir yermiş daha sonra ex-akil adam Murat Belge’nin Başka Kentler, Başka Denizler kitabından öğrendiğime göre adı Miradouro'ymuş.  



Kitabı gitmeden okumayı unutmuşum, dönünce okudum. İki günde  Hale Soygazi -Murat Belge çiftinin Lizbon’da gezdiği her yeri nasıl olduysa biz de ayynen gezmişiz. 
 Ya Lizbon küçük, ya bizim kafa denk gelmiş. 

Burada, Uzakdoğu’nun tuktuklarına Avrupai sosyetik bir yorum getrmişler.
  



Aşağıdan bir kilisenin değişik ebattaki çanlarının melodi oluşturan sesleri geliyordu.




Nitekim az sonra meşhur katedrali de bulup içerdeki ayine kıyısından duhul ettik.



Lizbon, katedralleri, siyah beyaz desenli taş kaldırımları, büyük heykelli meydanları ile çok hoş bir kent. Heykeller pek görkemli ama zamanında çok korkulan bu savaşçıları kuşlar pek ciddiye almıyor.



Eve dönmeden önce bize tavsiye edilen Pinokyo adlı et restoranına gittik ama daha açılmamış. 
İki gün boyunca uğraştık, denk getirip yiyemedik. Ya açılmamıştı, ya yer yoktu.

 

Bizim sokağının başındaki bir lokantada öğlen yemeği yedik.



Neşe pirzola, ben ızgara kalamar yedim. Kalamarda iş yoktu ama yanındaki haşlanmış patatesler pek güzeldi. (İki bira ile birlikte16 euro) 
Restoran daha yeni açıldığından yemeklerin gelmesi epey uzun sürdü.



Evde İsabeller hazır bizi bekliyorlardı. Gevşek veteriner arkadaşlarını evde bırakıp dışarı çıktık. 
Bize önce arabayla bir şehir turu attırıp önemli binaları gösterdiler. Benim aklım sadece Pazar günleri kurulan bitpazarında kaldı. 
“Parkedip şöyle bir gezsez” dedim 
“Vaktimiz yok” dediler



Daha sonra sahil yoluna çıktık ve kıyıdan Kuzey’e doğru ilerledik. Nehrin ağzındaki ufak bir kayalık okyanusun başladığı çizgiyi belirliyormuş. 
Kıyı boyunca güzel plajlar vardı ama vahşi dalgalar kıyıyı dövüyordu.  Hava 14, deniz suyu 10 derece falandı ama yüzlerce Lizbon'lu yağmurlu Pazar günlerini rüzgar ve dalga sörfü yaparak geçiriyorlardı.



Israrlarım sonucu sörf yapılan plajların üzerindeki otoparkta durduk. Bir sürü insan arabalarının yanında soyunup giyiniyorlardı.  



Ben hesapta İzmir'de yaz kış yüzüyorum ama  bu havada denize girip, böyle açıkta soyunsam bir daha iflah etmem.  



Kuzey'e Singra denen turistik kasabaya doğru gittik . İsabellerin burada deniz kıyısında bir yazlıkları varmış ama vaktimiz kısıtlı olduğundan oraya kadar gidemedik. Dönüşte yine benim ricamla okyanusun kıyısında durduk. Kayalıklarda biraz yürüdüm. 15 yıl önce okyanusu karşı kıyıda New York, Long İsland’dan görmüştüm. Bu sefer Doğu kıyısını da görmüş oldum. 
İlerde Avrupa’nın en Batı ucunu oluşturan Cabo da Roca (Roca Burnu) görünüyordu.  



Okyanusa ve dalgalara bir gün buradan yelkenliyle açılma hayaliyle baktım, o günü gözümde canlandırmaya çalıştım.

 

Okyanusun büyüklüğünü ve gücünü hissederek  ürperdim.  



İsabellerin gidecekleri tiyatro Belem Kültür Merkezi'ndeymiş. 
Bizi otoparka girmeden indirdiler.



Kültür merkezinin hemen yanında Pazar'ları kurulan antika pazarını gezdik.




Avrupa bit pazarlarında mallar ilginç ama fiyatlar pahalı oluyor.



Antika pazarının hemen karşısında Lizbon kadar, hatta belki daha meşhur Pastais de Belem (pastayiş debelem okunuyor) tatlısının yapıldığı pastane, kaldırımda uzayan kuyrukla dikkat çekiyordu.



Neşe’nin ısrarıyla biz de pastaneye gittik. 
Ben böyle enayi bir şey için sıraya girmeyi kesinlikle reddettim ama Neşe ısrarla girdi, bekledi.



Sıra bize gelince sıradakilerle boğuşarak ev sahiplerimize de götürmek üzere altılı bir paket aldı.



Pastais de Belem yüzyıllardır aynı yerde üretiliyormuş.



Dışı milföy hamuru, içinde  vanilyalı muhallebi var. Fırından sıcak çıkması ve tanesinin 1 euro olması dışında bence hiçbir numarası yok ama gel de gözü dönmüş turiste anlat!



Millet bunu alacağım diye birbirini eziyor. Bir yandan onlarca kişi seri üretim yapıyor, yine de talebe yetişilemiyor. 
Bu kadar para verdik bari tuvaleti kullanalım diye pastanenin içine de girdik. O da nesi: 
İlerledikçe odalar kompartımanlar, salonlar; pastanenin içi git git bitmiyor. İçerde yüzlerce kişi pasta yiyor, kahve içiyor.



Tuvaletleri neredeyse alışveriş merkezlerinden geniş ve ferah. 



Pastaneden çıkınca eve yürüyerek gitmeye karar verdik. Sahilden yaklaşık 8 kilometrelik yolu geze geze iki saatte yürüdük. 
Yolda 25 Nisan Köprüsü'nün altından da geçtik.  



Sörfçüler tahtalarını kollarının altına kıstırmış Pazar akşamı eve dönüyorlardı.



Yoruldukça parklarda oturduk.  



Akşam yemeği için şarap seçtik.  



Mahalle arası bakkallarında bile geniş bir şarap rafı var.  



Şarap fiyatları ucuz. İyi şaraplar 3 eurodan başlıyor. 
Tatlı- sert Porto şarapları 4 euro.



Eve girmeden evin hemen önündeki  Hard Rock kafeye de girdik. Bunca yıldır çeşitli ülkelerde önünden geçerim ilk defa girmek aklıma geldi.




İçerisi bildiğin Leman Kültür gibi bir şeymiş. (Hoş; Leman Kültür'e de ilk defa bu sene girdim)
Fiyatları pek fahiş değildi. Bolca hediyelik tişört vs de satılıyordu. 

Eve vardığımızda İsabeller henüz tiyatrodan dönmemişlerdi. 
Bir kafeye oturduk, kahve içerek kitap okuduk.



 Saat 7 gibi eve tekrar döndüğümüzde mutfaktan nefis kokular geliyordu.  Kızlar (Ne yazık ki  ben de menapoza girmiş kadınlara kızlar diyecek yaşa geldim) çoktan şaraba başlamışlardı .



Üstteki resim buzdolabının üzerindeydi. 
Buzdolabında bir de İngilizce okuma fişleri gibi  mıknatıslar yapışıktı. Bu kelimeleri rastgele bir araya getirince şiir gibi görünen havalı cümleler ortaya çıkıyor, hoşuma gitti.



Çeşitli peynirler, jambonlar eşliğinde biz de hemen ortama dahil olduk.   



Birlikte sofrayı kurduk, salata yaptık.  



Hep adını duyduğumuz Cod fish'i daha önce sohbet esnasında sorduğumuzdan  akşam pişirmeye karar vermişlerdi.  



Bu Kuzey Denizi’ne ait balığı eski çağlarda Portekiz’e kadar bozulmasın diye gemilerde tuzlayıp kuruturlarmış.  Ağız tadı alıştığından günümüzde  de aynı şekilde tuzlanarak takır takır kurumuş halde satılıyor. Bizim Van’ın inci kefali gibi suda ıslayıp tuzunu akıttıktan sonra pişiriyorsun. Taze balıklar dururken bence hiç akıllıca değil ama milli yemekleriymiş. Hamsi gibi 300-500 çeşidini yapıyorlarmış . 
Bize fırında  patatesli sarımsaklısını yaptılar.



Patatesleri de fırında kaya tuzunun içine gömerek pişirdiler. Balığın tadı vatoza benziyordu, fena değildi. 
Muhabbet muhabbeti açtı, müzikte ve edebiyatta aynı zevklere sahip benzer frekansta kişiler olduğumuz anlaşılınca şarabın biri gitti, biri geldi; gece yarısına kadar sohbet ettik.



İsabel sabah işe gideceğinden geceden vedalaşıp yattık.
Pazar sabahı son günümüz olduğundan alışveriş ve biraz daha gezmek için erkenden evden çıktık. 
Marketten hediyelik porto şarabı ve Can’a sosis aldık.



Ayrıca ikimiz de 3 gün boyunca Can’ın koleksiyonu için gazoz kapağı topladık. Neşe bu işi o kadar ciddiye aldı ki yerlerde kapak aramaktan Lizbon’u pek göremedi desem yeri var. 
Neşe’nin isteğiyle asansöre gittik.



Bu asansörün  Brezilya’da Salvador’da aynısı var. Orda 3-5 kuruşa binmiştik.

 

Burada ise asansörün üzerindeki terasa çıkıp şehre ordan bakmanın fiyatı  5 euroymuş! Asansörün fiyatına 
artık  bakmadım. 
Biz şehre, terasın 3 metre altındaki bedava olan kısımdan  baktık   



Öğleyin evden çantalarımızı alıp havaalanına yürüyerek gitmek üzere çıktık. Aslında mesafe düz yoldan  5 km, ama biz ana cadeyi bırakıp elimizdeki haritaya bakarak ara sokaklardan gitmeye çalışınca çuvalladık.
Akıl edemediğimiz şey Lizbon'un tepeler üzerine kurulu olduğu ve bu tepelerin şehir haritasından görünmediğiymiş.

 


Sırtımızda Porto şaraplarıyla bir kaç tepe çıkıp indikten sonra pes edip metro istasyonunu sorduk.


 


Metro girişinde bilet gişesi yoktu. Otomatik makinelere prensip olarak asla güvenmediğimden 
(Paranı yutsa derdini kime anlatacksın) güvenlikçiyi yardıma çağırdım. Bize iki bilet aldı. Bir bilet 1.25 euroymuş. Ayrıca kart için de 50 cent depozito alınıyormuş. Çıkışta geri alabileceğimizi söyledi. 
Metro istasyonu sanatsal çizimlerle doluydu.



Havaalanına varınca çıkıştaki gişeden depozitomu almak için sıraya girdim. Önümde iki kişi vardı. Birinin işi hemen bitti, ama bir diğeri yelken yarışı için gelen 30 kişiye bir sürü kombine bilet alıyormuş. Biletler  isme ve tek tek kesiliyordu. Bir euro için bekle, bekle perişan oldum.



Paradan ziyade beklediğim zamana kıyamadığım için beklemeye devam ettim, en sonunda paramı geri aldım. 

Çekin yapıp biniş kartımızı aldık, ikinci bagaj kontrolünden de geçtik ama pasapotumuza bakan olmadı. Salonda beklerken Neşe "Bari kapıya gidelim" dedi. 
Allah'tan gitmişiz!
Pasaport kontrolü kapılardan hemen önceymiş ve bayağı da kuyruk varmış. 
İlk defa böyle aberran yerleştirilmiş bir pasaport kontrol noktası gördüm.

 

 Biz Lizbon’u ve Lizbonluları çok sevdik. 

Pek az kentte hissettiğimiz burada yaşanır  duygusunu burada hissettik. 
 Caddelerinin güzelliği, sessizliği (Öyle ki  gürültü olarak sadece bir kez düdük çalan asker kıyafetli bir meczup gördük. İsabeller de tanıyormuş, sömürge savaşlarında kafadan sakatlanmış)

 


Restoranları, insanların tipleri dilleri ve huylarının bize çok benzemesi, Avrupa'nın iki köşesinin birbirine bu kadar yakın olması ilginçti. 

Bir dahaki sefere yazın  gidip okyanusa girmeyi planlıyoruz.  




Bütçe (kişi başı): 

Uçak: 99  + 50 euro
Harcama 50 euro
Toplam 200 euro
Kitap: Bir Ruh Macerası / Ayşe Şasa