02 Kasım, 2009

İZMİR

7 Şubat 2008





7 Şubat 2008 günü sabahtan hava çok soğuktu.
Akşamüstü işten çıktığımda ise hayretle, günlerdir süren soğuğun kırıldığını, tatlı ılık bir meltemin estiğini farkettim.
İş çıkışı bisikletimin üstünde eve doğru yol alırken dilime bir Coşkun Sabah şarkısı takıldı

’Bu aksam icimde hüzün var
Gözümde canlandi anılar’


Eve gitmek için fazla güzel bir hava olduğunu düşünerek ön tekerleğimi Alsancak istikametine çevirdim.
Yıllar önce otostop yaparken tanıştığım kadim dostum Harun’a uğradım. Kordon'daki balkonunda güzel havanın tadını çıkardık, çayırda güreşen, gitar çalan gençleri izledik, sohbet ettik.
Ben buraya Büyük Kordon Lisesi diyorum.



Diğer okullarla birlikte sonbaharda açılıyor.
Ders saatleri sabah 7 den güneş batana kadar, kıyafet serbest. Bira, şarap serbest. Sigara serbest. Öpüşmek, sevişmek serbest.


İzmir'in en büyük karma lisesi:
Büyük Kordon Lisesi!

İşin kötüsü ben artık kendimi bu gençlere bakarken , sanki ben hiç yapmamışım gibi, içimden 'Anaları babaları da bunları okulda biliyor' diye söylenirken yakalıyorum.


Havanın kararmasına yakın eve gitmek üzere kalktım ama aşağıya inince bisiklet kullanmak için biraz fazla sarhoş olduğumu fark edip açılmak için yürümeye karar verdim.
Bornova Sokağı'ndan Kıbrıs Şehitleri'ne çıkarken caddenin köşesinde bir hareketlilik dikkatimi çekti.


Kocaman bir minibüsü yolu tıkayacak şekilde park etmişler, başka bir kocaman cip de geçemediğinden yolu tıkamış, içinde kalantor bir beyle yabancı uyruklu havasında bir hanım hiç istiflerini bozmadan oturuyorlar.
Mahallenin gençleri minibüsü kucaklayıp kenara çekmek için hep beraber ıkınıyorlar. Karşı kaldırımdaki tekel bayiinin yanında sandalyede oturan, aynı Sürü filmindeki Tuncel Kurtiz gibi kafasını sarmış, sakallı, bimekan amca da minibüsün sahibine, ona buraya parketme cesareti veren polislere, ve polisleri bu davranışa iten sisteme gayet sunturlu küfürler sallıyor.



Ben de dikilip seyrettim.
Gençler çikolata reklamındaki gibi yolu açtıktan sonra olay hakkında yorumlar yaparak ( boş olunca hafif tabi, zıplatınca kalktı vs) gururla dağıldılar.


En son amcayla ben kaldık.
Amca bir ülkede herkese eşit davranılması gerektiğini, bak Almanya’da bunu yapsan öyle bir ceza yiyeceğini, arabayı satsan ödeyemeyeceğini ortaya bağırmaya devam etti. Sonra baktı benden başka kimse kalmamış, gözgöze geldik.



















Konuşmaya başladı:
‘Ben onbeş sene Almanya’da kaldım’ dedi.
‘Ya öyle mi’ dedim
‘Onbeş sene Almanya’da kaldım’
‘Neden geri döndün peki amca?’
‘Karım öldü orada’
‘Ölünce mi döndün?’
Ağır hareketlerle şeffaf plastik bardaktaki beyaz şarabından bir yudum aldı,



‘Hıfff’ diye bir ses çıkardıktan sonra dişlerinin arasından
‘Zurückweisung, Zurückweisung’ dedi
‘O ne demek amca?’ diye sordum, sinirlendi
Zurückweisung’u bilmiyo musun, sınırdışı demek’ diye bağırdı.
Omuzları düştü,
‘İtalyanı öldürdüm, çok üstüme geldi, bıçakladım öldü’ dedi
Yoruldum, yanındaki telefon kutusuna oturdum.
Biraz sessiz durduk, beni unuttu, sonra başını çevirip de hala orada olduğumu görünce şarap ikram etti.




















Almanya’da altı yıl hapis yatmış, adı Sabri’ymiş, esasen Tunceli’liymiş. Burada kızı varmış. Kızı evli barklıymış, ama bir adam ters yapmış kızına, o da çekmiş vurmuş, yirmi gün sonra tahliye oluyormuş.
Tunceli’deki köyünde beş sene muhtarlık yapmış.
‘Yüz dönüm tarlam var orada!’ diye bağırdı.
Karşı kaldırımdaki dükkanın önünde elleri cebinde müşteri bekleyen yaşlı garson müstehzi, laf attı:
‘İçme bak Mayer, Sevdanım gelecek şimdi, çok üzülecek içiyorsun diye’
‘Sevdanım kim?’ diye seslendim garsona
’Kızı; yakında hapisten çıkacak’ dedi.
O sırada minibüsün daralttığı yoldan içinde travestilerin olduğu kocaman bir Sportage cip daha zorlukla geçti.
‘Hep haram para bu arabalar’ diye bağırdı Sabri amca.



Garson bu sefer sesini fazla yükseltmeden
‘Davul parası o Mayer’dedi.
Amca ‘Ne gavur parası, haram para haram’ diye celallendi.
Garson bizim kaldırıma geçti,
‘Gavur değil davul diyorum, davul. Davula vurduruyorlar, parasıyla cip alıyorlar!’
Amca homurdandı, cevap vermedi.
Garson sıkıldı gitti.
‘Sana neden Mayer diyorlar’ diye sordum.
Dişlerinin arasından ‘Futbolcu, futbolcu Maier, hıff’ dedi.
Nerede uyuduğunu sordum,
‘Orada burada’ dedi, hemen ardından ‘Yüz dönüm tarlam var benim, beş sene muhtarlık yaptım ben’ diye bağırdı.

İçkiyi nasıl aldığını sordum,
Döndü yüzüme baktı, gözlerini kırpıştırdı,
‘Ne kadar çok soru soruyorsun sen, benim yüz dönüm tarlam var!’ diye bağırdı.
Özür diledim, biraz daha sessiz oturduk, herkes kendi dünyasına daldı.
Biraz sonra uyanmış gibi tekrar bana döndü, parmak uçları kesik yün eldiveninden çıkan kirli parmaklarıyla bana kışt kışt yaparak
‘Uzaklaş’ dedi.
Anlayamadım, tekrarladı:
‘Uzaklaş, uzaklaş sen benden’
‘Peki amca’ dedim, kalktım Kıbrıs şehitlerinde yürümeye başladım.




















Sağ taraftaki sokakların birinden güzel bir müzik geldi, sesi takip ederek hiç görmediğim yeni açılmış bir bara vardım. Kapıda Bira 3,5 yazıyordu, girdim.
Alt katta bir grup camdan dışarı bakarak sohbet ediyorlardı, oyalanmadan üst kata çıktım.
Eski Alsancak evinin ufak salonunda 7-8 masa ufak bir sahne , sahnede 20’li yaşlarda, saksofon da içeren bir grup, neşeli çalıyorlar. Biraz ayakta dinledim,

Margot Tenenbaum havasındaki siyah giyinmiş hüzünlü garson kız önce bir şey söyleyecek gibi yanıma sokuldu, sonra vazgeçti.

Orkestra ‘Cant take my eyes off you’ çalmaya başlayınca oturdum, parmağımla 1 işareti yaptım Gwyneth’e , hemen bir bira getirdi.
Köşe başından aldığım antepleri yiyerek beş şarkı dinledim, hepsi de güzeldi, Break on through’yu değişik çaldılar, hoşuma gitti.



Kalkarken masa arkadaşlarıma konuşmadan bir avuç antep bıraktım. Biri başıyla teşekkür etti, diğeri hiç tepki vermedi.
Tekrar caddeye çıktım, Kordon'daki bisikletime doğru yürürken yerlerde açılan sergilere de göz gezdiriyordum. Afrika işi, çerçeveli, ince uzun resimler satan bir satıcının önünde durdum,
"Kaça?" dedim,
"1,5 lira" dedi.
Aynı resimleri geçen ay Tanzanya’da çerçevesiz olarak 5 dolara satıyorlardı. Biraz karıştırdım, hoşuma gitti,
‘Dört tane alsam beş olur mu’ dedim.
‘Olsun, zaten zararına satıyoruz’ dedi.
Dün gece zabıta bütün malını almış.
Malı geri veriyorlarmış, ama cezası 40 liraymış, rüşvet de kabul etmiyorlarmış.
‘Erketen yok mu?’ dedim,
Karşıdaki satıcının kardeşi hesapta yolun başında erketeye duruyormuş, ama O da Allah'lıkmış, uyumuş.
Önündeki bir Klimmt resmini işaret ederek "Şu en alttakini verir misin’ dedim
O mu, bu mu derken
"Haa Klimmt’i mi istiyosun" dedi, verdi.
"Klimmt’i nereden biliyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Öğrendik artık hepsini, zaten bunların bir kısmını ben internetten kendim indiriyorum, bastırıyorum" dedi.
Kendi evinde eski İstanbul manzaraları asılıymış.

Dört resim seçtim parasını verip aldım.
Sabri amca’nın yanından geçtim, şarabı bitirmiş, pozisyonunu hiç bozmadan kaşkoluyla yüzünü biraz daha kapatarak başını hafif koluna yatırmış, mışıl mışıl uyuyordu.
Bisikletimi çözdüm , artık tenhalaşmış olan otobandan eve dönerken belediyenin, arkasına bisiklet geçemeyecek şekilde sıraladığı ve azcık aralamaları için yaptığım binbir türlü başvurumu kaale almadığı beton blokların önünden geçerken yine bir aracın virajı alamayıp blokları dağıttığını gördüm ve o anda sırada olmadığım için dua ettim.



Ertesi gün Çankaya’da bir çerçevecinin önünde aynı resimleri gördüm.
"Kaça?" diye sordum,
Kaşkoluna sarınmış dükkancı eliyle 1 işareti yaptı.