13 Haziran, 2008

DOĞU KARADENİZ IV
Macahel (Temmuz 2006)

 
Doğu Karadeniz 1 için tıklayınız
Doğu Karadeniz 2 için tıklayınız

Doğu Karadeniz 3 için tıklayınız

Çıkan kısmın özeti: Uçakla Trabzon'a geldik. Araba kiralayıp doğuya doğru devam ediyoruz.

 


Borçka Karagöl’den çıkınca kendimizi Macahel yoluna vurduk. Haritaya göre Macahel’e 50 km.den az yol var, yarım depodan biraz az benzin yeter diye düşündüm, benzin almadım. Ne gaflet!




Yol önce epeyce tırmandı, asfalt giderek yerini stabilize yola bıraktı. Dağın tepesine vardığımızda sisin içinde bir inşaatla karşılaştık.




İşin başındakilerin söylediğine göre kuş gözlem evi inşa ediyorlarmış. Gözlem evinden sonra yol inişe geçti, stabilize yol da toprak yola dönüştü.


 

Issız köylerin, ışık girmez ormanların arasından geçtik, az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, etrafta yol soracak kimse de bulamadığımızdan acaba doğru yolda mıyız diye tedirgin gittik.

 
En sonunda bir köyün girişindeki köprünün üzerinde oturan bir baba- kız ve torununa rastladık. Hemen durup Macahel’e nasıl gideceğimizi sordum.
“Macahel burası, siz hangi köye gitmek istiyorsunuz?” dediler.
Macahel bu bölgedeki 9 köye verilen admış. Sınır oluşturulurken bu köylerden 5’i Türkiye’de, 4’ü Gürcistan tarafında kalmış. Bizim taraftaki köylerin merkezi ve rakımı en düşük olanı Camili. Bu zamanda TEMA vakfının işlettiği otelin de bulunduğu köy. Kulağımızda onun adı kaldığından
“Camili’ye gitmek istiyoruz” dedik.
“Burası Camili, hoş geldiniz” dediler.


 

Teşekkür edip yola devam edecektimki bu insanların, bu ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez yolda ne beklediklerini merak ettim. Meğer çocuk hastaymış, ateşlenmiş, onu doktora götürmeye çalışıyorlarmış.
”E araba geçiyor mu ki buradan?” dedim
“Belki posta arabası geçer diye bekliyoruz” dediler.
Doktor olduğumu söyleyip çocuğu yolun kıyısında muayene ettim, yanımızdaki ilaçların uygun olanlarından verdim. Çok sevindiler, biraz daha sohbet ettik. Şaban Abi, kızı Hatice, ve torunu Talha esasen İstanbul’da yaşıyorlarmış. Yazları bir iki ayı memleketlerinde geçirmeye geliyorlarmış. Bize bölge hakkında bilgi verirlerken baba kız fısıldaşıyorlardı. En sonunda Hatice “Babam sizi bizim köye davet etmek istiyor ama çekiniyor, evimiz biraz eski, tuvaleti dışarıda” dedi.



 
Köyleri Camili’den biraz daha ilerdeymiş. “Kaç kilometre yani?” dedim
Şaban Abi ısrarla kilometre telaffuz etmekten kaçınarak 15-20 dakika dedi. Benzinimiz Camili’den geri dönmeye ancak yeteceğinden gitme konusunda tereddüt yaşadığımı söyledim.
“Bizim köyün dolmuşu var, akşamüstü Borçka’dan kalkacak, ona cepten ısmarlarız getirir” deyince Neşe’yle birbirimize baktık, davetlerini kabul ettik.
Onlar alışveriş yaparken biz de Camili’de biraz dolaştık. Fotoğraf makinem bir önceki geceyi geçirdiğimiz Karagöl'de dolduğundan boşaltmak için bir bilgisayar ve CD aradım, köyün her şey satan bakkalına sordum, elbetteki yokmuş. Bir umut, kapısı açık olan okula gittim. Okul müdürü Ziyaeddin adındaki genç lojmanından çıktı geldi.



Okulda bilgisayar varmış da CD si yokmuş.
TEMA’nın otelini gezdik, güzel ahşap bir bina, geceliği 60 liraymış. Daha ziyade entel dantel kişilerin toplantı yaptıkları bir yere benziyordu. Köylüler de TEMA’dan hiç hazzetmiyorlar. Şaban Abi’nin anlattığına göre köyde her ailenin tapusuz da olsa belli bir orman bölgesi varmış, o bölgeyi onlar bilir, kuruyan ağacını kendileri kesip kullanırlarmış.
TEMA geldikten sonra ne olursa olsun ağaç kesmek yasaklanmış. Kestane ağacından yaptıkları geleneksel evleri için bile ağaç kesmelerine izin vermiyorlarmış. Şaban Abi geçen yıl evinde yapacağı bir tadilat için kendi ormanından kaçak ağaç kesmiş. TEMA cıları pek ciddiye almadan bıyık altından kim takar onları gibi konuştu.
Alışverişimizi tamamladıktan sonra dolmuşun şöförünü arayıp 10 litre kadar da benzin ısmarlayıp, süper bozuk dağ yoluna vurduk.




Yine olmayacak yolardan, derelerin içinden geçip 10-15 dakika kadar yol almıştık ki yanımda oturan Şaban Abi sevinçle taaa uzaktaki bir tepenin üzerindeki nokta gibi iki üç ev ile, bir minareyi gösterip “İşte bizim köy orası” dedi. 




Ben de içimden “İnşallah şöför benzini unutmaz” dedim.
Bir tarafı uçurum, bir tarafı dağ ancak tek arabanın geçebileceği yollardan tırmanıp Uğurlu Köyü’ne vardık. Yol o kadar dar ki, maazallah iki araba karşılaşsa birinin genişçe bir yer bulana kadar epeyce geri gitmesi gerekecek. Ayrıca virajlar da bir hayli tehlikeli: 




Birkaç yıl önce bir düğünden köye dönerken kasasına bindikleri kamyon virajı alamayıp aşağıya uçmuş. Şaban Abi de kamyon aşağı uçmadan 200 metre önce bir yemek yiyeyim de sonra meydana gelirim diye evinin önünde inmişmiş. Jandarma gelmiş ama kamyona ulaşmayı başaramamış, köylüler birlik olup halatlarla aşağıya inmişler, sabah kadar cesetleri ağaçların tepesinden toplayıp yukarıya taşımışlar, kamyonda kalan 13 köylü de ölmüş.
Şaban Ağabeylerin evine vardık. Ev kartal yuvası gibi uçurumun kıyısında direkler üzerinde yükseliyor.




(Bu fotoğraftaki Şaban Abi'lerin evi)
Müthiş bir manzarası var, taa uzakta başka bir sırtta evler görünüyor, onlar da köylerinin mahallesiymiş! 



Evin verandası bir armut ağacını yaprakları arasında bu muhteşem manzaraya bakıyor, hava serin. 



Şaban Abi kendi yaptığı armut koparıp yakalamaya yarayan kepçesiyle armut kopardı, ikram etti.




Tuvalet gerçekten de evin arka tarafında dört tarafı kapalı, altı iğ şeklinde kesilmiş tahtalardan oluşuyor.



Defekasyon direk metrelerce aşağıdaki ormana gübre yazılıyor. Şaban ağabeyin hanımı, kızı Hatice ve Neşe yemek işine giriştiler, biz de akşamüstü gelecek olan köy dolmuşunun geçebilmesi için bizim arabayı içeri sokmaya çalıştık.




Bu kolay bir iş değildi, zira arabayı 45 derce açıyla dikine bahçe yoluna sokabilmek için girişi epeyce genişletmek gerekti. Şaban Abi ısrarla yardım teklifimi reddetti, kazma küreği kapıp girişi tek başına açtı.



Neşe bu arada mısır ekmeği yapımını öğrendi. Mısır ununu, su, biraz tuz, ve kabartma tozu ile karıştırıp değirmen taşı gibi büyükçe ortası oyuk antika bir taşın içine doldurup, tenekeden uydurulmuş kapağını kapatıp ateşin üzerine oturtuyorsun, üzerine de köz koyuyorsun, iki üç saatte pişiyor.
Evde ısınma (Temmuz ayında) ve pişirme için kuzineli soba sürekli yakıldığı gibi salonun bir köşesindeki ocakta ateş de yanıyor.


 

Şaban Abi'nin hanımı ve annesi İstanbul’da yaşamalarına rağmen pek az Türkçe biliyorlardı, ancak tercüman vasıtası ile anlaşabildik. Hatice bizi köye gezmeye götürdü.



10-15 dakika fındık bahçelerinin arasından yürüdükten ve kamyonun uçtuğu köşeyi gördükten sonra galvanizli tenekeden mamul minareli, ahşap caminin ve herşeysatanbakkalın bulunduğu küçücük köy meydanına vardık.




Ortadaki kamelya benzeri, galvanizli tenekeyle kaplı genel toplanma odasında Hatice’nin kayınpederi bizi karşıladı, ayran ve fındık ikram etti.



Burada fındık günün her saatinde çerez niyetine yeniyor, sürekli yeniyor. Bir de lezzetli!



Ayakkabılarımı çıkartıp tadilattaki camiyi gezdim, daha önce gördüğüm camilere hiç benzemiyordu, ahşaptan yapılıp maviye boyanmış olan minber, söylediklerine göre birkaç yüzyıllık varmış.




Hatice’nin kayınpederinin vadinin dibindeki dereden tuttuğu kırmızı benekli doğal alabalıkları da alıp eve döndük.



Bizim benzin gelmiş ama 5 litre kadar bir şey almış şöför, depoya ekledim.
Yemekte yayla çorbası, ısırgan kavurma, kaşarlı lahana, fasulye , lahana sarma, patates salatası ve tabi mısır ekmeği vardı.




Bir de damat aşı dedikleri kavrulmuş tereyağında çevrilip sulandırılmış peynir vardı, hepsi çok lezzetliydi.



Yemekten sonra bol bol çay içtik sohbet ettik, alabalıkları tutan dünür de geldi, tavla oynadık, fındık yedik.

 

Şaban Abi ve Damadı diğer Macahel’liler gibi İstanbul’da Zeytinburnu’nda naylon poşet toptancılığı yapıyorlarmış.
Gece İstanbul’da işlerin başında kalan beyini aramak için kızıyla birlikte Şaban abi de telefonun çektiği biraz ilerideki viraja kadar çıktı. Biz de hava alalım diye çıktık, hayretler içinde kaldık, etraf pırıl pırıl parlayan binlerce ateş böceği ile aydınlanıyordu.

 

 Bize misafir odasına güzel bir yatak yaptılar. Gece dağ başında benzinimin bittiği kabusu ile başladı. Makedonya başbakanı olarak Mesut Yılmaz’la görüşme yaparken idrar zoruyla uyandım. Bilmediğim evde zifiri karanlıkta yerini tam hatırlayamadığım tuvaleti aramaya çok üşendim. Sonuçta nasıl olsa hepsi aynı yere gidecek diye tepemizdeki camdan aşağıdaki uçuruma hacetimi gidermeye karar verdim. Uyku sersemi yatakta ayağa kalkıp tepemizdeki camı araladım.



 

Bir yandan hacet giderirken bir yandan da içeriye doğru açılan camı kazara kapatacak şekilde dengemi kaybedersem olacakları (uçurumun dibindeki ormanda kopan parçayı aramak!) dehşet içinde düşünüp sağa sola sağlamca tutunarak işimi başarıyla gördüm.
Sabah kahvaltıdan önce biraz dolaştık. Yeni olmaya başlayan taze fındıklardan yedik.




Şaban ağabeynin kendi üretimi tek kütükten mamül merdivenden evin altındaki bahçesine indik.


 

Evin altındaki yüklükte kütükten oyulmuş arı kovanları vardı. Yüklüğün ayaklarının üstündeki tekerlekler dikkatimi çekti, ambara fare girmesin diyeymiş.

 

Kahvaltı yine süperdi. Hatice yaktığı ateşte açtığı börekleri çiçekyağında ve dün kayınpederinin verdiği alabalıkları kuzinenin üstünde tereyağında kızarttı.




Bol kaşar, tereyağı, mısır ekmeğiyle karnımızı doyurduk.



Saat 10:30 gibi bu güzel ve konuksever insanlara veda ederek köyden ayrıldık. 




Benzinin yetip yemeyeceği hiç belli değildi, mümkün olduğunca tasarruflu giderek kuş gözlem evi inşaatına vardık. Buradan sonrası genelde iniş ve medeniyete kavuşma olduğundan bu zirve anını soğuk su içerek kutladık.



Borçka’ya inince önce depoyu doldurdum, sonra fotoğraf makinesini boşalttım.
Araba fabrikadan çıkalı böyle eziyet görmemiştir, acıdım bir de yıkattım.



Saat 14 gibi Artvin’e vardık.
Artvini 30 yıl önceki aile gezimize nazaran epey gelişmiş buldum. Artvinliler Başbakan’ı bekliyorlardı.




Kiloluk teker kaşarlardan hediyelik 5-6 tane aldık. Mandırada bir de epeydir görmediğim çam sakızı, ufak poşetler halinde 1 liraydı, onları da toparladık. Merkezdeki parkta biraz oturduk, Can oyuncaklarla oynadı.



Artvin çıkışında yolu şaşırıp 7 km gittik, geri geldik.
Saat 18’de Yusufeli'ne, 20’de bulanık akan Çoruh nehrini takip ederek İspir’e vardık.



Yolda Narlık Beldesinde suyun üzerine oturmuş bir kahvede süper bir düzenek gördüm.



Altta gürül gürül akan suya indirilmiş çarklı bir mile bağlı çaputlarla otomatik serinletici ve sinek kovucu yapılmış.
Dağ yollarında bir de bisikletçi İsviçreli çifte rastladık; ağızlarının tadını biliyorlar! 



İspir'de mevcut bir iki otele baktıktan sonra öğretmenevinde kalmaya karar verdik.
İlçe merkezindeki çay bahçesinde çay içip dondurma yediikten sonra marketten aldığımız kavunu odada Karagöl'den artan rakı ile halledip yattık.



Sivrisinekler sayesinde sabah 7 de kalktık, Rize'ye doğru yola çıktık.
Rize ile Erzurum'u birbirine bağlayan Ovit Geçidi, dağ silsilesinin zirvesini ve iki iklim türünün sınırını oluşturuyor. 




Geçidin güneyi tamamen çorak neredeyse hiç ot bitmez taşlıtarla halinde iken

 

sisler içindeki dağın öbür tarafına geçince ortam bir anda değişiyor.  
Karadeniz bitki örtüsü, yemyeşil çam ormanları, gürül gürül akan derelerin etrafında adeta fışkıran yeşillik başlıyor.

  
Ovit geçidi insana gerçekten etkileyici bir deneyim yaşatıyor.

 

Geçitten İkizdere'ye kadar yol süperdi.


 
Dönüşte tekrar Sabahat teyzeye uğradık.
Bizi bekliyormuş, hazırlık yapmış. Karalahana sarması muhlama bal sütlaç derken patlayana kadar yedim.

 
Ortaköy'ün yaylası olan Handüzü'ne çıkmaya çalıştık ama yol bir yerden sonra balçık çamur oldu, güç bela geri döndük.
  
Bahçeden erik topladık, saat 18 gibi yavaş yavaş Trabzon'a doğru yola koyulduk.
  
Dedeman Otelinin bahçesinde arabayı temizledik, çantaları yerleştirdik.
Trabzon merkeze varınca İzmir'e götürmek için tereyağı sorduğum mağazanın tezgahtarı önce bizimki yaramaz yarın iyisi gelecek dedi, sonra benimle birlikte civardaki bütün mandıraları dolaştı, İzmir'e gidecek yağ arıyoruz dedi, benim yerime bütün tereyağlarını tattı, en sonunda beğendiği birini almama karar verdi. Havaalanı otoparkında arabayı teslim ettik. Trabzon Havaalanının otoparkında çok güzel bir uygulama var, 15 dakikalık park ücretsiz. Yani yolcunu rahatlıkla ücret ödemeden indirip bindirebiliyorsun.


 
Dahası İzmir Adnan Menderes Havalimanında onbeş dakika için 7 lira ücret alan, fiş vermeyen otopark işletmecilerine, hatta bunu alabilmek için de havaalanında ıssız yollarda parketmiş yolcusunu bekleyen insanlara arabalarını otoparka çekmeleri yönünde sürekli anons yapan sevgili polislerimize örnek olmasını diliyor, ve Doğu Karadeniz çok acayip bir memleket diyerek sözümü burada bağlıyorum.



Yolda dinlenen müzik: Piryoz, Orhan Gencebay, Ümmü Gülsüm
Kitap: Güneş Karabuda'nın anıları İndim Zaman Bahçesine
Bütçe: 600 uçak+500 araba+400 benzin+300 harcama= (8 gün) 1800 YTL