(Bu yazının ilk iki bölümünü yayınlayalı 1 yıla yaklaştığından son bölümü ayrı yayınlamak yerine tüm bölümleri birleştirdim. Sadece 3. ve son bölümü okumak isteyenler buraya tıklayabilir)
Can’ın bu sene okula başlaması ile birlikte hayatımıza yeni bir parametre girdi: Ders yılı!Mauritius’a giderken, sağolsun öğretmeninden 3 gün izin alıp bayram tatili ile birleştirmiştik.
Bu sene THY’nin 14 Şubat kampanyası sömestr tatiline denk gelmediğinden Emirates’in iki günlük bir kampanyasını yakalayıp Bangkok’a 3 kişilik bilet aldık.
Bu Tayland’a Can’ın ilk, Neşe’nin ikinci, benim üçüncü gidişim olacak.
23 ocak günü İzmir’de hava fena değildi ama İstanbul’u (Yani haberciler açısından Türkiye’yi) kar, tipi götürüyordu.
İstanbul’dan İzmir'e gelen uçağın gecikmesi nedeniyle biz de 1 saat rötarlı kalktık. Allah’tan uçak biletlerini alırken temkinli davranıp arada 2-3 saat bırakmıştık.
İstanbul’da dış hatlarda işimizi hızlıca halledip YK World Lounge’a geçtik. Tehirler nedeniyle olsa gerek, içersi ana baba günüydü.
Bir masanın köşesine sıkışıp 2 saat boyunca benim yaptığım romlu kokteyllerle çerez yiyip bütün gazeteleri hayattan bıkana, içimize tiksinti gelene kadar okuduk. Sonunda o kadar içim bulandı ki o günden sonra bir daha gazete okumadım, iç politika haberi izlemeyi de kestim.
Türkiye’deki politik gündemi, hele hele Türk medyasından takip etmek insanda onulmaz yaralar açıyor. Kirlenmişlik, çaresizlik duyguları arasında sıkışıp kalıyorsun.
Kar muhalefeti nedeniyle Emirates uçağı da uçağa binmeden önce 1,5, uçağın içinde beklerken(sızmışken) de 2 saat olmak üzere 3,5 saat rötarlı kalkınca Dubai’de normalde 2 saat sonra olan Bangkok aktarmamızı da kaçırdık.
Bir türlü buzlanmayı önleyecek deicing işini bitiremediler.
(Hatta daha sonra öğrendiğimize göre aynı gün THY'nin Bangkok uçağına deicing yapan bir işçi kaza sonucu hayatını kaybetmiş.)
Geçen sefer Emirates’i ne kadar beğendiysem bu sefer de o kadar
kötü buldum. Servis berbat, elemanların yüzünden düşen bin parçaydı. Yemeği dağıttıktan sonra bir saat geçip de içecek servisi gelmeyince şikayetçi oldum.
“350 yolcuya 6 kişiyiz, ancak bu kadar oluyor” dediler. Gerçekten de boş durmuyorlardı.
"İyi, o zaman şikayet formu (onların dilinde katkı (contribution) formu) getirin" dedim, kalemimden kan damlatarak bütün sıkıntılarımı yazdım.
Uçaklarda bu formu isteyince sihirli bir değnek değmiş gibi personelin davranışları hemen değişiyor, daha özenli oluyor. Herhalde en iyisi uçağa binerken formu alıp da yerine öyle oturmak.
Gözünü sevdiğimin THY'si!
Bu yolculukta okuduğum Cem Kozlu'nun THY macerasını anlattığı Bulutların Üstüne Çıkarken adlı kitabı THY'ye bakış açımı değiştirdi.
İstanbul’daki görevlinin söylediğine göre Dubai’ye giden uçakta 57 Bangkok yolcusu varmış. Hepimizin 4 saat sonra, sabaha karşı 3’teki ikinci Bangkok uçağına yer bulmamızın zor olduğunu düşünerek, normalde uçaktan en son çıkan olduğumuz halde bu sefer uçak Dubai'de durur durmaz yerimizden fırladık.
Biniş kartımızı aldıktan sonra havaalanında 2 saat uyur uyanık gezinip uçağa biner binmez uyuduk. Saat farkı nedeniyle 2 saat sonra uyandırp önce kahvaltı , sonra bir yemek daha verdiler.
Bu tip uzun uçak yolculuklarında kendimi semirmeleri için kafeslerde hiç hareket etmeden sürekli önüne yem gelen tavuklara benzetiyorum ve her uçuşta bir kilo semiriyorum.
Normalde sabah 8 de inmemiz gereken Bangkok Suvarnabhumi Havalanı’na 4 saat rötarla 12’de vardık. Havaalanında 50 dolar bozdurdum (1 USD= 31, 1 euro=46, 1 lira=20 baht)
Havaalanından çıkınca Uzakdoğu’nun, özellikle de Bangkok’un karakteristik havasını çok özlediğimi fark ettim. Bu havayı tarif etmek zor. Sıcak, nemli, ve değişik bir kokusu var. Biraz baharat kokusu gibi ama tam öyle de denemez.
Yola çıkmadan önce Couchsurfing sitesinden bulduğumuz ev sahibimiz Gayana’ya telefon ettim. Evi Bangkok’un biraz dışında büyük bir yerleşim kompleksinin içindeymiş.
Bir taksiye binip şöföre numarasını vermemizi söyledi. Söylediği gibi yaptık, havaalanının alt katından bir taksiye bindik.
Şöförün adının, gerektiğinde şikayet edilebilmesi için kod numarasının, ve saçları taralı bir fotoğrafının yer aldığı kart tüm taksilerde ön camda asılı duruyor.
Gayana telefonla taksiciye yolu tarif etti. Şakır şakır yağmur altında yaklaşık 40 kilometre ve 1 saatlik yolculuktan sonra evin bulunduğu siteye vardık. Site dediysem bir uçtan bir uca çapı rahat 7-8 kilometre vardır. İçinde alışveriş merkezlerinin yanısıra suni bir göl de var. Oturanlar site içinde ulaşım için kendilerine ait golf arabaları kullanıyorlar.
Site içinde toplu taşım yok.
Zaten Gayana da hiç kullanmadığı için evine toplu taşıma ile nasıl gelindiğini bilmediğini söylemişti. Neyse sitenin içinde de epeyce tur attıktan sonra adresi bulduk, büyük lüks bir ev.
Taksimetre 340 baht (1 euro=46 baht, 1 lira=20 baht) yazdı. Taksiler söylemeden taksimetreyi açıyorlar. Ayrıca havaalanından bindiğimiz için ekstra 50 ve otoban ücretleri için de 80 baht verince ücret 10 euroya denk geldi.
Bu fiyata Ko San Road’da orta halli bir otelde kalabilirdik ama biz bu Couchsurfing işini çok sevdik. Yerli insanlara konuk olmanın yanı sıra kendi evimizde de pek çok kişiyi ağırladık. Uzaklardan gelenler eve yolun kokusunu, havasını getiriyorlar, oturduğun yerden seyahate çıkmış gibi oluyorsun.
Ev sahibemiz Gayana Sri Lanka’lı genç bir kadın. Eşi David de Liverpool’uymuş, tekstil şirketinde orta düzey yöneticilik yapıyor, yılda seksen bin pound kazanıyormuş.
Evde iki Burma’lı hizmetçinin yanı sıra Gayana’nın Sri Lanka’dan gelmiş olan (Yılda 10 ay kalıyormuş) annesi de vardı.
Hizmetçiler hem ev işlerini yapıyor hem de Gayana’nın iki küçük çocuğuna bakıyorlardı.
Her halleri ile Bangkok ölçeğinde zengin bir aile idiler.
Bu leğendeki yıkanmış ayakkabılar 4 yaşındaki kızın ayakkabılarının bir kısmı. En az bir bu kadar daha vardı. Ayrıca kendilerinin de belki 40-50'şer çift ayakkabıları evin girişindeki geniş dolaplarda görülüyordu.
Çocuklar Gayana’nın kendi tabiriyle biraz ‘spoiled’ (şımartılmış) olduklarından pek iletişim kuramadık, ama Gayana çok samimi bir ev sahipliği yaptı.
Aslında Tayland’lı bir ailenin yanında kalmak istedik ama uygun bir aile bulamadık.
Bir duş alıp biraz sohbet ettikten sonra Gayana ile birlikte tren bileti almak için Bangkok merkezine gittik.
Planımız Bangkok’ta fazla oyalanmadan bir adaya geçmek.
Tayland’ın turistik adaları kabaca üç bölgede toplanıyor:
1. Doğu’da, Kamboçya sınırına doğru olan Ko Chang ve Ko Samet
2. Aşağıya uzanan kuyruğun Batı’sındaki Andaman Denizi’nde yer alan Ko Lanta, Ko Phi phi, ve Phuket.
3. Kuyruğun Doğu’sunda yani Tayland Körfezindeki Ko Samui, Ko PhaNgan, ve Ko Tao
Birinci bölge Bangkok’a nispeten yakın olmakla birlikte trenle ulaşım yok. Bu bölgede Ko Samet’i daha önce gördüğümüzden, Güney’e gitmeye karar verdik.
İkinci bölgede, Andaman denizindeki adalar Bangkok’a daha uzak olduğundan (ve ben daha önce Lanta ve Phi phi’yi gördüğümden) bizden beklenmeyecek bir şekilde daha İzmir’deyken 3. bölgedeki adalara gideceğimizi kararlaştırmış olduk.
Bu bilinçli, planlı, programlı tavrımızı yine İzmir’deyken Air Asia’nın promosyonlu bir biletini yakalayıp, adalara geçilen Surat Thani şehrinden Bangkok’a dönüş uçak biletimizi alarak taçlandırdık.(Kişi başı 40 USD)
Gidiş bileti promosyonda olmadığın dan gidişi trenle yapmayı planladık.
Gayana arabasını (küçük bir kamyon büyüklüğünde Toyota cipini) Ko San Road’da bir otelin otoparkına bıraktı.
Güneye giden trenlerin kalktığı Hualampong istasyonuna Tuk tuk ile gidelim dedik.
3-4 km lik yol için 150 baht istediler.
Klimalı taksi ile aynı yol 55 baht yazdı. 5 yıl önce şehir içinde her yere tuktukla gitmiştik, indi-bindi 40-50 baht idi. Bu süre zarfında tuktuklar İzmir’deki faytonlar gibi turistik atraksiyon haline gelmiş.
Bir iki deneme daha yaptıktan sonra Tayland’da bulunduğumuz süre içinde hiç tuktuka binmedik.
Tren istasyonunun girişinde büyük turist masaları kurmuşlar, içeri giren turistleri çevirip kamu şirketi havasında bilet satıyorlardı.
Ben fiyatlarını öğrendikten sonra bütün dil dökmelere karşın normal gişeye gittim, ertesi gece için yataklı bileti sordum, kalmamış.
Yataklı için bir gün daha Bangkok’ta kalmak ya da normal koltukta gece yolculuğu yapmak seçenekleri arasında kaldık. Yataklı ile pulman fiyatları hemen hemen aynı olduğundan herhalde konforlu bir tren dedik, koltuklu vagonu seçtik.
Bir kişi 480 baht, çocuk yarı fiyatmış.
(Burada çocuğun yaşını değil boyunu soruyorlar)
Ayrıca demiyolları adalara giden teknelere de otobüs aktarması dahil kombine bilet satıyor. Biletçiler Can’ın boyu üzerine uzun tartışmalardan sonra üçümüze iki tekne biletinin yeteceğini kabul ettiler.
2,5 tren ve 2 tekne biletine toplam 1570 baht (50 USD=75 lira) verdim. Kapıdaki acenteler aynı yol için 1800 baht civarında bir hesap çıkarmışlardı.
Ko San Road’a döndük, sokağa bakan bir restorana oturduk. Ben Som Tam denen karidesli papaya salatası, Neşe deniz ürünlü noodle yedi.
İlk defa yediğim bu salatayı pek bir şeye benzetemedim. İçine kurutulmuş tuzlu karidesi dövüpte koyuyorlar.
Neşe de buna noodle koymamışlar diye şikayet ediyordu ki Gayana Neşe’nin kalamar
şeritleri sandığı şeylerin aslında çok kalın makarnalar olduğunu söyledi.
Gayana hesabı da çok ısrar ederek ödedi.
Doğu’daki ilk CS deneyimimiz Türk usulüne daha yakın cereyan etti.
Eve gelince iki günlük uykusuzlukla hemen sızdık.
Sabah hava pırıl pırıl güneşliydi. Evde kahvaltı ettikten sonra Gayana bizi yakındaki bir otobüs durağına bıraktı.
Belediye otobüsü ile şehir merkezine geldik.
Yolda otobüse iki monk (rahip) binince şöför beni oturduğum ön koltuktan kaldırıp onları oturttu.
Bizdeki gazi ve hamilelere ayrılan yerler Tayland’da monklara ayrılıyor.
(Monkların bilet atmadıklarını söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Sadece otobüse değil hiç bir şeye para vermiyorlar.
Böyle kebap ve sosyal statü içeren hayatı bir Türk kızının aşkı uğruna terk eden monk’un hikayesini Singapur notlarımda yazmıştım.)
Aşağıdaki fotoğraftakilerden biri gibi bu hayatın cazibesine kapılarak Tayland'a gelip monk olan batılılar da az değil.
(My Name is Earl dizinin bir bölümünde de bununla dalga geçiyorlardı)
Sırt çantalarını bırakmak için otobüs’ten indiğimiz yerden bir taksiye atlayarak Hualampong İstasyonuna gittik.
Emanet servisini özelleştirmişler. Bahtın kuruna daha tam alışamadığımızdan çanta başı 70 bahttan 140 baht gibi deli bir parayı (7lira) bayıldık, çantalarımızı bıraktık.
Yürüyerek istasyondan Chao Phraya deresinin kenarına indik. İskeleyi bulana kadar barakaların arasından yürüdük.
İskeleden Venedik’tekine benzer dolmuş teknelerine binip, içinde devasa 'Yatan Budha’nın yer aldığı Wat Pho tapınağının karşısında indik.
Biz bu tapınağı 5 yıl önce de gezmiştik ama sorumlu ebeveynlik gereği Can’da görsün diye tekrar geldik.
Tapınağın girişindeki gongu çaldık, kutuya beş baht attık.
Girişteki heykellere altın varak yapıştırma adeti devam ediyordu.
Kaç para bilmiyorum, yağlı kağıtların arasında incecik bir altın varağı heykele yapıştırıyorsun, sormadım ama muhtemelen yapışırsa dileğin gerçekleşiyor.
Dileği gerçekleşmeyenlerin yerlerde uçuşan varaklarından bir kısmını alıp defterimin arasına kaydum.
Yatan Buda’nın bulunduğu binaya girdik.
Girerken kimse bilet falan sormadı, meğer çıkış kapısından girmişiz.
Çıkınca baktık, bilet kişi başı 50 baht imiş.
Can Buda’yı beğendi.
Budanın arkasına denk gelen koridora bir sürü bakır çanak yerleştirmişler. Herkes 20 baht verip bozukluk içeren bir tas alıp sırayla o çanaklara atıyor (muhtemelen bu sırada da dilek dileniyor), çınk çınk diye sesler çıkıyor.
Can da çanakların içinden aldığı paraları diğer çanaklara attı, bu arada herkesin dileği birbirine karıştı.
İçerde bol bol fotoğraf çektikten sonra dışardaki kulelere çıktık , biraz da orada fotoğraf çektik.(Çıkmak için merdivenleri var)
Bunların ne amaçla yapıldığını bilmiyorum ama daha küçük olanları sanırım mezar, zira Can küçük olanlardan birinin üzerine çıkınca Tay’lar inmesi için uyardılar, ayrıca bazılarının üzerlerinde plaketler vardı ama Tayca olduğundan ne yazdığı anlaşılamıyordu.
Tapınaktan çıkınca dehşetle fotoğraf makinemin pilinin bittiğini gördüm.
Akşam yol yorgunluğu ile şarj etmeden yatmışım, tapınakta bol bol çekince de bitmiş!
Lityum pil olduğundan şarj etmek için iskelenin önündeki meyve suyu satan dükkanlara rica ettim.
Ali Nesin’e benzeyen meyve sucu adam pek yakın davrandı, hemen prizine taktı.
Masalarının konumunu beğenmeyince komşuma da oturabilirsiniz dedi.
Biz de komşusuna oturduk ama meyve sularını ondan aldık.
Komşusu kadın ondan da(içinden sinek çıkan) kahve almamıza karşın bu duruma biraz sinirlendi, söylendi. Umursamadık.
Can da Hindistan cevizi suyu içti. Genelde bu sular tatsız tuzsuz olmasına karşın bu adamın sattığı ufak cevziler hem tatlı hem kokuluydu.
Tekrar tekneye binip Ko San Road’a yakın olan iskelede indik.
İlk binişimizde iskeleden aldığımız bileti teknede kimse istemediğindenbir daha bilet almadım, kimse de sormadı.
,
Ara sokaklarda yürüdük, çarşı pazarı gezdik, tanesi 100 bahttan tişörtler aldık. (5 lira)
Sokakta yürürken canlı müzik sesini takip edip, özel bir lisenin yıl sonu eğlencesi gibi bir konserine girdik.
Gençler dünyanın heryerinde aynı.
Buradaki kızlar da eteklerini yukarı çekiyorlar, ama Türkiye'dekinden daha özgür bir ortam olsa gerek ki bazı erkek öğrencilerde fazladan ruj da vardı!
Ko San road üzerinde bir masaj salonuna girdik, yarımşar saatlik ayak masajı yaptırdık
(2x120 B).
Can da yaptırmak istedi, çocuk masajı indirimi var mı diye sordum, yokmuş.
Sana göre değil dedik.
Sahiden de ayak masajı epey can yakıcı bir masaj türü, tahta bir çubukla ayağının altına ciddi ciddi bastırıyorlar.
Daha önce yaptırdığımızda çok memnun kalmıştık, bu sefer yalapşap yaptılar, hiç beğenmedik.
Çıkarken kasada oturan kadına da açık açık söyledim, "Çok yalapşap iş yapıyorsunuz, verdiğimiz parayı helal etmedik" dedim, biraz bozuldu.
Yolda açık havada daha ucuza 100 bahta yapanlar çıkmış, keşke onlara yaptırsaydık.
Hiç olmazsa buz gibi salonda donmaz, geleni geçeni de seyrederdik .
Ko San road’da yolun ortasındaki tezgahlardan ıvır zıvır yiyecekler alıp 7/11 in önündeki kaldırım kafesine oturduk.
5 yıl önce de sokaktan yiyecek alıp burada oturmuştuk, çünkü o zaman da birayı en ucuza satan yer burasıydı, hiçbir şey değişmemiş (ufak bira 50 B=2,5 lira).
Normalde gara taksi ile gitmek 10 dakika sürdüğünden tren saatine 45 dakika kalaya kadar içip sokağın başına çıktık. Trafik oldukça sıkışık görünüyordu, yoldan taksi durdurmaya çalışmaktansa kırmızı ışıkta en önde bekleyen boş bir taksiye bindik, Hualampong dedik, şöför taksimetreyi açtı (35 B), yeşil yanmasını beklemeye başladık.
Bekle bekle 5 dakika oldu, ışık değişmedi (taksimetrede beklediğin süreyi gösteren bir saat de var).
Sekiz dakika oldu değişmedi, 10 dakika geçip hala bekleyince treni kaçırma endişesine kapıldık. Şöföre “Neden yanmıyor, önümüzden Kral mı geçecek? Treni kaçıracağız” dedim,
“Bimem ki” anlamında bir işaret yaptı umursamazca.
Arabadan inmeyi çok düşündüm ama insem kesin o anda yeşil yanar, ben de başka boş taksi bulamam diye inmedim. Ayrıca henüz hiçbir yere gitmediğimiz halde klimalı ortamda, kırmızı ışık ambiyansında Tay popu dinleme karşılığında taksiciye 57 baht ödemem gerekecekti. (Normalde gidebilen taksiler buradan gara 55 baht yazıyor)
12. dakikanın sonunda ışık değişti, fakat önümüzdeki tuk tuk 50 santim kadar gidip istop etti. Tuktukçu yeşilin son saniyelerine kadar uğraşıp motoru öksürterek çalıştırdı. Bizim taksici de peşine takılıp kırmızı buçukta geçerek kalabalık yollarda slalom yapmaya başladı.
Bir yandan da “Tip, tip, tip, tip” diye makamlı bir şarkı söylüyordu.
Gara varınca 10 baht tipi (bahşiş) ücrete ekledim, girip çantalarımızı aldık, vagonumuzu aramaya başladık.
Gerçekten çok uzun bir trendi, bizim vagon belki 20. arabaydı.
Trenin içi hayal kırıklığı oldu. Koltuklar dökülüyordu ama hiç olmazsa kalabalık değildi.
Vaktinde hareket ettik. Fanlı (klimasız) bilet almıştık, dolayısı ile bütün camlar açıktı ve ortam çok gürültülüydü. Bir litre Sprite ile yanımızdaki votkayı ve Yapı Kredi’nin çerezlerini götürdük, kitap okuduk. Can, Gayana'nın hediye ettiği bir oyuncakla oynadı.
Önümüzde oturan bir grup Tay bağırışmaya başlayınca kulaklığımı çıkardım, ne oldu diye baktım. Yan sıradan bir kadın ayağımı camdan çıkarmamın önündeki erkek arkadaşını rahatsız ettiğini haykırıyordu.
Bu memleket çok değişmiş, eskiden burada bağırmak sinirlenmek en fena bir şeydi. İskeledeki sinirli, sinekli kahveci kadından sonra aynı gün içinde ikinci kez Tay fırçası yedik.
Ben de Türk usulü mukabele edip ayağımı içeri soktum.
(Daha sonra uzun yıllar Uzak Doğu'da yaşamış olan arkadaşım ELif'le konuşurken ayağımın altını gösterdiğim için sinirlendiklerini söyledi. Bu çok hakaretamiz bir hareketmiş. Hele Nepal'de birine terliğinin altını göstereceğine öldür daha iyiymiş)
Bir süre uyumaya çalıştıktan sonra gece yarısına doğru karnımız acıktı, Restoran vagonuna geçtik. İki masada turistler vardı, gerisi boştu. Bir masadaki sarhoş orta yaşlı Alman turistlerin şamatası, sesi sonuna kadar açılmış teybe karışıp, hepsi açık olan camlardan gelen rüzgar ve tekerlek sesinde boğuluyordu.
Önce teybi kıstırtıp gürültüyü 1/3 oranında azalttıktan sonra fıstıklı tavuk pilav ve bira söyledik.
Yemek çok lezzetliydi, (290 baht tuttu) ama geç saatte yediğimizden rahatsızlık verdi. Sabaha kadar doğru düzgün uyuyamadık
(Can her yerde olduğu gibi hemen deliksiz uyudu)
Sabah 7 gibi, yarım saat rötarla Surat Thani istasyonuna vardık.
İstasyonun hemen yanında bekleyen 3-4 otobüs trenden boşalan turistleri aldı.
Otobüste kimse bilet sormadı.
20 dakikalık bir yolculuktan sonra eski Odunluk İskelesine benzeyen bir yere geldik. Bizim gideceğimiz Koh Samui’den başka Koh Phangan ve Koh Tao’ya gidecekler de buraya geldi. Burada tekne biletlerimizi alıp gideceğimiz adaya göre renkleri değişen çıkartmalar verip bunları görünür yerimize yapıştırmamızı istediler.
Çoğu yirmili yaşlarda yüzden fazla genç çardak altlarına yayıldı. Kimisi sandviçle kahvaltı etti, kimi sabahın 8’inde kıyıdaki masalarda biraya başladı.
Çok şiman, rastalı bir genç de gitar çalarak ambiyansa katkıda bulundu
Biz de sökülmüş otobüs koltuklarında uyukladık.
Bir saat burada bekledikten sonra gideceğimiz adalara göre ayrılıp, tekrar otobüslere bindirilip bir saat daha yol gittik.
Otobüste yanımda, cam kenarında oturan Fransız genç tepemde dikilen adama yarım saat boyunca yüksek sesle bir şeyler anlatınca dönüp Türkçe uyardım, anlamayınca İngilizceye tam tercümesini yaparak “You fucked my brains” dedim.
Bir an afalladı, yine de susmadı.
Kulaklıkları takıp sabah sabah uykusuz Led Zeplin dinlemek zorunda kaldım.
En sonunda esas iskeleye vardık. Bizde önceki otobüslerle gelmiş olan turistlerin lebalep doldurduğu Koh Samui feribotuna bindik.
Kenarda kendimiz bir kıçlık yer açıp oturduk.
Feribot beklemeden kalktı. Zaten binilecek yer de kalmamıştı.
Biraz sonra dehşetle otobüsteki Fransız gencin arkamda oturduğunu fark ettim. Bu sefer İskandinav bir kızı yakalamış daha bir iştahla bağıra bağıra yeşilleniyordu.
Kalkıp başka bir yer aradım ama yoktu.
Mecburen alttaki klimalı salona indim.
Yolculuk 1 saat 15 dakika sürdü. Saat 12 de Samui Adasının iskelesine indik.
Gözümüz yatak aradığından fazla düşünmeden daha önce Alim’lerin sitesinde okuduğum buranın en popüler plajı olan Lamia Beach’e giden bir kamyonet seslenince arkasına atladık (kişi başı 100 baht).
DEVAMI YAKINDA BURADA
dedi ki...
Ben güneye giderken 400 bahta yataklıda gitmeyi başarmıştım ama, kuzeye giderken sizin surat thaniye gittiğiniz mevkide gittim. Bu ikisini kıyaslamak bile istemiyorum.:)
Taylanda gitmeye karar verdikten sonra son bi iki gece bangkoktaki bütün CSer ların profilini incelemiştim. Yanınızda kaldığınız ailenin fotoğraflarını da hatırlıyorum. CS gerçekten harika bir şey! Forumlarında özellikle seyahat tüyoları içieren çok faydalı konular var.
Bulutların üstüne çıkarken kitabı kısa bir sürede thy nin nereden nereye geldiğnii çok güzel bir şekilde anlatıyor. cem kozlu tarafından imzalanmış bir kitabı okumuştum ben de thy de çalışırken.
Can ın okulu sebebiyle geziler için boş zaman bulmanızın daha da zorlaşmasına üzüldüm.
devamını merakla bekliyorum...
Çarşamba, Mart 10, 2010 11:41:00 PM
gülcan
dedi ki...
beni evlat edinirmisiniz İzmirde oturuyorum zorlamam sizi :)
Perşembe, Mart 11, 2010 9:34:00 AM
Adsız
dedi ki...
Üstat arayı uzatmayın. Devamını en kısa zamanda bekliyorum.
Millet yeşil tshırta hasta olmuştur.
Bende size özendim. Mouritus'a gideceğim.
Tek eksik jamaica yazan bir tshırt ve ucuza denk getireceğim ucak bileti. Den getirdimmi Mouritustayım. Aynı sizin kullandığınız yolu kullanacağım.
Kalın sağlıcakla
Perşembe, Mart 11, 2010 2:40:00 PM
Tijen
dedi ki...
Muhteşem "mickey mouse" ayrıntısını nasıl atladın Bora. Yoksa size Bangkok'ta tren istasyonunda çantalarınızı bırakırken "içinde yiyecek var mı" diye sorup kartonda üzerinde "mickey mouse" yazan fare resmini göstermediller mi?
Perşembe, Mart 11, 2010 4:38:00 PM
ssbb
dedi ki...
Yiyecek var mı diye sordular da mikiyi göstermediler.
Ben de niye sırduklarını anlamamıştım.
Perşembe, Mart 11, 2010 4:41:00 PM
OzlemPansiyon
dedi ki...
gülcan'ın önerisini ben de yinelemek istiyorum; beni de evlat edinin:)
Perşembe, Mart 11, 2010 6:56:00 PM
ssbb
dedi ki...
Perşembe, Mart 11, 2010 7:37:00 PM
dedi ki...
sevgili bora
surekli yazilarini hayranlikla takip ettigim sandaletli seyyahla ayni ucakla dubai ye ucarizda nasil farketmem.o gece resmen bi kabustu.bizim(ben ve esim)donuste ayri bi felaketti emirates le.dondugum gunden beri nereyi bulursam oraya sikayet edip b....kluyorum ben emirates i artik.biz bangkok a ertesi aksam uctuk,inanirmisin ucak bangkok a inerken bie suru insan koltuklar yatik uyuyordu ve hostesler dolasip kimseyi uyarmadilar bile.
cesme ye gelirsen lutfen omega optik e ugra birlikte bir cay icelim.
selam ve sevgiler.
Perşembe, Mart 11, 2010 11:29:00 PM
Demet
dedi ki...
fotolar yıkılıyor gene !
Cuma, Mart 12, 2010 12:04:00 AM
atıf
dedi ki...
surathaniye kadar bende trenle gitmiştim. kompartman arkadaşım genç , budist bir rahipti.rahiplerden para almıyor demişsiniz ama onun biletinde tutar yazıyordu.para almadılarsa bilemem :)
bu yazınız beni olumsuz etkiledi :)
yeni dönsekte insan şimdiden özlüyor oraları.kasımda daha uzun soluklu içinde koh chang ta olan bir seyahat düşünüyorum.
selamlar.
siznki gibi olmasada, benim naçizane yol notlarım :)
http://www.gezenbilir.com/index.php?topic=51028.new#new
cuma, Mart 12, 2010 9:25:00 AM
ssbb
dedi ki...
Yazını okudum Atıf, güzel bir geszi olmuş belli.
Monklara gelince;
Otobüste ve teknede para vermediler(teknede ben de vermedim)
Yanımda Ali Nesin'e taze meyve suyu sıktırdılar yine teşekkür edip gittiler.
Ben de hiç bir şeye para vermedikleri sonucunu çıkarttım.
Belki demiyolları laik bir müessesedir:)
Cuma, Mart 12, 2010 11:17:00 PM
atıf
dedi ki...
okuduğumdan beri gülüyorum :)herhalde otobus ve tekne ücretleri tren biletine-bangkok içi- göre çok çok düşük olduğunda almıyor olabilirler.
rahibin tren bilet bedeli 1480 gibi bir tutardı.
bu arada foto makinasının tam modelini yazacağım ama arkadaştan daha cevap gelmedi.
Pazartesi, Mart 15, 2010 4:24:00 PM
atıf
dedi ki...
makinanın modeli budur üstadım.
Salı, Mart 16, 2010 8:14:00 AM
dedi ki...
Çarşamba, Mart 17, 2010 9:56:00 PM
Basak
dedi ki...
Perşembe, Mart 18, 2010 3:05:00 PM
DERYA
dedi ki...
güzel bir tatil, görülesi yerler ve fotoğraflarla süslenmiş aydınlatıcı bir yazı. elinize keyfinize sağlı.
Cuma, Mart 19, 2010 1:08:00 PM
dedi ki...
Cumartesi, Mart 20, 2010 8:50:00 PM
..........Ayşe'nin Gazetesi..........
dedi ki...
Merhaba,
Yazınızı yine bir solukta okuyuverdim. Yeni yerler tanımanın yanında alternatif seyahat hakkında da fikir sahibi oldum. Bahsettiğiniz Couchsurfing in sitesine girdim. Çok ilginç buldum. Bana biraz bu konudaki deneyimlerinizden bahsedebilir misiniz? Güvenli mi ilk olarak? Siz kaç kez bu şekilde konakladınız? Avantajları ve dezavantajları hakkında ne düşünüyorsunuz? (tabiki eğer vaktiniz varsa bunları açıklamak için :) )
Şimdiden teşekkürler...
Pazartesi, Mart 22, 2010 8:33:00 PM
ssbb
dedi ki...
Brezilya ve Singapur yazılarımda konuyla ilgili geniş bilgi bulabilirsiniz.
Yine de aklınıza takılan konular varsa yanıtlamaya çalışırım.
Pazartesi, Mart 22, 2010 8:51:00 PM
italya turları
dedi ki...
gerçekten sanki sizinle beraber seyahat eder gibi yazınızı okudum...
saygılar
Salı, Mart 23, 2010 12:44:00 PM
ugurcan
dedi ki...
ne yalan söyleyeyim, can'ın bu şekilde yetişiyor olmasını çok kıskanıyorum:) onu da bu koşullara alıştırdığınız ve ileride mutlaka faydasını göreceği tecrübeler kazandırdığınız için sizi takdir ediyorum. bu yaştaki seyahatleri hatırlamasa bile albümünde budhanın önünde çekilmiş bir fotoğrafı olacak:)
TAYLAND II
(Ko Samui, Ko Pha Ngan)
Çıkan kısmın özeti:
12 saatlik yorucu bir tren yolculuğu ile Bangkok'tan Surat Thani şehrine, oradan otobüsle iskeleye, iskeleden de tekne ile Samui adasına ulaştık.
Samui’ye balayı adası yakıştırması yapıldığını duymuştum ama gördüğüm kadarıyla bu adalara kimse çift gelmiyor.
Çoğunluk iki/dört kişilik aynı cinsten arkadaş grupları, 20-25 yaş arası Amerikalı oğlanlar, İskandinav kızlar.
Burada çeşitli atraksiyonalarla tanışıp arkadaş oluyorlar.
Hızlı bir yolculukla 20 dakika sonra şöför bizi Lamai plajının çarşısının ortasında indirdi.
Uykusuz ve yorgun, denize dalıp uyuma halleri kuruyorduk ama yönümüzü iyice şaşırdık. Birine denizin ne tarafta olduğunu sorduk ve o yöne doğru yürüyerek plaja çıktık:
Oracığa çöküp kaldık. Plaja yürürken bir araba kiralama şirketinin önünden geçtiğimiz farkedip jip kirasını sormuştum. Dükkana bakan çocuk 24 saati 800 deyip, pazarlıkla 700’e (35 lira) inmişti.
Bari jip kiralayıp adanın rüzgar almayan tarafına geçelim dedim. Gidip Jipi kiraladık. Çocuk kredi kartı, ehliyet falan sormadı, sadece depozit olarak 5000 baht ya da pasaportumu istedi. Pasaportu verdim, aracı kiraladım.
Jip yaşlıca bir Suzuki Samurai’di.
Sağına soluna baktık, binip 100 metre kadar ötedeki ana yol kavşağına geldik.
Uykusuz kafayla yanlış karar vermişim.
Geri dönüp arabayı geri vermeye ve ilk gördüğümüz otelde uyuyup sonra ne yapacağımızı belirlemeye karar verdik. Aradan beş dakika geçmiş olmasına rağmen dükkan kapanmıştı. Komşu dükkanları dolaştım, çocuğu sordum.
Biraz sonra Gai geldi. Arabayı geri vermek istediğimizi söyleyince
‘Hayır siz neredeyse bir saat sonra aradınız’ dedi
Ankesörlü telefon aradığımı söyledim.
Böylece bir saat daha kaybedip saati 13 30 yaptık. Gördüğüm otellere baka baka Kuzey'e doğru ilerlemeye başladım.
En sonunda Lamai Resort adlı otelde denize sıfır güzel bir bungalovu 600 bahta tuttum.
Arabayı otoparka çekip açık bagajdaki çantaları odaya taşır taşımaz kovayla yağmur boşandı. Beş dakika daha geç kalsak sırt çantaları suya düşmüş gibi ıslanacaktı. 18 saatlik yolculuğumuzun sonunda çantaları omzumuzdan atar atmaz sağanak yağmurun altında plaja koştuk. Deniz de, yağmur da çok ılıktı, çok zevk aldık.
Çıkışta birer soğuk bira da içince moralimiz yerine geldi. Yarım saat kadar uyuyup ertesi gün öğlen 12 ye kadar kadar mecburen kiraladığımız jiple adayı keşfetmek üzere dışarı çıktık. Kuzey’deki Chaweeng Plajında durduk, kumsaldaki restoranlara oturduk.
Sarımsaklı kalamar, karidesli pilav ve tom yum çorbasıyla karnımızı doyurduk
Bir ailenin işlettiği bu restoran pek ucuzdu, yemeklerin herbiri 50, büyük bira 80 baht.
Buna rağmen hesabı eksik getirdiler. Ben tekrar topladım, gösterdim.
"Ağğğğ, ağğğğ" diyerek sevindiler.
(Taylar bizim haa, ya da hı hı dediğimiz ünlemler için bu garip ve komik sesi çıkartıyorlar)
Kıyı kıyı giderek en Kuzeydeki Mae Nam koyuna kadar çıktık. Rüzgar ve dalga genelde her yerde aynıydı.
Mae Nam biraz daha sakindi ama ortalıkta in cin top oynuyordu.
Burada girdiğimiz Lolita Villas’da oda fiyatı 800 baht idi, odalar doluydu, plaj bomboştu.
Geri dönüşümüz karanlığa kaldı, yolda bir pazar yerine girip meyve aldık( Muz 15/kg, Mangosteen 50/kg, ananas20/a, bir de Langsat 60/kg baht)
Pazar yeri meyve sebze, deniz ürünleri ve et olarak bölünmüştü.
Deniz ürünleri kısmında yayın balıkları ve canlı kurbağalar vardı.
Kurbağalar zıplayıp kaçmasın diye üzerlerine ağ germişler
Köyün girişinde hurda metallerden yapılmış heykellerin sergilendiği bir galeri gördük.
Odamızın verendasında votka kola ile biraz oturup 9 gibi yattık. Bir saat uyudum uyumadım havai fişek sesleri ile uyandım. Sesler fasılalarla devam edince kalkıp dışarı çıktım, uyanık olan Can’da beni takip etti.
,
Beraber arabaya binip seslerin geldiği yöne doğru yola çıktık. Köyün içinde açık bir sokak lokantasında noodle çorbası içtik. Plajın arkasındaki sokak turistik dükkanlar ve barlarla oldukça hareketlitydi. Arabayı parkedip baba oğul yürüyerek dolaştık, sohbet ettik.
Karıştırdığı ‘Ucu ucuna, hemen hemen, ve tam tamına’ nın nasıl kullanıldığını anlattım.
Bir bölgede Tay kızların masaların üzerinde dans ettiği Pattaya türü barlar vardı ama müşteriler Pattaya’dakiler gibi perişan yaşlılardan ziyade çiftlerdi.
Sabunları oyarak renkli çiçekler yapan bir kadını izledik.
Plaja çıkıp havai fişeğin nereden atıldığını sorduk.
Vakay-ı adiyedenmiş, her gece bir sürü atılırmış böyle.
Anladığım kadarıyla belli bir amacı da yokmuş.
Gerçekten daha sonraki geceler de atıldı ama sabah ezanına alışıp da uyanmadığımız gibi buna da alıştık.
Sabah 9 da kalktık, odada demlediğimiz çayla verandada kahvaltı ettik.
Samui’de meşhur bir şelale varmış.
Can da file binmek istedi,
Batı kıyısında gezdik. Adanın bu tarafında poyraz estiğinden deniz dalgasızdı ama plaj pek güzel değildi, ve yüzen kimse de yoktu.
Sahilde bir akvaryum vardı, içerde hayvanlarla bir takım sirk gösterileri yapıyorlarmış. Önünde de bir fili gezdirme ve fotoğraf çektirme amacıyla sergiliyorlardı. Fotoğraf çektirme 300, gezme 600 bahtken ben tur için 200 baht teklif ettim. Oğlan hemen kabul edince keşke 100 deseymişim dedim.
Biraz tedirgindi ama çok hoşuna gitti. İndikten sonra
Saat 12 de arabayı teslim ettik, pasaportumu aldım. Plajdan yürüyerek odamıza dönerken çok acıktık, kahvaltı etmediğimiz aklımıza geldi.
İnsan çok acıktığında en güzel şeyi yemeyi hayal eder ve hiçbir şeye karar veremez ya, işte o duruma düştük. Bir türlü doğru düzgün yiyecek bir şey bulamadık. En sonunda kıyıda bir restoranın ikinci katına oturup İngiliz kahvaltısı tost meyve suyu falan söyledik, lezzetsiz olduğu gibi neredeyse içkili akşam yemeği kadar, 450 baht tuttu.
Aslında hatamız Tayland’da yerel kahvaltıya (noodle soup) burun kıvırıp, alışkın olduğumuz ekmek peynirle kahvaltı etmeye çalışmaktı.
Deniz bugün de dalgalı, hava rüzgarlı, oysa iki gün öncesine kadar hiç esinti yokmuş, deniz çarşaf gibiymiş; kısmet.
Koyun en uzak ucu iyice az dalga aldığından oraya yürüdük.
Plajda Mauritius'taki minik midyelerden toplayan bir adam vardı.
Elindeki kopmuş bisiklet sepeti ile olayı iyice mekanize etmişti.
Ben bir dalıp çıktım, su bulanık ve dibi taşlıydı, yine odamızın önüne döndük. Neşe kaju fıstıklarla bira içip yattı. Ben balkonda Cem Kozlu’yu okudum,
Bu tip tatillerde Can, ilk günlerde bir bocalama evresi geçiriyor, mızıldanıyor falan.
İzmir’deki ‘Low maintenance’ haline dönüyor.
Cem Kozlu’nun THY anılarını okurken daha önce burun kıvırdığım CEO’luğun da hiç fena bir iş olmadığını düşündüm. Yaratıcılığa açık, manevi tatmini yüksek. Ancak işini iyi yapmak, gelecekteki eğilimleri iyi tahmin etmek gerekiyor, yoksa kazancı büyük olduğu gibi çuvallaması da fena.
Saat 16 da Neşe uyandı, Can’ı da çağırdık.
Bütün gün deniz kıyısında, pek eğleniyor.
Rüzgar dinecek gibi gözükmediğinden bir sonraki ada olan Ko Pha Ngan’a bilet almaya karar verdik.
Seyahat acentelerinden fiyat aldık, genelde otelden iskeleye trafnsfer ve tekne bileti için 300-350 baht istiyorlardı.
“Türk müsünüz?” dedim
Üç aylık bir seyahate gelmiş iki arkadaşlarmış, keyifleri yerindeydi.
Önce yerleşmek için Avustralya’ya gitmiş ama oradaki kuralcı yaşamdan bunalmış.
Bir süre sonra kitap oku, yemek ye, bira iç, masaj yaptır döngüsünden sıkılınca
(Emekli üst düzey bir devlet memuru aldığı maaşıyla burada hiç çalışmadan çok rahat ve lüks yaşayabilir) bir iş kurayım deyip bu dükkanı tutmuş. Penye, çanta falan satıyor.
Dükkan 15 bin dolara malolmuş, işlerden gayet memnunmuş. Tay kadınlar kıyafete meraklıymış, ellerindeki eskimeden yenisini alıyorlarmış.
Yabancılar vergi ödemiyorlarmış, vize için de üç ayda bir Kamboçya ya da Türkiye’ye gidip geliyormuş.
“Elimde yanmak üzere olan Türkiye biletim var, gitmeye üşeniyorum” dedi
Phangan adasını sorduk, hiç geçmemiş. Bize güzel bir restoran tarif etti. Sıkıntımız olursa diye telefonunu verdi, kendisine buradan teşekkür ediyor, mutluluklar diliyoruz.
Sadece Lamai çarşısında dört Türk esnaf varmış.
Bir de Tay yemekleri satan Efes Restoranı gördük.
Yemekte tom yam çorbası, kalamar, patates kızartması ve sarımsaklı et yedik.
İki birayla 840 tuttu. Bira pek ucuz gelmedi bana bu sefer .
Yemekten sonra Phangan Adası için feribot bileti aldık. Buraya gelirken geerekmemişti ama bu sefer Can için de çocuk bileti almamız gerektiğini söylediler. 5 ayrı acenteyi dolaştıktan sonra kandırılmadığımıza ikna olduk, ve kişi başı 250 bahttan 625 baht ödeyerek biletlerimizi aldık, odaya döndük.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltı için pancake (gözleme )almak için Can’la plajdan çarşıya yürüdük.
Plajdan yürürken aşağıdaki fotoğrafı çektim.
'Olmazböyleşey' adını taktığım babam yaşındaki bu abi önden Mehmet Güleryüz havasında.
Seksen yaşlarında olmasına karşın fit vücudunu her sabah odamızın önünden geçerek bütün plajı hızlı hızlı yürümesine borçlu olsa gerek.
Saat 9 olmasına karşın merkezde her yer kapalıydı.
Elegan sırtçantalılar için (ipod dinleyen) düzenlenmiş bir hostelmiş.
Ufacık, kıç kadar odada iki kişilik ranza ve ufak bir masa var.
Odanın balkonunda kahvaltımızı yaptık, biraz yüzüp kitap okuduktan sonra 13 30 daki tekne için bizi 12 de alacağı söylenen servisi beklemek için çantaları toplayıp restorana geçtik.
Restorandaki kitap dergileri karıştırırken birden 31 aralık tarihli Sözcü Gazetesinin sürmanşetinde bana ‘Memleket elden gidiyor sen buralarda keyif çatıyorsun’ der gibi sinirli sinrli bakan Emin Çölaşan’ı gördüm, başım döndü.
"Burada da kaçamadık!" dedim.
Servis bizi adanın güney ucundaki iskeleye götürdü, burada yarın akşam Ko Phangan’daki Full Moon Party’e gidecek gençlerle birlikte teknenin gelmesini bekledik.
İskele havaalanına yakın olduğundan beklediğimiz yarım saat içinde adaya 2 uçak indi. Youtube’da hep gördüğümüz şekilde uçak neredeyse tepemize değecek kadar alçaktan geçti.
Söylediklerine göre adaya günde 40 uçak iniyormuş. Küçücük ada ama neredeyse Sabiha Gökçen kadar trafiği var.
Yol yarım saat dediler, bir saat sürdü. Yolda şiddetli bir yağmur indirdi.
Tekne yine balık istifiydi.
Yağmurla birlikte yerler ıslanınca herkes ayağa kalktı belediye otobüsü gibi oldu.
Biz Can ile ıslanmayı göze alarak kenardaki yerimizden kalkmadık, sucuk gibi olduk.
Phangan Adasına varınca iskeledeki otelcilere hiç bakmadık, doğru merkeze yürüdük. Burada 3 gün kalacağız, niyetimiz araba kiralayıp kalacağımız koyu gezerek seçmek. Önce bir yemek yiyelim dedik. Saat 14 30 olmasına karşın açık doğru dürüst bir restoran yoktu. Benim ısrarımla kaldırım kıyısındaki bir yerli restoranına oturduk.
Bu tip Tay restoranlarını ben çok seviyorum; üç beş çeşit yemek ve masanın üstünde salata niyetine yenecek bir sürü yeşillik, kelek, ıvır zıvır oluyor.
Müşteri bir kızın tercümesi ile ki çeşit yemek ve 2 pilav söyledik.
Bir de yeni pişmiş muz yaprağında patates ezmeli balıklı acılı bir şey vardı, ondan yedik. Hepsi 100 baht tuttu. Bence güzeldi ama Neşe pek beğenmedi.
Benim bir terorime göre nominal bir yemek ne kadar ucuz ise erkeklere, ne kadar pahalı ise kadınlara o denli tatlı geliyor.
Yemekten sonra Neşe ile Can’ı iskelenin karşısındaki kafelere oturtup kiralık araba aramaya başladım. Merkezde jip kiralayan en az 10 dükkanı dolaştım. Yarın Dolunay Partisi olduğundan çoğunun elindeki arabalar tükenmişti.
Tabi esas bizimki büyük enayilik:
Samui’de 700 olan jip kirası burada 800’e çıktı. Kapalı kasa yeni bir Samurai jip için pazarlıkla 900 bahta anlaştık.
“Sigortası var tabi di mi?” dedim.
Kadın “Hayır, Ko Phangan’anda sigortalı kiralık taşıt bulunmaz” dedi
“Kaza yaparsak ne olacak?” dedim
“Ödersiniz!” dedi
“Mesela farı kırsak ne kadar?” diye sordum
“Tamirciyi çağırıyoruz, ne isterse ödüyorsunuz” dedi
Böyle muğlak bir anlaşma hiç aklıma yatmadı. Gözümün önüne arabada oluşan bir çizik için istenecek fahiş fiyat ve dönüş teknesinin kalkma saati gelmişken pasaportumu geri alabilmek için vereceğim canhıraş mücadele geldi.
(Daha sonra başkalarından duyduğuma göre gerçekten de arabada hasar olursa fahiş tamir fiyatları isteniyor ve olay polise taşınırsa da polis Tayların tarafını tutuyor, 'Öde de git' diyormuş)
Değmez dedim, araç kiralamaktan vazgeçip taksicilerin durağına yöneldim.
Taksiciler dediğim arkası açık kamyonetler.
Acenteleri dolaşırken, “Sakin, çocukların yüzebileceği denizi adanın neresinde bulabiliriz?” diye sormuştum.
Herkes Kuzey batıda Mae Haad’ı önermişti.
Kamyonetçilere Mae Haad’a kaça gideceklerini sordum.
Ellerindeki kendi bastırdıkları kartondaki fiyat tarifesini göstererek (sanki basılı olunca kazıklanmıyorsun)
"Kişi başı dolmuş 200 ama başka yolcuları beklemeniz gerekir, hemen gitmek isterseniz 500 baht" dediler. Kamyonet kasasında 5-6 kilometrelik yol için bir günlük araba kirasına yakın bu fiyatlar hiç aklıma yatmadı. Mutlaka başka bir yolu olması lazım dedim.
Yarım saat daha dolaştım sordum soruşturdum, sonuç:
1. Başka yol yokmuş
2. Sahiden Phangan’da sigortalı kiralık araç yokmuş
Bir kamyonetçi ile kişi başı 150’den anlaştık,
“10 dakika sonra tekne yanaşacak, ondan inenleri de alıp gideriz” dedi
İskelede abur cubur yiyerek geminin gelmesini bekledik.
Milkşeyk yapmak için seyyar satıcılar jeneratör kullanıyorlardı. Meyveyi doğruyor, jeneratörün ipini çekip 2 dk çalıştırıp susturuyor, ilginç geldi.
Teknenin gelmesi, yolcuların boşalması 40 dakikayı buldu.
Beklemekten sıkılınca, okuduğum Cem Kozlu’nun kitabının etkisiyle hemen bir maliyet hesabı yaptım ve bunu Neşe ile paylaştım.
Dedim ki:
“Şimdi biz bu kadar uğraşıp 1 saat harcayıp sonunda kişi başı 50, toplamda 100 baht indirim elde ettik. Bu seyahatte bizim toplam harcamamız aile bazında yaklaşık 4000 lira. Bunu 9 güne bölersek günde 450 saatte 20 lira, yani 400 baht. 400 baht harcayarak,(ve güneşin altında 1 saat dolaşarak) 100 baht tasarruf ettik, hiç akıllıca değil. Bir daha böyle yapmayalım!”
Neşe baktı, baktı, “Sen çıldırmışsın” dedi
Adanın yolları aynı Karadeniz dağları gibi inişli çıkışlı, daracık beton .
20 dakika kadar süren bir yolculuktan sonra Mae Haad’a vardık.
Dolmuştan inip sahile çıktığımızda doğru yere geldiğimizi anladık. Güneş batıyordu, nefis bir manzara vardı ve ortalıkta pek çok insan olmasına karşın hiç gürültü yoktu.
Kıyıda masaj yapılan beş altı gölgelik ve bir kaç restoran dışında birşey yok.
Bu koyun özelliği akşam saatlerinde denizin çekilmesiyle ana karaya bağlanan Ko Ma adlı küçük ada.
Sabahları da Gümüşlüğün karşısındaki adaya gider gibi diz seviyesinde suda yürüyerek ulaşılabiliyor.
Adada kumsala bakan kıyıda bir restoran ve daha ilerlere yürünürse marihuana içilmek için yapılmış izlenimi veren bir bar var.
(Can'ın elindeki vileda değil yaprak)
Vakit geçirmeden kıyıdaki bungalowları dolaşmaya başladık. Zaten tüm koyda 4 otel var. En baştaki yarımadanın öte yanında kalan Orchid’de basit odalar 600 baht idi, ancak önündeki su çekilince dipteki taşlar ortaya çıkmıştı.
Hem görüntüsü güzel değildi hem de yüzerken ayağımızı acıtır diye odayı tutmadık. Çantalarımızı Orchidin Bob Marley çalan barına emanet edip devam ettik. Tam yarımadanın karşısına denk gelen Island view’de odalar güzeldi, hatta içinde plazma tv bile vardı ama fiyatları 1300 bahttı. Bir sonraki Wat Sai’dearkadaki dağa yaslanan kule gibi nefis odalar yapmışlar.
Geceliği 1000 baht idi ama hepsi doluydu. Sondaki iki otelde ise yaşantı izleri olmasına rağmen ne turist ne çalışan kimseyi bulamadık. Yeni geliştirdiğim Cem Kozlu teorimden hareketle en pahalı olan Island View’e yerleşmeye karar verdik.
Resepsiyondaki nursuz kız ne dediysem beş kuruş indirim yapmadı. Bir de 1000 baht deposit istedi. Hava kararmadan denize girebilmek ve yorgunluğumuzu atmak için resepsiyoncusunu beğenmediğimiz otele yerleşmeme prensibimizi bir geceliğine çiğneyerek odayı tuttuk.
Neşe ile Can denize girerken ben köyün içindeki marketten bira çerez aldım. Issız bir koyda olduğumuzdan marketteki bütün fiyatlar şehre göre en az bir buçuk kat pahalı.
Odanın önündeki verandada güneşi batırdık.
Sahilde pek çok kişi güneşin batışını izliyordu ama hiç kimseden çıt çıkmıyor, köpekler bile havlamıyordu.
Bu sessiz ve güzel ortamda insan nasıl dinleniyor anlatamam.
Biz de gürültü çıkartmaktan korkarak fısır fısır konuşup sohbet ettik.
Güneş batınca çantalarımıza güler yüzle bakan Orchid’e gidip yemek yedik. Ben Hindistan cevizli green curry yedim fena değildi. Neşe fried rice yedi pek beğenmedi. İzmir’de benim yaptığım füzyon pilavlara (hint esintili fried rice) alıştığından buradakiler biraz yavan geldi sanırım.
Can da çıtır kızarmış tavuk yedi. Tavuk o kadar başarılıydı ki bundan sonra hep aynı şeyi yedi.
İki bira ve bir Fanta ile 540 baht (27 lira) hesap geldi.
Odaya döndük, votka meyve suyu içerek mehtabı seyrettik.
ssbb
Perşembe, Mart 25, 2010
21
yorum:
atıf
dedi ki...
müthiş yazmışsınız yine.
bolca gülerek okudum.
maliyet hesabı ve yengenin tepkisinden sonra koptum zaten :)
Perşembe, Mart 25, 2010 10:14:00 PM
BIR TERAZININ GUNLUGU
dedi ki...
Cok güzeldi,yorgunlugumu aldi,ellerinize saglik...
Sevgiler...
Cuma, Mart 26, 2010 1:06:00 AM
ssbb
dedi ki...
sanırım uykusuzluktan:)
Cuma, Mart 26, 2010 9:45:00 AM
dedi ki...
teşekkürler paylaştığın için yine çok güzel yazmışsın.
Cuma, Mart 26, 2010 5:34:00 PM
Mavi Balon
dedi ki...
Yeni yazı gelmiş yaşasın. Şimdi eşime nutella siparişi verdim gece buluşucam sayfanızla kaşıkla götürüken nutellayı bir nebze olsun oralarda olma hayali yaşıycam.
Cuma, Mart 26, 2010 6:51:00 PM
Demet
dedi ki...
Cumartesi, Mart 27, 2010 6:22:00 PM
egeden
dedi ki...
egeden
Pazartesi, Mart 29, 2010 5:17:00 PM
mete
dedi ki...
bir 2. ricam bir seyahat fikri oluştuktan sonra geçen aşamalrıda kaleme alabilirmisiniz belki aynı güzargahı aynı bilet fiyatıyla kat etmek isteyenler olur.Kendi adıma size hiç askıntı olmam ama uçak bileti konusunda bilgi birikiminizden yararlanmak isterim . sevgiler mete
Perşembe, Nisan 01, 2010 12:38:00 PM
ssbb
dedi ki...
Mete isteklerin güzel ama ben ne yazık ki bu kadarını yazmaya bile zor vakit buluyorum
Perşembe, Nisan 01, 2010 2:44:00 PM
Kalite Blog
dedi ki...
Çok güzel bir site. Şans eseri denk geldim ve hoşuma gitti. Blogumda tanıtım yazısını da yazacağım hepinizi beklerim.
Pazartesi, Nisan 05, 2010 6:03:00 PM
Adsız
dedi ki...
atlasname isimli blogu da ben size tavsiye edeyim. güney amerika'yı tek başına gezen cesur kadın gülcan'ın enfes üslubuyla sizin de keyif alacağınızı düşündüğüm bir blog.
yeni seyahat yazılarınızı da sabırsızlıkla bekliyorum.
Çarşamba, Nisan 07, 2010 12:04:00 AM
Cerushe
dedi ki...
07.04.2010 01:45
Bora Bey gece haberlerinde
Endonezya Sumatrada 7.8 buyuklugunde deprem oldugunu uzulerek izledim.
Aklıma Levent Bey'le aranızda geçen deprem diyaloğu geldi.
Bu arada yazılarınızı tekrar tekrar okuyorum.
Yeni yolculuk ne zaman nereye acaba? :)
Uçak promosyonları ile ilgili picklerinizi bekliyoruz.
Poyraz
dedi ki...
Pazar, Temmuz 11, 2010 2:45:00 AM
ssbb
dedi ki...
Kimse de sormayınca kaldı öyle.
Arada böyle isteyenler olunca bir heves biraz yazıyorum yine kalıyor.
Bitireceğim inşallah!
Çarşamba, Temmuz 14, 2010 12:13:00 AM
dedi ki... Bekliyoruz...
Kulaklarınızı çınlatıyoruz...
Cuma, Ağustos 06, 2010 9:55:00 PM
Adsız
dedi ki...
Hadi bi heves bekliyoruz.
Salı, Eylül 21, 2010 8:51:00 PM
Adsız
dedi ki...
Bu seyahat sizde pek etki bırakmadı anlaşılan. Bundan sonraki seyahatlerinizi yazmanıza rağmen bunu yarım bıraktığınıza göre!
Cuma, Ekim 08, 2010 12:38:00 AM
dedi ki...
Bora beY, noooooolur yazının devamını bekliyoruz...koh phanganda başka neler yaptınız koh taoya geçtinizmi? en güzel plaj hangisiydi hadi biraz daha bilgi, gidicez sizin ayrıntılı yorumunuzu bekliyoruz :))
Çarşamba, Kasım 03, 2010 1:40:00 PM
ssbb
dedi ki...
inşallah yetişir siz gitmeden
(işin doğrusu kıçımın üstüne oturup yazmaya fırsat olmuyor, bunu da ayıptır söylemesi istanbul dış hatlardan yazıyorum)
Pazar, Kasım 14, 2010 5:35:00 PM
Adsız
dedi ki...
Perşembe, Aralık 16, 2010 6:30:00 PM
Adsız
dedi ki...
Bora bey, ben hala reader sizin sitede yeni yazı uyarısı verdiğinde bu yazının devamını yazdığınızı sanarak umutlanıyorum :) Hadi bitirin şu yazıyı...
Pazar, Aralık 19, 2010 1:54:00 AM
TAYLAND III
Sabah 8 de kalkıp bir saat yüzdüm, plaja bağlantılı Ko Ma adasının etrafında bir tur attım.
Açık denize bakan yüzünde biraz ürktüm, zira akıntı fazlaydı ve denizde çok alg vardı, canımı yaktı. Renkli mercanlar ve tropik balıklar da vardı ama akıntı nedeniyle görüntü pek net değildi.
Saat 10 gibi Island View'in suratsız resepsiyoncusuna odayı teslim ettik. Depozitoyu geri vermeden önce gidip odayı kontrol ettiler. Başka bir turistin söylediğine göre eskiden böyle değillermiş, İsrailliler muslukları bile çalmaya başlayınca böyle olmuşlar.
“O zaman İsraillilerle somurtsunlar” dedim.
Sabah kıyıdan yürüyüp yeni bungalow baktık. En sondaki Coral Cove’da dün kimseyi bulamamıştık. Bu sefer bir adam vardı. En öndeki odaya 400 istedi 300’e anlaştık.
Bir önceki gece suratsız Island View’e bir gece için 1300 baht vermiştik. Burası daha sakin, odamızın önü de sanki büro gibi renkli camla kaplı.
Çantaları bırakıp kahvaltı için yandaki otelin restoranına geçtik.
Sabah yüzerken kızları ile Türkçe konuştuklarını duyduğum bir aile de aynı restorandaydı. Gidip selam verdim, tanıştık.
Kendisi yogacıymış, bu adaya da bir yoga kursu için gelmişler. Eşi Isabella Kübalı, Havana’da fotograf çekerken tanışmış, birbirlerinin dilini anlamadan büyük bir aşk yaşayıp evlenmişler. Kızları İris de Can’la çok iyi anlaştı.
Böyle oynanacak güzel plajda dili anlaşılan, verbal iletişim kurulabilen arkadaş bulmak ikisinin de çok hoşuna gitti, iki gün boyunca hiç ayrılmadılar.
Sinan'lar 3 aylık bir tatile çıkmışlar, ilk ay Hindistan'da geçmiş. Hindistan vizeleri 1 aylık olduğundan Tayland’a geçmişler. Ko Phangan’daki kurs iki hafta sürecekmiş.
Sinan çok bilgili, görmüş geçirmiş, güzel şeyler anlatıyor ama yogadan olsa gerek hep sakin, çok sakin, mırıl mırıl konuşuyor. Isabella ise tam bir Türk kadını olmuş: Heyecanlı, muhabbetli, yoga gibi konularla tamamen ilgisiz...
Bize hemen Ezel’i izleyip ilemediğimizi sordular.
İzlemediğimizi söyledik. Ezel’i bir de bir başka, adını hatırlamadığım diziyi hiç kaçırmıyorlar, ıssız koylarda kaldıklarında bile merkeze internet kafeye gidip son bölümleri indirip plajdaki odada seyrediyorlarmış. (üstelik bu adalarda internet dial up, yavaş ve bayağı pahalı)
Yanlarında organik tarhana getirmişler, arada onu pişirip yiyorlarmış.
Sinan bunun sebebini bizim vücudumuzun, yüzlerce yıldır bu memleket mayalarına alışık olması ile falan açıkladı.
Bu benim pek aklıma yatmadı. Bence bizim bünyemiz esas yüzlerce yıldır tasavvufa falan alışkın, ruhani bir şey yapılacaksa yogadan daha iyi oturur gibi geliyor ama bilmediğim konu, fazla ukalalık etmek istemedim.
Ayrıldıktan sonra sahilde yayılıp kitap okuyup yüzerek öğleni ettik.
Öğlen yemeği için en kalabalık yer olduğundan yine aynı köprülü restorana geldik. Kalabalık nedeniyle 20 dakika bekledikten sonra yemekler geldi.
Benim Tomyum çorbası kişnişsizdi
Neşe’nin karışık deniz ürünleri de soğuk bir tabakmış beğenmedik. Yine en iyisi Canın kızarmış tavuk dilimleriydi. Can yemekten sonra restoranın masalarında ödevini yaptı.
Burada porsiyonlar küçük, fiyatlar büyük. Çay, kahve, kutu kola 20, Bira küçük/ büyük 50/80, tost 60, parmak patates 75 baht (1 euro=42 baht)
Yemekten sonra karşıki adaya yürüdük.
Yolda Türkçe konuştuğumuzu duyup selam veren bir Türk gençle karşılaştık. Koh Tao’dan gelmiş , orada kalıyormuş.
Dönüşte adaları birbirine bağlayan kumsalda Can ile epeyce oynadık, boğuştuk. Burası tam çocuklara göre. Sabahları kaybolan kumdan set öğleden sonra sular çekilince belirginleşip yol olmaya başlıyor. Yolun iki tarafında da sığ plajlar oluşuyor.
Tam güneş batma saati geldiğinde fotoğraf makinesinin pili bitti.
Odaya kadar yürüyüp pili 5 dk şarj edip, iki üç poz çekebildim.
Akşam köprü ile geçilen restorana oturduk. Büyük bir Red Snapper (Mercan) 300, pomfrit 50 , thai salat 50 baht.
Yemekler güzeldi. Yemekten sonra da restoranda epeyce oturduk, Can ile hamaklarda sallandık, kitap okuduk.
Sabah 8’de kalktık. Can ile Neşe kıyıda yüzdü, ben ise yüzerek yandaki koya gitmeye çalıştım. Koya yaklaşırken kıyıda kamp yapan donsuz turistler gördüm. Alglerin saldırısına da uğrayınca rahatsız etmeyeyim deyip geri döndüm. Burada denizde yer yer algler yoğun olsa gerek ki o bölgeye girince aniden teninde küçük iğnecikler batıyormuş gibi yanmalar oluyor. Bir zarar vermiyor ama çok rahatsız edici; Allahtan kıyılarda yok.
Dönüşte baktım Neşe bungalowu süpürmüş, bana da kumlu ayaklarımla geldim diye çok kızdı.
Kahvaltıyı odanın önünde bisküvit çayla ettikten sonra bu sefer yürüyerek yandaki koya geçtik. Koyda kampçılardan başka kimse yoktu, onlar da bellerine bez sarmış kahvaltı hazırlıyorlardı. Sinan'ın söylediğine göre eskiden buraya yürüyerek geçilemediği zamanlarda burası çıplaklar plajıymış. Şimdi yol açılmış.
Biraz sohbet ettik, Fransızmış ama uzun süredir buralarda yaşıyormuş. Kano da evlerinde kaldığı aileye aitmiş. Buraya yarımadanın (Ko Ma) fotoğrafını çekmek için gelmiş ama hava berrak değilmiş, hiç fotoğraf çemeden döndü gitti.
Güneş çok yakıcı olduğundan tekrar odaya döndük, verandada kitap okurken Sinanlar geldi.
Can ile İris kıyıda oynarken biz de çay kahve içip sohbet ettik.
“Kumsalın üzerindeki bungalowu süpürmenin ne anlamı var, di mi birader?” diye Neşe’yi şikayet ederken O benden dertli çıktı:
Meğer onun hanımı İsabella ne kadar lüks olursa olsun, tuvaletini banyosunu çamaşır sularıyla iyice ovmadan hiçbir otel odasında kalmıyormuş.
Sinan’lar bizim odayı (ve fiyatını) beğendiler. Yarın biz çıkınca buraya geçmeye karar verdiler. (tabi tuvaleti banyoyu elden geçirdikten sonra)
Öğlen yemeği saatinde ilk başta otel kısmında kalıp kavga ettiğimiz Island View’in lokantasına gittik. Biz kalamarlı körili fried rice (80) , Can hamburger yedi.
Güzel restoranmış, kızgınlığın zararı bize olmuş. Yemek içkilerle 400 baht tuttu. Yemekten sonra restoranın önündeki kumsalda akşama kadar yayıldık. Ben Vefa Zat’ı bitirdim. Can sudan hiç çıkmadı. Akşamüstü odaya dönerken kıyıda İris ile karşılaşıp bir posta daha hava kararana kadar oynadılar.
Bu gece Ko Phangan’ın dünyaca meşhur Full Moon Party’si var.
Akşamüstü elektrikler gitti. Otelimize bakan hiç kimse olmadığından mum da isteyemedik. Bizden bir sonraki otel-lokanta Wang Sai’de ışık olduğundan oraya gitmeye karar verdik. Odadan çıkar çıkmaz gökyüzü delindi (aslında yağan yağmurun miktarı düşünüldüğünde yırtıldı demek daha doğru olur) restorana kadar olan 100 metrelik yolu sırılsıklam tamamladık. Yemek süresince yağmur fasılalarla devam etti. Ben de yağmuru ilahi bir işaret olarak görüp partiye gitmekten vazgeçtim.
Şakır şakır yağan yağmur altında mayolarımızı giyip Can ile odanın önündeki kıyıya indik, koştuk oynadık, çok eğlenceliydi. Daha sonra ben tatlı bir şeyler almak için mayoyla yalınayak köyün merkezine gittim. Yağmur hızını arttırmasına karşın gençler kamyonetlerin arkasını silme doldurmuşlar, neşelerine bakılırsa partiye daha dolmuşta başlamış görünüyorlardı. Şöföre kaça götürdüğünü sordum, sadece gidiş 300 bahtmış, dönüş Allahkerimmiş. Bu kadar yağmurda nasıl kumsalda açıkhava partisi yapılacak, ses düzeni nasıl kurulacak diye düşünüp gençlerin akılsızlığına acıdım, odaya geri döndüm.
Çok sonra aynı gün rastlantı eseri aynı adada bulunan (ve hatta Mae Haad’a da gezmeye gelen) genç dostum Ümit Orhan’dan partinin olduğunu, çok başarılı geçtiğini, ortamın gerçekten çılgın olduğunu ve kendisinin de ülkemizi adeta milli formayı ilk kez üzerine giymişçesine en iyi şekilde temsil ettiğini öğrendim.
Kendisinin parti ile ilgili yazısı burada
Ben ise yağmur altında odaya döndüm, bakkaldan aldığım Cocostarları yiyip yattık.
Sabah kıyıda 1 saat yürüdüm, döndüğümde Can hala kalkmamıştı.
Baktım uyanmıyor, “İris geldi, seni çağırıyor” dedim, hemencecik kalktı.
Sahildeki kameriyede oturduk. İsabella Sinan ile nasıl tanıştıklarının ayrıntılarını anlattı, gerçekten ilginç bir hikayeydi, gönül ferman dinlemiyor!
Sinan profesyonel fotoğrafçı olduğundan benim bir iki pozumu çekmesini rica ettim.
Ben hamakta yatarken 15-20 dakika uğraştı, o yana gitti, bu yana gitti, çömeldi, kalktı en sonunda tamam dedi. Bir de baktım çeke çeke sadece 3 poz çekmiş
Ben bu kadar zamanda 300 poz çekerdim. Dünkü Fransız gibi kocaman makineyi taşıyıp taşıyıp kırk yılda bir fotoğraf çekenleri ben anlayamıyorum. Benim bilmediğim bir şey biliyorlar. O makineyi bana versen her gördüğümü çekip 8 GB hafıza kartını anında doldururum.
Öğleyin onlar gidip çantalarını aldılar, biz de bizimkileri topladık.
Odayı onlara bırakarak çıktık, plajdan yürüyerek merkeze geldik.
Island View restoranda yemek yedik, çantaları da orada bırakıp biraz yüzdük.
Kaç gündür izleyip durduğumuz masajcılarla pazarlık edip Neşe ile birer yağlı full body masaj yaptırdık. (2x250 baht)
Can da yaptırmak istedi ama çocuklara yapmıyorlarmış (dedik)
Yani yaptırırken çok fena değil ama sonrasında bir gevşeme falan olmuyor. Hoş öncesinde de kasılma gibi bir şikayetim olmadığından boşuna yağlara bulanıp elalemin masajcısına vücudumuzu mıncıklatıyoruz.
Tabi bu söylediklerim turistik masajlar için.
Bir de Thai masajı var ki ondan insan dayak yemiş gibi çıkıyor, bir daha hayatta yaptırmam.
Ha Tay kızlara onu yaptırmışsın, ha Karataş Hamamı'nda elinin ölçüsü olmayan tellaka Türk masajı. İkisi de bence ciddi sakatlanma riski içeriyor.
Can plaja elveda yazısını yazdı.
Saat 2 gibi köyden dolmuşa bindik, 3'te merkezde iskeledeydik,
İskelede beklerken yine seyyarlardan abur cubur tıkındık.
Feribot 4 30 da geldi, yolcuları indirdikten sonra bizi alıp kalktı.
Neşe’ler içerde kapalı salonda oturmayı tercih ettiler.
Ben dışarlarda turaladım.
Genelde bütün turistler akşamdan (partiden) kalma olduklarından sağda solda serilmiş uyuyorlardı.
Yol için 2,5 saat demişlerdi, 3 saat sürdü.
Yolda güneş battı.
Fazla uğraşmadan yerleştik. (300 baht oda)
Ben yine Tomyum yedim, (30).
Sabah 8 de uyanıp elimizde kalan bahtları bitirmek için Surat Thani'de dolaşmaya başladık. Önce bir çayhanede kahvaltı ettik. Can kızarmış bir tavuk budu yedi, biz de taze pişilerden götürdük.
Surat Thani küçük ve ucuz bir kasaba. Buranın çarşısı _ve aynı zamanda otobüs garajı olan Talat Kaset I ve II ‘yi gezdik.
Kendimize ve ailelerimize hediyelik tişört, gömlek, terlik vs aldık, yine de 1000 baht arttı.
Lüks bir lokantaya girip kajulu tavuk gibi güzel bir yemek yedik.
Para yine bitmeyince toptancılar çarşısına gidip ciklet, çay, diş macunu, pudra, vs aldık.
Saat 12 gibi otelden çantaları alıp HAVAŞ’ın kalktığı yere geldik.
Havaalanında beklerken dünkü partiden dönen Amerikalı gençler çok fazla şamata yaptı, başım şişti. Öte yandan ben de liseyi bitirdiğim yıl kızlı erkekli arkadaş grubuyla böyle Uzakdoğu adalarında partilere takılsaydım onlardan bin beter olurdum. Bu nedenle bir şey demedim, hoşgörü ile seyrettim.
Can uçakta da ödeve devam etti, çilesi bitmiyor çocuğun.
Bangkok Hava Limanı yenilenmiş, süper olmuş. Her tarafta (tuvaletler dahil) nadide orkideler, geniş geniş bagaj alanları vs.
Ayrıca Duty free’si de şimdiye dek gördüklerimizin içinde en iyisiydi.
Duty Free'de de tüplerin içinde köklendirilmiş orkideler satılıyordu.
Bu orkidelarin neden bu kadar pahalı olduğunu anlamıyorum.
Son kalan 50 bahtımızla buradaki marketten dondurma , kabak çekirdeği ve mango turşusu (elbette alırken turşu olduğunu bilmiyorduk) aldık.
Dubai Bangkok arasını Boeing 777 ile gelmiştik ama dönüşte şansımıza uçak iki katlı yeni Airbus 380’lerden çıktı.
Bu uçaklarda koltuklardan izlenebilen alt ve ön kameradan başka bir de kuyruk kamerası var.
Elbette biz alt kattaydık. Üst kata çıkan merdivenler kordonla kapatılmıştı. Herkes uyurken bir çıkayım bakayım dedim, merdivenin başında hostes geri çevirdi çıkmak yasak diye.
Gece saat 2 de Dubai’ye indik.
Mauritus seyahatinden antremanlı olduğumuzdan hemen dışarı çıkıp Emiratesin havaalanı oteline giden servisi bulduk, saat 3 gibi de otelde yataktaydık. Sabah 7 de kalktık,
Otelde kahvaltı vermediler, havaalanında yiyeceksiniz dediler.
Havaalanına girişte çantamda bir önceki günden kalan bir iki viski ve şaraba el koydular, İtiraz ettim ama kime ne diyeceksin bu necip milletin ülkesinde.
Duty free’den 38 USD’a 3 adet litrelik Dewars aldım. Ben aslında bu markayı hiç içmemiştim ama Vefa Zat’ın kitabında yazdığına göre Orhan Boran başka marka viski içmezmiş. Hatta Dewars şişesine başka marka doldurmuşlar, yememiş.
İstanbul’a kadar 2 film izledim, 4 Jack Daniels, 2 Heineken içtim.
İstanbul’a indik , yağmur yağıyor.
Dış hatlardan çıkmadan Can’ın Emirates Skysurfer formunu teslim etmek için Emirates kargo bürosunu buldum, çok ilginç ofisler vardı.
Gazete aldım, Şakir Eczacıbaşı ölmüş.
Bizim için güzel bir gezi olmakla beraber Tayland’ı çok bozulmuş buldum. Fiyatlar artmış, insanların güleryüzü azalmış. Yine de Bangkok’ta havaalanından çıktığın andaki koku değişmemiş ve hala çok güzel.