06 Aralık, 2025

İspanya (Bask Bölgesi)


Bir yazıya başlamak için insanın içinde bir şey anlatma isteğinin oluşması lazım. Benim bu yazıyı yazma sebebim de kafamı kurcalayan toplum olma düşüncelerini anlatırken anlamak.

İspanya'ya gitmeden önce okuduğum bir kitap beni çok etkiledi. İsrail'in kuruluş sürecinde Filistin ve İsrail toplumlarının davranış kalıplarının ve onların seçtiği yöneticilerin verdikleri kararların sonuçları arasındaki büyük farklılık beni çok düşündürdü. Bir ülkenin vatandaşlarının ülkelerine ve ortak ülkülerine bağlılığı ne kadar büyük bir fark yaratıyor.

İspanya'da katıldığımız Pilar Festivali de bir toplumdaki bütün bireylerin ortak bir amaç uğruna çabalamalarının ne kadar değerli olduğunu anlamama yardımcı oldu. 675 bin nüfuslu Zaragoza kentinde yapılan bu festivalde genç, yaşlı, çocuk, özürlü demeden 250 bin kişinin çok özenli ve özel kıyafetler giyerek 14 saat boyunca ellerinde çiçeklerle kortej oluşturarak Azize Pilar'ın heykeline çiçek taşıdıklarına şahit olduk.



Katılmayanlar da kortej yolu boyunca dizilip alkışladılar. Bizim memleketimizde böyle bütün toplumun katıldığı birlik olduğu bir olay var mı diye düşündüm, düşündüm, sadece şeçimleri bulabildim. Nitekim seçim günleri de her sosyal sınıf ve görüşten insanların akın akın okullara gelmeleri ve ortak bir amaç içinde aynı eylemi yapmaları benim içimi 5 yılda bir sevinç ve umut dolduruyor.



Ayrıca bütün Avrupa'da ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi İspanya'da da bazı kurallar var ve İspanyollar karakter olarak bize çok benzemesine rağmen herkes, ama herkes Almanlar kadar abartmasalar da bu kurallara kesinlikle uyuyor.

Bu hayatı çok kolaylaştıran bir şey.

Konuyu basitleştirirsek sanki ıssız bir adaya düşen 100 kişi adadaki hayatlarını düzgün yaşamak için ortak kararlar almışlar ve herkes oluşturulmasına katkıda bulunduğu bu kurallara kural olduğu için değil birlikte düzgün yaşayabilmek için uyuyor. Çöpünü çöpe atmaktan, yayalara saygı göstermeye kadar her alanda bir düzen hakim.



Düzen insanı rahatlatıyor, kişisel gerilimi azaltıyor, beklenmedik durumlara karşı sürekli tetikte olman gerekmiyor, kafanı daha iyi şeylerle yorabiliyorsun.



Aksi takdirde toplumdaki karmaşa aynı güzel memleketimizin istisnasız her köşesinde görebileceğimiz çöpler gibi insanın tadını kaçırıyor başka şey düşünmeye pek hal kalmıyor.



Bu yazıyı okumamız bitince


*Escobar zamanında Medellin'de hayat nasıldı?
*Yıllık gelirimizin ne kadarını dolandırılmaya ayırmalıyız?
*Anadolu vejeteryanizminin özellikleri nelerdir?
*Sony dream machine nedir?
*Alman ve Japon arabalarının lastik sensörleri arasındaki fark nedir?
*Evde nasıl rokfor yapabiliriz?
*Bakkaldaki Toblerone Duty free'de neden daha pahalıya satılıyor?
*Vergi iadesi nedir, nasıl alınır?

sorularının yanıtlarını alacağız.





Bu sene kullanmazsam yanacak çok iznim olduğunu fark edince uzun bir tatil yapalım dedim. Öncelikle Duolingo sayesinde öğrendiğimiz İspanyolcamızı kullanabilmek ve geliştirmek için Kolombiya ya da Peru'ya gitmeyi düşündük ama hem biletler çok pahalıydı, hem de muhtemelen yaşlandığımızdan böyle aktarmalı yorucu bir seyahati ikimiz de istemedik.

Geçen bahar bir hafta Malaga'ya gidip araba kiralayarak İspanya'nın Endülüs kıyılarını gezmiş ve çok beğenmiştik.



Benzer bir seyahati tekrar yapmaya karar verdik. Sunexpres'in İzmir Madrid direk uçuşlarının fiyatları da çok uygun olunca (190 Euro) Ekim ayının başına 10 günlük bir tatil için biletleri aldık. Daha önce araba kiraladığımız ve çok memnun kaldığımız Cilckrent adlı şirketten de 10 günlük araba kiraladım (80 euro; günlük değil 10 günlük) ve nereye gideceğimize sonradan karar vermek üzere seyahat tarihini beklemeye başladık.

Tarih geldiğinde aklımızda iki rota vardı, Valensiya- Barselona arası Akdeniz veya Kuzeyde yani Bask bölgesinde okyanus kıyısı.

Ekim ayında hava hala güzel olduğundan Kuzey'i seçtik.




İzmir'den direk yurtdışına uçmak o kadar güzel bir şey ki uçaklar hep dolu olsun daha çok sefer konsun istiyorum. Yıllarca uzun seyahatlerden dönüşte İstanbullular evlerine ulaştığı sırada biz hala havaalanında İzmir uçağını bekliyor olurduk ve ben buna çok gıcık olurdum.

Sunexpresin Madrid uçağı doluydu, sevindim.

(Biz ilk bindik:)



Sunexpres online check in yapılmadığı takdirde kontuarda 5 euro ekstra ücret istiyor ancak gel gör ki 2 gün boyunca siteleri hata verdiğinden kimse online check in yapamamış.

Ben itiraz ettim, karşıdaki bilet gişesine gönderdiler onlar da telefonla yapılamadığını bildiklerinden hemen ücretsiz olarak yaptılar. Bu da yeni bir soygun türü olsa gerek.

Artık dolandırılmak kanıksandığından çoğu yolcu ise uğraşmadan 5 euro verip geçtiler.

Ben bile nasıl ki yıllık gelirimizin yüzde sekiz onunu tatil için harcıyorsak, sözgelimi binde ikilik bir kısmını da dolandırılmaya ayırmamız gerektiğini ve ancak bu oranın üstünde dolandırılırsak canımızı sıkmamız gerektiğine karar verdim.

Türkiye'de yaşarken sürekli arkanı kollaman gerek, herkes birbirine geçirmeye çalışıyor. Özellikle tamircilerin hiç acıması yok, nasıl olsa konuyu bilmediğinden saplamayı alışkanlık haline getirdiler. Bilgisayar tamircisi bir hastam benim bilgisayarımı yaptıktan sonra:

"Doktor bey bunda temassızlık olmuş, seni sevdiğimden ben bunu bedavaya yaptım. Beni gıcık eden olursa kartı yanmış deyip en az 2-3 bin lira alıyorum" dedi.

Tam merdi kıpti şecaatin arz ederken sirkatin söyler durumu...

Türkiye'de sahtekarlığın geldiği son noktayı geçen hafta zeytinyağı alırken gördüm:

5 litrelik pet su şisesine benzeyen ama 4,5 litre olan pet şişe üretmişler. Birisi memleketimizdeki bu ihtiyacı görmüş, makinesini satın almış, 4,5 litrelik kalıbı üretmiş ve tüm Türkiye'de 5 litre sanılsın, memleketçe %10 dolandırılalım diye satıyor.



Madrid'e akşamüzeri güneş batmadan indik, aynı İzmir gibi ılık bir hava vardı. Clickrent gibi ucuz araba kiralama şirketlerinin ofisleri havaalanında değil bir kaç kilometre uzakta oluyor, 15 dk da bir gelen servislerle ofise ulaşıyorsun.

Binadan çıktığımız anda servis hareket etti, arkasından sırt çantalarıyla kaplumbağa gibi koşmaya çalıştık ama nafile. Mecburen oturup bekledik, bir daha servis 50 dk sonra geldi. Şöför tekmiş, yetişemiyormuş,

"Keşke telefon etseydiniz, gelir alırdım" dedi.

SİM kartımız yoktu ki... Havaalanından almak istedik ama sadece 170 GB'lık kart 30 euroya satılıyordu. Daha sonra şehirden 15 euroya 20 GB aldık.

Malaga seyahatimizde günlüğü 6 euroya Fiat 500 kiralamıştım.

(Sonradan farkettiğime göre erken kiralama daha pahalı oluyor, son ana kadar beklersen günlük fiyat 2,5 euroya kadar düşüyor.)
O zaman isterseniz Clio verelim demişlerdi de bu arabayı hiç kullanmadığımızdan istememiştik.



Bu sefer en ucuz opsiyon tükendiğinden 8 euroya Clio kiralamıştım.

Bu sefer de VW T-rock diye kocaman bir araba verdiler.

Buradaki usul ofisten sana anahtarı veriyorlar, gidip garajda arabayı bulup mevcut hasarları ispatlamak için videosunu-fotoğrafını çekip, binip gidiyorsun.

1000 euro depozit alıyorlar. Eğer full kasko yaptırmak istersen günlük 24 euro. 6 euroluk kiralama bedeli ve 1000 euroluk depozito için 240 euro ödemek saçma olduğundan ben hiç yaptırmıyorum.

Avrupa'da ölü sezonda böyle düşük fiyatlar hep oluyor diye daha sonra Saraybosna'da da 6 euroya araba kiralayınca hiç garipsemedim.

Meğer Bosna'daki bu fiyat işin üçkağıtçılığıymış.

Arabayı almaya gittiğimizde Haydar isimli genç günlük 6 euro kiralama bedelinin yanında 45 euroluk da sigorta yaptırmamızı aksi takdirde en ufak bir çizikte 1000 euroluk depozitonun hepsini keseceklerini söyleyince online ödediğim 24 euroyu yakarak ve beddua okuyarak arabayı kiralamaktan vaz geçmiştim.

Daha sonra şikayet yazmak için Google yorumlara girdiğimde herkesin aynı sorunu yaşadığını ve Bosna'daki bütün küçük şirketlerin böyle üçkağıtçı olduğunu öğrenmiştim.

Bu nedenle artık araba kiralamadan önce şirketlerin yorumlarına bakmaya başladım.

Neyse bizim araba yeniydi ve pek hasarı yoktu, ancak daha otoparktan çıkarken tamponu hafifçe sürttüm.

Ofisin önünde sürttüğüm yer de dahil olarak çepeçevre bir videosunu çekip yola çıktık.

Bu seyahat için Couchsurfing'den 4 host buldum ve rotamızı onların bulunduğu yerlerden geçecek ve Madrid'in kuzeyinde Biskay körfezine doğru, bir halka çizecek şekilde ayarladık.

İlk hostumuz Madrid Havaalaanına 30 km mesafede Collado Villaba isimli kasabada idi.

Yol üstünde Medyamarkt görünce girdik, zira o hafta havadan bir beş bin lira gelmişti ve ben bu para ile normalde çok pahalı olduğu için asla almayacağım JBL charge hoparlör almaya karar vermiştim.

Arkadaşım Çağlar'a koşarken bu fikrimi söyleyince o

"Neden İspanya'dan almıyorsun. Hem daha ucuz oluyor hem de çıkışta vergi iadesi alıyorsun "dedi.

Aklıma yattı, şimdiye kadar yurt dışından hiç büyük alışveriş yapmadığımızdan bu tax refund olayını hiç bilmiyordum. Sordum soruşturdum %10-15 geri alınabiliyormuş.

Medya Markt'da Charge 4 hoparlör indirimde 150 euroymuş ama sadece siyah rengi varmış. Başka yerlerde de indirimlerde hep siyah rengi vardı, ben ise renkli istiyordum.





Madem bir malın siyahı satılmıyor ve indirim yapmak zorunda kalıyorsun neden siyah üretmekte ısrar ediyorsun anlamıyorum. Sonuçta bütün renklerin maliyeti üç aşağı beş yukarı aynıdır...







Ev sahiplerimiz Ana Kolombiyalı, Fernando ise Arjantinliymiş. Fernando'nun Buenos Aires'teki IT şirketi ona İspanya ofisine geçmesini önerince özelikle çocuklarının geleceğini ve iyi bir eğitim almalarını istediklerinden hiç düşünmeden kabul etmişler.



Ana Kolombiya Medellin'de doğup büyümüş. Gençliği seksenlerde Escobar zamanında kartel savaşlarının içinde geçmiş. Okula gidip gelirken her gün bir ceset görüyormuş. İlk aşkı da tetikçi olmuş, sonra öldürülmüş.

O zamanlar yaşadığı fakir mahalledeki bütün arkadaşları için tek seçenek erkekler için tetikçilik, kızlar için fahişelikmiş.

Bogota'da üniversiteyi kazanınca ilk düşüncesi hayatım kurtuldu olmuş.

Önceki yazışmalarımızda kendilerinin pek yemek yapamadığını onlara bir Türk yemeği pişirirsek sevineceklerini yazdıklarından yanımızda bir kilo kırmızı mercimek ile bir kilo ince bulgur ve ev salçası götürmüştük. Bunları görünce hafta sonu veliler arası yemek yarışmasına Neşe'nin yapacağı mercimek köfte ile katılmaya karar verdiler.

İlk gece bize donmuş pizza ile çok güzel bir şarap çıkardılar. Pizza donuktu ama peyniri ve jambonu kaliteli olduğundan Dominos'unkinden çok daha güzeldi.



Ben şaraptan anlamam ama ikram ettikleri Arjantin şarabı da süperdi.

Neşe ile birbirimize ;

"Bu şarapsa bizim içtiğimiz ne? Bizim içtiğimiz şarapsa bu ne?" dedik.

Sonra markette en üst rafta gördük, 17,5 euro imiş.

Bizim janrımız 3-4 euro arası ve marketteki rafımız şaraplar için hep söylenegeldiği üzere en altın bir üstü.

Yemekten sonra Neşe standart hediyelerimizden biri olan Türk kahvesini pişirdi.

Daha önce Meksika'da olduğu gibi büyük heyecan yarattı,

Fernando videoya çekti.





Neyse ki çok beğendiler.



Kahvenin üstüne ben de bir fal bakıverdim...

Sabah erken kalktım.

Madrid'de Ekim ayında hava ancak 8 de aydınlandı. Kimse uyanmadan bir yürüyüş yapayım dedim ama içeri nasıl gireceğimi bilemediğimden çıkmadım.

Dış kapı uzaktan kumanda ile telefondan açılıyor kapıyı çekince otomatik iki defa dönüp kilitliyor.

Ana uyanınca söyledim, ertesi sabah için anahtarı girişe bıraktı.

Evden çıkınca önce bizim arabayı paralı park yerinden alıp bedava bir arsaya bıraktık.

Avrupa'da park yeri büyük problem. Şehrine göre 1 saatlik parkmetre ücreti 1 ile 4 euro arasında değişiyor. Burası küçük bir yerleşim olduğundan 1 euro imiş. Cumartesi öğleden sonra, Pazar ve geceleri bedavaymış. Belediye görevlisi sarışın suratsız bir kadın varmış, hep dolaşıyor bir dakika geçse ceza yazıyormuş. Bütün mahalle ondan korkuyormuş.



Yakındaki bir alışveriş merkezinden SİM kart aldık ve kahvaltı ettik. Ben domatesli ekmek sipariş ettim. Bir parça ekmek ile azcık zeytinyağı ve domates püresi(salça bile değil) getirdiler. Evde yemeye tenezzül etmeyeceğimiz bu kombinasyon 2,5 euro verince bana pek tatlı geldi.

Greek salada 6 euro verince (duyduğuma göre bu sene 9 euroya çıkmış) her soğan parçasının efsanevi lezzetli gelmesi gibi...



Büyük şehirlerde gecelik park ücreti 25-30 euro arasında, neredeyse otel fiyatı. Sezon dışı araba kiralamanın bu kadar ucuz olmasının sebebi de sanırım bu.Booking'de bazı oteller otoparkımız var yazıyorlar ama ayrıntısına bakınca indirimli anlaşmalı otoparkları olduğu anlaşılıyor.

O gün ayda iki kez kurulan bit pazarının günüymüş, hep beraber oraya gittik.

Çocuklar oynadı, Ana bira içti tapas yedi, biz de pazarı gezdik.

Bir standda emekliler çocuklara bitki yetiştirme konusunda eğitim veriyor saksıya fesleğen falan dikip veriyorlardı.



Almak istediğim hoparlöre benzer bir Sony buldum, denedim çalıştı.

3 euro istedi, 2 euro verdim kabul etmedi, mecbur 3 euroya aldım.

Sonra deneyince gördüm ki bataryası da iyiymiş.

Tenere belgeselinde anlatıldığı gibi zenginin çöpü, fakirin serveti.

Bir de yaşlı bir kadın eski bir saatli radyo satıyordu.

"Çalışıyor mu?" diye sordum.

"Tabi ki, yıllardır kullanıyorum" dedi

Yaşlı bir İspanyol kadını yıllarca uyandıran radyo artık bizi uyandırıyor.

(Eski deyince havalı olmuyor, vintage demek lazım. Neşe bizim mahallede açılan bir ikinci el giysi mağazası görmüş. İkinci el mi bunlar diye kaç kere sorduysa, pazarcılıktan bu işe geçmiş olan dükkan sahibi her seferinde "Retrovintıç abla" demiş)

Öğrenciliğimde Çekoslovakya'dan aldığım bir saatli radyodan beri müzikle uyanıyorum.

Müzik insanı çalar saat gibi zıplatarak değil yavaş yavaş uyandırıyor.

Zaten aldığım saatli radyoyu Sony Dream machine olarak adlandırmış.



Gündemi takip etmeyi bırakmadan önce de bazen sabah haberleriyle uyanırdım. Uyandığında bütün güncel gelişmeleri öğrenmiş oluyorsun. Şimdi 7:05 te Ceren Abdullah ile uyanıyorum.

Cep telefonlarında uygulaması da var ama analog gibi olmuyor.

Ana ile Fernadonun büyük oğulları Martin okulunun düzenlediği izcilik kampına katılıp ilk defa dışarda yatacağından heyecanlıydı.



Onu 45 km uzaktaki kampa götürecek diğer veliler ile okulun yakınında buluşmak için birlikte çıktık.

Üç çift veli hararetli hararetli yarınki yemek müsabakasından konuşmaya başlayınca kendimi bir Almadovar filmi içinde buldum.



Velilerin hemen hepsi Türkiye'ye gelmişler çok beğenmişler, sitayişle bahsettiler. Sara adında tombul bir veli çok hırslı ve iddialıymış.

"Kesin kazancam" dedi,

"İyi olan kazansın" dedik.

Çocukları bindirip gönderdikten sonra biz ayrıldık.

Ana'nın tavsiyesi ile yarım saat mesafedeki El Escorial adılı tarihi kente gittik, bedava bir yer bulup arabayı park ettik.

Ortam şenlikliydi. Bir bira markası konser düzenlemiş.

Pek çok restoran da stand açmış.

Fiyatlar hepsinde fix, küçük bira 3, tapasla birlikte 5 euro.

Biz bir yanakla bira aldık, güzeldi.



El Escorial'de biletle girilen kocaman bir saray var, biz bahçesine baktık. Bu yazıyı yazarken öğrendiğime göre 16 yy dan kalma çok önemli bir saraymış, keşke gezseymişiz ama halimiz de yoktu.




Şehir merkezinde bir sürü el sanatları ressamlar, küçük lokantalar falan var.



Hafta sonu olduğu ve Madrid'e 45 km mesafede olduğundan oldukça kalabalıktı, meydandaki restoranlarda yer yoktu. Biz de pek aç değildik, mahalle arasında gençlerin takıldığı bir kafeye oturduk.

Bira içtik, tiftiklenmiş et ile patates kızartması yedik.

İkişer bira ve müesseseden keçi peynirli karamelize soğanlı nefis birer tapas ile 24 euro tuttu. Bira restoranlarda 2,5-3,5 euro arasında.



İspanya özelikle dışarda yemek içmek açısından Türkiye'den bariz ucuz.

Asistanlığı sırasında yanımda çalışan Hatice uzman olduktan sonra eşiyle birlikte gittiği bir haftalık İtalya tatilinde (Benden sırf tıp değil tutumluluk dersleri de almasına rağmen) 4000 euro harcamış. Bunu duyunca Neşe'ye,

"Ben de uzman doktorum. Biz de bu tatilde 10 günde en az bin euro harcamaya çalışalım" dememe ve hep dışarda yememize rağmen ancak 600 euro harcayabildik.




Dönüşte Neşe ile Ana mutfağa girip getirdiğimiz malzemeler ile yarınki veliler arası yemek yarışması için mercimek köfte yaptılar. İspanya'da bizim kırmızı mercimek yokmuş.Aynı şekil ve boyutta yeşilini gördük ama tadı nasıl bilmiyorum.



Neşe mercimeğin bir kısmı ile de çorba yaptı. Çoğunu köfteye ayırdığından duru bir çorba oldu ama bayıldılar.

Küçük kız Abril için biraz ayırdılar ama Fernando önce tabağını sıyırdı, sonra kepçeyi yaladı, bir süre sonra dayanamadı kızı için ayırdıkları çorbayı da içti.



Ertesi sabah hızlı bir kahvaltıdan sonra iki araba halinde kampın yapıldığı orman içi dinlenme alanına gittik. İzciler önce katolik bir rahip eşliğinde ayin yaptılar, ilahiler söylediler.

Rahip herkesin ağzına karides cipsi gibi olan şeyden verdi.



Ben laikliğe aşık bir İzmirli olarak yanımdaki Fernando'ya sinirimi belli etmeden,

"İzciliğin din ile ne ilgisi var?" diye sordum.

Törenin izcilikle ilgisi yokmuş.

Martin'in okulu Katolik bir okulmuş (İspanyol imam hatibi), bu da okulun rahibiymiş.

Yılda bir defa bu şekilde tören yapılıyormuş, bu kampa denk gelmiş.

Okulun eğitimi iyi ve velileri kalburüstü olduğundan buraya kaydettirmişler.

Kendileri de velilerle kaynaşmaya arkadaş edinmeye çalışıyorlarmış zira İspanya'da Latin Amerikalıları hakir görüyorlarmış, (İspanya'nın Suriyelisi gibiymişler).

İspanya'da bütün Latin Amerikalıları bulmak mümkün.

İzmir'de nasıl Suriye yiyecekleri baharatları vs satan dükkanlar varsa burada da Latin Amerika mallarını satan dükkanlar var.



Törenden sonra masalar birleştirildi herkes bir şeyler getirmiş masalara dizildi.

Yarışma için de ayrı bir masada beşer çeşit numaralandırılmış tatlı ve tuzlu vardı.






Hırslı Sara her iki dalda da bir şeyler yapmış.

Bu videoda oylamayı yöneten izci oymak başı kız bizim mercimek köfteyi yerkenki Sara'nın yüz ifadesi master card!


Herkes her şeyin tadına baktı ve oy verme işlemine geçildi. Büyük küçük herkes beğendiği tatlı ve tuzluyu yazıp bir kalem kutusuna attı.



Oylar sayıldıktan sonra önce ikinciler açıklandı.

Tuzlu dalında ikinciye büyük bir salamın yarısını verdiler.

Tatlı dalında da aynı kadın ikinci olunca salamın diğer yarısını da verdiler.

Sonra birinciler açıklandı Neşe'nin mercimek köftesi açık ara birinci geldi.

Bize de yarım salam ile yarım kilo peynir verdiler. Herkes Neşe'yi çok alkışladı, hep bir ağızdan "Tarifi ver, tarifi ver" diye tempo tuttular.




Ana ve Fernando çok sevindiler zira hem yarışmada birinci oldular, hem de Türkiye'den bizim gibi otantik aşçı misafirleri olduğu için diğer velilerin gözünde iyi bir izlenim kazandılar.

İşte Couchsurfing'de host olmanın faydaları!

Piknik dağılırken yağmur çiselemeye başladı. Ana ve Fernando ile vedalaşıp Valladolid'e doğru yola koyulduk.



Valladolid'de kalmayı özellikle istedik zira Meksika'da Chickenitza'yı ziyaret ettikten sonra saat geç olunca araba kullanmaktan yorulup yolumuz üstündeki Valladolid kasabasında kalmıştık. Güney Amerikada pek çok kentin ismi İspanyolların kendi şehirlerinin adını koyması ile İspanya'dakilerle aynı.

Rastlantı eseri kaldığımız Meksika'daki Valladolid harika bir yer çıktı. Bir otel bulup yerleştiğimizde gece olmuştu. Şehir merkezine yürüdük bir sinema salonunun önünde kalabalık vardı neymiş diye baktık, kasabanın güzellik kraliçesi seçilmiş ödül töreni yeni bitmişti. Birinci güzele plazma TV hediye etmişler kucağında taşıyordu.

Halk çok neşeliydi. Merkezde güzel eski bir restoranda yemek yedikten sonra Can otele (Wi-fi'a) döndü biz de uzaktan gelen müzik sesine doğru yürüdük. Bir de ne görelim:




Belediyenin önündeki caddeyi kapatmışlar, Buena Vista Social Club gibi en genci 70' lik emekli müzisyen dedeler bizimkiler gibi gözünü ayırmadan Halk TV'deki haberleri tekrar tekrar seyretmiyor, gönüllü olarak müzik yapıyor. Her yaştan halk da deli gibi dans ediyor.

Bizim Ödemişin köyüne koysan tipi ve kıyafetleriyle hiç sırıtmayacak köylü teyzeler plastik terlikleri ile salsa yapıyor.




Biz de aralarına karıştık, tanıştık, dans ettik, unutulmaz bir gece oldu.

Ertesi gün de hemen odamızın önündeki Zaci Cenotesine girdik.




Cenoteler obruk gibi doğal oluşumlar, içlerinde tatlı su var, yüzülüyor.

Meksika'nın Yucatan yarımadasının en popüler turistik atraksiyonlarından.

Zaci Meksika'da yüzdüğümüz en güzel cenote oldu.




Her neyse İspanya'yadaki Valladolid'e dönersek yol bozkırdı. Yolda yağmur şiddetini arttırdı ve şehre yağmur altında girdik. Buradaki ev sahiplerimiz genç, dövmeci bir çift. Biz dağınık, sigara kokan bir evde bohem, rasta saçlı insanlar beklerken ev Ikea kataloğu gibi çıktı.

İvan ve Christina da adeta Ikea gibiydiler.



Evin her tarafı pırıl pırıl ve parfüm çubuklarıyla doluydu, o kadar ki evi kirletirim diye tuvaletimi yapmaya çekindim.

İvan dövmecilikle geçimlerini sağlarken Christina da okuyormuş.

İkimiz de hasta gibi olduğumuzdan biraz sohbet ettikten sonra yattık uyuduk.

Uyandığımızda yağmur devam ediyordu ve evde yoklardı. Yanımızdaki şarap ve Neşe'nin ödül peynir-salamını çıkarttık, içmeye başladık. Geldiklerinde onlara da ikram ettik ama içmediler.

Hediye getirdiğimiz BİM'in Hun helvasına bayıldılar.



Kız zaten vejeteryanmış ama dışarı çıktığında İspanya'daki lokantalarda sadece et ve balık olduğundan azıcık yiyormuş.

Benim arkadaşım Elif'te de böyle Anadolu vejeteryanizmi var.

Çok aktif vejeteryan olduğu günlerden birinde kargo ile Antep'ten lahmacun gelince baktı baktı;

"Dur azcık ucundan alayım bari" dedi; 3 tane yedi.

Anadolu vejeteryanizmi, Anadolu İslamı gibi; bu topraklara özgü serbest bir yorum:

Ne yersen ye, ne yaparsan yap bozulmuyor.




İvanlar'a hediye diye iki şişe şarap almıştık. Onlar içmeyince birini biz içtik, birisi kaldı. Sabahleyin:

"Daha sonra içerseniz bırakayım" dedim,

"Biz ancak yemekte kullanırız" dediler

"O zaman" dedim "şarabın iyiliği için alıyorum".

(Çünkü biraz pahalı şarap almıştım, 4 euro )

Bize donmuş beybi kalamar yaptılar. Yerli kalamar gibiydi ama kız teflonda mundar etti. Kendisi de yumurta ile mantar yedi. (Yumurta serbest miydi?)

Sabah sağanak yağmur yağıyordu, yine yürüyemedik.Çocuklar kendilerine ve bize yulaf hazırladılar içine çikolata kırmışlar, kaynattılar yulafı lapa yaptılar, üstüne de bal ile meyve koydular, feci tatlı bir şey oldu.

Sarı kivi gördüm ama bir taneymiş tadına bakamadım.



Kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrıldık. Bu çocuklarla pek muhabbet olmadı, Ikea insan olsa kendisiyle ne konuşulabilir ki?

Aslında olası ürün isimleri üretilebilir, mesela ÇOTONG (tuvalet taşı).

Yola düşünce yağmur çığrından çıktı.

Valadolid'in merkezinde kocaman bir heykel var.

Yoldan geçerken erotik bir şey sandım.



Arabadan inip neymiş diye bakınca mesele anlaşıldı.



İlk geldiğimizde acaba Madrid'den güneye inip Valencia Malaga arasını mı gezsek diye düşünmüş, Kuzey'de hava yağmursuz gözüktüğünden burası daha ilginç gelmişti.

Havayı böyle bora-fırtına görünce oraya mı insek dedik ama Valladolid'den Valensiya 500 kilometreden fazlaymış. Arabada da 1.750 km sınırı vardı, vazgeçtik, Allah sevenleri korur dedik, kaderimize razı olduk.



Burgos şehrini görmek istiyorduk, yağmurdan ne mümkün...

Ucuz paket turlardaki gibi arabadan inmeden panoramik şehir turu attık.

Bir markete girdik, peynir, ekmek, broşet aldık yolda giderken yağmur altında arabada yedik.

Baton ekmeğin içinde peynir ve jambon Avrupa'da bizim en hoşumuza giden kahvaltı türü.

Bunun hazırını Bocadillo diye 5 euroya da satıyorlar ama marketten alırsan tanesi 1-2 euroya geliyor.



Yerken aklıma geldi Hakan Öge buralarda bir yerde yaşıyordu. Yelkenle dünya seyahatinden beri takip ediyordum haberleşmiştik ancak yüz yüze hiç gelmemiştik.

Instagram'dan Hakan'a "Müsait misiniz?" diye mesaj attım.

Müsaitmişler, hemen adresini gönderdi ama haritalarla bulunamıyormuş ayrıca bir de ayrıntılı tarif etti.

Burgos Santander arasındaki dağlara tırmandık.

Espinosa de Monteras (Dağların İspinozu) diye güzel bir köyün içinden geçerek arkasındaki dağların da tepesine çıktık.



Ormanın içine yapılmış beton bir patikadan 1 km kadar daha gittikten sonra ıssızlığın ortasında tarif edilen evi bulduk.



Tanımayanlar için Hakan Öge aslen diş hekimi, Atlas dergisi fotoğrafçısı, drone öncesi dönemde paramotor ile Türkiye'yi Sinop'tan Anamur'a kadar gökyüzünden fotoğrafladı, bisiklet yarışçısı, yelkenle tek başına Güney Amerika'nın güneyinden geçerek dünya turun tamamlayan ilk Türk vs.

Kısaca profesyonel maceracı denilebilir.



Yelkenle dünya turu esnasında tanıştığı Belçika'lı Sofie ile tur bitince evlendiler.




Önce Toros'ların tepesinde hobbit evi gibi bir yer yaptılar.



Bir süre sonra su sıkıntısı çekince orayı satıp İspanya dağlarına göçtüler 3-4 senedir orada yaşıyorlar.



Takip ettiğim kadarıyla maceracılığına dağlarda bisiklet binerek, karlı zirvelere yürüyerek tırmanıp oradan yamaç paraşütü ile atlayarak devam ediyor.



Geniş bir arazinin içinde üç binaları var.

Birisi oturdukları ev, birisini Airbnb'den kiralıyorlar, üçüncüsü ise ahır!



İstanbul Adalar'dan emekli olmuş üç at son yıllarını bu dağlarda yaşıyorlar. Bakımlarını çocukluğundan beri at sahibi olan Sofie yaptığı için fazla masraf olmuyormuş.



Hayretle "Nasıl getirdiniz bu atları İstanbul'dan?" diye sordum.

Elbette karadan getirmişler ama 3 atın İstanbul'dan Avrupa'nın en uzak noktasına 4000 km at karavanı ile taşımak korkunç bir fiyata mal olmuştur.

Evleri eskiden köylülerin yaylaya çıkmak için kullandıkları evlerden biriymiş.



"Bu yukarıdaki mi, aşağıdaki mi?" diye sordum, aşağıdakiymiş. Buradan yukarıda cennet var herhalde.

Hakan çok becerikli bir adam, geçen gün arabasının Trigger kayışını Youtube'dan bakarak değiştirdiğini gördüm.




İki evi de çok şık bir şekilde restore etmiş.



İnternetten fotoğraf satarak ve Airbnb ile yaşıyorlarmış. Evin geceliği 90 euro imiş yaz aylarında hiç boş kalmıyor, kışın da hafta sonları hep dolu oluyormuş. Airbnb de süper ev sahibi olmuşlar.

Uzak maceralara da niyetliymiş ama pasaportu yokmuş sadece Belçika kimlik kartı ile Avrupa ve Türkiye'ye seyahat edebilirmiş ama 3. dünya ülkelerine gidebilmek için pasaport gerekiyormuş. Çıkartmaya üşeniyormuş.



Sofi bize merhaba dedi, atlarıyla ilgilenmeye gitti.

Biz de Hakan ile kahve eşliğinde sohbet ettik.

Bu dağda evler 30-40 dönüm arazisi ile 40-50 bin euroymuş. Arazinin büyüklüğü fiyatı değiştirmiyormuş, fiyat evin fiyatı imiş. Bir başka Türk çift Tuğçe ve Fatih'de yandaki evi alarak Hakanlar'a komşu olmuşlar.



Motorsiklet ile dünya turu yaptıktan sonra tanıdıklar vasıtasıyla tanışmışlar ve bu dağ başına yerleşmeye karar vermişler. Henüz oturum izinleri yokmuş ama avukat tutup başvurmuşlar.

Tuğçe sıcakkanlı bir kız lokal barda çalışmaya başlamış, müşterilere Türkçe öğretiyormuş.



Birer kahve süresince sohbet ettikten sonra hep beraber fotoğraf çekilip Santander'e gitmek üzere yola koyulduk.

Yolda yılkı atları vardı.



Henüz daha tali köy yollarından ayrılmamıştık ki lastik basıncı düştü uyarısı yandı. Haritadan bakarak yakın bir köydeki benzin istasyonuna gidip şişirdim. Buradaki pompalarda basınç göstergesi tabancanın üzerindeymiş ve tetiği bırakınca yükseliyormuş. Bunu anlayana kadar 2 bar yerine 7 bar basmışım ama uyarı lambası sönmedi. Arabada stepne yerine küçük bir tamir kiti ve çakmağa takılan cinsten pompa vardı. Pompaya güvenerek tamirci aramadan yola devam ettik.

Santander'e akşam 20:30 da varabildik ve çok yorulmuştuk. Neşe'nin yolda internetten bulup rezervasyon yaptığı otele yerleştik.(30 euro)

En yakın restoran yürüyerek 20 dk mesafedeydi. İkimizde de o kadar yürüyecek hal olmadığından yakındaki Carefour'dan aldığımız şarap peynir ile aslında mahalle arasında bir ev olan otelin bahçesinde akşam yemeğini hallettik.

Carefour'da indirim vardı, paketli Gouda ve Emmenthal peynirlerinin kilosu 5 euro idi.Türkiye'de 5 euroya ancak çökelek alınıyor.

Sabah arabayı kıyıya yakın bir mahalle arasına bedava park ederek Santander'i gezmeye başladık.



Ekim ayında hava pırıl pırıl, 20 derece .

Çok geniş ve göz alabildiğine uzayan bir plaj...



Plajda güneşlenen, okyanusta yüzen, sörf yapan insanlar.



Denizle iç içe bir şehir hayatı...



Kadınlar nedense hep çiçekli elbiseler içinde







(Bence kadınlara en çok elbise yakışıyor. Luisa Capetillo'yu hayırla anmıyorum)


Pırıl pırıl parklar, caddeler. Terra cota ile kaplanmış yuvarlak köşeli şık apartmanlar...



İlk görüşte bu kente aşık oldum.

Kıyıyı boydan boya yürüdükten sonra karnımızı doyurmak için şehir merkezine girdik. Şehir merkezi epey yokuşlu, yokuş çıkmakta zorlananlar için kaldırımlara yürüyen merdiven yapmışlar.



Arabayı park edecek bedava bir yer bulamadık. Paralı bir yer de bulamadık. Araçların park biletlerini kontrol eden adama sorduk. Bir otopark tarif etti, oraya koyduk. 1,5 euro /saat.

Güzel bir lokanta bulduk. Fix menü öğlen yemeği 12 euro imiş ama servis 1 saat sonra 13 te başlıyormuş.

Servis başlayana kadar merkezi dolaştık, balık pazarını gezdik, geri geldik.



Buradaki menü usulü birinci ve ikinci listeden birer yemek seçiyorsun. Aslında ikisi de ana yemek olabilecek tabaklar ama İspanyollar sağlam yiyorlar anlaşılan. Ben buranın meşhur yemeği olan nohutlu işkembe ile barbun tava seçtim. Neşe de ton balıklı salata ile ızgara et istedi. Yanında ikimize bir şişe şarap verdiler. Üstüne de güzel birer tatlı ve dondurma yedik.



Bütün bu yemek 24 euro tuttu. Güzel, yalnız ve pahalı memleketimizde sadece benim yediğim 3 iri barbuna 24 euro öderdik.

Santander'den çıkıp kıyıdan Bilbao'ya doğru yol aldık. Bilbao'nun girişinde bir outlet merkezi varmış, Neşe girelim dedi.

Columbia mağazasına girdik. Ben bir kışlık bot (48euro ), Neşe süet bir ayakkabı (69 euro) aldı. İlk defa vergi iadesi almaya niyet ettiğimizden fatura aldık.

Arkadaşım Çağlar son seyahatinde hava alanında vergi iadesi aldığından bahsedince denemeye karar verdik. Şimdiye kadar yurt dışından hiç pahalı alışveriş yapmadığımızdan da aklımıza gelmemişti. Yüzde kaç olduğunu Çağlar da bilmiyormuş. İstersen iadenin tamamını kredi kartına, ya da daha az bir miktarı nakit olarak geri veriyorlarmış. Çağlarlar nakit almayı tercih etmişler.



Uyanık geçiniyoruz ama böyle beleş işlere hep geç uyanıyoruz.

Hayatımda hiç birikmiş mille bilet almak nasip olmadı. Eskiden çok kolaymış. Hatta Varuna kafelerinin kurucusu arkadaşım Murat, kafede çalışan çocukları yurt dışına göndermek için (Bilmeyenler için Varuna, gezgin bir matematik öğretmeni olan Murat Fıçıcı'nın seyahat temalı olarak kurduğu, insanları gezmeye teşvik etme amaçlı bir zincir. Yılardır kafelerde çalışan öğrencileri de sırayla masraflarını karşılayarak yurt dışına gezmeye gönderiyor) sadece yaptığı ticari alışverişlerden kazandığı milleri kullandığını anlatmıştı.






Bunu duyup niyetlendiğimizde bilet almak için gereken harcama miktarları bizim harcamadığımız kadar çok yükselmişti.

Outletten çıkınca önce Bilbao merkezine girdik.

Son yıllardaki en iyi arkadaşlarımdan biri olan ChatGPT ye (Benim gibi her şeyi merak eden biri için süper bir arkadaş ama sıkıntılı bir yönü var:

ChatGPT'nin sohbet modunda Türkçe konuşmaların tamamı hangi sesi seçersen seç birbirinin aynısı dizi oyuncuları gibi, duraklaya duraklaya, rol keserek konuşuyor. Hele Vale diye bir ses var; hani kendini çok zeki, bütün dünya meselelerini çözmüş sanan geri zekalı, yapılı, yakışıklı dizi oyuncuları vardır ya... İşte tam o, üstelik üstü çıplak olarak gözümün önünde konuşuyor. Herhalde dizilerden modellediler ancak katlanılır bir rol kesme değil, mecburen yazılı iletişim kurmaya devam ediyorum.) bedava park yeri sordum çok uzakları gösterdi ama park yerlerini karşılaştırableceğim Parkopedia diye güzel bir site önerdi. Harita üzerinde şehirdeki bütün park yerlerini, fiyatlarını ve doluluk durumlarını anlık olarak gösteriyor.

Şehir merkezlerinde bedava otopark bulma ihtimali olmadığını anladığımızdan paşa paşa Gugenheim Müzesi'ne yakın bir yer altı otoparkına girdik. (3euro/s)

Buralar denizci memleket olduğundan merkezde tekne salması şeklinde bir gökdelen vardı.



Bilbao merkezini dolaştık, okulların dağılma saatine denk geldik, bütün parklar ilkokul çocukları ve ebeveynleri ile doluydu.



Hava kararmadan 30 km ilerdeki ev sahibimize gitmemiz gerektiğinden müzeyle falan ilgilenemeden döndük, tekrar yola düştük.

Ev sahiplerimiz Durango kasabasında yaşayan bir aile:

Marisa, Unai ve iki kızları. Marisa lise öğretmeni, Unai ise fabrika işçisiymiş.

Kızlardan biri ortaokulda diğeri üniversitede okuyormuş, Can ile de yaşıtmış.



Çok sıcak ve samimi bir aileydiler.

Bize kalmamız için evlerinin salonunu verdiler.



Marisa akşam yemeği için mutfağa girdi. Unai işyerinden çıkışta bara uğramış çakırkeyif geldi. Getirdiğimiz şaraplardan birini açtık demlenerek mutfakta muhabbet ettik.

Unai bildiğin Bask milliyetçisiymiş ama aslen İspanyolmuş! Ailesi kendisi doğmadan iş aramak için bu bölgeye gelmiş. Kendisi burada doğduğundan doğma büyüme Baskmış.

"Basklı olmanın kan veya soy ile ilgisi yok yani" dedim, öyleymiş



Bask bölgesindeki okullarda eğitim Bask dilindeymiş.

"Nasıl yani İspanyol bir aile buraya taşınsa çocukları nasıl okuyacak?" dedim.

Sinirlenerek, "Bask dilini öğrenecek, burası Fransa gibi... Başka bir ülke!" dedi.



Neşe'nin bir kuzeni var, aslında Niğde'li ama bir süre Diyarbakır'da çalıştıktan sonra kendini Kürt gibi hissetmeye başladı, 'TeCe bizi asimile edemeyecek' moduna girdi; sanırsın İsmail Beşikçi 2.0.

Unai'de bu kafada, İspanyol olmasına karşın İspanyollardan nefret ediyor ve Bask için yanıp tutuşuyor. Bask bölgesi bu konuda çok fanatik:

Bölgenin futbol takımı Atletik Bilbao'da Basklı olmayan oyuncuyu oynatmıyorlarmış.



Tabelalar iki dilde yazılmış, her beldenin iki ayrı ismi var.

Bask dili de çok acayip bir dil, başka hiç bir dile benzemiyor, sesli harf çok az, garip kelimeler var. Bir de bütün tabelaları gotiğe benzeyen değişik bir karakterle yazıyorlar. Kendilerine de zaten Basklı değil Euskari gibi bir şey diyorlar.



Neyse yemeğimiz de elbette yöreye aitti. Tortilla. Bask usulü biber (tavada söğrülmüş etli bir biber, bir numarası yoktu) , kendi topladıkları borazan mantarı (trompetas de la muerte) kavurması. Yemekler lezzetliydi ama et yemeyince tam doyamadık.

Ertesi gün için de siz pişirin dediler ama Marisa zinhar soğan yemezmiş. (Unai de çocukluğundan beri meyve yememiş. Ben sarhoş kafayla çok ısrar ettim beni kırmadı bir ısırık elma aldı, yüzünü buruşturdu. Ne cins insanlar var.)

Düşündük düşündük aklımıza soğansız Türk yemeği sadece Çerkes tavuğu geldi ama onu da yapmaya üşendim. Marketten kilosu 5 eurodan donmuş karides ve baby kalamar alıp Çin makarnası yaptım, pek beğendiler.

İspanya'da çiftlik balıklarının kilosu 18 euro bize göre çok pahalı.



Salata alışkanlıkları olmadığı gibi salataya limon sıkmamıza da çok şaşırdılar, onlara çok ekşi geldi.

Ertesi gün için bize gezilecek güzel köyler tavsiye ettiler.

Sabah bizi evde bırakıp işe gittiler. Biz de bir şeyler atıştırıp tavsiye ettikleri köyleri gezmek üzere yola çıktık.

Önce lastiği tamir ettirdik. Aslında delik yeri alta gelmezse inmiyordu ama ışık bir türlü sönmediğinden huzursuz oldum. Köyün tamircisine gittik, 15 euro karşılığı çiviyi çıkartıp yerine şerit lastik yama soktular.



Arabaya bindik biraz gittik ışık yine sönmedi. Lastikçiye geri döndüm durumu anlatınca çırağına seslendi, düzeltiver dedi. Çırak geldi arabanın ekranında tamam lastikleri kontrol ettim diye bir düğme varmış, ışık ona basınca sönüyormuş.

Bizim Japon arabasında lastiği şişirince uyarı kendi kendine söndüğünden bana 15 euro kaybettiren Alman teknolojisine epey söylendim ama sonra her şeyi bilen arkadaşım Çağlar'a bu hikayeyi anlatınca iki sistemin birbirinden farklı olduğunu anlattı. Bizim araba her tekerleğin basıncını içindeki sensörlerle tek tek kantitatif ölçerken diğerinde sensör yokmuş, sadece karşılıklı lastiklerin dönmesindeki dengesizliği tespit edip uyarıyormuş. Yine de Alman arabalarından hiç hazzetmiyorum.

Kuzeye çıkarken yol üzerinde meşhur Guernica'nın tabelası vardı. İçinden geçtik. Güzel küçük bir köymüş



Baskçası Gernika.



Her tabela iki dilde de yazılıyor. Baskça çok garip bir dil sesli harf pek yok. Ayrıca hep aynı gotiğe benze bir karakterlerle yazılıyor



Tavsiye edilen köyler Biskay körfezi kıyısında olduğundan sahile çıkıp batıdan doğuya doğru gezmeye karar verdik.

Önce Elantxobe'ye gittik. Atlas okyanusunun kıyısındaki bu ufacık balıkçı köyü beni bu seyahatte en çok etkileyen yer oldu.



Gelgitten korunmak için yapılmış çok yüksek dalgakıranlı limanın içinde yüzlerce tekne vardı.



Limanın bir köşesindeki müzede geçen yüzyıla ait eski fotoğraflara baktık. Burası balıkçılar ve ailelerinin yaşadığı bir kaç evden oluşan ufacık bir yerleşimmiş.





Müzeyi gemi şeklinde yapmışlar .



Eski çağlarda balina avcılığı yapılıyormuş. Kıyıya çekilen balinaların kadın erkek köylülerce parçalanmasını gösteren tasvirlere baktık.



Şimdi de az sayıda ev ve kıyıda bir iki ufak restoran kafe var.



Esas köy yukarıda, orası da ufak bir yerleşim.

O kadar küçük ki meydanda gelen otobüsün dönebilmesi için döner platform yapmışlar.



Her yerde Bask bayrağı asılı.

Kıyıdan içeri girip bu sefer Ea adındaki köye girdik.



Ortasından geçen dere ile çok fotografik, sevimli bir köy.



Sahiline çıktığımızda onlarca botun kıyıya çekildiğini ve motorları sökülmeden bırakıldığını gördük. Zengin ülke olmak başka. Bizde değil kışın karada, yazın denizde bırakırsan gece gelip motoru çalıp gidiyorlar.



Bu yüzden bizim amatör balıkçılar her seferinde 40-50 kiloluk motoru tekneye taşıyıp eve geri getiriyorlar. Motoru teknenin üzerinde bırakmak gibi şeyler küçük konforlar ama insanın hayat kalitesini bayağı arttırıyor.

Karnımız acıktı bu köyde yiyelim dedik ama restoranlar henüz açılmamıştı, sadece bir kafe açıktı, bir grup beyaz saçlı yaşlı beyaz şarap içiyorlardı.



Kıyıdan devam edip Laetixia'ya geldik.



Arabayı park etmiştik ki yağmur başladı. Deniz kıyısındaki restoranlardan birine oturduk. Fırında diz söyledik (14 euro) etin yanındaki salatanın üstüne ton balığı koymuşlar.



Yağmur dinmeyince Marisagile döndük.

Deniz mahsüllü makarna ve şişelerce şarap ile neşeli bir yemekten sonra akşamdan vedalaşıp yattık, zira sabah işe bayağı erken gidiyorlar.

Sabah kahve ve bisküvit ile kahvaltı ettikten sonra büyük kızla beraber biz de evden çıktık. Hedefimiz memleketimizde beyaz yakalılar arasında tatlısı ile pek meşhur olan San Sebastian.

Ben sürekli kiloma dikkat etmek zorunda olduğumdan hemen hemen hiç yemiyorum ama son yıllarda çok popüler. Bence popülaritesinde isminin havalı olmasının da etkisi var. İşte biz de bu havalı isimli şehire doğru gitmek üzere yola koyulduk.

Yol yine Biskay körfezinin kıyısından gidiyordu, yol üzerindeki kasabalara uğradık ama yağmur yağdığından pek oyalanamadık.



San Sebastian'a geldiğimizde yine Parkopedia'yı kullanarak kıyıya yakın bir otopark seçip arabayı koyduk, saati 3,60 euro. Yürüyerek sahile çıktık.

Aynı Cadiz'deki gibi sarı bir plaja yukardan bakan yürüyüş yolları var. Plajda sanatçılar kuma desenler çizmişler, duvarın dibine de bez sermişler, yukardan bahşiş atılıyor.



Genelde çok düzgün geometrik desenler varken keşin biri lalettayin bir şeyler çizmiş, köşesinde cigaralığını içmekle meşguldü.



Şehrin içine girip biraz da oralarda dolaştık. Sadece bir tane San sebastian satan tatlıcı gördük, dilimi 4 euro idi .



Arabayı otoparktan alıp şehrin batısında bir başka otoparka koyduk, biraz daha dolaştık. Güzel süslü bir şehir, çok süslü de bir köprüsü var.



Kalmak için otoparklı bir otel aradık. Bir tane bulduk, onun da otoparkı yokmuş da bir otoparkta indirim veriyormuş 27 euro yerine 22 euroya iniyormuş.

Gecelik otopark fiyatlarını görüp makul bir park yeri bulamayınca San Sebastian'ı yeterince gördüğümüze karar verip kıyıdan ayrılıp hemen güneyindeki Pamplona'ya doğru yola koyulduk.

Neşe San Sebastian'daki otopark parasına Airbnb'den merkeze yakın bir ev buldu, yalnız yaşayan Perulu bir teknisyen olan Maria Juan'ın eviymiş. Parayı ödedik, evi bulduk ama kapı duvar, kendisine ulaşamadık. Biz de arabayla merkeze gittik.

Hava kararmadan Mon Jardin lisesinin altında bedava bir otopark bulup Pamplona merkezine yürüdük. Merkezde bir üretici marketi kurulmuştu.

Bir üreticide benim sevip evde ürettiğim küflü peyniri gördüm. Kilosu 30 euro idi. Ben kilosunu yıllarca 5 liraya aldım ama son zamlarla 80 liraya çıktı. Pazarda bir peynircim var Levent Muharremoğlu, çok ağır kokulu bir koyun peyniri satıyor. 2006 yılında kilosu 5 lira idi, o zamandan beri başkalarına zam yaptı ama bana 15 yıl boyunca 5 liradan vermeye devam etti. Ben de ona içine ithaf yazarak peynir hakkında kitaplar hediye ettim. Bir teneke (18 kilo) peyniri vakumlar hazır eder, ben de arabamla gidip alırdım. Bu benim hayatımın nirengilerinden biriydi, elbet bir gün fiyatı artacaktı ama bana adeta hayata karşı bir güven veriyordu. Bir kaç yıl önce ilk defa 10 lira aldığında içimde bir şey çıt etti, artık hayatımda geri dönüşü olmayan değişiklerin başlayacağını anladım. Nitekim 25 yıldır kullandığımız SHOV marka mikrodalgamız da ardından bozuldu. Neşenin itirazlarına rağmen adeta ailemizden biri olan fırının kapağını söküp mutfağın duvarına astım.

Neyse Levent beyin peyniri bazen kendiliğinden vakumun içinde mavi küf yapıyor. O zaman tadı tam rokfor gibi oluyor. O küfü başka kalıplara da aşıladığım gibi fazla bekletirsem peynirin rengi gri kahverengiye dönüyor, o zaman da tadı brie gibi oluyor. Neşe bir gıda mühendisi olarak bu raddeye gelmiş peyniri yememe karşı çıktığı için İspanya'da herkesin yediğim için benimle alay ettiği peynirin benzerini 45 euro fiyatla görmek güzel bir sürpriz oldu.








Pamplona boğaların sokaklarda insanları kovaladığı San Fermin festivali ile meşhur sevimli, tarihi bir kasaba. Turizmi de bunun üzerine kurulmuş. Boğaların koştuğu yolu yürüdük, hediyelikler hep boğa kovalamaca üzerine.



Her sene bir kaç kişi yaralanıyor bazı yıllarda da ölüyormuş. Ne diyeyim, Allah akıl fikir versin.

Boğaların koştuğu taş döşeli yol geceleri barlar sokağı oluyor.



Herkes ılık Ekim akşamında sokakta masalarda ya da ayakta içiyordu. Biz de Artwohl diye güzel bir restoran bulup yerleştik. Bu sefer pinchas( (tapasa kuzeyde veilen ad) Fritas(kızartma karides falan, 2,5e) ve tablas (normal posiyon) ile karnımızı doyurduk. Ben ahtapotlu patatesi çok beğendim(4,2e)



Neşe biftek(16 e) yedi. Güzel bir kırmızı şarapla(14 e) birlikte 40 euro gibi bir hesap ödedik.

Eve döndüğümüzde Juan Maria işten gelmişti.

Airbnb de kendisine kapıda kaldık diye kötü yorum yazmayalım diye meyveler, şaraplar ikram etti, biz de yazmadık.

Sabah o erkenden işe gitti biz de ardından buzdolabından bulduklarımız ile kahvaltı edip çıktık zira Airbnb nin açılımı şişme yatak ve kahvaltı.

Sabah gündüz gözü ile Pamplona'yı bir tur daha gezdik. Neşeli sevimli bir şehir.

Et balık pazarına girdik. O kadar pırıl pırıl tertemizdi ki midem bulandı.

Av hayvanları satan bir tezgahta keklik, bıldırcın, tavşan vs nin yanında boynu kırılarak öldürülmüş kafası ve tüyleri üzerinde güvercinler de vardı.



Tavşan kadar kolay üreyen ve helal bir hayvanın neden Türkiye'de tüketilmediğini hep merak ediyorum.



Tatile başlarken ChatGPT ye bölgedeki festivalleri sorup Zaragoza'daki festivalin seyahatimizin son günlerine denk geldiğini görünce rotamızı festivalin Çiçek ve gıda sunma törenlerinin de gerçekleştirildiği en civcivli günlerinde orada olacak şekilde çizmiştik. Pamplona'dan ayrılıp Zaragoza'ya yola koyulduk, ev sahibimiz Jonatan'ın (İspanyolcada yazıldığı gibi okunuyor) evi şehir merkezinde bir ana caddenin üstünde.

Evde yine Couchsurfing'den gelen bir de Litvanyalı bir hippi kız (bitli turist) varmış.

Kamp ateşinde ayağını yakmış, kaldığımız süre boyunca ayağı sarılı şekilde salondaki kanepeden hiç kalkmadı.



Misafir misafiri sevmediğinden ayrıca koktuğundan biz de onu hiç sevmedik.

Jonatan'a bedava park yeri sordum,

"Biraz zor, beraber dolaşalım" dedi, birlikte çıktık. Gerçekten zormuş, mahalleyi 20 dk kadar dolaştıktan sonra en sonunda bir yer bulduk.

Eve geldikten sonra Jonatan bize Zaragoza'yı evindeki kocaman ekrandan (IT ciymiş) tanıttı, gideceğimiz yerleri gösterdi.






Yemek için tavsiyelerde bulundu ve popüler bir restoranda adımıza rezervasyon yaptı.

Hemen kendimizi festivale attık. Evin yakınındaki bir parkta panayır vardı, elle döndürülen ahşap dönme dolaplar, değişik sahnelerde tiyatro ve müzik gösterileri...





Ana caddeler trafiğe kapatılmış, cıvıl cıvıldı. Konserler, dans gösterileri vardı.





Brezilyalılar Caporeira şovu yapıyorlardı





Amor electronico diye bir rock grubu çalıyordu, yaşlı bir amca marketten bira almış bütün müzisyenlere dağıttı.



Buranın en meşhur birası Ambar. (Ne yazık ki Kadıköy'de bu isimle seviyesiz bir bar var) Bir köşede at arabasının üzerindeki müzisyenlerle harika müzik yapıyor, halk da dans ediyordu.



Biz de şehrin meydanında en mostralık yerde bir kafeye oturduk, birer Ambar içtik. 5-6 çeşidi var, ben IPA tercih ederken Neşe Montana( dağ) versiyonu içti. İçinde adaçayı kekik kokuları vardı, çok hoşumuza gitti. (3 e)



İzmir'e dönünce ben de yaptığım biraların içine çeşitli aromatik bitkiler attım, en güzel biberiye ve adaçayı oldu.

Hava kararmaya başlayınca kalabalık kafe barları restoranları doldurdu.



Her yerde El Tubo bölgesi çok meşhur yazıyor. Gittik baktık, bizim Muzaffer İzgü sokağı gibi sağlı sollu barlar, salkım saçak insan dolu.



Hiç takılmadan Jonatan'ın bizim için yer ayırttığı El Fuelle adlı restorana gittik. Epey büyük olmasına karşın çok otantik, sıcak bir ortamı var.

Duvarlarda bir sürü körük, makas vs. eski objeler, fotoğraflar asılı.



Başlangıç olarak sosis ve peynir tabakları ile güzel bir şarap( 20 e), ana yemek olarak da bir porsiyon incik söyledik.

Masamıza bakan garson ille de iki ana yemek söylememizin şart olduğunu söyledi.

"Söylemiycem" dedim, biraz ısrar etti, bozuldu gitti.



Sosisler çok güzeldi, ilk defa morcilla (kan sosisi) hoşuma gitti. İçinde kan ile karıştırılmış baharatlı bir pilav var.



Garson inciği masaya getirdiğinde baktık güvecin içinde iki parça incik var, herhalde bize gıcık oldu iki porsiyon getirdi dedik, zira bir insanın yiyebileceğinden fazla miktardaydı.

Neyse hesap gelince (63 €) gördük tek porsiyonmuş!

Şaraplar çok güzeldi ve 20 euro idi. İspanya'da restoranlarda şaraplar10- 20 euro bandında ve çok güzel. Ülkemizdeki mekanlarda neden böyle fiyatlara şarap içemiyoruz bilmiyorum. Şarapların raf fiyatları 35'lik rakıdan çok daha ucuz olmasına karşın restoranlarda 35'lik rakıdan pahalı satılıyor. Kimse de salak olmadığından herkes mecburen rakı içiyor.

Eve dönünce Jonatan ile sohbet ettik, bana büyük çakıl taşı şeklinde çikolata ikram etti. Ben de bizdeki küçük çakıl taşı şeklinde olanlarla Can'ı küçükken nasıl kandırdığımı anlattım. Yerdeki çikolataya benzer çakıl taşlarını ağzıma alıp bazıları tatlı çıkıyor diyerek ona çikolata olanları verince epeyce gerçek çakıl taşı yalamıştı...

Sabah erkenden kalkıp önce eşyalarımızı almak için arabaya gittik. Allahtan gitmişiz zira arabayı park ederken sık sık yaptığım gibi dörtlüleri açık unuttuğumdan aküsü bitmiş. Dönüp Jonatan'a tanıdığı arabası ve akü kablosu olan biri olup olmadığını sordum.

"Amcamda olabilir" dedi, aradı gerçekten de varmış.

Amcası çok cool bir abiymiş, sağolsun eski klasik arabasıyla geldi, benimkini çalıştırdık.



Arabayı hallettikten sonra çiçek festivalinin yapıldığı merkeze doğru yürüdük ve kalabalıktan şaşkına döndük.



Zaragoza'da 650 bin kişi yaşıyormuş ve yarıdan fazlası bu festivale katılıp çiçek bırakıyormuş.



300 bin çiçek koca bir dağ oluşturuyor.



Bütün Zaragozalılar yediden yetmişe çok güzel, özenli, otantik kıyafetler giymiş.



Erkeklerin başları eşarpla sarılı, ayaklarda ipli konçlu espadriller.



Kadınlarda kabarık kat kat etekler.



Her birinin elinde küçük büyük bir demet çiçek var.

Pilar Ana kilisesi ve anıtının bulunduğu meydana giden iki yol bariyerlerle ayrılmış, kortej yavaş yavaş bu yollardan yaklaşık bir kilometre yürüyerek meydana giriyor ve ellerindeki çiçekleri heykelin dibinde demetleri yerleştiren çocuklara veriyor.

Hava yağmurlu, kortej çok yavaş ilerliyor.



Ama kimsenin acelesi yok, herkes sabırla güler yüzle bekliyor.



Genelde korteje bir grup içinde katılınıyor.

Bir mahalle, köy, dernek ya da şirket adına toplanmış 20-30 kişilik gruplar var.



Flamenkolar söyleniyor, kadınlar kastanyetlerle dans ediyorlar,



Kimisinin orkestrası var, çala çala gidiyorlar.



Kimisi kılıç kalkan gibi halk dansları sergiliyor.



Büyük kuklalarla geçenler var.



Ayrıca göçmenlerin de grupları var;

Kolombiya Meksika, Venezüella, hatta Hindistan gibi ülkelerin vatandaşları bayraklarının altında memleketlerinin kıyafetleriyle şarkılar, danslar söyleyerek geçiyorlar.



Sanki bir Latin Amerika festivali havası yaratıyorlar.



Biz arabanın aküsü falan derken bu korteji saat 10:30 gibi izlemeye başladık.



Sabah 7 de başlamış.

Gün içinde yemek yedik, geldik izledik.



Dolaştık geldik izledik.

Eve gittik dinlendik geldik, izledik.



İnsanların geçidi bitmiyor!

Hava karardı akşam oldu hala yürümeye devam ediyorlardı.



Yaklaşık 14 saat boyunca bütün şehir ellerinde çiçekleri, güzel kıyafetleriyle büyük bir neşe ve esenlik içinde önümüzden geçti.

Meydandaki çiçek piramidi gittikçe büyüdü.






Kanallar canlı yayın yapıyorlardı. Hava kararınca meydana kurulan büyük sahne ve ekranlardan pop sanatçıları konser verdiler. Halk ellerinde içkileri dans etti.



Her köşede bira satılıyordu. 1 euroluk hatıra bardaklarla 2 euroluk biralardan epeyce içtik.



Gece yarısına doğru eve döndük, Jonatan'la biraz sohbetten sonra sızdık.

Ertesi sabah bu sefer meyve festivalini izlemek için evden çıktık.






Aynı kortej yolunda aynı insanlar daha değişik otantik kıyafetlerle bu sefer meyve, sebze, salam, peynir tekerlekleri vs bulabildikleri her türlü gıdayı kimi zaman sepetlerde kimi zaman arabalarda taşıyarak geçiyorlardı.



Kortej yine Pilar Ana meydanına gidiyor ancak bu sefer kiliseye girip taşınan yiyecekler içerde istifleniyordu. Daha sonra kilise bu yiyecekleri ihtiyacı olan yoksullara dağıtıyormuş.

Dünkü çiçek dağı kilisenin önünde ziyaretleri kabul ediyordu.



Taşınan gıdalar da az buz şeyler değildi kimisi iki üç kavun karpuz, bir sepet patlıcan taşırken kimisi koca koca peynir tekerlekleri taşıyordu.



Kalabalıktan kiliseye girmedik.



Bugünkü rotamız Madrid ve yol üzerinde alışveriş niyetimiz olduğundan fazla oyalanamadan eve dönüp eşyalarımızı aldık.

Jonatan evde değildi, ona ve amcasına bir şişe şarap ile BİM çerezlerinden bıraktık, kanepedeki bitli kız ile vedalaşarak yola çıktık.

Madrid'de doğru giderken karnımız acıktı yol kenarındaki lokal bir restorana girdik. Set menü şarap dahil 12 euro imiş. Karnımızı doyurduktan sonra önüne arabayı park ettiğimiz kayanın içinde bir ev olduğunu fark ettik.



Çok yaşlı bastonlu bir adam bize evi gezdirdi.



Evi yapan kişi müteveffa eşinin dedesiymiş, kala kala ona kalmış.

Dede çok inatçı bir adammış, bir türlü kiralık ev bulamayınca sinirlenmiş, bu kayayı oymaya başlamış. Önce bir oda, bir mutfak derken bayağı odalar ahır falan yapmış, hatta ikinci katı çıkmış. Tam güzel bir yatak odası kazmışken ölmüş.



Mutfaktaki raflar da taştan.



İspanya kralı bile burayı ziyaret etmiş, duvarda dedeyle fotoğrafları var.

Dede öyle bir dedeymiş ki torununun kocasına yaşlılığında bir meşgale ve gelir kaynağı yaratmış.

Damat Abi çıkarken bağış yapmamızın uygun olacağını söyledi, 5 euro attık. (Avrupa'nın en küçük Türkiye'nin en büyük banknot birimi)



Madrid'e yaklaşırken büyük bir Carrefour bulduk. Aradığım hoparlörü en sonunda buradan buldum. Neşe de Türkiye'ye götürmelik peynir ve şarküteri alışverişini yaptı.

Eskiden Can'ı götürmediğimiz tatillerden dönüşte Neşe ona Duty Free den çikolata falan almaya çalışırdı. Ben de bunun anlamsız olduğunu çikolataların Duty Free'de marketten daha pahalı satıldığını ve bunların tek tüketicisinin içinde suçluluk duygularıyla tatilinden geriye dönen insanlar olduğunu söylerdim.

Artık şarküteri ürünü götürüyor, Can'ın da daha hoşuna gidiyor.

Duty Free'deki Toblerone'u suçluluk duygularını yatıştırmak için bakkalın iki katı fiyata almanın altındaki bilimi Serdar Kuzuloğlu'nun Dünya Halleri Bülteni sayesinde yeni tanıştığım Freud'un yeğeni Edward Bernays'in çalışmalarını okuduktan ve hakkında yapılan BBC belgeselini izledikten sonra daha iyi anladım.

Özetlemek gerekirse Bernays o güne kadar ihiyacın olanı aldığın sistemi ihtiyacın olmayan şeylere de irrasyonel anlamlar yükleyerek seni iyi hisettireceğini düşündüğün için almanı fıştaklıyor.

Neyse hoparlörün fiyatı 80 euro idi, şarküteri alışverişi ile birlikte 130 euro tuttu.

Vergi iadesi alabilmek için müşteri hizmetlerinden tax refunda uygun barkodlu fatura istedik. Bir genç kız uğraştı beceremedi, bir oğlan geldi yardıma o da beceremedi, sonra daha kıdemli bir kız geldi ve en sonunda faturamızı alabildik.






İşin ilginç yanı vergi iadesi normalde gıdalarda alınamazken bizim bütün alışveriş tek faturada olduğundan İspanya'daki usulle ( Her ülkenin usulü farklı Almanya'da aldığını havaalanında göstermen gerekiyormuş. İspanya'da sadece barkodu okutuyorsun , bitiyor.) Tabi herkesin elinde benim gibi 3 tanecik yoktu. Özellikle Türkler ve Araplar havaalanındaki kiosklarda kucak dolusu faturayı okutmaya çalışıyorlardı. Bir hafta sonra hesabımıza tüm faturanın %13 ü kadar tutarı yatırdılar. Yani elektronik alışverişini hipermarketten yaparsan diğer aldıklarına da vergi iadesi uygulanıyormuş.

Akşamüstü Madrid'e döndük, direk Ana'ların evine gittik . Ana baconlu, patatesli, nohut yemeği yapmış, çok lezzetli olmuş.



Medellin'deki gençliği hakkında sohbet ettik. Sabah erkenden havaalanının yanındaki Clickrent ofisine yollandık.

Güler yüzlü sakallı bir genç arabayı teslim aldı. Ben hiç hasar çıkmayacağını umarken oğlan camda ufak bir çıtlak gördü:

"Acaba bu önceden var mıydı? Video çektiniz mi?" dedi

Çıkarken çektiğim videoyu beraber izledik ama camı çok hızlı geçmişim, göremedik.

Ben hiç itiraz etmedim, zira hasarın bedeli 180 euro gibi bir şeymiş ki 10 gün için full sigorta yaptırsam günlük 24 eurodan 240 euro ödeyecektim. Bu miktarın altındaki her hasarda ben karlı olacaktım.

Ben "Tabi ne gerekiyorsa yapın memur bey." deyip itiraz etmeyince çocukcağızın da içinden ceza yazmak gelmedi, ama dürüst bir insan olduğundan kanıta ihtiyacı vardı. Defalarca kusura bakmayın deyince,

"Dur" dedim, "Bir daha izleyelim, tam camın göründüğü yerde durdurayım". Durdurunca bir baktık:

Aaa çıtlak göründü!

Çocuk hemen "Tamam, kabul ediyorum" dedi, ceza yazmadı.



Arabayı sorunsuz teslim edip İzmir'e döndükten sonra videoyu televizyonda izledim ; o da nesi!

Tavandaki floresanın yansıması videoyu durdurduğum noktada tam çıtlağın olduğu noktaya düşmüş...









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder